- Dilde İmgesel ve Simgesel Alan Ayrımı
- Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Dil ve Anlam Bağlamı
- Dil-Düşünce-Kültür Üçlemesi
- Evrensel ile Evrenselci Tutumların Arasındaki Fark
- Pozitif Bilim, Olumlu Bilim Demek Değildir
- Aydınlanma Kavramı Doğru Anlaşılıyor mu?
- Akıl Bir Mekanizmadır, Değer Üretmez
- Süreçsiz Sonuçlar Anlamsızdır
- Bir Türk Akademisyenden Gelen Eleştiri
- Dil Emperyalizmiyle Yön Alan Toplumsal Akıl
- Evrenselcilik ile Değil Evrensel ile Büyümek
- Doğu Medeniyetini İçermeyen Üniversite!
- Humanity Gerçekten Evrensel Bir Kavram mıdır?
- Atatürk Neden “Truva’nın İntikamını Aldık” Demiştir
- Batılı Üniversitelerin İbn-i Arabî’yi Anlama Çabası
- Pozitivizmle Gelen Konformizm ve Robot İnsan
- Yetenekli, Güçlü ve Yeterli Bir Dil Aracılığıyla Akla Yükselmek
- Dil Değirmeni, Gücünü, Öğüteceği Kültürden Alır
- Tarihte İlk Kez Olan Bir Deneyim
Dilde İmgesel ve Simgesel Alan Ayrımı
Dil, düşünmenin aracı ve düşüncenin giyindiği bir maddedir. Aynı zamanda, düşüncenin depolandığı, korunduğu bir ortam ve kültürün yansıdığı bir temsil alanıdır. Dilsiz kültür, sadece bilinçdışına düşer. Farkındalıksız alışkanlıkların içinde, bir bakıma hayvansal bir yaşam olarak akar gider. O nedenle, dil, doğrudan doğruya insanla ve onun bilinciyle ilgili ve onu diğer her şeyden ayırt eden bir özelliktir.
Dil, soyutlamalar yoluyla ve simgeler biçiminde, bilincin doğayı ve doğa imgelerini aşarak onlara eklemlenip onları anlamlı kılacağı bir dil alanı, ikinci refleksiyon alanı oluşturur. Birinci refleksiyon alanı “imge”lerdir. Yani biz doğayı, doğadaki varoluş nesnelerini algıladığımızda ya da toplumu ve kültür nesnelerini algıladığımızda, onlar bilincimizde birinci derecede, düzeyde, aşamada –belki sinyalizasyon gibi de düşünebiliriz– bir iletişim ortamında imgeler aracılığıyla, bilinç ve nesneler veya çevreyle buluşur. İmgede buluşuruz. Bu, birinci refleksiyon alanıdır; yansıma alanıdır. İkinci refleksiyon alanı, dilin soyutlaması yani “simgesel” alandır. Burası imgesel değil, simgesel alandır. O nedenle, dil, daha çok simgelerle örülmüş ve anlamlı kılınmış, metafizik bir alandır. Metafizik sözcüğünün üzerinde ısrarla durmak gerekir; çünkü ülkemiz düşünürlerinin de, entelektüellerimizin de içinde olduğu büyük bir camia, hatta editörler, metafiziği felsefi literatürün kullandığı anlamda kullanmıyor. “Metafizik” dediğimiz zaman, genellikle “uçtu kaçtı”, “ruhçuluk” gibi birtakım terimlerle kirletiliyor. Metafizik, doğrudan doğruya “doğa” yani fizik, physis üzerine oturtulan düşünceler demektir. Yani doğanın düşünceye dönüştürülmesi metafiziktir.
Neden “meta” denilmiştir? “Meta”, bu anlamda her ne kadar “üst”, “öte” demekse de burada biraz üst anlamındadır. Bağlı olduğu nesnel gerçekliği imge yoluyla çağrıştıran veya ona bağ kuran değil, onu temsil eden bir süblimasyon, bir uçma, bir boyut değiştirme anlamında dil, metafizik alanında kurulabilir. Fizik alanda dile zemin arayabiliriz. Böyle düşünüyorsak, o zaman “doğal dil” diye bir terim giriyor devreye – bu doğal dil araştırmaları, doğanın seslerinin taklidi, ona öykünme ve onun üzerine ilkel kavimlerin, ilkel insanların kullandıkları bir ses dili. Bu, bilimsel olarak araştırılmıştır ve üzerine teoriler de olan bir alandır. Ancak bu, konunun teknik ve bilimsel yanıdır. Asıl, dilin kendini doğadan ve çevreden ve hatta onu kullanan bilinçten soyutlandığı yerde anlam dünyasını kurduğunu söyleyebiliriz. Yani simgeler dilin araçlarıdır. Hatta bu noktada, insanı doğadan, doğadaki diğer varoluşlardan ayırt eden –böyle bir ayrım mümkün olmasa da– insanın doğa ile birlikte doğanın üstüne çıkması gibi bir anlam taşıyor. Biz buna “ikili birlik” diyoruz. Bu “ikili birlik”, “ikinci sinyalizasyon” alanı dediğimiz soyutlama; imgelerden soyutlanmış, salt simgesel bir alana işaret eder.
Dil, bu alanda, sözcük üzerinden anlamlıdır. Yani orada, kendini, imge ile doğa nesneleri üzerinde çağrışım ve bağlantının kurulduğu zeminde değil, doğrudan doğruya o simgesel kurgunun temellendirildiği zemin üzerinde bulan bir anlam dünyası söz konusudur. Çünkü konuşma dilinde simgenin kendi bir ses çağrışımı, bir imdir; yazı dilinde de gösterge çağrışımıdır. Bu anlam dünyasının iki yönü vardır: bir yönü sentaks (syntax), gramer üzerine oturan semantik; bir de akılda temellendirilen, ussal yasalar üzerinde –hakikatler, ayân-ı sabiteler, Platonik anlamda idealarda– temellendirilen kurgul anlamlar, kavramların soyutluğu, somut anlamlar alanı. Dolayısıyla, bir yanıyla bilincin inşasından, bir yanıyla soyutlama yetisinden, bir yanıyla simgeleştirmeden, diğer bir yanıyla da soyutlanmadan bahsediyoruz. Soyutlama yaparken, aynı zamanda, onu kullananın da soyutlandığını anlatmaya çalışıyoruz. Dolayısıyla dil, en genel biçimiyle, düşüncenin olmazsa olmaz koşuludur. Bu ne anlama geliyor? Dil olmazsa düşünce oluşturulamaz ve dil ile düşünceyi neredeyse ayrımlı birlik olarak örtüştürmek gerektiği üzerinde duruyoruz. Yani dilsiz düşünce olmaz ama dil ile düşünce de bütünüyle örtüşmez. Bunlar aynı değildir; ayrımlı birlik, ikili birlik içerir. O nedenle bir cevher yanı bir de tözsel yanı vardır. Ya da “yeti”, “kabiliyet” anlamında kullanım yanı; bir de onun bağlı olduğu simge dizgesi, sistemi vardır.
Bu bakımdan, dili, hem bilinçlenmenin ve kültürü bilince taşımanın aracı hem de dönüp kültürü etkileme aracı olarak görüyoruz. Bu nedenle, eski tabirle “Lisan, ayniyle insan” denilmiştir. Tanıdığımız kültürden alıntılar yapmak gerekirse, Yunus Emre diyor ki: “İlim ilim bilmektir; ilim kendin bilmektir. Sen kendin bilmezsin; ya nice okumaktır?” Buradaki “kendin bilmek”, “kendinin bilincinde olmak” anlamındadır ve doğadaki diğer mevcut, var olan varlıklardan insanı ayırt eden bu “kendin bilmek” kavramıdır. “Kendin bilmek”, kendinin bilincinde olmak, kendini diğer tüm varlıkların karşısında “ben” olarak koyabilmektir. Bu yönüyle, insan dile gereksinir ve dil üzerinden kendi üzerine döner; yani dilde yabancılaşır. Aslında dil, bir alinasyon (alienation), yabancılaşma aracıdır; çünkü simgeler varlıkları olmayan göstergelerdir.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Dil ve Anlam Bağlamı
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, dil ve anlam bağlamını açıklarken, “Ayân-ı sabiteler varlığın kokusunu bile almamışlardır,” diyor. Burada “varlık” kavramı için “vücûd”un demiyor, “mevcûd”un diyor; “cûd, vücûd, mevcûd, sücûd” kavramları gelenekte özel ve titiz kullanılan kavramlardır. Onları tam yerli yerine oturtmazsak biraz konfüzyon olabilir, karmakarışık olabiliriz. “Mevcudun kokusunu almamıştır” demek; dış varlığa, tezahüre, zuhura gelmemiştir ama onlarla zuhur kaydı anlamlı olur demektir. Örneğin, burada harflere “melek” demiştir – melekelerin, yetilerimizin harekete geçirildiği tetikleyiciler. “Her harf bir melektir, bir tetikleyicidir, bir güçtür, bir kuvvettir. Melekemizi, yetimizi faaliyete geçirir” der ama bunların kendine ait bir varlığı yoktur. Dilde gösterilir ama varlığı yoktur. Simgeler böyle bir şey; her harf böyledir. Gelenekte biz, Alfa, Elif, Alef gibi harfleri, kendi içinden çıktıkları kültürlerin doğal yaşamdan soyutlayarak elde ettikleri bir süreç olarak görüyoruz. Örneğin, Alfa için “Apis öküzünün boynuzudur; boğanın başı ve üzerinde de hilal gibi boynuzudur,” diyoruz; onu yan çevirip kullanmaktayız. Veya Elif, işte bir insan bedeninin kastedildiği bir simgedir. Yani “dikey duran, ayağa kalkan, kıyam eden varlık olarak ya da hayvan, canlı olarak insan ancak dile sahiptir, harf kullanır” gibi bir simgeselliği veya soyutlamalarının temellendirmesi yapılsa da bunlar bazen çok fanteziye kaçan bazen de belli bir geleneği yaşatmak için kullanılan özgün yorumlar, benzetmelerdir.
Biz burada, yine Muhyiddin’e dayanarak –Batı’da örneği olmadığı için ısrarla Muhyiddin diyorum– bu simgelerin imge bağlantısından soyutlanmış olarak kullanılmasını, ancak “metadil”, üst dil, ikinci refleksiyon alanında, iletişimi aşıp bildirişim alanında kullanılması açısından ele alıyoruz. Orada, o işaretin varlıkta herhangi bir karşılığı bulunmuyor. O nedenle, “bunlar uzlaşımsaldır” denildi. Uzlaşımsal olmadığı zaman, yani eğer o uzlaşıma katılmadıysak, o işareti, o sembolü, o soyutlamayı anlamlı kılıp, dilimizin içine alıp kullanamayız. Dolayısıyla, bu simge sistemini temellük ettirmeliyiz, içselleştirmeliyiz. Simge sisteminin anlamlı kılınabilmesi için onun kullanım alanlarında –hangi alanlarda kullanıldıysa, işlendiyse o alanlarda– aklımızı o simgesel kullanım yöntemleriyle veya yollarıyla, yordamlarıyla yoğurmalıyız ki o, bizim için kullanım ilişkileri yani “âkil, ikâl” bağlarla o kullanım süreçlerinde bilincin kendini eğittiği için anlamlı olabilsin. “Simgelerin kendilerinde anlam yoktur, bir varlık göstergesi yoktur, ama onlar temsil ettikleri varlıklar uğruna ilişkilendirildiği için melekler, melekelerdir” denilmiştir. Bu, simgeleri kullanan aklın, onlar yoluyla kendini eğittiği bir süreçtir.
Dil-Düşünce-Kültür Üçlemesi
Simge kullanımı, çocukluktan beri birçok metni okuyup anlamlandırdığımız, yazdığımız, okuduğumuz için bize “çok doğal, gökten inmiş, tabiatın içinden ya da doğuştan beri kullanıyoruz” gibi gelebilir, çünkü örtüktür; bilincimizin önüne koymadık düşüncemizi. Düşüncemizi bilincimizin önüne koyduğumuz zaman bunun böyle olmadığını, doğrudan doğruya insanın tarih içinde, kendi emeğiyle ürettiği bir alan olduğunu görürüz ve o zaman karşımıza “dil-düşünce-kültür” üçlemesi çıkar. Yani kültürü, tüm araç gereçleriyle ve ilişkilenmeleriyle doğayı insan eliyle, insan emeğiyle dönüştürdüğümüz ve insansal ilişkilere, toplumun içine taşıdığımız bir yapı olarak düşünebiliriz. O zaman, kültürün tarihi vardır; çünkü onu üretip onun içinde etkileşerek kültürü sürekli kılan toplumdur ve toplumlar bunu tarih sahnesinde yapar.
Bu anlamda, doğa bilinçdışına düştüğü için ve onun üzerinden metafiziksel olarak üstyapıyı, simgesel kurgu dilini kullandığımız için doğanın tarihi yoktur. Doğa, bir döngüler ortamıdır ve orada zaman akmaz, orada zaman ritmiktir. Ama kültürde zaman, doğayı taklit etme anlamında değil, doğayı kültürde yeniden üretme anlamında – ben buna, kültüre “ikinci doğa” diyorum. Verili doğayı, hazır bulduğumuz doğayı kendi emeğimizle ve kendi ellerimizle toplumsal kıldığımız zaman, bu “ikinci doğa”da her unsur insan eli değmiş, insan emeği ile yoğrulmuş olduğu için insanlaştırılmış, insancıllaştırılmış ve insan için kılınmıştır. İnsanı etkiler ve dönüştürür. İnsanı değiştirir, bir güce kavuşturulmuştur. Bu anlamıyla yine soyutlamaları kastederek söyleyelim; kültür ancak sembolik, kavramsal dilde kültür olmuştur. Yani kültüre “kültür” dememiz, ona soyutlamalardan dönüp baktığımız içindir. Yoksa doğadaki herhangi bir hayvan faaliyetinin; hayvansal bir doğayı tüketme, dönüştürme olgusunun birebir aynısı olarak kalabilirdi. Onu anlamlı kılan ve onu koruyup, taşıyıp gelecek nesillere aktarmak anlamında kültür.
“Kültür” kelimesi çok yeni, tabii biliyorsunuz. 18. asrın sonlarında Fransız düşünürler, kültür siyaseti anlamında düşünürsek, sivilizasyona karşı kullandılar; yani “uygarlık” sözcüğüne karşılık olarak kendi dillerinde civilization. İngilizlerin kullandığı anlamda kullanmamak için culture, “kültür” dediler. Daha sonra Alman felsefesi bunu ayrıştırdı. Şöyle bir öneriye dönüştü en sonunda; kültür, ekip biçme ile ilgili olarak, “ekin” anlamında kullanılmış. Bu doğayı dönüştüren bir şey olduğu için culturing, mayalama, base, bir mayayı çalma, bir süte maya çalıp sonra onun yoğurt veya peynir olarak elde edilmesi gibi bir dönüştürücü süreç için kullanıldı. Örneğin, şarap yapmak bir kültürdür, zeytinyağı yapmak bir kültürdür. Yani bir doğa nesnesini alıp onu olduğu gibi bırakmamak, ondan daha üst türevler elde etmeye yönelik bir şey olarak kültürü kullanmışlardır. “Kültür” yerel, alışkanlıklara sinmiş, bilinçdışı alışkanlıklarla nesilden nesile aktarılan ve içinde farkındalıksız olarak yaşanılan bir olgudur. Ama eğer bunu, evrensellerle, evrensel kavramlarla, yerellikten evrenselliğe taşıma anlamında bilincin konusu yapar ve onun üzerine düşünmelerimizi anlamlandırmaya yönelirsek, o zaman “uygarlık” kavramına geçeriz. Daha doğru bir deyişle, bu biraz Antik Yunan felsefi geleneğinin bir tezahürüdür.
Evrensel ile Evrenselci Tutumların Arasındaki Fark
Almanlar kendilerini biraz Yunan geleneğinin mirasçıları olarak görürler. Yunan aklında bir evrenselcilik vardır ya da evrensellik vardır. Yani tek hakikat, tek bir geçerlilik arayışı vardır. Tüm insanlık için ortak bir aklı tasarlamışlar ve hep bunun üzerine, ontoloji ve epistemoloji üzerine çalışmışlardır. Episteme öyle bir bilgi olmalıdır ki bütün insanlık için geçerli olmalıdır. Nitekim bunun ara geçişinde, Immanuel Kant bir kültürü, bir yerel alışkanlığı veya düşünme biçimini değil, bir evrensel paradigmayı akıl olarak tasarlamıştır ya da buna a priori dediği için, ontolojik olarak, varlıksal olarak öyle olduğunu ileri sürmüştür. Bu evrensellik meselesi, bir soyutlama ve bir üst akıl kurma biçimindeyse sorun yoktur, ama eğer kültürü ve kültür ilişkilerini, ögelerini bu anlamda evrenselleştirmeye yöneliyorsa, o zaman bu, “evrenselcilik” anlamında çok ciddi bir sorun taşımaktadır. Buradaki sorun şudur: Eğer bir kültürün verilerini kavramsallaştırdıktan sonra bunu “evrensellik” değil “evrenselcilik” anlamında kullanıyorsak buna “kültürleme” diyoruz. Kültürleme; başka kültürleri, başka yaşam biçimlerini mayalayıp o maya hangi kaynaktan, hangi kültürden geliyorsa ona dönüştürmek. Bir anlamda emperyalizm, kültür emperyalizmi. Pozitivizm ve modernizmin eleştirisi anlamında, “evrenselcilik” sorunu. Science anlamında bilimin, olguları kavramsallaştırma ve yaşamı kolaylaştırma anlamında kullanılmasında hiçbir sorun yok. Bütün kültürler bunu elde etmek için çaba harcıyorlar ve kimse de bunu yaşamında yadsımaz. Böyle bir lüksümüz yok, ama bu positio kavramını felsefi anlamda kullanmadığımız için pek bilinmiyor.
Pozitif Bilim, Olumlu Bilim Demek Değildir
“Pozitif bilim” Türkçeye “olumlu bilim” olarak tercüme ediliyor. “Olumsuz bilim” yok ki “olumlu bilim” olsun. Türkçeye “deney bilimi” ya da “deneysel bilim” olarak çevrilmeli. Eğer deneysel bilim ise daha çok ampirik olması lazım. O halde, pozitif, positio nedir? Felsefede “pozitif” kavramının positio’dan türetilmiş olarak kullanılması bir felsefi tavırdır, bir ideolojik tutumdur ve “konulmuş kavram” anlamında kullanılır. Konulmuş kavram, çıkarsanmış değil buyruksaldır. Buyruksal kavramlar ise kültürlemenin araçlarıdır. Şimdi, “modernite” bireyleşmenin, özgürleşmenin bir alanı, bir geçiş alanı, felsefi düşüncenin tezahür ettiği bir boyuttur, ama “modernizm” bunun mutlaklaştırılması, sistemleştirilip egemen kılma aracıdır. Şimdi, bu ne demek? “Modernite” bir kazanımken “Modernizm” bir kilit, bir tutsaklık halinde kullanılmıştır. Bunun aracı ise “evrenselcilik” ve “kültürleme” anlamında, positio anlamında, “konulmuş, didaktik ve diskur kavram” anlamında üniversitelerdir. Üniversiteler Batı dünyasında, Avrupa’da sanayi devrimi döneminde bir ihtiyaçtan dolayı ortaya çıkmış kuşkusuz; sanayiye destek sağlayabilmek için ar-ge bağlamında, tek tek küçük kuruluşların başaramayacağı ancak devletin hepsine bu hizmeti verebilmek için kurduğu bir sistem. Çok da doğru, anlaşılır bir iş bu, ama burada deney bilimleri üzerinden sağlanacak olan know-how, ar-ge çalışmalarının yanında diğer bütün felsefi çalışmalar, edebiyat çalışmaları, o toplumun kültürünü temsil eden tüm alanlardaki dil içinde korunmuş, literatür olarak korunmuş bilgi dağarcıkları, onların tarihsel süreçlerini de içeren biçimde ansiklopediler olarak depolanıp eğitime, üniversite ortamına aktarıldıktan sonra –ki o kültür bunu yapmakla çok da iyi bir şey yapmıştır– onu devrimler aracılığıyla ihraç etme gereksinimi duyulmuştur.
Bu ilk kez, özellikle Fransa’da, Fransız Devrimi’nde oldu ve Fransız Devrimi’ni onlar ihraç ederken, diğer toplumlar da ithal ederek üniversitelerine alırken, sadece teknik anlamdaki bilgi, birikim, yöntemi ithal etmediler. O kültürün kendi tarihsel süreçlerinde ürettiği değerleri, yaşam biçimlerini evrensel kabul ederek, tek gerçek, varılan nihai amaç kabul edip kendilerine, kendi eğitim sistemlerine paket programlar olarak alarak bir dil ithali yapmış oldular. İşte bu dil ithali, evrenselci, kültürlenme veya kültürleme aracı olarak son derece önemli, araştırılması, üzerinde titizlikle çalışılması gereken bir alan olarak görülmektedir. Çünkü o kültürü –uygarlığı değil ama o kültürü– diğer bütün kültürlere başat kültürmüş gibi, o ülkelerin üniversiteleri ile kendi gelenekleri arasına girerek tüm dünyaya yayan bir sistemdir bu. Yani dünyada bugün üniversitesi olmayan neredeyse hiçbir toplum yok, ama bu üniversitelerin formatı, sözünü ettiğimiz gibi, Batı’nın kendi deneyim ve kültür birikiminin paketleridir. O kadar ki buradaki kullanılan dil egemen bir dildir, evrenselci bir dildir ve bunun da arkasında bir “aydınlanma” kavramı vardır.
Aydınlanma Kavramı Doğru Anlaşılıyor mu?
Aydınlanma kavramı, yine dil açısından son derece önemlidir. Bu kavramın Almanya’da felsefi alandaki kullanılışı –zannedildiği gibi “Aydınlanma nedir?” diye sorduğumuz zaman, genellikle enlightenment, illumination gibi bir kavram beklerken hiç de öyle değildir– aufklärung’dur. Immanuel Kant, klärung, “temizleme” (clear) sözcüğünü kullanmıştır. Bu kavram “aydınlanma” değil de bir anlamda “süpürülme” mânâsına gelebilir. Temizleme. Neyi temizliyoruz? Bilincimizi temizliyoruz, aklımızı temizliyoruz. Nereden temizliyoruz? Metafizikten. İyi, tamam, ne var bunda? İşte, “aydınlanma” tam da bu değil mi zaten? Pozitivizmin, modernizmin ileri sürdüğü “aydınlanma” bu değil mi? Yani aklın hurafelerden temizlenmesi; bilimsel yöntemle yaşamı doğrudan doğruya ve bilimsel yolla kültürden uygarlığa taşıyıp yaşamı aklın egemenliğinde organize etmek. Evet, tam da bu demek aslında ama bu pozitif olmamalı mı? Tabii ki positio, bu konulmuş bir kavram olmalı ve bir anlamda Jakoben olan, üstten gelen bu temizleme işlemini her toplum kendi bilincine uygulamalı, değil mi? Ne var bunda? Bu, çok da istenilen bir şey değil mi? Burada sorun, yine dille ilgili ve bu, felsefi, bilimsel dil sorunsalı içine alınacak bir şey olarak iki kavrama karşılık gelir, oturur: “açıklama” ve “anlama” ya da “anlamlandırma”. “Açıklama” meselesi, Immanuel Kant’ın sınırı belirlediği, sınır koyduğu bir alandır; Kant da “Açıklama fenomenaldir ve fenomenleri bilebiliriz” dedi zaten. O bununla, “Aklımız fenomenaldir; aklın kullanım alanı, bilgiyi, bilimsel bilgiyi ürettiği alan fenomenlerdir. Dolayısıyla, fenomenleri bilebiliriz ama fenomenlerin arkasındaki, arkatasardaki ilişkileri, numenleri bilemeyiz. Dolayısıyla, onlar bir iman alanıdır, dini bir alandır, vicdanlara aittir. İsteyen istediği gibi inanabilir ama biz bunu üniversitenin konusu yapamayız, eğitimin konusu yapamayız, aklı bunlardan arındırmamız lazım ve salt fenomenlerin bilgisini işlemeliyiz,” demiş oldu.
Şimdi, burada kullanılan dil, bir diskur olarak yaşam tarzını da belirliyor. Burası çok önemli ve bunun üzerine daha ileride tartışmalar açmak için bunları size duyuruyorum. Burada, Gazali’nin daha önceden söylediği bir şeyi söylemiş oluyor Kant. Bu ayrımı tarihte ilk kez yapan Gazali ama bizim düşünce lojiğimize girmemiş. Gazali’yi sevmiyoruz biz. Fakat bu ayrımı ilk olarak Tehâfütü’l-Felâsifesi’nde –Felsefenin Tuhaflıkları adı altında– Aristoteles’in lojiğini eleştirirken, kuşkuculuğu getirirken o yapıyor. Bu kuşkuculuk alanı, “numen-fenomen” problematiğiydi. Diyordu ki Gazali: “Günlük yaşamımızı akılla düzenlemeliyiz ve aklın egemen olacağı alan budur, fakat aklı iman alanına bulaştırmamalıyız. İman alanı da onun konusu değildir ve orada işleyemez.” Yani ilim, irfandan farklı olarak maluma tabidir. “İlim maluma tâbidir” demek ilmin nesnesi objektiftir, nesneldir, dış dünyadadır demektir ama irfanın konusu dış dünyada değildir. O geleneksel olarak ifade edildiği gibi, “men arefe nefsehu fekad arefe rabbehu” hitabında karşılığını bulur. Yani Gazali, insanın kendilik, self, özvarlığının devinimlerinin “açıklama”yla, bir nesnenin bilgisini bilme yöntemiyle bilinemeyeceğini ama irfanla, yani yaşamsal deneyimin ona katılmasıyla, kendini dönüştürerek bilinebileceğini, anlaşılabileceğini söylüyordu. Numen alanı, iman alanı, Gazali’de aslında tanımsız bırakılmadı. Tabii, bu bahsettiğimiz Gazali, Muhammed el-Gazali’dir. Bir de Ahmed Gazali var; o büyük bir sufi. Onları birbirine karıştırıyor bazen bilmeyenler, onu da ayrıca vurgulayalım. Şimdi, Immanuel Kant ise numen alanını tanımsız ve ilgisiz bırakarak “O bizim konumuz değildir, artık onunla ilgilenmeyelim, bundan aklı da temizleyelim” diyor. Çok akıllıca bir şey söylüyor gibi geliyor hakikaten. Ben ilk zamanlar büyük Kantçılardan biriydim. Felsefeye ilk girdiğim zaman büyülendim, doğru söylüyor dedim, ama sonra değerler sistemini, vicdan problemini, etik problematiğini bilincime konu edindiğimde bir baktım ki eyvah!..
Akıl Bir Mekanizmadır, Değer Üretmez
Akıl bir mekanizma, akıl değer üretmiyor. Değerler ne olacak o zaman? Feragat aklî değildir, fedakârlık aklî değildir. Aklın doğrudan doğruya çıkarlara (benefit), öz çıkarlarınıza bağlı olarak hizmet eden bir yapısı var; yani nesneler, objeler üzerinde egemenlik sağlar, fakat yine de bu egemenliği paylaşmak, hakça paylaşmak sorunu vardır orada. Aklın bu mekanizmasında “özveri” nerede o zaman? Özveri hiç aklî, rasyonel değil, hiç uymaz yani. Ne olacak? Metafizik o zaman. O zaman sevgi de metafizik, doğru. Çünkü fenomenal değil, ölçülemez, biçilemez. Atınız! Zaten çıkarttılar lojiklerinden. Philosophia’da ne philia kaldı ne sophia kaldı, değil mi? Sophia, hikmet. “Hikmet” dediler, “Böyle şey mi olur? Ne hikmeti?” Onu çıkarttılar. Philia, sevgi. O da gerekli değil. Philosophia? Kendi başat aklını ve gönlünü reddettin. Geriye ne kaldı? Geriye kaldı objeler ve objelerin algıları; imgelerinden türeyen ve tekrar oraya dönüp orada kendini doğrulayan bir ara, fenomenal akıl, onun arkasında vicdan ve onun buyruğu. Yine de Kant orada son derece önemli bir şey söyler, der ki: “Kendin için öyle bir ahlâkî, etik bir dilek dile ki bu herkes için geçerli olsun.” Bu ilke zaten İncil’de vardı. Ben onu bizim kültürümüze, yani günlük kültürümüze taşıyarak “İğneyi kendine, çuvaldızı başkasına batır” sözünün bir başka ifadesi olarak görüyorum ama bunlar mekanik; yaşam, deneyim, gelenek, tradisyon içermemektedir. Modernizm tradisyonun reddidir. Bunun felsefi süreci, eleştirel felsefe sürecinde (criticism) analitik yöntemlerle sürekli değilleye değilleye, günümüzdeki bir bilinç tipini kutsamaya dönüşmüştür. Buna “İngiliz ampirizmi” denilir. Yani başka hiçbir felsefenin artık değeri kalmamıştır. Onlar çağlarını bitirmiştir, eleştirilmiştir, ortadan kaldırılmıştır ve bu sadece olguları tanımlayacak, açıklayacak belirli bir analitik akıl tipinin kutsanmasıdır. O zaman, bu manada böylesine bir aklın egemenliği tüm alanlara sirayet edince, dil, metafizikten arındırılmış anlamıyla salt, pure aklın öncülüğünde imandan arındırılmış, sevgiden arındırılmış, değerlerden arındırılmış, salt nesnel gerçekliğin yansıması anlamında kullanılan bir dile dönüştürülmüştür.
Şimdi bakın, bir dil nereden çıkarsanıyor ve nereye döndürülüyorsa ve onun eğitim araçları ne kadar yaygınsa, dünyadaki tüm yaşam o biçime indirgenmiş olur, diğerlerine yaşam hakkı tanımaz. Bunu tüm yaşamdan çıkartır, hatta kovuşturur, hatta sonra da mahkûm eder. Biz bunu kendi ülkemizde de çokça yaşadık. Bu ülkenin kendi düşünsel geleneği, sadece düşünsel değil, kendi tecrübî geleneği –ikisi bir arada, hem düşünsel hem tecrübî geleneği– özgün olarak, kendi yaşam kültürünün yansıması anlamında ve belli bir adla, theosophia, belki de tam karşılığı olarak “tasavvuf” adı altında işlenmiştir, binlerce yıl. Onun sanatı vardır, sanat dili, psikolojisi vardır (ilm-i nefs); oradaki yansımaları, raksı, felsefesi vardır; Mevlânâ’sı vardır, Yunus’u vardır ve niceleri… Büyük bir kültürdür ve onun yaşam tarzları vardır. Onun müziği daha dingin, daha ağır başlı, daha derinliklidir; ama Batı ampirizminin ürettiği, küçük modlarla, egzoterik, tamamen dışa yönelik, fenomenal dünyanın seslerinin armonik gücüyle desteklenmiş ilişkilerin sonucu olarak ortaya çıkan müzik evrensel olmuştur. O evrensel müziktir, öteki ise yerel ve metafiziktir. O artık mistiktir; yani onu yaşamdan çıkartmak gerekir. Peki, onun sanatsal unsurları? Gereği yok; “vals var, semâ yapmana gerek yok” çünkü o evrenseldir. Bakın şimdi, böyle bir evrenselcilik giderek değerler sisteminin içini boşalttığı için, dilde taşınan değerler çıkınca, “Evren boşluk kabul etmez” sözü gereğince o boşluğa başka değerler gelir, yerleşir. Bu değerler olsun, yerleşsin ne var? Neticede o da insan üretimi değil mi?
Süreçsiz Sonuçlar Anlamsızdır
Bir başka toplumda, başka kültürde üretilmiş olsun; biz bunu ithal edelim, alalım, ne var bunda? Doğrudur ama eğer felsefi anlamda, dili ve kültürü bilincimizin önüne koyup sorgulamayı biraz tarihsel süreçte adım adım, sabırla yaparsak, şunu görürüz ki –birçok filozof da bunu desteklemiştir– süreçsiz sonuçlar anlamsızdır. Süreçler, sonuçların içerikleridir ve süreçler tarihseldir, kopuk olamaz. Yani modernizmde –moderniteyi demiyorum– modernizmin savı olarak, bütün dil, sanat, felsefe, din, siyasi görüşler, ekonomi-politikler, hepsi enstalasyona çevrilmiştir. Yani kurmaca; kur-boz… Aklımızla kurarız bozarız, çünkü aklımıza güveniyoruz. Tarihi tecrübe ne olacak? Onlar aklı daha bulmamışlardı, onlar mistiklerdi. Biz aklı bulduk, kurarız bozarız… Peki, kalıcı bir şey? “Kalıcı bir şey olamaz, her şey geçici. Bir nehirde iki kere yıkanılmıyordu ya, o zaman her şey geçici, kalıcı bir şey yok” deriz. Kalıcı değer olamaz; bizi tarihe bağlayan veya bizi tarihsel süreçteki tecrübelerimizle geleceğe bağlayacak olan bir değerler sistemi olamaz. Bunlar sadece pratik, pragmatik çıkarlarımıza uygun olup olmaması ile ilgili, ama bu çıkarlar salt fenomenal, nesnel gerçekliğin temellük edilmesi anlamındaki çıkarlardır. Yani bu “sahip olma kültürü”dür, var olma kültürü değil.
Bunlar kendi süreçlerinde de, yani Batı dünyasında da karşılığını ve eleştirisini bulmuştur. Bu pozitivist-rasyonalist düşüncenin ürettiği, giderek daha başka versiyonları ile güçlenen ve son çözümlenmesinde Auguste Comteçu halini alan “hümanizm”, evrensel –yani üniversiteler yoluyla bütün dünyaya egemen– kılındığında, yine Batı’nın içinden başkaldırılar çıktı. Varoluşçuluk çıktı, fenomenoloji çıktı… “Böyle şey olur mu?” dediler. Bütün kültürleri aynîleştirmek, herkese aynı elbiseyi giydirmek, herkesin zevkini aynı yapmak… Tek tip, zevksiz, aynîleştirilmiş, indirgenmiş bir dünya; bunu eleştirdiler. O zaman, dil olarak açıklayıcı dile bu kadar ağırlık verilip “evrenselcilik” tavrının seçilmesi yerine, “evrensellik”, “anlam vericilik” ve “yorum” tercih edilerek her kültürün kendi tarihsel tecrübesini kullanabileceği; renklerin, çoğulculuğun dünyası olmalı” diye bir sav, bir alternatif düşünce ile varoluşçuluk, fenomenoloji ve hermeneutik devreye girdi ama bu söylemde kaldı. Çünkü bir yerde, eğitim araçlarıyla “üniversite” dediğimiz –ben hep onun üzerine vurgu yapıyorum– aklın somutu olarak, aklın kurumsallığıdır. Akıl kavramlarla uğraşır, bireyseldir; toplumsal akıl ise kurumdur, üniversitedir. Bugün, bu toplumun aklı üniversitesidir. Bu üniversitenin içinde, kendi yaşam deneyim tecrübesinin tüm zevkleri ve kazanımları dışlanmıştır. Sadece Batı’nın, özellikle pozitivist ve pragmatist düşüncenin etkisiyle kurulmuştur ki bizim eğitim sistemimiz de önce Fransız, sonra da Amerikan pragmatizminin etkisiyle kurulmuştur. Bunun için de aklımızı oradan alıyoruz. Bu kültürün kokuları yok içinde, tatları yok.
Bir Türk Akademisyenden Gelen Eleştiri
Galatasaray Üniversitesi’nde görev yapan bir felsefeci hanımefendinin, Zeynep Direk’in, geçenlerde bir makalesini okudum. Çok güzel bir şey söylüyor, kendi yaşam öyküsünü anlatırken mealen diyor ki: “Annem felsefeciydi ve felsefeye aşina olmam ve felsefe okumak istemem onun sayesindedir. Boğaziçi Felsefe bölümünü kazandım ve orada eğitim gördüm. Ama orada bir sav var, bir diskur var: Felsefe salt analitik felsefedir, ampirik, analitik felsefedir; diğer bütün felsefeler, felsefi şeyler eskimiştir. Felsefe tarihi geçmişin müzesidir ve eleştirilip yanlış olduğu gösterilerek artık lojikten çıkartılmıştır. Şu anda tek geçerli felsefe analitik felsefedir ve onun dışındakiler felsefe değil, edebiyattır. Örneğin, Alman idealizmi bir edebiyattır artık, diğer dünya görüşlerinin hepsi edebiyattır. Felsefe olmaya lâyık olan sadece Anglo-Sakson düşüncesidir. O zaman dedim ki bize bir şey kalmadı. Düşünecek bir şey yok demek ki. Öğreneceğiz ve uygulayacağız. Bir baktım ki okulda durum gerçekten böyle. Heidegger’den söz ediyorum, ‘O filozof değil’ diyorlar. ‘Russell okuyacaksın, Heidegger edebiyatçı.’ ‘Peki, Derrida?’ diyorum, ‘Derrida zaten felsefeci sayılmaz’ diyorlar. ‘Peki, fenomenoloji, hermeneutik, Dilthey…’ diye soruyorum, ‘Onlar…’ diye devam ediyorlar.”
Şimdi, böyle olunca Zeynep hanımefendi daralmış, devam ediyor: “Oradan Amerika’ya gittim, pragmatik felsefe ile tanıştım. O, daha başka boyutlar açtı belki bende, hatta belki olumlu boyutlar açtı. Ondan sonra Husserl ile tanıştım, Heidegger ile tanıştım, işte Nietzsche ile ve diğerleriyle tanıştıkça baktım ki Boğaziçi’ndeki hocaların dediği gibi değil işler ve sonra döndüm ülkeme” diyor, “ve burada, Türkçe felsefe yapılabilir mi, Türk dili ile felsefe yapılabilir mi, bunun üzerine çalışmalar yaptım, araştırmalar yaptım ve bununla ilgili üniversitelerimizde Cumhuriyet döneminde yapılan değişikliklere, reformlara baktım. 1930’larda Reichenbach geliyor Türkiye’ye, o kuruyor kürsüyü [bilim felsefesine büyük katkılar yapmıştır biliyorsunuz Reichenbach] onun arkasından da Macit Gökberk Hoca ve ondan sonraki hocalarımız yetişiyor. Şimdi tam orada, o arada, bir önceki dönemden, yani medrese döneminden beri süregelen felsefi bir gelenek var. Bu felsefi geleneği taşıyanlar,” diyor Zeynep hanımefendi, tespit etmiş, “bir Alman aydını, bir entelektüeli getiriyor kürsüye ve bütün çalışmalar onun önüne konuluyor. O değerlendiriyor, hocaları o emekliye ayırıyor veya sözleşmelerini iptal ederek üniversite dışına gönderiyor, ilahiyat fakültelerini kapatıyor, ‘Metafiziğin gereği yok, metafiziğin felsefede ne anlamı var?’ diyor.”[1]
Böyle bir pozitif kurgu yaratılıyor. Şimdi, peki, felsefenin, üniversitenin kendi içinden eleştirel olarak mı çıkıyor bu düzenleme? Hayır. Bakın, konulmuş kavram, pozitif. Felsefede eğer düşünce engelleniyorsa, birileri tasfiye ediliyor, birileri tercih ediliyorsa bu politikadır, felsefe değildir. Felsefe, kendi fikir çatışmaları içinde devinir ve kendi önünü öyle açar. Bazıları tercih edilip bazıları devre dışı bırakılırsa o zaman ne olur? O zaman felsefe sokağa terk edilmiş olur.
Dil Emperyalizmiyle Yön Alan Toplumsal Akıl
Dil, bir yanıyla sokak dilidir. Dil, bu bakımdan toplumun günlük anlaşma aracıdır. Ancak soyutlamalar ve metadil düzeyinde, artık o sanat, bilim ve felsefenin dilidir ve metafizik anlamdaki bu soyutlama, kavramların dili, yani toplumun tüm yaşamını belirleyecek olan üst dil olduğu için ve eğitimin aracı olduğu için, asıl bakılması gereken, sorgulanması gereken, eleştirilmesi gereken alan odur, günlük dil değil. Bu anlamıyla “dil” dediğimizde, “kendini bilmek”ten, şuurlanmaktan söz ediyoruz. Yunus’a dönersek, “kendini bil” derken, ne ile bileceğiz? İlim ile bileceğiz. “İlim, ilim bilmektir.” Bakın “İlim, nesne bilmektir” demedi. Bunlar, çok yüksek şuurlu sözler. Yani “İlim, şeyi bilmektir” demedi. “İlim, ilim bilmektir” dedi. İlmin üzerine ilim yapmak. Şimdi, bu çok önemlidir: “bilincin bilinci”. Bu, felsefe demek. Çünkü bilimsel disiplinlerin terminolojisi objektiftir; nesnelerine bağlıdır. Kavramlar, doğrudan doğruya olguları gösterir ve açıklama yöntemleri ile çalışır, ama kavramların üzerine kavramlarla baktığımızda bu felsefedir. Felsefe tümelleri kullanır, tümel kavramlarla bilincin bilinci olarak ortaya çıkar. Yani bilimler “şey”in bilincini verirler bize, felsefe ise bilincin bilincini verir. Şimdi o zaman, dil emperyalizmi ile bilincin bilincine müdahale ettiğiniz zaman, aklın aklına müdahale ettiğiniz zaman, o toplumun aklını istediğiniz yöne çevirebilir, istediğiniz yaşam biçimini o toplum daha farkına varmadan ona kabul ettirebilirsiniz. Bir toplum bu tür müdahalelerden ancak farkındalığı eleştirel olarak kullanabildiğinde, bilincini bilincinin önüne koyabildiğinde, yani aklını tümellerin altına alabildiğinde kaçınabilir. Bu da soyutların bilincine varmakla, soyut düşünebilme becerisiyle olabilir. Bilimin kendisi soyutlamadır. Sanat soyutlamadır. Felsefe soyutlamadır. İşte dil, soyutlama ve soyutlanma yoluyla kurulan bir üst yapıdır. Bu, doğa değildir, doğal da değildir. Tamamen insan ürünü, doğada hazır bulunmayan bir varlık alanıdır, yani ontolojiktir. Buna “tinsel varlık alanı” diyorlar; “tensel” değil, “tinsel” varlık alanı… geistik, geista bağlı…
Şimdi, bu mesele de çok tartışmalıdır dilde; çünkü dilin neticede olguları yansıtması lazım, kültürel olguları, yani değerleri. Her şey onda yansıyacaksa, o zaman bizim bu “tin” sözü ile “ten” sözünü ayırt etmemiz gerekir. Burada mahiyet sorunu var. İbn-i Sinacı ağızla söylersek, mahiyet sorunu var. Ne demek bu? Şimdi, biz bir şeyin gerçekliğinden söz ederken, bir varoluşun gerçekliğinden söz ederken, onun mahiyetinden söz diyoruz, içeriğinden söz ediyoruz. İçeriğini tespit ettiğimiz şey gerçektir. Ondan sonra “Bu gerçekliğin davranışları nedir?” sorusu gelir. Yani önce “bir şey” vardır, sonra da davranışları… İşte bir gerçekliği gerçek olmayandan ayırt ederek yaşamımızı aklî kılıyoruz. O zaman bu anlatıma göre rüya gerçek değil. Çünkü rüyadaki görüler hayalden de öte, mitsel yansımalardır ve bunların bir gerçekliği olamaz bu anlayışa, yani pozitivizme göre. Ama Freud’un çalışmaları, onun arkasından gelen özellikle Jung’un kuramı ve daha sonra işte bu değerler sistemi, sonra Viktor Frankl’lar ve benzeri düşünürler, sonra Marx ve ondan sonra gelen özellikle eleştirel yapısıyla Nietzsche bir bakıma… Bu isimler, şimdi biliyoruz ki, pozitivizmi ve onun kavram yapısını eleştire eleştire öyle bir noktaya geldiler ki (bizim geleneğimizde var olan ama dışladığımız için şimdi onlardan öğrenmek zorunda kaldığımız bir noktaya işaret ettiler), “Hayır,” dediler, “mahiyet meselesi değil bu. Gerçeklik, hakikat mahiyet meselesi değildir.” Ya nedir? “Etki meselesidir, etki.” Tinsellik demek, mahiyeti yönünden tespit edilemediği halde, “etkisi üzerinden gerçeklik kazanan” demektir. Öyle bir rüya görürsünüz ki, öyle bir gerçekliği deneyimlersiniz ki onun mahiyet anlamında bir gerçekliği yoktur ama o rüyadan aldığınız etki ile sizin yaşamınız değişir, başkalaşırsınız. İşte bu, tinsel etkidir. Tinsel etki, mahiyete indirgenemez ve o zaman aklîleştirilemez. Bu, irrasyonel bir alandır ama hakikati vardır. Nitekim sevgi irrasyoneldir. Ne yapacağız yani? Yaşamdan bunu çıkartalım mı diyeceğiz? Feragat, şefkat, fedakârlık. Bunlar irrasyoneldir. Yaşamdan bunları çıkartalım mı? Değerler bunların üzerine kuruluyor.
Evrenselcilik ile Değil Evrensel ile Büyümek
Daha da ilginci, bunların yanında, açıklamaya, kavramsal açıklamaya, olguların açıklamasına indirgeyemeyeceğimiz, tartıp etik alana bile sokamayacağımız, yani “iyi ya da kötü” diyemeyeceğimiz ümitlerimiz vardır. Ümit ederiz. Ümidi kırılan insanın yaşamdaki bütün gerçeklikleri aklî olarak kendine temellük etmesi, kazanması bile yaşam motivasyonu üretmeye yetmez. Bütün yoksunluklarına rağmen ümide bağlanan insanın yaşamı daha canlı, daha coşkuludur. O zaman ümit, tastamam aklî değildir. Çünkü akıl bilgiyi esas alır, geleceğe bilgi ile yaklaşmak ister. Hâlbuki bilgi, bilinmiş olandır. Bunun üzerinde İhsan Fazlıoğlu da çok durdu. Bilgi, bilinmiş olandır, olmuş bitmiştir. Gelecek ise meçhuldür. Olmuş bitmiş olan, geleceği tasarlayamaz. Bu, Anadolu’da, bizim kendi geleneğimizde, “Geleceğe don biçilmez” sözüyle anlatılır aslında – bizim geleneğimiz diyerek lokalize ettiğim için kusura bakmayın, böyle bir ayrım yapıyorum ama evrensele taşımak için. Yine “biz” olacak ama bu defa “biz” biraz büyüyecek; “evrensel” ile büyümek istiyorum, “evrenselcilik” ile değil. Burada “don”, “iç donu” anlamında değil, “kılık” anlamında; “don” kılık demek. Geleceğe don biçilmez; yani önceden bildiklerimizle biz geleceği tayin edemeyiz. Gelecek bir büyük macera. O maceraya kendimizi açabilmek için bildiklerimizle sınırlanmanın ötesine cesaret göstermeliyiz. O bizim ümidimiz ile bağlantılıdır. O zaman, geleceğe imanla bakılabilir. “Geleceğe bilgiyle bakmak, geçmişin tekrarından başka bir şey değildir” şeklinde bir sav ileri sürüyor bu gelenek. Ümide bağlanmaya, ümide duygusal bağlanmaya “iman” denir… Bu, inanç değil. İnanç, yaşamın tüm alanlarında, alışkanlıklarımıza kattığımız her türlü davranışın içine sinmiştir. İnanmadığımız zaman elimizi bile kaldıramayız. İnandığımız için elimizi kaldırıyoruz, inandığım için ben elimi kaldırıp ağzıma kadar bardağı götürebiliyorum. İnanmasam götüremem. Nitekim psikosomatik hastalıklarda insan inanç kaybına uğradığı zaman psikosomatik felçler yaşanır. Bu, aklî alanda da vardır. İnsanlar, ben de dahil olmak üzere, hepimiz bunu biliriz. “Bu işi yapamam” diye kendinize inandırıcı bir şekilde telkin edersiniz –ki genellikle olumsuz telkinlere hepimiz açığızdır– ve ondan sonra da bir türlü yapamazsınız o şeyi.
Bunun tersi, biliyorsunuz, John Conway’lerin ve birçok Batılı araştırmacının yeni yaklaşımlarında bulunuyor. Bunlar arasında Neuro Linguistic Programming (NLP) gibi birçok şey var. “Olumlu Düşün, Olumlu Olsun”, “Pozitif Düşünmenin Gücü”, “Şimdinin Gücü” gibi birçok çalışma da var. Bunlar, bizim tasavvuftan araklama laflardır. Onu programlayıp paketleyip yine bize satıyorlar. Biz alıp onları okuyup “Vay canına! Böyle yapılıyormuş” diyoruz. Örneğin, “iman” kavramı… İmanı, pozitif düşünme gücüne çevirmişler. Şimdi, öyle ilginç ki duygularımla bağlandığım düşünce kudret yüklü. Kudret orada. Duygusuz düşüncelerin hiçbir kudreti yok. O yüzden zihnin alanında düşünceler kudretsizdir. Bu nedenle bu gelenek, “Akılla bil” demez, “Akılla yap; kalple bil” der. Çok ilginç mesela. Batı kültürü daha bunlara ulaşamamış. Biraz Abraham Maslow taşıyor bayrağı orada, işte biraz Freud taşımıştı bu tür şeyleri; yani kudret yüklü, libido yüklü düşünceler, yaşam enerjisinin kullanıldığı düşünceler. İşte, “libido” dediğin zaman bilimsel oluyor; biz ona “hayy” diyoruz, “hayat” diyoruz, o bilimsel olmuyor, metafizik oluyor. Niye? İlla Latince mi söylemek lazım ya da Grekçe mi? O zaman mı oluyor? Yani kavramın veya olgunun kendine niye bakmıyoruz?
Bunlar dil ve terminoloji sorunu. Bu sorunu bilincimizin önüne koyup aydınlanma, nurlanma, münevver olma yolunu seçmediğimiz sürece kullanılmaya mahkûm olduğumuzun bilincinde değiliz. Ancak aydınlanma yolunu seçersek aklımızın, gönlümüzün ve kültürümüzün olumlu, olumsuz kullanılıp kullanılmadığını anlayabiliriz. Bir kardeşim bir gün bana dedi ki: “Bana benim dışımdan yüklenen vicdani değerler çok hoşuma gitti ve onlara bağlı kaldım, ama şimdi düşünüyorum da, benim vicdani değerlerim benim dışımdan verildiği zaman, istediği kadar olumlu olsun, onun içinde ben kendimi bulamıyorum. Ben keşke onları dinlemek yerine hatalar yapsaydım da onların sonucunda kendi vicdani değerlerim kendi emeğimin sonucu oluşsaydı.” Şimdi bakın, bunlar çok önemli. O zaman paket programlar, jakoben öğretiler, diskurlar, eğitim programlarının alınıp hemen uygulanmaları, süreçsiz sonuçlar, anlamsız fakat sorgulanmayan buyruklardır.
Doğu Medeniyetini İçermeyen Üniversite!
Burada bir şeye daha dikkat çekiyorum izin verirseniz, günlük yaşamımızda ne denli önemli olduğunu anlatmak için. Üniversiteye giriyorsunuz ve sanat okuyacaksınız. Tamam… İşte, university, evrensel bilgi, evrensel kent, evrensel bir tasarım anlamında “kent devleti” veya “şehir devlet” dediğimiz yapıdır; yani eskiden “başkent” dediğimiz şeydir. University, yani başkent… Diğer taraflar da taşra… İşte, ona [üniversiteye] “akıl” diyoruz. Doğru. Şimdi, bu aklın içine giriyorsunuz, sanat okuyacaksınız. Tabii sanat tarihi var kuşkusuz, sanat tarihi okuyacaksınız, sanat tarihi içinde sizin kültürünüze dair kimse yok. Felsefe okuyacaksınız, felsefe tarihinde sizin uygarlığınızdan çıkan bir tane bile isim geçmiyor. Şüpheye kapılıyorsunuz, acaba gerçekten yok mu? Bir bakıyorsunuz, inanılmaz. Dehşet. Batı’da göklere çıkartılan büyük düşünürlerin hepsi de saygındır, hepsi de bizimdir. Bütün düşünürler insanlığın malıdır, kuşkusuz. Ama politik olgular üzerinden söylüyorum: Bir Batılı düşünürden çok daha önce, bu kültürün içindeki bir filozof bir şey söylemiş, Batılı olan ondan alıntılamış, ama aldığını söylememiş. Hatta kendi diline bu Doğulu düşünürlerin adını değiştirerek almış, Averroes demiş, Avicenna demiş. Ondan sonra Batılılar kullanmış bu kavramları. Biz ise başkalarının verdiği adla, başkalarının kültürüyle oradan geri alıyoruz ve yaşamımıza sokuyoruz bunları. Açık ki Doğu medeniyetlerinin çıkardığı isimler makaslanmış, devre dışı bırakılmış. Şimdi bu, dehşetengiz bir şey. Üniversitede evrensel bilgi alıyorum, donatıyorum kendimi ama içinde kendi tarihim ile ilgili tek bir iz yok. O zaman ne olacak? Kendi geçmişini yadsımak, ondan hoşlanmamak, kendinden kimlik olarak nefret etmek gibi bir sonuca gidiyor insan. O zaman kişiliğiyle kimliği çatışıyor. Kimliğini utanç vesilesi kabul ediyor ve kişiliğini öne çıkartıyor, ama o kişilik, süreçsiz sonuçların angajmanında oluşmuş bir kişilik. Şimdi, böyle bir sorun var. Burada, asla yanlış anlaşılmaması gereken bir şey var ve çok ısrarla altını çiziyorum. Moderniteyi reddetmek? Hayır! Modernite büyük bir kazanım. Çünkü modernite, bizim geleneğimize göre İbn-i Arabî’nin Fusûsu’l Hikemi’nin son babında “ferdi hikmet” olarak karşılığını bulur. Modernite doğrudan doğruya ferdi hikmet, bireysellik, ahadiyet, biriciklik demektir. Hedef bu. Bu kültürün hedefi biricik olmak, “Kul hüvallahü ahad” noktasına varmaktır. Bütün hesap bu. Ama Batı bunu modernite içinde, pozitivizmin, modernizmin kıskacında, kendi kültüründe bir modu ileri sürüyor.
Humanity Gerçekten Evrensel Bir Kavram mıdır?
Karşımıza çıkan, insan kavramı ile human kavramı arasındaki farktır. Humanity, insanlık, bu kavram evrensel mi evrenselci mi? Size bunun yanıtını vereceğim ama bana inanmayın, araştırmasını kendiniz yapın. Human kavramı, Latince humanitas’tan geliyor; oradan alınmış, kullanılmıştır. Homme, Fransızcada L’Homme erkek demektir; humanitas erkeklik ve Romalı erkek demektir. O da toprak ağasıdır, senatördür. Onun topraklarının ve mülkiyetinin korunmasının yasaları, Roma yasalarıdır; hümaniter değil de hümanist olmak, o yasalara bağlı olmak demektir. Bu, katiyen başka toplumları ve hatta özellikle kadını içermez, çocuğu da içermez; erkek egemen kültürün yasalarıdır. Temeli bu olan bir kavramı evrenselleştirmeye, evrenselcilik yoluyla yaymaya çalışıyoruz. İnsan kavramı böyle bir kavram değil. İnsan kavramı “enîs-i hak”, hak üzerinden türetilmiş, ünsiyetten türetilmiş bir kavramdır ki “hak ile belirlenmiş” demektir. Romalılıkla belirlenmiyor, Müslümanlıkla belirlenmiyor, Hıristiyanlıkla belirlenmiyor, Türklükle belirlenmiyor, “hak” ile belirleniyor. Bu evrensellik yadsınıyor, o evrenselcilik ithal ediliyor ve biz onunla düşünüyoruz, onunla yaşamımıza biçim vermeye kalkıyoruz. Sonra da “Neden o toplumların giyim kuşam, yeme içme kültürü bizi işgal ediyor?” diyoruz. Kendimiz istiyoruz. Biz “ünsiyet-i hak”kı terk etmişiz, insan olmak istemiyoruz, human olmak istiyoruz. Humanitas, o zaman, Batı uygarlığının kendi kazanımları da olsa, kendi süreçlerinde vardıkları sonuç bile olsa, daha hakkı temsil etmiyor. Humanitas’a, hukuk anlamında ilk karşı çıkan Jean-Jacques Rousseau idi. “Nerede olursa olsun, doğuştan her insan eşit doğar” diye söyledi. Yani human kavramını onlar biliyorlar, biz bilmiyoruz! Human insanla aynı kelime değil ama “insan” diye çeviriyoruz. Hatta biraz da Türkçe konuşma hesabına “kişi” diyoruz. Kişi, insan, human; bunlar hiç alâkalı olmayan kavramlar.
Niye bunları şimdi buralara kadar vardırdım? Bu dil kavramlaştırılmış, bu dil hangi dil? Zemini ne? Kullanımı ne? Nereden temellük edilmiş? Hangi süreçlerden oluşturulmuş ve biz bununla bilincimizi örgütlüyorsak, nereye ait oluyoruz? Kimliğimiz ne? Bu sorunu kavramak adına, dilin ne kadar önemli olduğunu vurgulamak istiyorum. Mevlânâ hazretlerine başvurduğumuzda, “Sen düşünceden ibaretsin, geri kalansa et kemik” diyor. “Fıtrat” diye bir terim kullanılır; Kur’an-ı Kerim’de var bu, Rûm suresi 30. ayette var. Felsefe ile anlattığımla tasavvuf terminolojisi ile anlattığım aynı. Değerler sistemi olarak aynı yere gönderme yapıyorum. Batı filozoflarının hepsi İncil’i ezbere bilirler, hepsi de oraya gönderme yapar. Hegel neredeyse İncil’in kutsiyetini anlatabilmek için felsefe yapmıştır. Dilin hem mahiyet hem de etki bakımından ele alınmasında arabulucu felsefeden başkası olamaz. Felsefi dil, soyut evrensel olduğu için hiçbir kültüre ait değildir. Bununla ilgili tarihsel bir olgu vardır. Onu da söyleyeceğim. Bu felsefi dil üzerinden kavramlar, soyut evrenseller, disiplinlerine, fakültelerine ya da ilgilerine, nesnelerine, olgularına bağlı olarak terimleşirler.
Atatürk Neden “Truva’nın İntikamını Aldık” Demiştir
Öncelikle sözcüğü yalın haliyle tanımalı. Burasıyla ilgili bir olay anlatayım size. “Yunanlı” denilince nedense “Grek” anlaşılıyor. Grek değil. Yunanlı, İyonyalı demek, Anadolulu, buralı; hani şu Truvalılar var ya, asıl onlar. O karşıdan gelenlerse barbar. Grekler geldiler, Truva’yı, medeniyeti, İyonya’yı yerle bir ettiler. Ondan sonra onu alarak, yani orayı yıkarken, onun ilkesiyle teshirine kapılarak kendileri de ürettiler. Sonra Cermenler geldi, Truvalıların intikamını aldılar, Grekleri yerle bir ettiler. Öyle değil mi? Şurada kaçıncı yüzyıl! Orman köylüleri, barbarlar geldiler, bütün o Grekleri yerle bir ettiler. Fakat ilkeyi onlar devraldılar; sonra Alman felsefesi doruk oldu. Şimdi, bakın bu da çok ilginç. Yunanlıları denize dökme hikâyesi, hep böyle “denize dökme” diye anlatıyoruz, biz diyelim ki “zafer kazandığımızda” Atatürk diyor ki: “Truva’nın intikamını aldık.” Yunanlılara karşı değil, Yunanlı olarak biz Greklere karşı. İyonyalı Anadolu’nun. Yunan, Yunus Peygamberden geliyor. Yunus, Yunancası Yannis. Yunus, Yannis “insan” demek, İbranice insan demek. Neden Yunan’a insan diyor da öbürleri değil? Çünkü diğerleri barbar, “bır bır bır” konuşuyorlar, barbar yani “konuştuğu anlaşılmayan” demek. Bu insanlar, kendi uzlaşımsal dilleri içinde, duydukları sesleri semantik olarak anlamlandırıyorlar. Fakat Persler geliyor, bir şeyler söylüyorlar “bır bır bır”; hiçbir şey anlamıyor, anlamlandıramıyorlar, diyorlar ki: “Bunlar barbar. Bunlar insan değil.” Nitekim bir topluluğun kendine bakması, ama ilim açısından değil, herhangi bir irfaniyet açısından, yani kimlik açısından, kendini tanımlama açısından, gnostik, hikmet açısından kendine bakması başka bir kültürle karşılaştığı zamandır. Bilincimizi öteki karşısında tanımlı kılarız. O zaman, “Bunlar insan değil, barbar. Biz insanız, biz Yunanız. Dilimiz var. Biz konuşuyoruz, anlaşıyoruz” diyor. Çok şaşırtıcı. İlk biçimi bu.
İkinci biçimindeyse, ilk biçim yükseltgeniyor. Persler ve benzeri dış kavimlerle karşılaştıklarında, savaşlar oluyor ve antlaşmalar oluyor. Bu antlaşmalarda aracı, tercüman gerekiyor. Bunlar da bütün dünya toplumlarında –o dönemde Ortadoğu’yu kastediyorum– Ortadoğu toplumlarının arasında bütün dilleri bilip, her birinin kültürünü tanıyıp, her birinin dili ile diğer dilleri birbirine çevirme yeteneğinde olan Yahudiler, İbraniler. İbri: gezgin. Hibru, İbri, İbrani: gezgin kavim. Öbürleri yerleşik, onlar gezgin. Gezgin olunca her toplumun aklını biliyor, her toplumun dilini biliyor ve diyorlar ki Yunan’a: “Bunlar da insan, ne dediklerini anlıyoruz biz; sizin de ne dediğinizi anlıyoruz.” Bu çevirmenlik peygamberlikten geliyor. Peygamberlik çevirmenlik demek esasında, mütercim demek; elçi, tercüman. Terceman olmak, duygulara terceman olmak; üst, soyut kavramları terminolojiye çevirebilmek; Tanrının dilini insan diline, beşer diline çevirebilmek. Hermes’in, İdris’in, Prometheus’un yaptığı… Promete, cevher olarak tanrısal ateşi insana, yani aklı insana alıp verme anlamında kullanılmıştır. Dil anlamında ise Hermes, Tanrı’nın dilini beşerin diline çevirmiştir. Peygamberlik, yani çeviri. Bu çok önemli. Kültürler karşılaştığında, diller karşılaştığında, bu kez daha üst bir dil gerekli ki bu kültürel dilleri birbirine dönüştürürken ortak aklı, ortak kavramsallığı oluşturabilsin. Yunan ve barbarlar arasındaki çekişmede çok ilginç bir durum oluyor; barbarlar sözleşmeye sadık kalmıyorlar. O zaman Yunan diyor ki: “Biz sözümüzde duruyoruz, bunlar sözünde durmuyor.” İkinci refleksiyon alanı: “Biz ilkeliyiz, onlar ilkesiz.” O zaman Yunan, yani “insan” ilkeli olmaya yükseltgenir. Milet’ten başlayan ve devam eden felsefenin getirisi buydu. Bütün dünya hâlâ bu sözü söylüyor. Yunan aklı, “İlkeli olmazsanız keyfî olursunuz. O zaman keyfinize güvenemeyiz, ilkeli olana güvenebiliriz” diyor.
Bu, Hibru, İbrani geleneğinde –ki Yunan’ın da gidip İskenderiye’den, Mısır’dan aldığı aslında Musa’nın öğretisiydi– Musa’nın öğretisinde, yani ilahi vahiy geleneğinde söz vermek, “ahit” diye geçer. Biliyorsunuz, “Eski Ahit” ve “Yeni Ahit” diye de isimlendirilir. Tevrat’a “Eski Ahit”, İncil’e “Yeni Ahit” denilir. Kur’an-ı Kerim’i açtığınız zaman, baştan sona “Allah sizinle ahit yapmıştır. Allah ahdinde durmuştur. Siz ahdinizde durmadınız” diye tekrarlar. Ahit nedir? Sözleşme, ilkeli olma, sözüne bağlı kalma. O zaman “Din hükümdür, ama dine ‘din hükümdür’ demek, ancak ilkeye bağlıdır o halde” demiş oluyor. Ahitleşmek, bir ilke ve prensip üzerinden yapılan sözleşmedir. Söz vermek dindir, çünkü hükmedilmiştir. Sözünde durmak dindarlıktır; sözünden çıkmak dini darlıktır. Böyle olunca Yunan ilkesi, “insan” olma ilkesi, Yunus Peygamber’in ilkesi, zaten geleneksel sözleşmenin kendiydi. O kültürde, o dilde Kenan diyarına giderken, bir yanıyla Mısır’dan çıktı, bir yanıyla Kenan’a gitti. Musa ile Kenan’a gitti; Pythagoraslarla, Platolarla Yunan’a geldi. Demek ki bir Yunan, bir Kenan açılımı var Mısır’ın. Bu ikisi Anadolu’da buluştu. Anadolu’daki sufi, tasavvuf geleneğiyle, bu kaynağı aynı açılımı iki yönde olan dil, iki büyük dilin kavramsal tevhidinin, sentezinin yapıldığı bir dil olarak, Anadolu tasavvufunda doruğunu buldu.
Batılı Üniversitelerin İbn-i Arabî’yi Anlama Çabası
Bugün bütün dünyanın İbn-i Arabî’nin “Fusûs”unu fakültelerde, enstitülerde konu edinmesi, öyle keyfî, sıradan bir şey değil. Japonya’da, Amerika’da, New York Üniversitesi’nde, İngiltere’de, İskoçya’da, Almanya’da, birçok yerde bu şarkiyatçılık meselesi değil artık. Eskiden öyleydi, oryantalizm adına bunlar inceleniyordu. Şimdi öyle değil; ciddiye alınıyor, insanlığın geleceği için, dünya barışı için yeni bir söylem. Vahdet-i vücûd kavramının, kavramlaştırılabilir ve dünya barışına hizmet edebilir bir üst bilinç olup olmadığının veya olduğunun anlaşılma çabaları – yani bunu mutlaklaştıramayız ama bu tarz bir çalışma. Burada dil, bir yanıyla soyut evrensel olarak üst kültürlere bağlı olmayan akıl yapısını kurmak açısından kavramsallığı yaparken, diğer yandan terimlerle, her kültüre ayrımlı yaşam hakkı tanıyor. Bir yanda mevcûd yani çoğul, bir yanda vücûd. Vücûd soyut evrensel demek, mevcûd somut, yerel, farklılıklar demek. Vücûdu kavramazsak farklılıklar yani mevcûd arasında bağı kavrayamayız. O zaman dağılma, bozulma bir bakıma, “fesat” diye nitelendirdiğimiz kendi terimlerimizle “kevn ve fesat” deriz; “oluş ve bozuluş”. Eğer oluş yani bütünlenme, mabet yoksa, o üst, soyut evrensellik bir yana bırakıldığında, artık birbirleriyle uyuşamaz. Gnostik bağları, hikmet bağları olmayan, birbirinin dışına düşmüş dillerin içinde mahkûm kalan ve çatışmak zorunda olan toplumlar, kültürler ortaya çıkar.
Aristoteles’e geliyoruz. Aristoteles felsefeyi, Sokrates ve hocası Platon dâhil, kendinden önceki yedi bilgeyi kapsayan, onların öğretilerini biraya getiren ansiklopedik felsefe haline getirdi – belki de bir ilk. Kendinden önceki filozofları da anlatan ve onların kavramlarını alıp bütünleyen büyük bir metafizik kurdu ve bunu Yunan dili ile yaptığı için de o dilin, o Helen dilinin buna yetenekli olduğunu ve bu Yunan dili ile felsefenin eşdeğer olduğunu ileri sürdü veya böyle düşündü. Bunu, emperyalist bir bakış açısı ile yapmadı; bundan başkasını bilmediği için öyle söyledi. Çünkü bütün o “barbar” dediğimiz kavimlerin içinde, bu tür bir felsefe ile tanışmadı. Bunu bir anlamda mutlaklaştırdı. İbn-i Sînâ bunu Farâbi üzerinden aştı. Bakın, bu çok önemli. İbn-i Sînâ, Aristo’nun Yunan dilinin, gramerinin aklın dili olduğu savını reddetmiştir. “Kültür dilleri farklıdır. Aklın dili ve grameri vardır. Felsefe aklın grameridir. Hiçbir kültürün diline indirgenemez. Her dil birbirine çevrilebilir” dedi. Onun için felsefeyi Arapçada yeniden üretince, “İşte yapıldı” dedi. Sonra Latinceye çevrildi, o da yapıldı. Şimdi Türkçede yapıyoruz, inşa ediyoruz; başka dillerde de inşa etme olanağı vardır.
Pozitivizmle Gelen Konformizm ve Robot İnsan
Dil tarihsel gelişim sürecinden koparıldığında, artık “şimdi ve burada”nın dili gibi tarihsiz ve böylece talihsiz bir bilinç yaratır. O bilinç ise kimliksizdir. Kişiliği ne kadar güçlü, mesleki personalitesi ne kadar güçlü olursa olsun, kimliğinden kopartıldığı için yüksek kimlikler tarafından robot gibi kullanılır, sevk ve idare edilir ama önüne havuç konularak. O nedenle, günümüz pozitivizmi –pragmatizmi de hakeza– konformizme yöneliktir. İnsana konfor sağlayan ama anlamlarını devre dışı bırakarak, onu anlamsız kılarak konfor sağlayan bir medeniyet getirmiştir. Bu, tüketim medeniyeti, sahip olma medeniyetidir. İşte buna başkaldıran, çağımızın ünlü düşünürü Erich Fromm’dur –yine bir Yahudi, burada vurgu yapmamın etnik bir yanı yok, bir geleneği vurgulamak için söylüyorum– bunu, sahip olma kültürü ile var olma kültürünü dünyaya haykırmıştır. Sahip Olmak ya da Olmak adlı kitabı yayımlanmıştır, Türkçesi var. Anlam problemini tekrar ortaya koymuştur. Viktor Frankl hakeza öyle; yine Yahudi geleneğinden, Yahudi kültüründen geldiği için, anlam problemini bildiği için davranışçı-behaviorist psikoloji, rasyonalist psikoloji, pozitivist psikoloji, mantıksal pozitivizm psikolojisine karşı anlam temelli bir psikoloji geliştirir, hatta bunu “anlam çığlığı” olarak ileri sürer, o kadar ileri konuşur. Hermeneutik gerekli, insanlara “gaye” anlam verir. Ne bilirlerse ve ne kadar yetenekli olurlarsa olsunlar, gayelerden arındırılmış insanlar anlamsızdır; bu vurgulanmıştır.
Bu problem, bir dil problemidir. Pozitivizmin getirdiğiyse, tarihsel süreçteki tecrübelerin doğurduğu bu anlamları ve sezgileri lojikten çıkarıp salt mekanik bir akıl projesine dönüştürmektir. O zaman kimliksiz kişilikler var, hüviyet yok; “hüve’l gâib”. Zaten buraya “hüve’l gâib”i “hüve’l aşikâr” etmek için geldik. Bu âlemdeki işimiz, gaybı aşikâr etmekti; ama biz “hüve’l gâib”de kaldık mı, o zaman gâib olmayanlar, kayıp olanları yönetirler. Bu bakımdan dil, edilgin bilinçler üstünde egemenlik aracıdır. Dile “ilim” diyelim; dilin yani ilmin ilmi, “İlim, ilim bilmektir” sözü, dilin bilincinde olmak, dili kullanmaya geçiş demektir. Faal akıl o zaman devreye girer. Faaliyet, aklın faaliyeti, dil üstündeki bilinçle mümkündür. Dilin içine gömülü, dilin farkında olmadan dili kullanamazsınız. Dil sizi kullanır, edilgin bir bilinçtesinizdir. O nedenle, söz söylemek son derece kudret içeren, yüksek bir iştir ki ancak dilden soyutlanıp dili kullanabiliyor olmanızdan kaynaklanır. Bu arada, bir de tabii dış dünya, âfâk dünyası var. Onunla ilgili bir dilden de söz ediyoruz. O zaman Galilei’yi burada hemen hatırlayalım. Galilei, “Evren matematik diliyle yazılmıştır” diyor. Mathematos’a bağlı olarak, harfleri daireler, üçgenler ve diğer geometrik biçimlerdir. Mathematos’u, matematiği bir bilgelik olarak Pythagoras’tan aldığımız devir ile düşünür, felsefi bir mesele olarak ele alırsak, iki yanı vardır: Bir yanı geometri bir yanı aritmetik. Yani bir tarafta aritmetik, ritim bilgisi, bir tarafta ölçü var. Geometri, sadece yeryüzünü ölçmek anlamına gelmiyor. Kavram da bir ölçüdür. İlkelere bağlı sınırlama, kavramdır ve ölçüdür. Aklın ölçüye getirilmesi kavram yoluyladır ve geometri bunun teorik tözüdür. Us demek, ussal olmak demek geometrik düşünmek demektir. Geometrik düşünebilmek için aynı zamanda onu açılımına, aritmetiğe, ritimlere dönüştürmek demektir. O zaman, burada bir formülasyon var. Bu da Galilei’ye göre “evrenin dili”dir. Sadece Galilei’ye göre mi? Hayır. Kur’an-ı Kerim’de de var bu; Kaf suresi 6. ayet: “Üstlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Hiçbir kusuru olmaksızın onu nasıl kurduk, nasıl süsledik!” Orada “hendese”ye, mühendisliğe işaret ediyor. Mühendis de geometri yapan demektir. Allah’ın güzel isimlerinden biri de “mühendis”tir. Galilei söyleyince bilim oluyor, Kur’an söyleyince mistik oluyor. Nasıl oluyorsa…
Yetenekli, Güçlü ve Yeterli Bir Dil Aracılığıyla Akla Yükselmek
Bunları kendimiz ayırt edemediğimiz, kavramsal yapımızı yerleşik hale getiremediğimiz için, bir yanda durup öbür yanda onların aklıyla veya gönlüyle davranmaktan kaynaklanan bir zaafa uğruyoruz. Bu noktada benim bir saptamam var. Bu, tartışmaya açık tabii, bir önerim var. O da şu: yetenekli, güçlü ve yeterli bir dil. Üç şey üzerine kuruyorum bunu:
1. Yetenekli: A priori olan yeteneklerimizi faaliyete geçirmek, fıtrata bağlı olan melekelerimizi çalıştırmak manasına “yetenek” sözcüğünü kullanıyorum.
2. Güçlü: Kudret içeren.
3. Yeterli: Kemal anlamında yeterlilik.
Yetenekli, güçlü ve yeterli bir dil, içinde bu denli yetenekli, güçlü ve yeterli bir düşünceyi barındırır. Böyle bir dil yoksa o denli bir kudretli düşünce oluşamaz. Dolayısıyla biz, kendi kendimizi aldatmayalım. Bilincimizi bilincimizin önüne koymayı bilelim. Bilinci bilincin önüne koymak, konuşma ile mümkün değildir, yazı ile mümkündür. Herhangi bir konuda bilincimizi yine bilincimizin önüne koyabilmek için o konuda bir yazı oluşturalım, işte bilincimiz odur. Sonra o yazıyı eleştirerek geliştirmeye başlayalım. İşte, bilincimizi geliştirmeye giriştik demektir. Buna, nûn vel kalemi ve mâ yesturûne ayeti (Kalem 1) işaret eder: “Kalem ile öğrettim.” Bu kullandığımız kalem de odur ama bunların ikisi de asıl kalemin uçlarıdır; yani iradenin. İrade kalemdir. İrade kalemi ile bilincini dök bilincinin önüne, sonra eleştirel olarak dilini geliştir. Kavramsal dilini miraca götür; soyutlara, evrensellere götür ki o zaman dilinin gelişmesi, senin düşüncenin gelişmesidir. Demek istediğimiz şudur: Dil-düşünce diyalektiktir. “Diyalektiktir” sözü çok kullanıldığı için, diyalektik nedense bazen kendi sentezinden çıkmış bir kavramdır. Karşılıklı bağıntılılığı söylüyoruz. Dil, düşünmeyi sınırlar. Kudret olarak düşünme faaliyeti dil tarafından sınırlandığında, dili genleştirir, geliştirir ki kendine yol açabilsin. Ama yine dil tarafından yeni kavramlarla yeni sınırlamalara ulaşır. O zaman bu bir diyalektiktir, salınımdır. Dil düşünceyi sınırlar, düşünce dili geliştirir. Bu çelişkiyi işletmediğimiz sürece, dilin sınırlaması içinde düşüncemizin kudretini bulamayız; edilgin bilinç halinde kalır, özne olamayız. Giderek tarih öznesi olma olanağımızı da yitiririz. Tarih öznesi olmaktır, tarihe yön vermektir insanın hedefi. Yığınla yıkımlar ve yapımlar vardır işin içinde tabii ki. Acılar da vardır, değil mi? Ezilmeler vardır, o arada tahribatlar vardır, devrimler olmaktadır. Birtakım şeyler yıkılıp onun içinden özler yükseltgenirken, bütün bunlar olmaktadır; ama bunların hayra mı şerre mi yönelik olduğu belirleyicidir. Demek ki gaye, “kıble” bunu belirliyor.
Aşiret ile kabile, literatürde eşdeğer kabul edilmiş. Aşiret, kabile, tribe aynı. Hayır, aynı değil. Aşiret, soy birliği demek; kabile kıble birliği, gaye birliği demek. O yüzden kıblesi olanlarda etnik farklılık fark etmez. Aynı ilkelere bağlandınız mı, ortak aklı kabul ettiğiniz için, etnik tarafınız önemli değildir, ortak ideallere bağlanabilirsiniz. Fakat aşiretseniz, kan bağı ve akrabalığı varsa taassup vardır. Taassup demek asabiyet demektir; soya bağlı, o soyun kendi tecrübe ve geleneklerine olumlu-olumsuz bağlı ve onunla sınırlı olmak demektir. Bu yüzden, kıble, kabile öğretisi tarihte büyük bir devrimdir aşiretliğe karşı. “Soylarınızı ve soplarınızı Tanrı mı edindiniz? Onları ilah mı ediniyorsunuz? Size doğruyu söylesem de hâlâ atalarınızın izinden mi gideceksiniz?” Taassup burada yerilmiştir. Asabiyet eleştirilmiştir. Kıble, kabile önerilmiştir ama gaye birliği önerilmiştir, etnisite değil. Türk ol, Kürt ol, Amerikalı ol, İngiliz ol, ne olursan ol ama ilkeli ol! İlke altında, evrensel ilke altında yaşamı adaletli kılalım – belli bir aşiretin, belli bir kültürün esareti, dayatması altında değil. Kıble, kabile meselesi aşiretle karıştırılıp günümüzde kavramsal değerini yitirmiştir. Dil yetenekli, güçlü ve yeterlidir ya da değildir. Bunun kriteri ne? Düşünme faaliyetinin dilin içinde yetenekli, güçlü ve yeterli işleyip işlemediğine bağlı olarak bunu söyleyebilirim. Eğer böyleyse düşünce ne yapıyordu? Dili üretiyordu. Nereden hareketle üretiyordu? Kültürden. Düşünce kültürü alıp dili üretiyor. Demek ki bir yanı kültüre bağlı bir yanı dile bağlı. O zaman, bir kültürel birikim, deneyim, tecrübe, tarihsel bir tecrübe yoksa dil neyi yansıtacak? Düşünce o kültürü dönüştürmüyorsa, dile neyi yansıtacak? Sadece algılarını. O zaman algıdan, yani betimlemeden –betimleme algıların dünyasıdır– eskilerin tabiriyle “idrak”e, kavrama geçiş, betimlemeden kavrama geçiş, algıdan olguya geçiş demektir. Algı ile olgu arasında fark, yasalı olup olmamaktır. Olgular yasalıdır, algılar keyfîdir. O zaman, bizim algı dünyamızı ussal kılabilmek için olgulara, yani yasalı düşünmeye geçmemiz lazım. Yasalı düşünmeye geçmekse, evrensel yasalara bağlı bir olgudur, kültürlere has değildir.
Dil Değirmeni, Gücünü, Öğüteceği Kültürden Alır
Aynı güçte bir dil-düşünce zemini olması bakımından, yeterli, güçlü düşünceyi barındıracak zengin bir kültür olmalıdır arkada. O zaman, dil-düşünce diyalektiği sadece formeldir. Dil-düşünce diyalektiğinin, bağıntılılığının kendi bir değirmen gibidir. Bu değirmenin öğüteceği buğday lazım. O buğday kültürdür. Kültür ise tarihseldir ve tecrübîdir. Tarihinden yalıtılmış, tarihsel gücünden arındırılmış bir dilin içinde öğütülecek herhangi bir şey bulunamaz. O zaman salt, mantıksal, formel bir akıl ortaya çıkar ki tarihi yeniden icat etmek üzere, sıfırdan başlamak gibi bir talihsizliğe uğramış oluruz. O nedenle, “Dil, kültürün anlamlı ifadesidir” diyerek hâlâ kültüre vurgu yapıyorum. Bu nedenle, bir politik davranış olarak kültürün içinden bazı değerler dilden uzaklaştırılırsa, ortak değerlerden arındırılmış, değerleri işleyemeyen böyle bir düşünme, salt nesnel gerçeklik objelerinin konumlarını, ilişkilerini, durumlarını, sahipliklerini tartışmaktan, konuşmaktan, konformizme hizmet eden bir yapıdan başka bir şeye ilgi duyamaz. Bu sürekli kılındığında tarihsel tecrübe ya unutulur ya da unutturulur.
Dil, düşünce ve kültür birbirinden ayrılamaz bir bütündür ama ayrımlı bir bütündür – kategorik değil, ilişkili, ilişkin bir bütün. Bilme ve anlama ediminin bu üç ögesi tarihte ortaya çıktığı için, tarihteki insanın evveli, kendi “ben”idir. “Hak” buna deniliyor. Hak noktası insanın kendi ben bilincidir ve duruşu da odur. “Ene’l-Hakk”, “İnne’l-Hakk”sız hiçbir anlam taşımaz. “Ene’l-Hakk”, hakkı gasp edemezsiniz; biz hakk isek ben hakkım. Hakkı gasp edemem, kimse edemez. Şimdi, bu kavramları böyle oradan buradan derleyip toplayıp bir araya getirince ne oldu? Buna “aşure” diyorum ben. Karışmadı, aslı aynı, sadece terimler farklı kültürlerden taşınıyor. Eğer iki kültürü –veya Sanskrit de içinde diğer kültürleri de– terimleri değil, kavramları düzeyinden ilişkilendirirsek, bütün kültürlerin birbirine köprüler kurduğunu görürüz. Bu ilişkilere gnostik ilişkiler, hikmet ilişkileri, irfan ilişkileri diyoruz. Bu ilişkiler tesis edildiği zaman, hepsinin Vahdet-i Vücûd içinde, yani aynı varlığın tecellileri olduğunu ve birbirinin dışında değil –birbirleriyle kavgalı olmaları gerekmiyor– birbirleriyle barışık oldukları bir düzlemin olduğunu ve yanılsamalarımızın giderilmesi gerektiğini anlarız.
Biraz Hegelyen olacak, ben onun için bu noktada şöyle diyorum: “Öteki, yani başkasında insan başkasına geçip, başkasından kendine döndüğü zaman kendini bilebilir. Ötekiyle tanımlıyız.” İbrahim, baba evinden çıktı, Mısır’a gitti: yabancılaşma. “Baba evinden gitti” diyor; alinasyon (alienation). Kendi kültürüne yabancılaştı. Başka bir kültür ile karşılaştı, hem de güçlü bir kültür; firavun kültürü. Sonra oradan kendi evine döndü; işte o zaman kendini bildi. Dolayısıyla bugün, dil meselesinde, kültür dilleri parçalıdır, birbirinin dışındadır. Tarihî tecrübeleri farklıdır, birbirine de kapalıdır; birbirleriyle hikmet alışverişine girmekte zorluk çekmektedir. Yani birbirlerine çevirmenlik açısından, bir üst dil kullanılamıyor ise birbirleriyle anlaşamazlar. İkisi de birbirine “barbar”dır; birbirini kavrayamaz, birbirini anlayamaz. Bu noktada yine Yunus bizi uyarıyor: “Yetmiş iki milleti bir bilmeyen insan değil.” O zaman ben kendime sorarım: “Hangi kültürü düşman ilan edip kendi dışıma atıyorum?” Bakın, “kültürü” diyorum, “politika”yı demiyorum. Hangi kültürü kendi dışıma atıyorum? O zaman ben, o kadar kendimi eksiltiyorum, o kadar inkârcıyım, münkirim. O zaman bu inkârcılıkla ben kendi bütünlüğümü, vahdetimi nasıl bulabilirim? Kendimi bir biçimde inkâr ediyorum. O zaman kültürler arasında bağı nasıl kuracağım? Hikmet bağı yoksa, gnosis yoksa, o kültürden üstüme dönmedikçe, yani ona açılıp ondan kendime dönmedikçe kendimi nasıl bilebilirim? İşte bu sorunsal, bir dil sorunsalıdır.
Tarihte İlk Kez Olan Bir Deneyim
Küreselleşme zorunlu bir geçiş, tarihte bugüne kadar hiç olmamış bir vaka gerçekleşiyor. İnsanlık tarihinde ilk kez “küreselleşme” denilen, farklı kültürlerin artık zorunlu olarak iç içe geçtiği, birbirlerinde kendilerine dönme becerisi oranında var olabilecekleri, yoksa kendilerini asimile ederek yok olacakları bir tufanın içine giriyoruz. Çok ciddi bir mesele var önümüzde. Bu hem ekonomi-politik bir tufandır, hem dil ve kültür açısından, hem de kimliğimizi, kendilik bilincimizi yetkin, güçlü ve yeterli kılma açısından bir deneyimdir. Kaybetmek de var kazanmak da. Kazanmak burada, artık birini yenerek değil; “kazan-kazan” giriyor devreye. Burada kazanmak, birilerini yok etmek mânâsına gelmiyor. Şimdi, “hem-hem” mantığı geçerli.
[1] Zeynep Direk’in sözü edilen makalesi için bknz. https://zeynepdirek.wordpress.com/2013/01/31/turkiyede-turkcede-felsefe/
* Metin Bobaroğlu’nun 2 Kasım 2011 tarihindeki “Dil ve Dilin Farklı Boyutlarda İncelenmesi” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.