Kategorik Ayrımlarında Farklı Diller

1. Köken Dilleri
Kategorik olarak “Köken Dilleri” diye bir başlık var. Bu köken dillerinin ardından mistik diller söz konusu. Mistik dillerin ortaya çıkışı, köken dillerine bağı yakındır, çünkü köken diller mitik dillerdir. Mitolojide karşılığını bulabildiğimiz, archetype dedikleri ilk formların, ilk biçimlerin tezahür ettiği dillerdir. Bunlar hem köken dillerde mevcuttur hem de mistik deneyimle rücû edenlerde, yani bu archetype’lara temas edenlerde de o dil üzerinden bir tezahür olduğu söylenir. Bu tezahürler, köken dillerin primitif yapısına karşın, simgesel bir zenginlik içerir.

2. Vahiy Dilleri
Bir de bu köken diller, mistik dillerden başka, “simge ile bütünleşmiş dillerin kâmil bir biçimi” olan vahiy dilleri vardır. “Vahy” diye söylenir. Bu diller de yine köken dillerin geldiği ana kaynağa bağlı dillerdir. Bunlar uzlaşımsal değildir ama uzlaşımsal yanları vardır. Eş deyişle kültürlerin çeşitliliğine, farklılığına rağmen aynı kaynaktan beslenirler. Ancak, ortaya çıktıkları kültürün boyasıyla da boyanırlar. Bu dillerin bir de ritüelik, tekrar eden, ritmi olan kürre –kerreden gelen kürre, şimdi biz ona “küre” diyoruz– biçiminde kendini bütünleyen, kendi üzerine dönen birtakım davranış dilleri de var. Yani bu diller, çoğu zaman zihinsel diller değil, davranış dilleri. Biz bunları doğada da görüyoruz. Doğanın tezahürleri bir dildir. “Hiyeroglif” diye nitelendirilen bir dildir, şifreli bir dildir. Doğa bize bir şeyler söylemektedir ama biz bunu nasıl okuyabileceğiz? Zihnimizle, tarihsel süreçte öğrendiğimiz kültürel dille bunu yapabilir miyiz? Bunu sorgulayan veya bunun üzerine araştırma yapan fenomenoloji, antropoloji gibi çeşitli bilim dalları olmasına karşın, mistikler doğrudan deneyimleme ile bu dillere ulaştıklarını ileri sürüyorlar.

3. Düşsel Diller
Bir de ayrıca, üçüncü bir kategori olarak, düşsel diller ya da düşlerin dili var. Bu düşsel diller de yine bilinçle yaratılmamış ve daha çok bilinç kayıplarında ortaya çıkan dillerdir ve bunların içinde en ilgi çekici olanı, akıl hastalarının dilleridir. Bu diller de yorumlanmaya muhtaçtır. Onların üzerinden, hastalıkların keşfi veya hallerin ortaya çıkartılması söz konusudur.

4. Kurmaca Diller
Dördüncü bir kategori olarak, roman ya da şiir, hikâye dilleri. Bunlar daha çok genel başlık altında “Kurmaca Diller” diye söylenir. Bunlar bilinçlidir, bilincin ürettikleridir. Fakat kurmaca, akıldan, dizayn etmekten ziyade imgelem yetisine ağırlık verirse, daha çok şiire doğru gider. Eğer imgelemi azaltıp aklı kullanmayı ağırlaştırırsa, yani geliştirirse, düzyazıya doğru gider. Kurmaca diller, bu arada bir dengedir.

5. Brikolaj Diller
Bunlar, farklı dilden iki uygarlığın karşılaşmasında, kendiliğinden ortaya çıkan dillerdir. Brikolaj, dillerin birbirlerinden sözcük almalarından başka bir şeydir. Farklı süreçlerden gelen iki kültür etkileştiğinde bir ortak yaşam algısı üzerinde oluşan dillerdir.

6. Formel Diller
Formel diller, biliyorsunuz kimya, matematik, mantık gibi salt belirli formlar üzerine inşa edilen diller. Bu diller, bir dışavurum olduğu, ifade olduğu için her ifade hem kendi kaynağına yöneliktir hem de ifadenin yönü olan bildirişim ya da iletişime muhatap olan kitle ile ilgilidir. Bu bakımdan, dilin ifade edilme biçimi her halükârda, yani ifade edildiği anda da, ifade edildikten sonra da yorumlanmaya hem açıktır hem muhtaçtır. Aslında her bireyin kendinden doğsa da, kendine sunulsa da dil, bir anlama bağlam oluşturan bir çeviri yoluyla içselleştirilir, anlaşılmaya çalışılır ve sonra da üretilip tekrar geldiği yere iade edilirken, anlaşılma tasasını da kendi içinde barındırır.

Dil Yorumlanmış Varlıktır

Böylece dil, yorumlanmış varlık olarak karşımıza çıkar. Bu bakımdan insanın varoluşsal temeli, dil-bilinç diyalektiği içinde oluşur. Yani dil-düşünce diyalektiktir ve bunun total yapısına “bilinç” diyoruz. “Dilsiz bir bilinç vardır,” denilir; hayvanlarda olduğu gibi imgesel bir karşılığı vardır. Hâlbuki bu, yine dilin içindedir ama sözel dil öncesi için kullanılmıştır. Eş deyişle, imgesel dil de dilin içindedir. Biz, genellikle söz diline “dil” dediğimiz için ötekini dildışı, bilinçdışı gibi kabul ediyoruz. Hiç de öyle değil! Hayvanlarda bizdeki zihin gibi zihin var, çünkü nesnelerin bilincine sahipler ama soyutlama yapıp tümelleri oluşturamadıkları için akıl yoktur. O yüzden, tümelleri düşünen düşünceye “akıl” dersek, imgeli, duyusal nesneleri düşünen düşünceye de “zihin” diyebiliriz. O halde hayvanların zihni vardır, nesne bilinci vardır, nesneler arasında seçim yapar, iradesi vardır ama ihtiyarları yoktur. Nefslerini zapt edemezler. “Aman efendim, olur mu? Bizim köpek yapıyor. Tam yiyecek, ‘Dur’ diyorum, duruyor.” Tamam, ama bu insani bir bağlam. İnsan etkileşiminde, bu “eğitim” dediğimiz bir şey; giderek evcil hayvanlar da insan kültürünün içine girer ve insan dilini anlamaya başlar. Bu bahis, insan kültürü dışındaki diğer hayvanlar için geçerli değil. Bu anlamıyla, daha da derinleştirilebilir.

Eğer dil yorumlanmış varlıksa, anlama dediğimiz olgu da, yorumlamanın sonucunda oluşan bir varlık deneyimidir ve burada insan varlığı, insanın var olması, bir anlamda anlam varlığı olmasına eşitlenir. İnsan, anlam varlığıdır. Anlam dışında insandan söz edemiyoruz. “İade ederken tasalanır,” dedim. Anlamlandırma tasası başlar; anlama edimindeki tasayla anlamlandırma edimindeki tasa, iki yönlü. İkisi de çeviri, çevirirken kendi hal ve diline çeviriyor. Daha beteri, daha zoru, bildirmek istediği zaman, alıcı kaynakların dillerini, bilinçlerini ve hallerini keşfetmek üzere tasalanıyor. Ve böyle bir tasa, tabii, tarih sürecine baktığımız zaman, sonradan gelişiyor. Anlaşma, uzlaşma, kültür, birlikte yaşama olgusunun getirdiği bir şey; birlikte iş üretme. O zaman tasa başlıyor, ama ondan önce tasa yok. Ondan önce, kendini ifade ediyor ve arkasından sopa elinde – ifadenin devamı, anlamazsa sopa. Bu, ilkel kavimlerde çok gördüğümüz bir şey. Hatta benim çok hoşuma gider; yanlış hatırlamıyorsam bir filmdeydi, 2001: A Space Odyssey idi sanırım, iki maymun grubu bir su başında karşılaşıyorlar ve suyu kullanacaklar. İlk önce birbirlerini itiyorlar; “Ben içeceğim, sen içeceksin” gibi. Sonra grup halinde ses çıkartmaya başlıyorlar, bağırmaya başlıyorlar, karşısındakileri korkutmak için. Bu bir dil. Sonra onlar da bağırıyor. Bakıyorlar, onlar da bağırmaya başlıyor. Bu kez, ilk bağıranlar sıçraşmaya başlıyor. Dil gelişti; sıçraşıyorlar ve bağırıyorlar. Ötekiler de sıçraşıyor ve bağırıyor. Fakat daha alet kullanma olmadığı için, sesi alet olarak kullandıkları için, daha yüksek tınılarda feryat biçiminde bağıran grup öbürünü kaçırıyor ve suyu onlar kullanıyor. İşte dilin belki de en ilkel biçimi. Anlaştılar onlar. Daha yüksek sesle, yüksek perdeden bağıranlar, “Biz sizi telef ederiz, dikkat edin” gibi bir mesajı ötekilere ulaştırdı.

Eksik Olan Öğrenebilir, Tam Olan Değil

İnsan için var olma, doğadaki gibi önceden bir öz içermiyor. Beden olarak anneden doğan bir insanın belirli bir formu, sûretâ bir formu var ama hayvanlar gibi içgüdüyle dolu olarak doğmuyor. İçgüdünün –eğer bilimsel ifade edecek olursak– kendi yetkin. O kadar yetkin ki öğrenemiyor. “Öğrenebilmek için nâkıs olmak lazım,” derler. Âriflerin böyle bir sözü var. Derler ki: “Nâkıs öğrenir. Eksik olan tamamlanmak ister ve öğrenir, ama tam olan öğrenemez.” Hayvanlarda içgüdü ne üzerine kurulmuştur? Yaşama güdüsüdür. Temel olarak içgüdü, yaşama güdüsüdür. Dolayısıyla beslenme, barınma, üreme, bir de büyüme ile ilgili bir sonuç verir. Aslı nedir? Yaşam güdüsü, kendi formunu, yaşamını korumak. Dolayısıyla, bu bir dil. Bu dil, kendi türü arasında son derece iyi biliniyor ama bilinmiyor; bilinerek bilinmiyor; aynı güdüyü taşıdıkları için, tür ortak hareket ediyor. İnsan için, beden varlığı olmak, beşer olmak niteliği “insan olmak” değildir. Şu açıdan insan değil: İnsan, kendinin bilincinde olan demek olduğu için, “ben varlığı” olduğu için, bedeni kendinin bilincine konu olduğu için, kendine dışsaldır. O halde beden, insan değildir. Basit bir felsefi sonuç. Ne ki bilince nesnedir, o insan değildir ya da ne ki bilince nesnedir, o insana çevredir. Bu bakımdan bakıldığında beşer formu, aynı hayvan gibi doğumdan getirdiği bir beşeri, yani bedene ait bir otonom sistemde, içgüdüsel olarak donanmıştır. Bu tarafına, gelenekte, kadim bilgelikte “hayat ağacı” denilmiştir; hayat ağacı donanmıştır.

Bu “hayat ağacı” dediğimiz, gayri iradi sinir sistemine bağlı olan yapımız, hayvanlardaki gibi, yaşam güdüsünü –korunma, büyüme, çoğalma, barınma, beslenme– aynı şekilde güdüler. Geleneksel olarak söylenen iki tane ağaç var; bu, Tevrat’ta da vardır. Hayat ağacı, “hayvan” olduğumuz yan; bilgi ağacı, “insan” olduğumuz yan. İnsan olan, bilgi ağacı olan, iyi ve kötüyü ayırt ederek seçip terk eden; hem hayvanda olduğu gibi seçim, irade, hem de karşı durmak, ihtiyar sahibi olmakla varlığını kendinde, kendi üretebilen bir varlık. Bu bakımdan, beşeriyet içinde insan olarak, kendi anlamlı varlığını, yorumladığı kendiliğini, dil, düşünce, bilinç üzerinden oluştururken, geleneğin “hâfiz” dediği bir melek tarafından, bir meleke tarafından, yani muhafaza eden bir güç tarafından, kendinde üretilmiş olan mânâlı varlığını depo ettiği bir aslî kayıt cihazıdır. Buna kadim geleneğin içinde çeşitli isimler verilmiş, ama neticede, basit olarak biz buna “hafıza” diyebiliriz; kendini hatırlayabilme. Buna “zikir” de denilmiştir. “Tezekkerun”, kendini hatırlamak. İnsan, kendini bilen ve kendini hatırlayan varlık olarak, yorumlamış olduğu varlığının kendidir. Yani bu anlamda, insan kendi dışından doyurulamaz. Kendi dışında doyurulamayan insan, kendi edimlerinden yaratılır. Son ucunda, insan, donanım olarak içgüdüye değil zekâya donanımlıdır. Dolayısıyla, bu zekâ onun yapıp etmelerinin aracıdır, ama hayvan postunda olduğu için, beşer tarafı olduğu için, bir de hayat ağacına olan bağı var. Bu hayat ağacına olan bağı da, intuition dedikleri sezgi olarak insan üzerinde etki eder ya da şöyle diyelim: “İnsan bir berzahtır. Hayat ağacından gelen sezgilerle bilgi ağacından gelen verilerin cem olduğu, tevhid olduğu, birlik kazandığı bir varlıktır.” Bu bakımdan, “berzah” denilir.

Hayat ağacı, yani gayri iradi sinir sisteminin taşıdığı bilgi, bütün doğanın rezümesi olan bilgidir. Bilgi diyoruz buna, ama data gibi bir bilgi, işlenmemiş bir bilgi ve hayvanlarda gözlediğimiz zaman görüyoruz. Kendi varlık potansiyelini sürdürmek, geliştirmek için kullandığı çatışma, kaçma, yani doğrudan; düşünerek, zihinsel, mantıksal çıkarmalar, çıkarsamalar yapıp da karar verip iş yapmak değil, doğrudan algıladığı an, sadece hayat güdüsünün gerektirdiği biçimde davranıp kendini dışarıya vurmak. Bu, zihnini baypas etmiş insanlarda da olur. Zihin ne zaman baypas olur? Aşırı korku, aşırı heyecan, tehlike altında kalma; bunlar zihni devre dışı bırakır ve insan insiyaki hareketlere başlar. Bu insiyaki hareketler hayat ağacından gelir. Hayat ağacı, hayvanlardaki gibi, insanın da organik varlığını korumayı, yaşatmayı başarır. Fakat bilgi ağacının meyvesini yemeye başladıktan sonra da bu rahatlık biter, bu cennet sona erer. Artık kendi emeğinin, kendi zahmetlerinin ürünü olarak, kendi var olmaya başlar. Bunun yolu da dil ve yorumlanmış varlıktır.

Cennetten kovulma, insan olabilmenin ana ögesidir. Bu olmasaydı, insan olma olanağı yoktu, hayvan olarak kalınırdı. Her hayvan her zaman cennette yaşar, doludur; öğrenme ondan sonradır. Bazı hayvanların öğrenmelerini biz diğer bütün hayvanları kapsıyormuş gibi alırız. Hayır! Bunun için şöyle denilir: “Ölçüyü aşan ya da vahşi olan hayvanlar öğrenir, yahşi olanlar öğrenemez.” Bunun anlamı şudur: Ölçüsünü aşarak bir üst ilkeye bağlanmış; gelişme zinciri, evrim zinciri içinde insana daha yaklaşmıştır. Bu ayrı bir bahis; polemik konusu yapmak istemem çünkü ciddi ciddi işlememiz lazım. Fakat burada söylemek istediğim bir iki şey var. “Dil, dil-düşünce diyalektiği içindedir,” diye hep söylüyoruz. Bunun anlamı şu: Dil düşünceden bağımsız değildir, düşünce de dilden bağımsız değildir. Birbirine karşılıklı bağlantılı oldukları için diyalektiktir.

Sevgi Bilgiden Değil, Anlamdan Doğar

Bu “diyalektik” sözü çoğu zaman anlaşılmıyor. Bizim kültürümüzde çok tanınmayan ama çok kullanılan bir sözcük. İki sözcüğe bayılıyor, sıkça kullanıyoruz: süreç ve diyalektik. Entelektüel kesimlere gidin, en çok kullanılan iki sözcük ama tanımını pek bilen yok. Süre için süreç kullanılır, vaka için süreç kullanılır, zaman için süreç kullanılır – bir süreçtir gider, ama “süreç” bunların hiçbiri değildir. “Diyalektik” de çatışma, kavga, iki kesimin birbirine olan düşmanlığı gibi anlaşılır; bunların diyalektikle hiçbir ilgisi yoktur. Dolayısıyla, kavramları tanımsız bir dil anlamsızdır, ama burada en tehlikeli olan, anlamsızlığın farkında olmamak, anlamlıymış gibi anlamsızlık yaşamak… “Onlara yaptıkları güzel gösterilmiştir,” ayetinin tezahürü olarak –çeşitli dinsel ifadeleri var, onları kullanmayayım– kendini inkâr eder; münkirdir. Kendini inkâr eden varlık haline düşmüştür, çünkü insan anlam varlığıdır ve anlamın olmadığı yerde, insan inkâr edilmiştir. Ve insan eğer herhangi bir varlık deneyimini yorumlamada, o deneyim alanını, dilini kavramlarıyla hakiki kılmamışsa, dilinin üzerinden yorumladığı kendi varlığı da hakiki bir varlık olmayacaktır. O zaman “mış” gibi bir varlıktır. Buna kadim bilgelikte ve dinsel geleneğin son versiyonunda “mukallit varlık” deniliyor. Arkasında da bir ayet var: “Allah mukallitleri sevmez.” Çünkü anlamlı değil. Anlam varlığı yok. Anlam olmayınca sevgi yok. Sevgi bilgiye çıkmıyor, anlama çıkıyor.

Sevgi anlamdan doğuyor, bilgiden doğmuyor. Bilgi, insana daima dışsal. “Bilgi” dediğimiz, insana dışsal. İnsan, yorumlanmış varlık olduğu için, varlığın kendi kazanımları olarak ortaya koyduğu için ve bu da anlam içerdiği için, anlam da amaçtan doğduğu için, insan bir amaç, bir niyet varlığı olarak anlamlıdır ve kıblesi vardır. Eğer bu kıble, hakiki bir kıble, yani anlam üreten bir ilkeden kendine dönerek yaratılmıyorsa, kıblesi de sahtedir. O zaman anlam doğmamaktadır ve anlamsız bir varlık olarak hayvan değildir; hayvan masumdur. Melek de değildir; melek kendi ile doludur, somuttur. Bir ara durumdadır ve bu ara durumda çekişip durmaktadır. İnsan kendiyle çekişip duran bir beşeri varlıktır. Burada insan olmayı, kendinden başka, onun için yapacak hiçbir yaratık yoktur. Mümkün değil, çünkü anlam verici olan “sen”sin; dışarıdan onu tahsil etmene imkân yok. Sana dışsal olan hiçbir şey sana anlam veremez. Bu bakımdan, insan, anlam varlığı olabilmek için dili inşa etmek zorundadır. İnşaî bir alandır dil. Anlamlı bir dil üretimi, bir yanıyla sezgisel olarak hayat ağacına bağlı, yani doğaya bağlı, doğasına bağlı. Diğer yandan da, insanî doğası olan ben bilincine bağlı. Buna “Tin”, ötekine “Ten” diyoruz. Önce dil inşa edilmelidir; bu inşa edilen dilin taşları ya da tuğlaları kavramlardır.

Kendini Yadsıyan İnsan Anlamlıdır

Kavramlar iki yönlüdür: Biri dış varlığa bağlı olan sebep ve karşılaştırma ile ilgili bağlamda kavramlardır; nesnelerin dünyasına aittir. Sebeplerine, yani o nesnenin sebebine, onu etkileyen güçlere, kuvvetlere, ilişkilerine ve diğerleri ile olan karşılaştırmalarına bağlı olarak, Batılıların reason dedikleri ve ratio dedikleri bir akıl tipi ile kavranan kavramlardır. Bunlar bilgi kavramlarıdır, açıklama içerir, anlam içermez. Semantik anlamı kastetmiyorum, tabii ki semantik bir anlamları var. Çünkü rasyonel demek, bütün ile kıyaslanmış, ilişkisi, alakası kurulmuş demek. Bunlar kavramlardır, ama insana dışsaldır ya da insana çevredir, anlam içermez. Anlam içeren kavramlar –onlar da kavram gibi– varlıklarını sebeplerden, nesnel ilişkilerden, duyusal imgelerden ve karşılaştırmalardan almaz; sadece bağlandıkları erek, nihai erek, nihai amaç üzerinden, niyet olarak anlam yüklenir ve olmadıkları varlık olarak, olmak üzere bulundukları varoluş durumunu yadsır. Bu anlamda insan, ancak “kendini yadsıyan varlık” olarak anlamlıdır, kendini onayan değil. Kendini onadığı sürece kendi gelişmesini ketler. Kendini ortadan kaldırabilmek, belirli bir nihai gayeye bağlı olarak ortadan kaldırabilme gücü fütürist bir şeydir.

Bu tür bir anlam sorunsalı, kavram üzerine oturtulamaz. Bilgi içeren kavramlar ya da “nesnel kavramlar” diyelim; açıklamayla ilgilidir. İnsanın kendi varlığına katılan varoluş kavramlarıysa, anlama içerir, açıklama değil. Anlam verici olan, gayedir. Gayeye bağlanan insan anlamlıdır. O yüzden buna, dinsel literatürde “kıble” denilmiştir. Nihai olmalı, ara kademeli değil; ara amaçlar ya da araçları amaç edinmek değil. Bu araçları amaç edinme aşamasına “putperestlik” denilmiştir. Araçları amaç edinmeyin; “İlahlar edinmeyin!” Çünkü kendinizi şirk koşarsınız, eş koşarsınız. Kendi öz varlığınızı, ara amaçlara feda edersiniz. Hâlbuki sizin gayeniz nihai bir gayedir. Bu nihai gaye, var olmanızın yoludur. Bu bakımdan, bu yol dışarıda, dış varlıkların gösterdiği herhangi bir nesnel yol değildir. “Dünyadaki bütün doğayı, uzay da dâhil gezseniz,” denilmiştir, “kendinize bir yol bulamazsınız.” Her gidişiniz alinasyondur (alienation), yabancılaşmadır. Hep kendi evinizden dışarı çıkıp Şam Buhara’da kendinizi ararsınız. “Ne gezersin, Şam Buhara; Ne ararsan, kendinde ara.” O zaman, yol var ama yol, içten yürünen, görünmeyen, tinsel bir yol. Şimdi, ilgi çekici olan bir nokta bu. O zaman, “görünmeyen bir dil”den söz ediyoruz. Hatta bu noktada, duyusal görünüme çıkmayan anlam varlığı olarak insanın kendi de görünmezdir.

İnsan Görünmez Varlıktır

Bu şaşırtıcı olabilir sizin için, çünkü kadim bilgeliğin çok özgün bir anlatımıdır bu. İnsan görünmez varlıktır. Görünen, aynada yansıyan belirtiler, semptomlardır. Peki, bu beden, insan değil mi? Değil! Ne o? İnsanın evi gibi, elbisesi gibi ya da aynası gibi. Gözünden bakıyor, o evin gözünden, penceresinden bakıyor ama bakanı görmüyoruz. Hatta her birey için “Görüyorsun, ama gören kendini görebiliyor musun?” diye sorulur. Kendini nasıl göreceksin? Ama öte yandan, İmam Âli gibi ve daha nice hikmet sahibi, ârif, kâmil insanlar da diyorlar ki: “Ben görmediğim Allah’a da inanmam.” Bir dakika! Şimdi, burada da bir görme var. Demek ki göreni görmek… Bu görü nasıl bir görü? Bunun dili nasıl bir dil? Bu yol nasıl bir yol? Tekrar vurguluyorum: “İnsan görünmez bir varlıktır. Gördüğümüz, onun semptomlarıdır, belirtileridir, beden üzerinden yansımalarıdır,” denilmiştir. Bu bakımdan, insanı bedende aramak nafile bir iştir. Sanki bazı filmlerde yapmışlardı, bir dönem edebiyata da girmiş tabii bunlar; binicisi görünmeyen atlar. Gelişigüzel gitmiyor bu atlar. Belirli bir yöne doğru tıkır tıkır gidiyor, duruyor, başka bir yöne gidiyor; belli ki binicisi var ama binici görünmüyor. İnsan, kadim bilgelere göre, tıpatıp böyle bir varlık. Biz hep onun atını görüyoruz, bineğini görüyoruz ama kendini göremiyoruz. Hatta “bilinç” diyoruz. Bir tanım, ama nesnesi nedir? Konu nesnelerini biliyoruz ama kendi? Psişik bakış açısından başka bir tanım getiriyoruz, felsefi bakış açısından başka bir tanım getiriyoruz. “Bilimseldir” diyoruz, ama bilim gerçeklikler üzerine kuruludur, hiçbir gerçekliğini göremiyoruz. Semptomatik, biraz sanat gibi.

Akıl, hakeza böyle. Hiç kimse kendi aklını görmüş mü? O yüzden Kur’an-ı Kerim’de mesela, isim olarak “akıl” yoktur. Bu çok ilginçtir. Kur’an-ı Kerim’i açın; akıl, sürekli “faal akıl” olarak anlatılıyor, iş üzerinde anlatılıyor. “Akletmez misiniz?” diyor mesela, “Onlar aklederler. Akledenler şöyle yapar, vb.” Hep aklediliyor, hep faaliyette olan bir şey söyleniyor. Kendi ne? Mahiyeti ne? Ona dair hiçbir isim dahi kullanılmıyor, fiil kullanılıyor. Fiil nitelikleri kullanılıyor ama isim yok. Bu şaşırtıcıydı. İlk araştırmalarımda, benim için de çok şaşırtıcıydı. Ama sonra gördüm ki biz, hepsi semptomatik olarak, belirtileri üzerinden bir mefhumu söylüyoruz. Ona bir isim vermişiz. Bir fiil görüyoruz. Mahiyetine hiçbir şekilde tanık değiliz. Varlığına tanık değiliz, işlerine tanığız. Varlığı görünmüyor, işleri görünüyor. Bu, nasıl bir şey? Yani “görünüyor” dediğim, duyusal bir sonuç vermiyor. Ama o, kendini ispat etmek için duyuların önüne sürekli bir şeyler üretip koyuyor. “Ben varım. Bak kalem yaptım, ben varım.” Bu, ne demek? Bir kalem gördüğümüz zaman inceliyoruz. Besbelli ki bunu bir akıl yaptı; bir aklın ürünü bu, anladık. Bunu yapan akıllı bir varlık.

Anlam Varlığı İnsanı İnşa Eden ile İnşa Edilen Aynı Tin

Anlam varlığı, sadece soyutlama yetisi, soyutlama gücü ile ilgili bir şey değildir, gayeye bağlı olarak üretilmiştir. İnşa edilmiş bir dilin kavramlarının tuğlalar gibi olduğunu dile getirmiştim; sanki bir binanın tuğlalarını üst üste koyup yapıyormuş gibi. Fakat o dilin kendi kavramsal tuğlaları olduğu için, içinde örülen, yapılan sensin. Buna Hace Bayram Veli, “Ben dahî bile yapıldım, taş ü toprak âresinde,” diyor. Ustalar duvar yapar; çıraklar taş yontar, onlara verir. Onlar da alır, şehrin, şârın surlarında, minaresinde bunu kullanır. “Ama yaptıkları şehirde, kendileri de birlikte yapılır,” diyor. Bu mühim. Bu, inşaî bir şey. Burada inşa eden ile inşa edilen aynı tin. Tinsellik bundan güzel ifade edilemez. Tensellik, insana dışsal olan varlıktır; insana dışsaldır, mekânı oluşturur ve insan onun içinde bedeniyle yer alır; beden-mekân ilişkisindedir. Çünkü dış varlık, sebeplerini kendinde taşır, ama tin, yani düşünce, kullandığı dil, “dilsel, sözel tanım, kavram” dediğimiz nasıl bir şeydir ki? Akıl, sır alacak bir şey değil. Birtakım işaretlere sesler veriyorsun, o sesleri değişik değişik sesler haline getirip ilişkilendiriyorsun ve anlamlar çıkıyor! Şaşırtıcı bir şey. Bu gayeye bağlı dil üretimine, anlam üretimine “değerler” diyoruz. Bu bakımdan, insana anlam veren, değerlerdir. Ona dışsal mekânı kuran da aklî kavramlardır; o zaman, “bilgilerdir” diyelim.

Yine iki durum çıktı ortaya: biri vicdan, biri akıl. Vicdan, soyutlayan akılla ilişkili, ama somutlayan ya da imgeler üzerine kurulu duyusal akılla karşı karşıya. O yüzden, vicdanın nesneleri, değerlerdir. Ve insan, vicdanda yaratılan bir varlık olarak değer varlığıdır ve orada mahâl, hâl içerir. Her değer, insanda bir hâl üretir ve aynı zamanda intişar eder, buna “feyz” denilir. O insan feyyaz olur, o değerleri yansıtır. Öyle ki yüzünden, sözünden, gözünden o hâli algılayabiliriz, değil mi? Bu insan hallerini düşünün. Bütün bunlar gözlenebilir, bu bakımdan aynadaki yansıması olarak semptomatiktir. Bir de disiplinine, konusuna, nesnesine bağlı olarak dilin dış yapısında, yani bilimsel bir dil olarak, kendi nesnesinin ve nesnesinin ilişkilerinin dili inşa edilecektir. Bu inşa dışsal bir inşadır, ama burada da kavramlar terim haline gelmiştir. Demek istediğimiz şu: Bir disiplin altına alınmış kavramlar terim olmuştur. Kavram sözcüğünü terimden ayırt eden, tümel kavramlar felsefenin konusudur ve bunlara kavram dersek eğer, yani felsefi kavramlar demek yerine kavram dersek, bu tümeller, belirli bir nesnel içerik kazandıklarında tikel olur, cüzî olur ve o nesnelere yönelik içerik taşır. O zaman kavramlar terim haline gelir, terimleşir. Yani “fiziğin kavramları” dediğimizde aslında “terimleri” demek isteriz, “biyolojinin kavramları” dediğimizde “terimleri” demek isteriz; ama “felsefenin kavramları” dediğimizde “kavram” demek isteriz, çünkü kavram burada tümeldir.

İdea, Kavram ve Doğa Yasası İlişkisi

S: Genel olarak bakınca, idealar ve ayân-ı sâbiteler kavrama karşılık, doğa yasaları da. Yani doğa yasaları da ayân-ı sâbitelerin, ideaların terimleşmesine karşılık gelir mi? Kavram, terim, idea, doğa yasasının formülleştirilmesi, karşılaştırması yapabilir miyiz?

MB: İdealar, ilkelere karşılık gelir. İlkeler ya da ideaların kavram olabilmesi için, nesnesi ile buluşması lazım. Yani gerçeklikle, realite ile buluşması lazım. Burada, şöyle bir şey söylenir: “Saltık olan ilkedir, ideadır.” İdea saltıktır ama iki yönde açılır. Bir tanesi verity; biz ona “hakikat” dersek eğer, diğeri de reality; ona da “gerçeklik” diyebiliriz. O zaman saltık idea, bir yanıyla hakikat, verity, yani bilinçteki karşılık; bir yanıyla da duyularda, duyular yoluyla verilmiş olan gerçeklik, reality. Bu üçünün birliği de “kavram”. Kavramda idea içerilir, verity içerilir, bir de reality içerilir. Dolayısıyla, kavram bir anlamda bilince karşılık gelmiş oldu.

S: Belirlenmiş, formülleştirilmiş doğa yasaları var. Onların idea ile ilişkisini ben merak ediyorum.

MB: Onu da söyleyebiliriz. Çünkü doğada mesela, ne var? Etki-tepki var. Bu etki-tepkiyi doğada gerçeklik olarak görüyoruz, deniyoruz. Her etki bir tepki ile karşılaşıyor, bir dirençle karşılaşıyor. Hatta “etki-tepki denkliği” diye bir şey vardır doğada. Geleneksel anlamda physis olarak Grekçeye kavramlaştırılmış olan doğa sözcüğü, Türkçedeki doğurmak ile ilgili sözcükle eşdeğerdir. Bu doğurmak, hareket anlamına gelir ve idea da bu hareketin ilkesidir. Hareketin ilkesi onun ideası, hareket onun gerçekliği, yasalar da hareketin devinimi. Devinim, eş deyişle hareketin faaliyetleri içindeki görünümleri, yasalar olarak kavranır. Böyle ifade edebiliriz. O bakımdan, mesela doğanın yasası hareketin yasaları demek, ama ilkesi, hareketleri birliğe getirici olan, farklı, yani devinimleri devimde kavratacak olandır. Başka bir şekilde söylersek; değişimdeki değişmez olanın, sabit olanın tespiti. Doğanın ilkesi etki-tepkidir ya da bu, gerçeklikte böyledir ama ideası nedir? Çelişkidir. “Doğa çelişkidir” diyebiliriz. Çünkü harekettir. Harekette çelişki olmazsa, hareket olmaz. Bu, ilkeleştirme, soyutlama ile ilgili zihinsel bir tespit.

Şimdi, bir de ilgi çekici bir şey daha var. Mesela, ritüel ile ilgili bir şey söyleyecek olursak, ritüelde bir döngü, bir tekrar, bir salınım vardır; bu tekrar bir bütünlük içerir ve en başta söylediğim hafızaya yardım eder. Dini, ideolojik, ezoterik, mistik ritüeller var; hatta hayvanların orta beyinlerindeki bir kaydın çözümlenmesi, tekrar eden davranışlar yapar. Örneğin, bir horoz tavuğu gördüğü zaman, onda çiftleşmeyle ilgili ritüelik birtakım davranışlar ortaya çıkar. Her defasında aynı hareketleri yapar. Köy çocukları bunu çok iyi bilir. Sanki içeride bir teyp var –ki var– tetiklendiği anda kanatlarını çırparak, belirli bir beden diliyle onun etrafında gösteriler yapar. Bu gösteriler, gerçek anlamda bizim ritüel dediğimiz olgunun kaynağıdır aslında. Bir varlık temelinde, hayat ağacımızla temas kurabilmenin bir dilidir. Doğan ve tavuk ilişkisi de öyledir. Doğanı gördüğü zaman, sadece tavuklar değil civcivler bile hemen kaçışırlar. Şimdi, kendiyle daha evvel tanışmamışlar, ne denli avcıdırlar ve onları gelip yermiş, bunları bilmezler, ama içsel telepatik bir şey onlara alarm veriyor: “Sizi yiyecek bu, kaçın!” Olabilir mi? Bunu düşünmüş bilim insanları ve doğan formunda bir uçurtma yapmış, uçurmuşlar. Tavuklar aynı şekilde kaçışmışlar. Demek ki içsel, telepatik bir algı değil bu; form algısı. Bir formu algıladığında, “kaç” emri var. İçeride öyle bir kayıt var. Bununla ilgili, yayımlanmış bilimsel makaleler var.

Form Bilgisi ve Ritüel

Bir form, belirli bir davranışı açığa çıkartıyor ve o davranış otomatik bir şeymiş gibi kendini tekrarlayıp bir yerde duruyorsa, buna “ritüel” diyoruz. Bu form algılandıktan sonra biyolojik iç kayıtlarda kayıtlı olan bir davranışlar güdüsü tetikleniyor ve beden o davranışları yapıyor. Nitekim, horozun beynine elektrotlar aracılığıyla uyarı verildiğinde, ortada tavuk olmadığı halde, cinsel uyarı aynı hareketleri yapmasına neden oluyor. Meçhul bir tavuğun etrafında gösterisini yapıyor, tören yapıyor. Şimdi, bu konuda çok detaya girmek istemiyorum fakat bir gerçeklikten hareketle söylüyorum. Form bilgisi; bu formlar, ideaların, o “idea” diye daha sonra söylenen ideaların da doğadaki temel kayıtları olabilir. Bunlar üzerine de epey çalışma var. Disiplinlerde terminolojik olarak dilin üretilmesi, kavramların özelleştirilmesi, bir bakıma o bilim dalının, o bilimsel disiplinin gramerini çıkartmak gibidir. Yani o terminoloji bir yöntem üzerine oluşturulacaktır. O yöntem, o terminolojik dilin grameri gibidir. Bugün “eğitim” dediğimiz şey, “kariyer” dediğimiz şey, bu dili öğrenmekten başka bir şey değildir. Yönteminden türetilmiş terminolojinin birliği, işte bu dildir. Ve o dilde, o bilimsel bilinç oluşur ve yetkinleşir ve sonra o bilimi icra edebilir. O dili bildiği için ona güvenebiliriz. Bir espri vardır. Hakikaten, ben de katılıyorum. Günümüzde, bilim dallarından bir tanesi de psikoloji tabii. Eğitimini görmüş arkadaşlar da var aramızda. Ama ne ilginçtir; modern bilim, eğer çeviri olarak bizim dilimizde “ruh” diye karşılayacak isek, ruhu bir varlık olarak kabul etmez. Ruh diye bir şey yoktur; ruh-beden ikiliği diye de bir şey yoktur. Ama psikoloji diye bir bilim var! Yani kendi nesnesinin bilincinde olmayan, nesnesini bilmeyen bir bilim. O yüzden “Psikoloji” demek doğru mudur, değil midir, çok tartışılmıştır. Davranışçılar çıkmış, demişler ki: “Psikoloji diyemeyiz, biz behaviorist’iz, biz davranışçıyız.” Şimdi, bu davranışçı meselesi de ilgi çekici yine. Hani insan görünmez varlıktır ve belirtiler üzerinden onu tahmin ediyoruz, seziyoruz. Davranışçılar da böyle diyorlar: “Kişinin birtakım davranışlarından hareketle, onun arkasında onun kişilik yapısını keşfetmeye çalışabiliriz. Onda, evet, bir ruh vardır ve o ruh davranıyor diyemeyiz.” Dolayısıyla psikoloji, ruhbilim, nesnesinin belirsiz olduğu, yönteminin karmaşık ve karışık, yani çeşitli olduğu bir bilim olarak karşımıza çıkıyor.

Bunu ben örnek olsun diye söyledim; buna benzer anlam yükü olmayan, “bilimsellik” adı altında isimlendirilmiş; loji, logos, bilinç içerdiğini iddia ettiğimiz disiplinlerimiz de var. Yani bir kere şunu söylemek lazım; konumuz neyse, uğraştığımız alan neyse, ilk iş onun kavramlarını ve yöntemini bilmemiz, kavramlarını kendi yöntemine bağlı olarak bütünlememiz, bize onun havsalasını verecektir. Ancak o havsala ile biz o nesneye, o nesnel gruba karşı bilgi sahibi olabiliriz. Bunu kendi üzerimize döndürdüğümüzde –daha önce söyledim– anlam bakımından, gayeye bağlı değerler vicdanımızda oluşuyor. Ahlâki anlamda, o değerlere “değer” diyebilmemiz için, bunlar akılda ilke olabilir, felsefede idea diye söylenebilir –güzellik ideası, iyilik ideası, doğruluk ideası vb– zihnimiz bunları söyleyebilir ama bizde duygulanma yaratmaz. Eğer bizde duygulanma yaratıyorsa, bunlar değer haline gelmiştir. Yani değeri, salt düşünceden ayırt eden, onun duygu yüklü olmasıdır. İşte insan, bu bağlamda değer varlığı olarak, duygu yüküyle, duygusal bir enerjiyle yüklüdür. O varlığın gereği, öfke enerjisi, sevgi enerjisi, nefret, uzaklaşma enerjisi, vuslat arzusu, benzeri birçok duygusal tezahür oluşturur. Bunlar, değerlerden doğar. Vatan aşkı, vatan sevgisi, kardeşlik tutkusu gibi, bunları çoğaltmak mümkün.

Sorumluluk Yoksa Özgürlük Yoktur

Dış, nesnel gerçeklik üzerine kurulu terminolojinin bütün dünyada yaygın olarak eğitime bağlanması ve o dilin gerçekten kendi disiplinine bağlı olarak kullanılması ve ortaklaşa, bütün dünyada paylaşılması esas kılınmış, ama insan, anlam varlığı olarak kendine yapacağı yorumların ve dilin inşasında herhangi bir eğitime zorlanmamıştır. Bırakın onu, kendi de bunu aramamaktadır. Nasıl olsa, o sanki kendiliğinden olacakmış gibidir. Yani kendi, bir yerden gelecek. O hayat ağacından bekliyoruz; o bize gelecek, içime doğacak. Bunu bir düşünür, biraz esprili biraz da ironik olarak şöyle yazmıştır: “İnsan, akşam yatıp sabah aziz olarak kalkmayı umut eden varlıktır.” Bilmez ki aziz olmak onun kendi edimlerinin ürünüdür. Akşam niyet eder, yatar; sabah evliya kalkmak ister. Ah, gökten bir şey inse, birdenbire, sabaha evliya kalkıversem! Bilmez ki eğer böyleyse hiçbir değerin yok. Sana sen dıştan verili isen, sen mukallitsin. Hiçbir değerin yok. Var değilsin. Kendi edimlerinin ürünü olarak değerlisin, varsın ve orijinalsin. O nedenle, insan dili –ahadiyet sırrı derler– özgünlüğün dilidir ve kaynağı özgürlüktür. Başlangıçta yok varlığız, yani özgürüz, özgürlüğe mahkûmuz ya da insanın “temel güdüsü” olmadığı için temel dinamiği onun özgür olmasıdır. Özgürlüğü ne menem bir şey zannediyoruz! Serbestliğe “özgürlük” diyoruz. Hayır, özgürlük, serbestlik değil. Özgürlük, keyfilik değil. Özgürlük, kendinin bilincinde olmak da değil. Kendinin bilincinde olmanın sorumluluğunda olmak. Sorumlu olmayan, özgür değil. İnsanın temeli, temel taşı bu, ama nihayeti, gayesi bu değil.

Özgün Olmak Bağlamında Ahadiyet

Gayesi özgün olmak; buna “ahad” diyoruz, “vahit” değil. Geleneksel bir sözcük. Türkçeye “bir” diye çeviriyorlar, bütün literatür “bir” diyor; hayır efendim, “biricik.” İkisi çok farklı. “Bir”, onun gibi binlerce, milyonlarca olandan bir tanesi demek; ona “vahit” derler Arapçada. “Ahad” ise eşi benzeri olmayan. Tanımı var Kur’an’da; eşi benzeri olmayan, biricik, özgün bir varlık. Bu anlamda, hayvanların tikel varlıkları türün değerlerini taşır ve hayvanlar tür için vardır ya da tür vardır. Hayvanlar için tek tek bireyler yoktur. Bir Afrika arslanı, bütün diğer arslanlarla aynı nitelikleri taşır. Bir tane de kalsa arslan, arslan olarak vardır. İnsan özgün varlık olduğu için, eşi benzeri olmadığı için, kendi bir türdür. Her insan bir tür, ümmet. Kur’an-ı Kerim’de buna “İbrahim tek başına bir ümmetti,” diyor. Özgün varlıktı. Onun için Muhammed, “Senin dinin, İbrahim’in dinidir,” diyor. Yani özgür ve özgün olmak; fert, ferdî, birey, özgür, özgün birey olmak gayedir. Bu gaye dindir. Bu gayeye erişmek insanın misyonudur. “Ona buna benzemeyeceksin,” diyor; mukallit olma. Mukallitten sevgi olmaz. Orijinal ol. İşte bu orijinalliğin dili, bu “gnostik”, “tasavvuf”, “kadim”, philosophia perennis gibi sözcüklerle ifade edilen, özgün bir inşa dilidir ki insan onun yolu ile kendini inşa eder. Onun kavramları, onun gayesi var; oradan doğan değerler, duygular, coşkular, bir varlık inşası içinde yaşanan, bilincine varılmış bir bütünlük içerir. Bu bakımdan, “İlahlar edinmeyiniz,” denilmiştir. Olaylardan, tabiat nesnelerinden, insanlardan ilahlar edinilmemesi önerilmiştir. Kanaat önderleri, inanç önderleri, imamlar edininiz ama ilahlar edinmeyiniz. İmam, önder demektir. Bu anlamda, la ilahe “Tanrısız olmak” demek. Kendini, kendi dışından herhangi bir şeyle takas etmemek. İnsan, kendi ile değiştirilebilir bir varlıktır. Başka bir şey ile değiştirilemez ya da insan başka bir şeye indirgenemez. Bir kullanma kılavuzu gibi düşünülürse, dilin bilinci eğer bu değerler üzerinde inşa edilmemişse, bir insanın kendini, hakikatinde inşa etme ve kullanma olanağı yoktur. Bu bakımdan, “âlim” değil de “ârif” denilmiştir. İlim maluma tâbidir, ilim nesnelerin ilmidir; bilim nesnelerin bilimidir. Kendini bilmek yoktur. Bu da hatalı bir çeviridir. “Kendini bil!” Hayır, kendini tanı! Ârif olmak, bilmek değil, tanımaktır. Tanımak bir tahakkukla mümkündür. Tahakkuk “gerçekleme” anlamına geliyor, ama “gerçek” kelimesi dış varlıkla ilgili olduğu için ben bunu beğenmiyorum. “Gerçekleme” yanlış. Tahakkuk; tahakkuktan kasıt, kendi nefsinde karşılığını bulmak demek.

Ritüel: Sembolik Dilin İçselleştirilmesi

Ritüelden söz etmiştim. Ritüelde tekrar, belleğin güçlendirilmesi ve sözel kültürün, sembolik bir dilin içselleştirmenin aracı olarak uygulanır. Aynı zamanda rüyalarla ya da imaginatio, hayal âlemleri ile güçlü bir vehim ilişkisi, güçlü bir yaratıcı imgelem ilişkisi oluşturmanın da aracıdır. Yazılı kültür öncesi toplumlarda hem yaygın hem de bir anlamda töreyi oluşturan, kültürü oluşturan bir yapıydı. Yazılı kültür devreye girdikten sonra, insan, bilincini bilincinin önüne koyma fırsatı buldu. Yazının, yazılı kültürün de böyle bir farkı vardır; bilincinin bilincine varmak. Bu, yazı ile olanaklı oldu. Çünkü ondan önce, sözel kültürde akan bir kültür var, bir dil var. Bu dilin, onu kullanan insanın bilincinin önüne tekrar döndürülebilmesi, bellekte çağrıştırılıp tekrar belleğe konulup bunun tekrarlanabilmesi için bir ritüel yöntemi oluşturulmuştu. Bu bir eğitimdi; bu ritüeller ayindir. Yazılı kültürde bilinç, bilincin önüne konulduktan sonra dilin üzerine bir dil oluştu; metadil. Yani günlük dili daha yüksek bir dile dönüştürme, soyutlama yolları ile daha yüksek bir dile dönüştürme, bilincin bilincini oluşturma gibi bir olgu ile karşılaştı insanlık. Kendinin bilincinde olarak, eylem varlığı olmaya başladı. İşte, asıl ereğe bağlı değer üretmenin denetimsel yöntemi bu yazılı kültür oldu. Bu, yazının dışsal bir bellek olarak ele alındığı anlamına gelmiyor; dışsal olarak kültür belleği, dikitler, yazıtlar olarak var zaten. Yazılı kültür, kendi bilincini dışlaştırarak tekrar bilincine bakabilmenin ve bilincini denetleyebilmenin yoludur. Bu bakımdan yazılı dil, sözlü dile göre düzenli, mantıksal, tutarlı, logical, sistematiktir; yani buna doğru gider. Ama sözel dil şizoiddir, çağrışımsaldır. Art arda çağrışımlarla oradan oraya sıçrar. Düşünmenin yolunda giderken aklına bir şey gelmiştir; ona girer, orada dağılır, bazen geri toplanamaz, toplanır. Söz ustaları var, onlar sanatçılar. O çok yüksek bir durum; “retorik” diye biliyorsunuz. Daha önceden, bunun tarihsel karşılığı da var. Ama o derinliklere girmeden önce, yazı, kalem, kâğıt, düşüncenin bilincin önüne konulması ve disipline edilmesi önemli; bir şekilde kültürden uygarlığa geçiş. Bunu başka türlü ifade edebilirsiniz, ben bunu seçiyorum. “Kültür, bilinçdışı olguların alanıdır,” diyorum ben. Uygarlık bilincin alanıdır. Dolayısıyla yazılı kültür, giderek düşüncenin disipline edilmesi, bilincin farkındalığı, bilincin bilincinin farkındalığı, derken felsefeye doğru gider.

Daha önce olmuş olan bir olayı, bir miti, yeniden canlandırma ritüel yoluyla mümkün. Ve ritüel yoluyla canlandırılan mit, daima merkez mitleri olmakla birlikte, başlangıç mitleridir. Dolayısıyla, bu anlam vericilik, kendi yaşamına da anlam vericilik, iki yönlüdür. Biri kaynağa bağlılıktır, “Rabb” kelimesi ile ifade edilir. “Rabbine dön!” Kaynağa bağlılık. Bunun arketipal, psişik modları, formları var ve tezahürde de karşılıkları var. Örneğin; ana rahmi, anne-baba figürü, hayat-ölüm, Eros-Tanatos gibi birtakım temel karakterlerin, bilincin onlara dönerek harekete geçirilmesi için ritüel. Ritüel, bir nevi animasyon, canlandırma. Ama neyi? Sembolleri. Fakat semboller ritüelsiz olarak canlanır mı? Hayır, ritüel, sembollerin içinde canlandırıldığı bir döngü. Biraz önce anlattığım horozun hareketleri gibi ya da bilinçdışı bir kaydın otomatik olarak deşifre edilmesi gibi, bir tetikleme gibi düşünülebilir. Yani tiyatro öncesi; tiyatro, burada bilinçlilik olarak devreye giriyor. Eğer ritüele “kültürün davranışı” diyecek olursak, tiyatroya “uygarlığın davranışı” diyebiliriz. Sanat olgusu geliyor. Fakat yazılı kültür giderek uygarlığa doğru dönüştürüldüğünde, bu kez ritüelin yerini metnin kendi iç bağlamı alıyor.

Ritüelik Tekrar Dönüştürür

Eğer metinsel bağdaşıklık, bir yapıt olarak, bir bütünlük olarak yazılı metinde varlaştırılmışsa, onun içsel bir bağlamı, bir bütünlüğü varsa, bunu dirimli kılmak, onu tekrar anlamlandırmaktır. Eğer o metin yorumlanmıyor; dışarıda, bilincimizden bağımsız, bilincimizin karşısında bir yapıt olarak duruyorsa, bu ölü bir bilgidir ve ritüelik tekrarın dirimliliği bunda yoktur. O nedenle derler ki: “Ritüelik deney, bir nevi simya deneyidir.” Yani bütün koşullar aynı olmakla birlikte, deney tekrarlanır. Simyacı kurşundan altın yapacağım diye tutturmuş; ilkbaharın ekinoksunda yapıyor özellikle mesela. Kurşunu eritiyor, içine kimya taşı, simya taşı atıyor. Altın olacak diye bekliyor ve olmuyor. Seneye gene yapıyor, seneye gene yapıyor. Dedesinin dedesi de yapmış, o da hâlâ yapıyor. Bunlar ne yapıyorlarmış? Hakikaten yapıyorlar mıymış acaba? Ciddi ciddi, “Kurşunları altın yapacağım,” diye tutturmuş adam. “Kozmik değişimleri algılamak için yapıyor” filan, bunlar uydurma laflar diye düşünürdüm, ta ki bir bilgenin bunun üzerine söylediği sözü duyuncaya kadar. Simyacı bir bilge, senede bir kere, iki kere falan değil, her gün belli bir saatte, aynı laboratuvarda, aynı şekilde kurşunu eritiyor, içine felsefe taşını atıyor –bu ne demekse– altın bekliyor ve olmuyor. Bilge simyacıya soruyorlar: “Aynı deneyi bıkmadan, usanmadan yapıyorsunuz. Hiçbir şeyin değişmediğini göre göre, bunu bile bile neden yapıyorsunuz?” “Ben de senin gibi düşünürdüm evlat. Ustalarımın, hiçbir şey değişmediğini bile bile, neden yaptıklarını hep düşünürdüm. Sonra öğrendim ki ben değişiyorum, saflaşıyorum, aydınlanıyorum.” Ritüelik tekrarın öyle dondurucu bir etkisi yok. Hâlbuki hep aynı şeyi yapıyormuş gibidir. İçinde bulunduğumuz kültürden bir örnek olarak söyleyebiliriz, değil mi? Bir Hıristiyan, bu kültürün insanı bir Hıristiyan, binlerce yıldır haçı görünce, hemen istavroz çıkartıyor. Aynı hareketi simyacı habire yapıyor. Bir şey değişmediği halde, tekrardan bıkmıyor mu? Hayır, o değişiyor. Namaz kılmak örneğin, bin dört yüz yıldır aynı biçimde yapılıyor. Oradaki koruyucu, formel tekrar; aslında sürekli değişmekte olan kozmosun bir korunumu, bir anlamda. Mantra da aynı kategoriye giriyor. Değişimin formülleştirilmesi gibi bir şey var. Metinlerin yorumlanması, yoruma açık olarak söylenmesi, artık postmodern dünyada, postmodern edebiyatta biliyorsunuz “açık yapıt” diye nitelendiriliyor. Fakat vahiy kitapları, yani sezgisel eserler, zaten açık yapıt olduğu için sürekli yorumlanarak dirimli kalıyor.

Otuz Sayfalık Bir Kitap Üzerine Yazılan Milyonlarca Kitap

Şerh geleneğimizde, yazılı gelenekte bile var, biliyorsunuz; şarihler şerh ederler. Mesela “Fusûsu’l Hikem” diye bir eser vardır, Muhyiddin İbnü’l Arabî’nin eseri. Hoş, o kendi “Benim eserim değildir,” diyor, kendine bildirilmiş bir eser olduğunu söylüyor. Her ne hal ise, onun eli ile yazılmış en azından. Fakat şakası yok, üzerine binlerce şerh yazılmış. Her devirde, yüzlerce bilim insanı, yüksek şuurlu âlimler, ârifler şerh yazmış; günümüzde de hâlâ yazılıyor. Şaşırtıcı bir şekilde, sadece Türkler, Araplar ya da İranlılar değil, Japonundan Amerikalısına kadar herkes yazıyor. Nedir onu bu kadar dirimli kılan? Onun üzerine uzmanlığı olmayan insanlar belki fark edemeyebilir, ama dönelim İncil’e. Dört İncil, bir de “Resullerin İşleri” var, ama tek bir İncil’i alsak, yirmi beş, otuz sayfalık bir biyografi. Tam da biyografi sayılmaz, bir öykü, neticede mitik bir öykü. İsa’nın hayatının başka bir boyutta ele alınması. Dünyada onun üzerine yazılmış eser sayısı milyonları bulmuş. Nedir onu dirimli kılan? Yorumlamaya başladığı anda insan, kaynaklarıyla, arketipal dürtüleriyle buluştuğu zaman, o metin dirimli bir hale geliyor. Fakat başka metinlerde bunu bulamıyorsunuz. Her metin, her tekst, her kitap, her makale böyle değil. Mükemmel felsefi makaleler okuyorum, üzerine en ufak bir ilgi bile çekemiyor. Hâlbuki tumturaklı laflar, teknik müthiş. İncil, çok eski bir dönemde yaşamış bir balıkçının, tanıdığı bilge bir kişi olan İsa’nın hayatına dair yazdığı bir hatıra neticede. Ama bıkmak usanmak bilmeden, insanlar bunu açıklıyor. Açıklıyor değil de yorumluyor.

İşte yorum, akılla böyle koyup, kayda değer bir şey olarak görüp, onun üzerine edinilen bir bilgi türü değil. Böyle, her ne kadar felsefi hermeneutik yorum bilgisi ve bilimi varsa da, bu türden değil “vahiy” diye nitelendirilen. Sezginin en kâmiline bu ad veriliyor; peygamberlerin sezgisine “vahiy” deniliyor. İnsanların vahyine de “sezgi” deniliyor. Onun farkı, o kâmilmiş. Ne demek? Onun üzerine ayrıca düşünülür, konuşulur veya kabul edilir, edilmez, o ayrı bir şey. Fakat bu literatür, bunu bize böyle veriyor. Şunu görüyorsunuz; büyüleyici bir biçimde, sizin sezginizi tetikliyor, aklınızı değil ama aklınızı kaşındırıyor; o ayrı bir konu. Oradaki paradoksların, kendi bünyenizde, kendi duygu dünyanızda eğer karşılıklarını bulursanız, o paradoksun içinden çıkma çabası, onu yorumlamayı gerektiriyor. Buradan şunu getirmek istiyorum; çelişkiler dinamiktir ve yorumla aşılabilir. İnsanın yorum varlığı olması, kendinde, kendi varoluşunun temellerinde, paradoksal bir yapının olmasına dayandırılıyor. Hayat ağacı ile bilgi ağacı paradokstur. İradî sistem ile, sempatik sinir sistemi ile parasempatik sinir sistemi paradoksaldır. Onların verileri, bir araya geldiği zaman uzlaşıcı değil, çelişik, çatışık. Şimdi, bazı arkadaşlar arada gelip sırrî şeyleri soruyor: “Tanrı, onu niye öyle yaptı o zaman? Madem biliyordu.” İşte diyorum: “Bu çelişki zaten problem.” Böyle bir açıklamada “Olur mu böyle saçma şey?” diye başlıyorsunuz; ya bırakıyorsunuz, bu alanla ilgilenmemeye karar veriyorsunuz ya da “Bu kadar aptal mı bunca insan, gönül vermiş, yazmış, çizmiş, düşünmüş, bir bakayım,” diyorsunuz, siz de başlıyorsunuz. Bu sefer entegre oluyorsunuz, bereketinden yararlanmaya başlıyorsunuz. Burada “kurtuluş” diye söyledikleri çıkış, doğrudan doğruya bireyin kendi emeğinin, el emeğinin, gönül emeğinin ürünü olarak çıkıyor. Hiç kimse, ötekinin çıktığı yoldan çıkamıyor.

Şimdi, arada bir kardeşim şunu sordu, dedi ki: “Gaye nedir? Herkes bir gaye koyabilir mi?” Hayır, zorunlu. İnsanın nihai gayesi, zorunlu. Keyfî değil, seçmesine bağlı değil. “Onun kaynağı kendindedir,” demiştim birinci yarıda ama gaye ile bağlantılı olarak anlaşılmadı. İnsan özgürlüğe mahkûmdur. Onun için dedim. İnsanın gayî illeti, kendindeki gayeye doğru oluşan dürtü, varoluşsaldır. Ve özgürlük, büyük bir paradoks. Çünkü dış varlığı olarak bedeni deterministik. Bakın paradoksa! Tinsel varlığı özgürlüğe mahkûm, tensel varlığı belirliliğe mahkûm. “Bu paradoksun içindeki insan, bu çelişkinin içindeki insan, ancak insan olabilir,” diyorlar. Çünkü salt deterministik olursa, “içgüdü” dediğimiz mükemmellikte, hayvan oluyor. Salt bedensiz bilinç, saf şuur olursa –buna “melek” diyoruz– melek oluyor. Ama insan, hayvan ile melek arasında bir varlık. Neden? Kendini var edebilmek için. Öbür ikisi de doğa varlığıdır. Melek de doğa varlığı, yani kuvvetler doğa varlığıdır; hayvan da doğa varlığı.

İnsan Doğa Varlığı Değil, Tarih Varlığıdır

İnsan doğa varlığı değil, tarih varlığıdır. İnsanın mahâlli, tarihtir. İnsan, kendini tarihte var eder ve doğadan dönüştürür. Doğadaki varlığı parafin gibidir. Akım nûru da fitilin yanan ateşidir. Işığı da kendi varlığıdır. Parafin yanar, ışığa dönüşür. İnsan da böyle. Böyle bir sembolik anlatımı da var. Buna karşın bir metnin yorumlanıyor olması, o metni geliştiriyor gibi bir şey değildir. O metin, hiçbir zaman geliştirilmiyor, sabit kalıyor. Onunla uğraşan simyacılar gibi, onunla uğraşanlar kendilerini değiştiriyor, dönüştürüyor ve oradan bir varlık kazanıyor. İncil üzerinden bir örnek verilir; on iki havarinin her biri birer karakterdir. Bu karakterlerin master’ı olarak, kendi mürşidleri olarak yöneldiği, onları tetikleyen, onları etkileyen, teshir eden İsa’nın aslında kendi karakterleridir, kendi karakterlerinin dışlaşmasıdır. Dolayısıyla İsa, Ruhullah, yani görünmeyen varlık, birtakım karakterler üzerinden görünüyor. Bu, her insan için böyledir. Daha doğrusu, insanın macerası anlatılıyor. Bir sûfi ile sohbetimde bunu sormuştum: “İsa’nın macerası, efendim, bize neyi veriyor?” “İnsanın macerasını,” dedi. Yakıştı da. İsa’nın macerası, insanın macerası. Niye peki, bu özgün olarak İsa’nın macerası olsun? O diyor: “Peygamberlikler genel bildirimlerdir, bizi bize bildirir. Her birimizde var olan nitelikleri, onların elçilikleri aracılığıyla, kendimizi onların aynasında görmek için tecelli ederler.” Böyle bir görüş.

Bugünkü çalışma ile ilgili, günümüzdeki gerçeklikten hareket edelim. Günümüzde deneysel bilimlerin egemenliğini yaşıyoruz, teknolojinin egemenliğini yaşıyoruz. Bunda rahatsız edici bir şey yok. Son derece iyi bir şey. Ama insan, bilincini tamamen buna entegre ederse, sadece onunla kendini tasvir eder, betimlerse, ortaya ilgi çekici bir durum çıkıyor. Benim bu konudaki değerlendirmem şöyle: Deneysel bilimler, teknolojik kazanımlar konfor sağladı. Bu, hakikaten de biraz sarhoş edici bir noktaya geldi. Her gün yeni model bilgisayarlar, yeni model telefonlar… Ve deney bilimlerinin olguları da bu anlamda, bilme yöntemleriyle, dış varlık hakkında bize çok çok bilgi verdi. Hatta o kadar ki kendi uzmanlık alanındaki makaleleri, bir bilim dalında çalışan uzman kişi, bütün sene bütün zamanını verse edinemiyor. O makaleler içinden çok özel olanlarını seçip ancak okuma fırsatı buluyor. O kadar yoğun üretiliyor bilgi. Ama bu bilme yönteminde, tüm zamanını ve benliğini bu yöntemler ile hayatına ve kendine döndürüp bakan insanın konumu, kendini nesneleştiren bir insan. Çünkü bilimsel yöntem, nesnelerinin bilincidir. Kendi üzerine döndüğü zaman da kendini nesneye indirger bir hal alıyor ve o zaman insan “şey”leşiyor. Yani günümüzün bu konformist, büyük bir armağan olan teknolojisinin verilerinin karşısında, insan, kendi bu kez şeyleşiyor ve yitiyor. Dolayısıyla, burada bir mekanizma olarak, aklın bu tür çalışmasını bir makine, bir mekanizma olarak düşünürsek eğer ve makinenin veya mekanizmanın bir değer üretmediğini bilirsek, o zaman burada insan yitimi var, anomi var. Anomi; anlam yitimi, dolayısıyla insan yitimidir. İnsan, sahip olmaya yöneliyor. Sürekli sahip olmak ve sahip olmak. Ama var olmaya yönelmiyor. Çünkü var olmanın ne dilini inşa ediyor, ne de onu paylaşıyor. Sofralarımıza bakalım, yemek sofralarımızı kastetmiyorum, sohbet sofralarımıza bakalım. Ne konuşuyoruz? İşte oradan anlarız.


* Metin Bobaroğlu’nun 17 Nisan 2012 tarihindeki “Dil ve Dilin Farklı Boyutlarda İncelenmesi” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.