Öncelikle tabiî ulusumuza başsağlığı diliyorum, hatta bütün insanlığa başsağlığı diliyorum; çünkü Atatürk sadece bizim ulusumuz için değil, bütün insanlık için bir önder. Ne yönden? Yaptığı başarılar, kurduğu Cumhuriyet yönünden de sayılabilir ama aydınlanma yönünden bir önder. Ben daha çok Atatürk’ün aydınlanmayla ilgili yönüne değineceğim. Çünkü tarih sadece olay ve olgulardan oluşmaz, bu olay ve olguları yönlendiren, onun içinde özne değeri taşıyan insanlardan da oluşur. Dolayısıyla, eğer biz tarihte, insanları, önderleri veya bilgeleri, filozofları, sanatçıları göz ardı edip tarihi anlarken sadece olay ve olgulara bakarsak, o zaman yanılgılara uğrayabiliriz. Bu bakımdan Atatürk’ü önemsiyorum; sadece bizim ulusumuz için değil, insanlık için örnek bir toplum yarattığından dolayı.

Bunun özünde, temelinde aydınlanma vardır. Bir projedir bu, aydınlanma projesidir. Atatürk’ümüzün söylediği çok güzel bir söz var, diyor ki: “Beni görmek demek, mutlaka benim yüzümü görmek demek değildir. Benim fikirlerimi anlıyorsanız, benim duygularımı paylaşıyorsanız ve hissediyorsanız, o zaman beni gördünüz demektir.”

O halde bu anlama yönünden Atatürk’e yönelirsek, onun tabiî ki yaptıkları, ettikleri, kurduğu kurumlar, bunlar çok önemli. Ama kendisini bir Mustafa Kemal, bir birey olarak algıladıktan sonra, onu aydınlatan ve aydınlanan bir insan olarak da algılamamız gerekiyor diye düşünüyorum. Bunun temelinde bağımsızlık yatıyor. Kendisinin bir sözü var, diyor ki: “Özgürlük ve bağımsızlık benim karakterimdir.” Bu, aydınlanmanın temel taşı bence. Çünkü aydınlanma diye kastettiğimiz, insanın aklının kendisi tarafından kullanılabilmesi, iradesinin özgür olabilmesi. Dış unsurların, inançların, belli ideolojilerin ipoteği altındaki bir akıl, aydınlanmamış bir akıldır. Bu, birçok yönden değerlendirilebilir. Yani insanın sürüklenmesi, kendi iradesinin gücünü kendinde taşıyamaması onun sürüklenmesine neden olur.

Atatürk bunu bize şöyle söylüyor, diyor ki: “Biz savaşlarda başarılar kazandık, ama toplumumuzun, ulusumuzun yükselebilmesi için bir irfan ordusuna gereksinimimiz var.” Bu irfan ordusu da öğretmenlerimiz ve eğitim sistemidir. Bunun için de “fikri hür, vicdanı hür, irfanı hür bireyler yetiştirilmesi gerektiğini” söylüyor bize. Bu çok önemli. Fikri hür ne demek? İnsanın düşüncelerini, fikirlerini, tasarımlarını, yaşama bakışını kendisinin belirleyebilmesi demek. Bu, birey demek, bireyin öne çıkması demek; bunu ortaya koyması, kendini gerçekleştirmesi demek.

Şimdi Atatürk’ümüzün yaptıklarını üç aşamalı bir tasarım içinde görebiliriz. Bir tanesi, herkesin bildiği gibi, Kurtuluş Savaşı. Onun arkasından da devrimler geliyor. Devrimlerden sonra da aydınlanmayı, devrim sonrası eğitim yoluyla aydınlanmayı halka kazandırmak, topluma kazandırmak istiyor.

Bence burada dikkate değer olan temel nokta; kimlikler bakımından aidiyetlerden, aşiret kimliğinden, ümmet kimliğinden, benzeri ideolojik kimliklerden soyunup somut birey olabilme ve kendini gerçekleştirebilme ve toplumla birlikte kendini var edebilme, özellikle. Bu bakımdan insanın aydınlanmaya gereksinimi var. Bunun, ilk önce söylediğimiz gibi, “fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür” diye öznel yanı var. Bir de bunun karşısında kurumlaşmaya gereksinim var; bunun toplumsallaşmasına gereksinim var, bildiğiniz gibi. Bu da bilim, akıl ve hümanite ile bütünlenir. Yani toplum yaşamını, ulusal yaşamı, kurumlarımızı biz akla ve bilime dayalı bir temel üzerinde inşa edebilmeliyiz ve bunu da hümaniter insan sevgisi ile donatmalıyız. Burası çok önemli, insan sevgisi dediğimiz zaman insanlar, “Tabiî ben de insanları seviyorum, her insanı seviyorum,” gibi algılıyorlar.

Burada özellikle aydınlanmacılıkta vurgulanmak istenen ve Atatürk’ün vurguladığı; cinsiyet, din, inanç ayrımı olmaksızın, ulus ayrımı olmaksızın insana ulaşmak ve insanı sevmektir. Bu, ‘evrensel insan modeli’dir. Dolayısıyla, Atatürk’ün temelde amaçladığı proje, bütün insanlığı kapsayacak olan bir insan modeli yaratmak ve bunu somut insanda göstermek. Yani ne demek bu? Toplumun içinde kaybolmuş, hiç kimse olan insanın belirli bir kimse, belirli bir sanatçı, belirli bir filozof, belirli bir bilim insanı, belirli bir bilge olarak kendini gerçekleştirmesini sağlamak. Ve eğer toplumu bir ağaca benzetecek olursak, toplumların bu tür meyveleri, onun başarıları aynı zamanda ulusal medeniyet, uygarlık düzeyine yaklaşımlarını ölçecek bir değerler dizgesidir de.

Bu bakımdan Atatürk’ü kendi sözleriyle de hatırlatmak istiyorum bu yönde. Önemsediği şeyler şunlar, diyor ki: “İrade vicdanın eğilimi ve arzusudur. Ama iradenin ortaya çıkması ve görünmesi için bir araç gereklidir; bu da egemenliktir.”

Bu anlamda, Atatürk’ün gerçekleştirdiği Cumhuriyet Devrimleri aynı zamanda bir egemenlik sorunudur da; çünkü insanlar daha önce teokratik düzene ve aynı zamanda belli bir soyun egemenliğine bağlı olarak, özgür değillerdi. Bu çok önemli bir şey. Kendi yaşamı üzerinde, kendi iradesini somutlayamıyordu, gerçekleştiremiyordu. O zaman böyle bir devrime gereksinim vardı, ama bu devrimin sadece kurumsal yönden yapılmasıyla toplum onu benimseyemezdi. O zaman eğitime gereksinim vardı ve eğitim de aydınlanma temelli bir eğitim olmalıydı. Atatürk’ün yaşadığı döneme baktığımız zaman, diğer uluslarda öne çıkan totaliter rejimler var; faşizm, nasyonal sosyalizm, diğer sosyalizm akımları gibi… Ve özellikle de lider bağımlı, aynı zamanda ideoloji bağımlı birtakım siyasi sistemler var. Bunları totaliter olmaları bakımından ve diktatör olmaları bakımından iki sıfatla sıfatlandırabiliyoruz.

Aynı dönemde Atatürk diktatörler arasında bir ‘edükatör’dür. Bir aydınlatıcıdır, bir eğitmendir, bir önderdir. Ve ideolojilere dikkat edersek, ideolojiler olgulara öncüldürler. Yani mutlakçıdırlar, belirli bir tasarım yaparlar ve bunu topluma giydirmek isterler. Bu bir anlamda dinsel tutumdur; yani ideolojilerdeki bu olgulara öncelik tanımak, daha önceki dini eğilim, teokratik devlet düzeni özlemlerinin bir bakıma yeni çağa, modernizme yansımasıdır. Atatürk bunu benimsememiştir. Atatürk somut insana yönelmiştir. Aydın, somut insanların oluşturduğu ve hukukla güvence altına alınmış, özgürlükler ve haklarla donanmış bir insanı hedefliyor ve bu insanın oluşturduğu bir toplumu hedefliyor bize. O zaman da bu bir anlamda, aydınlanmacı yönden baktığımız zaman, eleştirel gerçekçiliktir. Atatürk’ün tutumu eleştirel gerçekçiliktir ve kendi sözünde var; “Size hiçbir nas, hiçbir dogma bırakmıyorum,” diyor, “size, akıl ve bilimi bırakıyorum.” Bu anlamda Atatürk’ü anlamak; Atatürk’ü methetmekle, onu övmekle, yaptıkları ile kıvanç duymakla yetinmemek ve onu anlamakla mümkün.

Atatürk toplumun birbiri ile bağdaşmasını istiyor, insanların birbirlerinde kendilerini bulmalarını ve birbirlerini sevmelerini istiyor, ama bunu ulus-devlet bilincinde yapmalarını istiyor. Ne demek bu? Biliyorsunuz, ulus-devlet bilincinden önce aşiretler var. İnsanlar kimliklerini aşiretlere, inançlarına, mezheplerine, tarikatlarına, bağlı oldukları bu tarz kimliklere adapte olarak birbirlerine sevgi veya karşıtlık duyuyorlardı. Atatürk bunların aşılmasını ve insanın ulus bilincine ulaşmasını istiyor. Ulus bilinci, aydınlanmanın sonucu olan bir şey. Biliyorsunuz ulus-devletler, Fransız Devrimi’nden sonra ortaya çıkmış ve “özgürlük-eşitlik-kardeşlik” üzerine kurulmuştu. Buradaki eşitlik ilkesi ilginçtir. Batıda, özellikle Fransa’da ve ondan sonra Avrupa’da yayılırken bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Neden? Çünkü orada sınıflar vardır. Aristokrasi sınıfı vardır, ondan sonra burjuva sınıfı daha doğmamıştır, sonradan doğacaktır, ama o arada önemli olarak klerikus vardır. Yani din adamları, ruhban sınıfı vardır ve bu klerikus karşısında bir laikus, yani halk vardır. Bunların arasındaki özgürleşme ile ilgili bir çekişmenin sonucunda, bu devrimde, büyük çatışmalar olmuştur, çok kan dökülmüştür. Ama bizim toplumumuzda zaten böyle bir problem yoktu; çünkü “La ruhbâne fiddin”, yani “Dinde ruhban yoktur” özü itibariyle, toplumun inanç yapısında da zaten bir klerikus-laikus ayrımı yoktu. Dolayısıyla, Atatürk’ün eşitlikçi davranışı topluma kolay yayıldı. Cumhuriyeti bir sınıf üzerine, bir soy üzerine veya bir inanç, bir ideoloji üzerine kurmak yerine, somut bireye yönelik, hukuk şemsiyesi altında hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı bir toplum tasarımı yaratmıştır.

Atatürk çok ısrarla şunu söylüyor, diyor ki: “Bu değerleri yaşama geçirin ve bunları her fırsatta canlandırın, canlı tutun ve bunu topluma sevdirin. Bu fikirleri topluma sevdirin ve duygularına dönüştürün.” Bu çok önemli bir şey. Bu bir ateş; aydınlanma bir ateştir. Eğer biz buna odunları atmazsak, o ateşin yanmasını sağlamazsak, ateş söner ve insanlar bu coşkuyu yitirebilirler. Ve nitekim toplumumuzda tabiî ki çok güçlü bir temel atılmış, son derece coşkulu bir dönem var biliyorsunuz; halk evleri ve köy enstitüleri ile hayata geçirilmiş, son derece sağlam temelli şeyler. Ve zaten toplumun arzuladığı da bu. Daha önceki yaşamındaki o totaliter baskılardan, hak ve özgürlüklerin olmayışından, kadının toplumda yeri olmayışından, sanatın olmayışından bıkmış usanmış zaten toplum. Ve bu, kendisine bir ödül gibi verilmiş değil, aslında istediği bir şeyi gerçekleştirmiş.

Bu bakımdan da Atatürk önderdir, bir lider değildir. Liderler bulunan durumu yönetirler, önderler ise onlara ufuk açar. O bakımdan onu önder olarak, aydınlanma önderi olarak görüyorum. Ama çok ilginç bir şey var orada, “jakoben” diye söylenir; yani üstten giydirilmiş. Bu toplumun aslında kendi geleneklerinde, göreneklerinde olmayan, ama Batı’dan alınmış birtakım kavram ve kurumların topluma giydirilmesidir, diyorlar. Ben buna katılmıyorum. Toplumun geleneğinde var. Örneğin, hümanizm, Batı’da bir projedir ve hâlâ gerçekleştirilmiş de değildir. Ama biz toplumumuzda bunun meyvelerini çoktan Mevlanalarla, Yunuslarla, Bektaşî Velilerle yaşamışız. Yunus Emre, “Severim yaradılanı, Yaradan’dan ötürü,” dediği zaman, arkasından da “Yetmiş iki milleti bir bilmeyen insan değil,” dediği zaman, burada din, dil, ırk aşılmış, doğrudan doğruya insana ulaşılmıştır ve insan hedeflenmiştir ki uygarlığımızın içinde var bu. Atatürk bunları kurumlaştırmış ve yaşama geçirmiş bir insandır.


* Bu yazı, Metin Bobaroğlu’nun 10 Kasım 2005 tarihinde TV8 kanalında yayınlanan “Hülya Aydın ile Yeni Vizyon” programında Mustafa Kemal Atatürk’ün önderlik vasfı ve aydınlanmaya verdiği önem üzerine yaptığı konuşmanın metnidir.