Meditasyonun Tasavvuftaki Karşılığı İstiğraktır
Şehvetten arınmak, şehvetin insan bilinci üzerindeki galebesinden, gücünden arınmaktır; onu terk etmek değil. Bu, keşişlik meselesiyle karıştırılıyor. Uzak Doğu’daki keşişler de böyledir –onlara da “keşiş” diyelim– uzlete çekilir; oruçla, açlıkla şehvetlerini yok etmeye çalışırlar. Bektaşi erenler ise “Nefs ölmez, terbiye edilir,” derler. Nefs, kendi; kendilik ölmez. Nefs terbiye edilir. Self as it is, bizzat kendi. O ölürse her şey kaybolur. Nitekim bu terbiyede, Bektaşi erenlere göre, “Nefsimi öldüreceğim” diye aç bırakıp riyazetle, oruçlarla dağ başında, mağaralarda bu tür deneyimler yapılırsa –ki onlar yapmaz böyle şeyler– o zaman açlıktan sükût eden nefs, ilk kuru fasulyede tekrar şehvetine düşer. İş, onu zayıflatmak değil, onu azdırmak, azgın bir hale getirip onu dönüştürmek. Buna “kundalini” diyor Uzak Doğulular. Kundalini, tasavvuf dilinde Musa’nın asasıdır; çölde ayağa kalkan, şaha kalkan yılan. Çölde şaha kalkan yılan kobra değil mi? Musa Harun’a veriyor, Harun Firavun’un önüne atıyor ve Firavun’un sihirbazlarının yılanlarını yutuveriyor. Bu, kudrettir, iradedir. Omurgayı dik tut. Omurgayı gevşettiğin zaman, bir müddet sonra uyku basar. Ne kadar zihnin açık olursa olsun uyursun, yarı uyur yarı uyanık konuşursun, dinlersin. Aslında buğulu bir dünya, hiçbir şey net değil, odaklanamazsın. Omurgayı dik tut. Kundaliniyi ayağa kaldırmak için önce hattı –Kabalistler bilir– orta sütunu dik tut. Sonra? Sonra içe dön. Buna simyacılar Vitriol diyorlar. İçe dön, visita interiora terrae; toprağın içine dön ve kıvrıl. Biz ona “rücû” diyoruz tasavvuf dilinde. Rücû; râci ol, aslına dön ama rücû et, kavuş, râci ol. Nasıl olacak? Yine Uzak Doğulular buna “meditasyon” diyorlar, biz de buna “istiğrak” diyoruz.
“Göz, dil, kulak kapılarını kapat” diyor Niyazî-i Mısrî Hazretleri. Ve içine dön… Orada bir kuyu var. Kuyuya gireceksin ama karanlık. Karanlık kuyuya gireceksin. Bir ipe tutunman lazım, yoksa kaybolursun. Ona, o sağlam ipe tutun. Kuyunun içine indiğin zaman bir temas vardır orada. Bu temas, dikkatindir. Dikkat konsantrasyondur, dikkatin dağılması değil erimesi ise kontamplasyon. Konsantrasyon, yoğunlaşma, ondan sonra kontamplasyon. Tereyağının erimesi gibi yayılıverirsin, sınırlarının dışına çıkarsın. Âleme yayılırsın. Sonra? Sonraki aşama sükût, sekîne. Kelâm yok, hâl yok, ses yok, toplanma yok, dağılma yok, yayılma yok. “Yok diyeceksin de dilin varmıyor,” dedikleri yer; lâ mekân sırrı. Orada nirvana var; boşluk, hiçlik. O hiçliğin adına meditation denilir; dhyana. Dhyana, moksha’dır. Orada bir ışıma var ama zihin yok. Zihin boşluğa girer. Bu anlamda, bir deneyim skalasını anlatmış olduk. Temas, bu boşluğa düştüğü anda olur. Bunu, şu ünlü Kızılderililer –biz öyle diyoruz, aslında Indian, Amerikan yerlileri– çadırlarında oturup, çubuklarını tüttürüp dalınçlarından sonra böyle “hık!” diye bir ses çıkartırlar, zıplarlar. Bunu Karadenizliler de yapar ocak başında. Buna bir de adları var; nistaks, Rumca. “Nistaks ettim” derler. İşte bu nistaks, dhyana aynı söz, meditasyon; bir dalınç hali ve birden sıçrama ile oradan çıkılıyor. İşte, transandantal meditasyoncular da onu “uçtu, zıpladı, hopladı” gibi magazinleştiriyorlar.
O anda, enerjik anlamda, ontolojik anlamda, öyle bir aslına, en temeline rücû eder ki insan, varlığının temeline dokunur ki –böyle ifadelerle söyleyeyim, ama hepsi teşbih– 24 saat uyusanız, onu bırakın, 50-100 saat uyusanız dinlenemezsiniz öyle. Olağanüstü bir dinlenmedir, enerji dolarsınız. İşte, kundalini başladı hareket etmeye. O zaman dik dur. Omurganın içinde hareket eder ve tam dik hale geldi mi firavunların kafasının üzerine koydukları, Buddha’nın meditasyonunda gösterilen, kafasının üzerine konan kobra yılanı ile temsil edilmiştir; yani zekâ. Zekâ, en uyanık noktasına gelir. Bunun sefahati vardır, bunlara girmeyeceğim, onlar tekniklere girer, lüzumu yok. Ama bir meseleyi anlamak için buna gönderme yapmak zorunda kaldım. Bu deneyim, o yaşantılar olmaksızın, tasavvufî, mistik sırlara, mysterion’lara tanık olunamaz. Geri kalanı dedikodudan başka bir şey değildir. Demek ki tasavvufun bir dedikodusu var bir de yaşantısı var. Şimdi, eğer bu “arınma”, “saflığa erişme” sözüyle tasavvufu özdeşleştirecek olursak, bunun bir ontolojik boyutu var ve dinlerin içinde de, muhakkak bütün sırrî dinlerde de, semavi dinlerde de, pagan dinlerde de ortak olan bir yanı var. Adına eğer yine moda terimle “meditasyon” sözcüğünü yakıştırırsak, aslolan budur.
Sanat ve Sevgi Yoksa Tasavvuf da Yoktur
Bu bir dua halidir, bir deneyimdir; ama onsuz ne sırrî dinler, ne pagan dinleri ne de semavî dinler temel bulurlar, söylenceden öteye geçemezler. Nitekim bu deneyimden doğan, yani bu kuyudan çıkartılan nedir? Buna “ilm-i ledün” denilmiştir. Bu ilm-i ledünden gelen, bu sudan gelen –su ile simgelenmiş– hayatiyet, hayat enerjileri nedir? Bunlar ne yapar? Bu, doğrudan doğruya sanat olarak tezahür eder. Sanatın ilahi boyutu, ontolojik, varoluşsal boyutu, insani boyutu, bütün bunlar bir araya geldiğinde –belki şöyle nitelemek lazım– hikmet içerir; içinde hikmet, irfan vardır, şiirseldir. Şiir, burada bütün sanatların formlarını içeren bir terim olarak kullanılıyor; sadece sözel şiir değil, şiirsel olan. Müzik, kaçınılmaz olarak hem iç deneyiminde hem dış ortamında tezahür eder, ortaya çıkar. Bu hikmet, şiir, müzik bir araya geldiğinde coşku uyandırır ve bu coşkunun nihayeti rakstır. Tasavvufun dili dışa doğru, yani tezahüre doğru bu şekilde çıkar; nihayeti rakstır. O raksın içinde, hikmet, şiir, müzik, hepsi içerilmektedir. Raksa ulaşılmayan, raksla raks olmayan bir tezahür tasavvufi değildir. O, başka bir meseledir. Bu bakımdan, örneğin bu gelenekte, tasavvufun en az bilinip en çok dedikodusu yapıldığı için, İslâm nokta-i nazarında bir iki tahlilini yapalım.
Eğer varoluş boyutuna ve o varoluş boyutundaki iç deneyimin doğurduğu, o varoluşun kuyusundan çıkartılan ledün ilmine ve haline –ilmi var, hali var– göz atacak olursak, burada “nur” sözü ile karşılaşıyoruz. Nur, ontolojik olarak bir varlık durumu. Bugün, kaba terimlerle karşılıyoruz genellikle; enerji diyoruz. “Enerji” deyince halloluyor her şey sanki, kelime tanıdık ya; enerji. Nur, salt anlamda enerji değil ama enerji yanı var, kudret içeriyor çünkü. Belki, en süptil anlamda, en latif anlamda bir enerjiden söz edebiliriz. Bilgi epistemolojik olarak, sevgi ontolojik olarak düşünülmelidir; çünkü sevgi bilgi değildir. Sevgi, bu anlamda nuru ifade eder. Yani Kur’an “Allahu nûrus semâvâti vel ard; Allah göklerin ve yerlerin nurudur,” dediği zaman, burada fiziki bir gerçeklik anlamalıyız, evet, ama bu fiziki gerçekliğin, bütün kâinatı sarmasındaki veya taşımasındaki, en süptil olarak taşımasındaki özellik, nitelik, birleştirici olmasıdır. Bir cazibe, bir çekim yaratarak birleştirici olduğu için de buna “sevgi” diyoruz. Fiziki bir enerji çekim yaratıyor, cazibe yaratıyor. Onun için Osmanlıca kullanıldığı dönemlerde, tasavvufta “mıknatısiyet” de “sevgi” diye nitelendirilmiştir. Derler ki: “Üzerinden aşırı voltajlı cereyan geçince, bir demir diğer demirleri de sevdası ile çeker.” Yani bir çekimden söz ediliyor, mıknatıslıktan söz ediliyor ve bunun ontolojik, varlıkbilim açısından bir karşılığı var. Bir kurgu değil, bir inanç tipi değil, bir düşünce tipi değil; bu doğrudan doğruya bir deneyim. Bu bakımdan, tasavvufun diline ulaşabilmek için bu “safiyet, irfaniyet, aşk” sözcükleri ile ifade edilen uç noktada “cezbe”den söz edilir. İşte o raksa neden olan da cezbedir. Yoksa dancing değildir; cezbenin etkisi altında oluşan bir rakstır.
Cezbeye kapıldığı için kendini alıkoyamadığı bir rakstır. “Sema” diyoruz ona. Ve bu cezbe, gerçekten kundalini enerjisinin –yine böyle bir terimle karşılayayım ben bunu, yüzde yüz o değil ama tanıdık kelimelerle konuşalım– yükselip ense kökünü sokmasıyla olur; böyle tabir ediliyor. Nerede? Mesela İslâm kaynaklarında var mı? Var. Abdûlkerîm Ceylî’nin İnsan-ı Kâmil adlı eserine bakınız. Orada, bu sokmaya “salsala-i ceres” diyor. Salsala-i ceres, binlerce çan çalmasının adıdır. Binlerce çan çalar; şuur kaybolur o ses deryası içinde. Çan sesidir gerçekten, o nedenle Tibet çanı vardır, o nedenle Hıristiyan çanı vardır; o nedenle birçok dinde, iç dünyada duydukları titreşimleri dışarıda çan sesiyle taklit etmeye kalkmışlardır. En yakını Tibet çanıdır. Yanılmıyorsam, kırk sekiz metalin belli bir alaşımından binlerce yıldır deneye deneye bulmuşlar; “om” sesi diye söylenen, o içte duyulan sesi dışta veren tek çan Tibet çanıdır. Ne demek bu? Gayet basit. Tibet çanının yanına değil de –büyükçedir– içine girip tokmağa vurdunuz mu meditasyona direkt girersiniz. Hiçbir çabaya gerek yok. O kadar ontolojik bir şey ki o ses, hemen bilinci baypas eder, seni kaynağınla buluşturur.
Şimdi, bu tür meditasyonlara Zerdüşt öğretisinde de rastlanmaktadır, ateş kültü vardır. Ocak başında –Doğu Karadenizliler de bilir– ocak başında ateşin etkisiyle medite olan biri, o “nistaks” dediğimiz belli bir derinliğe daldığında bir ses duyar. O sesi bilmez; onun felsefesi olduğunu, bir öğretisi olduğunu filan bilmez ama o sesi duyar; bir tınlamadır. İşte, ateşin meditasyonunun sesidir o ve om sesidir. Ya da tersi, om sesini yeterli düzeyde tınlatabilirse insan, rüyet olarak –rüya değil– uyur uyanık, ara durumda rüyet olarak ateş görür; yani ses görüsünü ya da görü sesini. Bu “meditasyon” kelimesini şimdi “tapım”a çevirmiş olalım: su tapımı, ateş tapımı. Buradaki tapımdan maksat, gidip ateşin önünde yerlere yatıp kalmak değil. “Çok seviyor ateşi ve ateşi de Tanrı zannediyor,” öyle değil. O, bizim pozitivistlerin işi anlamadıklarından dolayı uydurdukları. Ateşe medite olmak, suya medite olmaktan söz edilir. Bu, bir deneyim, orada da yine sesler var. Buradan nereye geleceğim? Evet, sevgiye. Sevgi çok süptil ama o da ses. Fiziki anlamda, bütün dalgalar aynı zamanda sestir. Fakat bu kulak, dış kulak duymadığı için bunlara “ses” demiyoruz. Hepsi dalgadır. Dış kulağın duydukları sestir.
İlk Sufilerden Pythagoras
Hem felsefenin, hem raksın, hem müziğin, hem şiirin hem de tasavvufun en büyük ustalarından, büyük üstat, büyük hazret Pythagoras’tır. Pythagoras, tarihte, semavi cisimlerin de müzik yaptığını söyleyen ilk kişidir. Kendini öyle takdim edeyim; büyük ustadır, büyük sufidir. Onun okulunda, kadın-erkek birlikte, bütün bu süreci birlikte yaşıyordu. Kadın-erkek ayrımı olmayan okullardan biriydi. O yüzden yaktılar biliyorsunuz, kendini de okulunu da yaktılar. Yani taassup, yeni bir şey değil, eskiden beri alışageldiğimiz bir şeydir. Bu “sevgi” dediğimiz düzey, “lâhuttan nâsuta” derler, yani en süptil düzeyden en yoğun düzeye kadar, belirli kalıplarda tezahür eder fiziki olarak; her birinde sesler ve armoniler bir âlem yaratır. Yani “Şöyle desek yeridir,” diyor bazı Sufiler, “Bu âlem sesten yaratılmıştır.” O yüzden Kur’an-ı Kerîm’de buna “sayha” diyor; sayha, tasavvuf dilinde, İsrafil isimli meleğin çaldığı trompettir. Onun trompetinden çıkan sesler, ruhlardır. Ses, ruh, enerji; yani birtakım göndermeler. Kuru bilgi değil, buradaki din sosyal, ideolojik dinler değil, deneyimlenen dindir. Tezahürde toplumsal, objektif dinler vardır; kurumsal dinler, inançlar, toplumsal kabuller, bunlar ayrıdır.
Eğer deneyimin doğrudan doğruya kendine “din” sözcüğünü yakıştıracak olursak, bunun bir kuru bilgi işi olmadığını mutasavvıflar vurgular sürekli ve derler ki: “Bilgi bize yetmez, sevgi gereklidir.” Buna, Kur’an-ı Kerîm’de, onların gösterdiği çok ilginç bir işaret vardır. Yani normalde okuduğunuz zaman ne ararsınız? İşte, sevgi yazacak ya da “vedûd” mu acaba? Vedûd sevgi demek çünkü. İşte, hûb, habib, yani sevgi, aşk, onları ararsınız kitabı okurken. Sevgiymiş madem, bu ontolojik bir deneyimmiş ve işaret varmış, ayet varmış, bunları ararsınız. Fakat mutasavvıflar garip işte, bu dil biraz farklı. Bizim aradığımız biçimde bir dil değil. Onlar başka bir şekilde gösteriyorlar: innî karîb. Sözcük bu. İnnî karîb; biz yakınız, akraba, karîb, kurbiyet. Bu “biz yakınız” mutasavvıfların dayandığı temel kavramdır, bir olgudur çünkü. “Garip iken karîb olmak,” diyorlar, “Gurbete çıktık.” Biz gurbetteyiz şimdi, şu anda gurbetteyiz. Ne demek o? Vatanımızdan, aslımızdan, baba evinden çıktık; İbrahim kıssasıdır bu. Baba evinden çıktık, “Leh Leha, hadi git kendini bul, Mısır’da ara.” Bulamadık. Mısır’dan tekrar geri döndük, yabancılıktan geri döndük, çıktığımız yerde bulduk kendimizi. Ama çıktığımız yerden önce çıkıp, garip olup, sonra dönüp karîb olunca buluyoruz.
Yani burada anlatılan şey; alinasyon, yabancılaşma. İnsan önce kendi bebeklik dönemindeki özdeşliğinden dış dünyaya, farkındalık bilinciyle dış dünyaya göç edip garip olacak, sonra bu gurbetten tekrar özdeşliğine geri dönüp karîb olacak ki kendini bulsun. Kendini bulduğu yer çıktığı yer. Gittiği bir yerde bulmuyor kendini, bir yere giderek kendini bulmuyor, ama bir yere gidip arıyor, döndüğünde işte “rücû” buna diyoruz. Raci olmak, dönüp aslına kavuşmak. “Önce bir gurbete git de bak, vatan neymiş. Bu, hakikatte de böyle,” derler. Günlük yaşamda da başımıza gelebilir; gurbet hayatı yaşayanlarımız var. Asıl gurbete gittiğiniz zaman vatan hasreti çekersiniz. Vatanın içindeyken vatan hasreti yoktur ama vatanın içinde vatan hasreti çekmediğin için vatan duygun da yoktur. O bakımdan, tasavvuf innî karîb ile ilgilidir. Peki, bu varışta, dönüşte bir şey var mı, etaplardan söz edebilir miyiz? Hiyerarşik bir etaplar zinciri var mı? Var. Bundan söz ettiğimiz zaman, genellikle günlük dile girdiğinde, insanlar kendilerini aşağılanmış hissediyorlar. Mutasavvıf, şiirinde, sözünde, sohbetinde yazmış, biz de okuyoruz. Diyor ki: “Bu, has esma işidir; avamı bırak, havas da giremez.” Has esma, has isim. Bırak avamı, sıradanları, havas yani seçkinler de giremez.
Akıl Selîm Olmaz, Sâlim Olur
“Avam elbisesini çıkart, adam elbisesini giy.” Demek ki “avam giremez” derken “bir hâl giremez” demek istiyor, “kişi giremez” demiyor. O haldeysen giremezsin. Halini değiştir, gir. Nitekim Kur’an-ı Kerîm’de benim çok şaşırdığım, bu mânâda şaşırdığım ayetlerden biri, “Allah dilediğine verir” der. O zaman, İsmail Emre’nin dediği gibi, “Sen de O’nun dilediği ol!” Demek ki bizim zihin yapımız ve pozitivist düşünme tarzımız, bilim yöntemimiz buna ermiyor. “Buna akıl ermiyor” bu demek. Ermez olur mu? Onun da bir aklı var. Hangi akıl eriyor? Akl-ı nûrânî, akl-ı sultânî. Altında ne var? Akl-ı selîm var. Onun altında ne var? Akl-ı meâd, onun altında akl-ı meaş. Akl-ı meaş, maişet aklı; avam buna diyorlar. “Akl-ı mâişet”, yani “maaş” diyoruz ya; “Çalıştım, maaşımı aldım.” İş yapan, sonuçta bir menfaat sağlayan, kullandığımız bir akıl tipimiz var. “Bu akıl tipi kendi alanında geçerlidir, işe koşulur, ama o akılla gönle giremezsin,” diyor. Ne demek? “Gönül ticaret işi değildir.”
“Tasavvuf” denilen vakanın iki yönü vardır; biri istiğrak yönü biri aşk yönü. Uzak Doğu’da istiğrakı çok görürsünüz. Uzak Doğu azizleri, mistik deneyimlerini hep istiğraka yöneltmişlerdir; yani onlar salt meditasyon ibadetini yaparlar. Ama gel bizim ateş dünyasına, gel Agni’ye, gel Zerdüşt’e, gel Hıristiyanlık değil ama gnostik İseviliğe; orada yangın var, aşk ateşi var. Bu, aktif tasavvuftur, meditasyon ise pasif tasavvuftur. Her ikisinin de gerekli olduğu söylenir, ya onu ya onu yapmak tevhide götürmez bizi. Tevhide gitmek için önce meditatif olana, sonra aşka geçilir. Meditatif yoldan aşka ulaşılır. Meditatif bir deneyim yoksa aşka ulaşmak mümkün değil, böyle bir yanı var tevhidin. O nedenle meditatif olana, bu tasavvuf literatürü içindeki teşbih, yani benzetmeler üzerinden “abdest alma” denilir ve abdest almanın birinci koşulu meditasyondur. Abdestin de rükünleri vardır. Birinci kural: Hadesten tahâret. İkinci kural: Necâsetten tahâret. Üçüncü kural: Setr-i avret. Sonra vakit, niyet, istikbâl-i kıble.
Şimdi, bu unutulmuş. Hadesten tahâret; ismi var, kendi yok. Hadiselerden temizlenmek demek, mutasavvıf bunu böyle okur. Mutasavvıf der ki: “Hadesten tahâret hadiselerin etkisinden kurtulmaktır.” Eğer hadiselerin etkisinden kurtulamazsan, yönelemezsin. Aklın, o hadiselere takılır kalır, yönelemezsin. Konsantrasyonun o dağınıklıktan derlenip toparlanması için hadiselerin etkisinden çıkman lazım. İşte bu vakaya, çok abarttığınız o “meditasyon” sözcüğünü oturtabilirsiniz. Ama bu daha birinci etap. İkincisi: Necâsetten tahâret. Necâsetten tahâret neydi? Üstüm başım kirlendi mi gider yıkarım. Necis şeyler, kirletici şeyler. Evet, zahirde öyle, doğru. Ne ile yıkarsın? Su ile. Doğru. Peki, bâtında ise ne yapacaksın? Bâtındaki necâseti nasıl tanımlayacaksın? Kur’an-ı Kerîm buna bir ayetle cevap veriyor: “Müşrikler necistir” diyor. Demek ki necis olan şirk; müşrik olduğun zaman necissin. Peki, birileri müşrikti, birileri müşrikse onlar yıkansın. Sen niye yıkanıyorsun? Sen niye abdest alıyorsun? Demek sensin müşrik olan, birileri değil. Sen müşriklikten çıkmalısın; necâsetten tahâret, yani tahir olmalısın. Nasıl olacak? Bir kere tanıyalım bunu, müşriklik neymiş? Biz bildik ki “Allah’a eş koşmak.” Allah’a eş koştun mu müşrik olursun. Nasıl eş koşulur? İşte, mevkiyi, şöhreti, parayı, pulu tanrı edinme, yani eş koşma. Peki, ben onları tanrı edinirsem, aslında, nominal olarak Tanrı’ya eş koşmuş oluyorum ama aslında nefsimde ne oluyor? Nefsinde şizoid oluyorsun, kişilik bölünmesine uğruyorsun. Müşriklik kişilik bölünmesi demektir ve necistir. Bundan kurtuluş tevhid ile mümkündür. Yani bölünmüş kişiliği –psikiyatrlar daha iyi anlayacaktır sözümün nereye gittiğini– tevhid edecek, aşkın bir ilke cazibesinde tevhid edecek, bir varlık-birlik bütünlüğünü kendinde gerçekleştirecek eyleme gereksinim vardır. Demek ki hadiselerden tahâret yetmiyor, çünkü zihin dağılmıştır orada. Bu kez kişiliğin bölünmesini bütünleyici bir eylem gerekiyor; necâsetten tahâret.
Üçüncüsü: Setr-i avret. Oramı buramı örtecekmişim demek ki. Mânâda, tasavvufta böyle demiyorlar. Oranı buranı örteceksin zahirde evet, tabii ki. Yani dilediğin biçimde, o topluma uyum sağlamak adına, korunma, kendinin korunması esas alınmak kaydıyla yapılandır, ama tasavvuf iç dünyanın dili, deneyimi, mânâsı olduğu için orada iş değişiyor. Peki, nedir setr-i avret? Kimsenin ayıbını gözetme, ört. Ayıp örtücü ol, ayıpları deşifre edici olma. Bir hikâye anlatayım. Tasavvuf, hikâye üzerinden daha iyi bir dildir, mitolojik bir dil çünkü. Üç kişi karşılaşmışlar. Bunların biri imam efendi, ilmi var; önderlik yapma, imamiyet yapma vasfı var. Bir diğeri Sufi, Mevlevi. Bir diğeri de muhakkik, Bektaşi. İmam efendi onları davet etmiş çardağa, “Gelin, bir çay içelim erenler,” demiş. O dönemde kılık kıyafetler de var tabii, giyilmiş, herkes belli. Sohbet ederken imam efendi demiş ki: “Ya! Hayret ediyorum. Ne güzel de giyiniyorsunuz! Ne güzel elbiseleriniz var! Hele bu Mevleviler, zenginsiniz herhalde. Bol, zengin kumaşlar.” Bektaşilere de “Siz de fakirsiniz herhalde, böyle giyiniyorsunuz,” diye takılmış. Mevlevi demiş ki: “Evet, biz ağniyâ-i şâkirîndeniz.” Bektaşi demiş ki: “Evet, doğru söylüyorsun, biz fukarâ-yı sâbirindeniz.” Ağniyâ-i şâkirîn, yani zengin, kendine intikal eden zenginliğe şükreden. Şükür nasıl olurmuş, anlatacağım şimdi. Tasavvuf dili nasıl şükredermiş? Öteki de diyor ki: “Biz fukarâ-yı sâbirindeniz”; yani fukarayız, yoksuluz ama bundan şikâyet etmeyiz.
Şimdi, hikâye içinde hikâye olur mu? Bu hikâyeden başka bir hikâyeye geçelim: Arap erenleri, Hoca Ahmet Yesevi’nin döneminde Horasan’a gidiyorlar. Horasan’da Türk erenleri ile buluşuyorlar ve birbirleriyle böyle tatlı tatlı sohbetler yaparken Türk erenlerden biri soruyor Arap erenlere: “Sizin yaşam ilkeniz nedir?” Onlar da diyorlar ki: “Biz, bulduğumuzda şükrederiz, bulamadığımızda sabrederiz.” Bakın, Mevlevi ve Bektaşi dervişlerinin de söylediği buydu: “Biz bulduğumuzda şükrederiz, bulmadığımızda sabrederiz.” Tebessüm ediyor Türk erenleri. Horasan erenleri tebessüm edince, Arap erenler bir kinaye olduğunu anlıyorlar ve diyorlar ki: “Peki erenler, sizin yaşam ilkeniz nedir?” Türk erenler diyor ki: “Sizin o yaşam ilkenizi bizim Horasan kelpleri de yapar. Kemik verdiğiniz zaman kuyruğunu sallar, şükreder; bulmadı mı kemiği, yatar, bekler, sabreder. Biz bulmayınca şükrederiz, bulunca dağıtırız.”
Bakın, cömertlik. O zaman, tasavvufun dili cömertlik dili. “Cûd” tasavvufun en temel kavramıdır, yani cömertlik, taşmak, kendinden taşmak. İlişkiye girdi mi taşan sevgi, cûd ilişkiye girdi mi “vav” aldı. “Sen ve ben” var çünkü. Meveddet: Sen ve ben, bire bir. Cûd oldu, “vav” aldı, oldu “vücûd”. Vücûd bulma nihayetlendi, bir ürün verdi, “mim” aldı, “mevcûd” oldu, bu âleme tezahür etti. Onu paylaştı ki “sücûd” oldu, mescide geldi. Bakın, ne garip bir dil! Bir yaşantıyı dile getiriyorlar. Böyle bir anlatım, böyle bir yol tutturmuşlar. Garip iken karîb olmada, akl-ı meaştan akl-ı meâda geçmek de yetmiyor. Akl-ı selîm, kalb-i selîm diye literatüre girmiş, ama bizim küçük bir düzeltmemiz var – izninizle tabii, konuyu işleyeyim. Literatür “akl-ı selîm” diyor. Her tarafta akl-ı selîm, akl-ı selîm. Kalb-i selîm olur diyorum ben, akl-ı selîm olmaz. Akıl sâlim olur. Kavram aynı kökten geliyor ama “sâlim” olmak, güvenli olmak, güvende olmak demektir; “selîm” olmak ise duru olmak demektir. Duruluk, duygular âleminde gereklidir. Dolayısıyla, kalbe inkılâp eder. “Kalb”de, inkılâptan dolayı “tekâllüb”, halden hale geçiş, yani duygudan duyguya geçiş olduğu için duyguların dinginleşmesine “selîm”, “kalb-i selîm” denilmiştir. Tasavvufta olmazsa olmaz temel ilkedir. Kalb-i selîm olmayan insan sufi değildir, o sürüklenmektedir. Ona “telvin” derler. Duygudan duyguya dolaşana “telvin” derler. Kalb-i selîm oldu mu temkin olur. Onlar temkin ehlidir.
Önce Ontoloji, Sonra Epistemoloji
Raksa katılmak, o cezbeye kapılan insanların işidir; raks ederler. İsmail Emre’ye soruyorlar: “Efendim, Mevlevîlik’te sema diye bir ibadet var ve sema ile aşk amaçlanıyor. Ne dersiniz?” O da diyor ki: “Mevlânâ aşka düştü, cezbeye kapıldı, sema etti, raks etti.” Bak, tersi olmaz; ontoloji önce gelir, epistemoloji sonra gelir. “Şimdikiler döne döne âşık olmak istiyor. Döne döne başınız döner,” diyor. Bu yanlış anlaşılmasın, sema gösterilerine bir laf atıyor değiliz. Bununla hiçbir ilgisi yok. Maksat, zaten tasavvufta kimseyi telhin etmek değil. Ne kusur varsa, nefsimizde. Fakat anlatılan şeyi anlamak bakımından, önce varlık durumu gelir, sonra onun bilgisi gelir. Bu bakımdan “ilm-i hâl” denilmiştir. Evvela hâl gerek, sonrası ilim. Çünkü hâle inkılâp eden, tahakkuk eden bir ilimden söz ediliyor. Demek istediğimiz; tasavvuf dış varlıkta temellenemez, vicdanda vücûd bulur. Vicdan, vecede, bulmaktır. Mevlânâ hazretlerinden “Hamdım, piştim, oldum,” bazen de “Yandım, piştim, oldum,” diye nakledilir. Bulmak, vücûd bulmak, vecede, vicdanda olur. İnsan, vicdan varlığıdır. Dış nesneleri bir araya getirmekle insan yapılamaz; o nedenle, dışta temellenmeyen bir şey. O hâl üretilecek. Mesela sevinç bakkaldan alınmıyor, markette satılmıyor, arkadaşından rica etsen veremiyor. Ne yapacaksın? Vasıl olacaksın, rücû edeceksin, dokunacaksın o kaynağa, oradan fışkıracak; artezyen içeriden gelecek. Geldi mi, sevince gark oldun mu, işte “Bu sevinç vücûd buldu,” diyoruz. İşte, vücûd buldun mu artık ilim yapabilirsin; çünkü yaşadığın bir şeyi anlatacaksın.
Ama gel de yap – ona benziyor, buna benziyor; müteşâbihat. Bütün anlatımların teşbih ayetleridir, ama yaşadığın muhkem ayettir. Sevinç senin için muhkemdir, hiçbir şüphen yoktur. Yakîn bir bilgidir; şüphen yoktur, sevinçte misin, değil misin ama anlatırken: “Şuna benziyor, buna benziyor, öyle değil, bunun gibi, şunun gibi,” demek zorundasın. Aktarımda müteşâbih, yaşantıda muhkem olan ayetlerdir bunlar. Sevgi kalktığında, geriye sadece bilgi kaldığında, bu bilginin hâle inkılâp eden, tahalluk eden herhangi bir bağı kalmayınca, din sadece kuru bir merasimler bütünü olur; içinde sevda olmayan yazılar gibi. Okursun, okursun, içinde sevda yok. Bu bakımdan, raks, müzik, estetik, tasavvufun olmazsa olmaz fenomenleridir. Tasavvufun dışavurumları bu biçimde olur. Mevlânâ hazretleri dediğiniz koskoca âlim, dönemin en büyük profesörlerinden biri; medresede ders veriyor ve ilminde de doruk, zaten babası reîsü’l-ulemâ. Böyle bir adam sema yapıyor. Gelgelelim, hâlsiz ilimle meşgul olan zihinler bunu mekrûh görür; “kerih” der, “istenmeyen, gayriciddi bir şey,” der.
Sanat yönünden bakarsak eğer; içinde sevda olmayan ya da sevda deneyimine gark olmamış olarak, sevişmeyi dışarıdan seyrederseniz, o pornografidir. Pornografiyi hakikatinden ayıran nedir? Sadece sevgi deneyimine girmemiş olmanızdır. Kendiniz içindeyken o deneyimde muhteşem bir hal yaşıyorsunuz, ama dönüp ona dışarıdan baktın mı, ikrâh oluyorsun, kerih görüyorsun. “Bu, ne kötü bir şey canım! Çocuklara sakın göstermeyin, travmadır!” Çocuk oradan doğdu ama doğduğu şeyi çocuğa gösterme, travma olur. Doğru. Niye? Çünkü özsüz görünüşler pornografidir. Öz ise deneyimdir. Bu, sanatsal bir terim ama doğrudur. Tasavvuf, tam da bunu, aynen böyle kabul eder. Merasimlere bürünmüş olan, özsüz fenomenler olan, merasimler olan din kerihtir. İnsanlar bu yüzden kendi öz varlıklarından soğudular, varlıklarının sevdasına düşemediler. Aralarına böylesine bir engel indi. Tasavvuf, yalnız merasimlere indirgendiğinde içi boşalır. Tasavvuf, dinin en has odası olduğu için, onun içi boşaldı mı o daha dehşet bir dış görünüşe bürünür. Yani şeriat kapısındaki din fenomeninin ne kadar daha güvenilir olduğunu görürsünüz o zaman. “Şeriat kapısındaki o denetim ne kadar iyiymiş!” dersiniz. Tasavvufun özsüz dışlaşması kadar tehlikeli, negatif, bozucu bir şey olamaz. O nedenle mutasavvıflar, ısrarla şeriat kapısından geçmeyeni kabul etmezler. Yani hak; şeriat kapısı demek adalet kapısı demek.
Şeriatın özü adalettir. Şeriat, her ne kadar bugün sadece din hukuku anlamında kullanılıyorsa da, mutasavvıflara göre böyle değildir; çünkü Kur’an-ı Kerîm’de her ümmete başka bir şeriat verildiğine dair ayet var. Mutlak şeriat yok, Kur’an-ı Kerîm’de göreli. O zaman, buradaki şeriatın özü adalettir, adalet tesis edilen her hukuk düzeni şeriattır. Bu, mutasavvıflara göre böyledir. Bu bakımdan, adalet ile muamele etmeyen, nefsine de itidal ile davranmayan insan, tarikat kapısına gelemez, şeriat kapısında kalır. Şeriat kapısına dahi gelmemiştir, çünkü şeriat kapısı demek, toplumla muamelesinde adil, nefsiyle muamelesinde itidal üzere olan insan demek. O zaman akl-ı meâdı var onun; akl-ı meâd adalet aklıymış. Ondan sonra itidale gelirse de kalb-i selîm olur, durulur. Ne demek bu kalb-i selîm olmak, durulmak? Riyâdan kurtulmak demek. Tasavvufa göre insanın hayatında en büyük tehlike; kendi gelişmesine, huzur bulmasına, İslâm olmasına; teslim, müslim, zevkli, huzurlu, barışık olmasına engel olan en büyük tehlike riyâ. “Riyâ” kelimesi çok ilgi çekici bir kelime. Riyâ uygarlığı da var; bireyde de var, toplumda da var. Riyâ uygarlığı, şov uygarlığı demek. Bugünkü dünya şov. Başkası için yaşamak şov. “Başkası için yaşayanlar İslâm olamadı,” diyor. Yani barışık olamaz, kendi ile barışamaz.
Başkası için yaşamanın insan üzerindeki kişilik bölünmesine sebep olucu o kadar çok nedeni var ki psikiyatri bunun için bugün tedavi, terapi bulamıyor. Hep başkası için roller üstlenip rollerin içinde kendini kaybetmiş bir insan, hep gurbette, kûrbete gelemiyor. O zaman, riyâ gösteriş demek. “Gösterişte olan insanın huzuru, mutluluğu, zevki olamaz,” diyor. “Ona biri gelip ceza verecek,” demiyor, “Böyle olunca bunları bulamazsınız,” diyor. Demek ki ceza da eylemin kendi içinde gizli. O yüzden Kur’an-ı Kerîm’de, ahir zaman için, “Onlara kendi kitabını oku derler,” diyor, “nefsin kâfidir.” “İkra bi kitâbike.” Oku kitabı, nefsin şahit olarak yeter. Başka bir şeye gerek yok. Demek ki ahiret kitabı, senin yazdığın kitabın kendi. Hangi eylemlerle hangi suretleri ortaya çıkarttıysan, onlarla birlikte yaşayacaksındır. Ve bunu Cenâb-ı Peygambere soruyorlar, diyorlar ki: “Efendim, bu ahiret meselesine biraz daha ışık tutar mısınız? Ölüm nedir, ahiret nedir, anlayamıyoruz.” O demiş ki: “Uyku, ölümden bir misaldir.” Rüya, ahiret demektir. Rüyalarımız ahiretimizdir. Günümüzün ahireti rüyalarımızdır. Âhir etmek, sonlandırmak demek. Günlük yaşantıyı sonlandırıyorsun. Şimdi çevirdiğin filmi sana gösteriyorlar. Tasavvuf meselesinde, dikkate değer olan, vurgu yaptığımız yer estetik boyut; estetik, güzel. “Güzel”i al, tasavvuf yok. Doğru ve iyi yeterli değil. Doğru, iyi ve güzel. Bu sacayaktır; sacayak oldu mu insan kemâle gelir.
Allah ve Tanrı Ayrı Kavramlardır
“Tasavvufta ideal olan bilmek değil bulmaktır,” demiştim. Vicdan, vecede, vücûd. Bu bulma meselesi, Türkçeye “bulunç” olarak bir ara çevrildi; Batı dilinde conscience. Ne demek? Sözcük anlamı nedir? Farkındalık demektir; çünkü bilinçle (conscious), zihinle ilgili bir kelimedir. Bizde “vicdan” bu mânâya gelmiyor. Vicdan, vecede, bulmak demek. Conscience fark etmek ile ilişkili; bizde ona “furkan” derler. Kur’an toplamaktır, furkan fark etmek. Biz “vücûd” diyoruz; vücûd bulunur. Kaybolmuş bir kelimeyi gidip bulmak, kaybolmuş bir eşyayı bulmak gibi mi? Hayır. Öyle bir bulmak değil, o tür bulmak keşfî bulmaktır. Bu keşfî değil. Bu, “yok varlık”tan “var varlığa” geçiştir. Ne demek bu? Yani şu anda bende bir itminan var, bir tatmin var, ama birazdan diyelim ki bir haber geldi, bir heyecan sardı bizi, korku galip geldi, vücûd oldu. Demek ki ben gidip bir şey bulmadım, o hâl bende vücûd buldu, varlık kazandı.
Ben konuşurken “Allah buyurdu ki” diyorum, “God says” olarak çeviriyorlar. Hayır! God başka bir kavram. “God” denilen, Yod. Hoş, Yod olduğu da unutuldu, ghost zannediliyor. Soruyorum Batılılara, “God nereden geliyor?” diye, Ghost’tan geldiğini zannediyorlar. Kimi geist’tan geldiğini söylüyor, fena değil, geist olur ama ghost olmaz. Fakat “Allah” böyle bir kavram değil. Almancaya Yod’dan girmiş, İbraniceden gelmiş; “Yod He Vav He”. Almancada ona “God,” “Yod” denilmiş. Evet, bu çağrışım uyar bize ama Allah kavramını yine karşılamaz; çünkü “Yod He Vav He” ayrı, “Elohim” ayrı, “Allah” ayrı kavramlar. Demek istediğim; tasavvufun dili, felsefi anlamda da yani felsefi kavramsallık anlamında da özgün bir dildir. Başka sistemlere, başka terminolojilerin karşılığına girerken, çıkarken, transfer edilirken ya da çevrilirken anlam kaybına uğrar.
* Metin Bobaroğlu’nun 3 Ocak 2012 tarihindeki “Dil ve Dilin Farklı Boyutlarda İncelenmesi” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.