- Felsefenin Bir İdeolojiye Dönüşme Riski
- Pozitivizmle Dogmatikleşen Anlayış
- Faşizm ve Totalitarizme Açılan Kapı
- Bir Olgunun Raporlaştırılması Bir Dil Oyunudur
- Gören Göz Değil Akıldır
- Ortak Akıl Projeleriyle Birleştirmektense Eleştirel Akılla Çoğulculuğun Sağlanması
- Aklın İbadeti Nedir?
- Akıl ve Vicdan Birleşmedikçe Huzur Bulunamıyor
- İki Bin Yıl Sonra Devlet Kuran Töre
- Dinlerarası Diyalog Olanaklı mıdır?
- Ihlara Vadisi’nin Gnostik Hıristiyanlarına Ne Oldu?
- Sohbet Fenomenolojisi
- Anlamın Dışarıdan Yüklendiği Yaşamlar
Felsefenin Bir İdeolojiye Dönüşme Riski
Dilin en yetkin biçimini felsefî kavramsal dilde bulduğumuzu söylemiştim daha önce. Şimdi, Wittgenstein’ın bu konudaki birkaç sözünü alıntılayacağım giriş için; şöyle diyor Wittgenstein: “Felsefenin farklı amaçlarının içinde özlü olanı, düşüncelerin aydınlatılmasıdır. Felsefe, neyin doğru, neyin yanlış, neyin iyi, neyin kötü olduğunu tartışmaz; kavramların aydınlığa çıkartılmasını, bir dil olarak anlaşılabilir kılınmasını esas alır. Bu bağlamda felsefe, kavram dili olarak algılanabilir.” Benim de görüşüm budur, temel olarak. Daha önce de paylaşmıştım sizinle. Felsefenin farklı konuları vardır malum; bunlar tartışmanın konularıdır, müzakere etmenin konularıdır. Ama bu disiplinlerden herhangi bir tanesine bağlanıp kalırsanız, duygusal bir yakınlık hissederseniz, o disiplinle kendinizi belirlerseniz, o zaman o, felsefi disiplin olmaktan çıkar, ideoloji haline gelir. Bir dünya görüşü olur ve daha sonra ideolojiler tartışmazlar, müzakere de etmezler, doğrudan doğruya fikirlerini hayata geçirmek isterler. Bu bakımdan, ideolojilere dönüşmüş olan fikirler felsefenin sahasının dışına çıkmıştır. Bu bakımdan, felsefeyi biz yine kendi alanında; dilin, düşüncelerin, kavramların aydınlatılması ve olası bilme biçimlerinin farklılıkları içinde birliğini kavramaya dönük, özsel yanını –Wittgenstein’ın dediği gibi, özsel yanını– hep vurgulayacağız. Felsefe yapılma sürecinde, açıklamalar, kavramlar belirli bir tutum ve belirlenim ile oluşurlar. Felsefi bir tutum belirlediğinizde, dünya görüşünüzden, ideolojinizden bahsediyorsunuzdur ki o ideoloji, sizin günlük yaşamınızda belirlediğiniz bir tutumdur. Yaşama karşı belirlediğiniz ve yansıttığınız bu tutum, ideolojik ve tutumsal bir aklın da biçimidir. Bu bakımdan, felsefe diğer bütün disiplinlerden, bütün bilimsel disiplinlerden farklı olarak, kendi üzerine düşünebilen, aklın aklı ile akla bakabilen yegâne disiplindir. Bu bakımdan, felsefeyi salt bir rasyonalist felsefe veya pozitivist felsefe biçiminde veya mantıkçı pozitivizm biçiminde herhangi bir disipline hapsetmek, bir ideolojik tutumdur, felsefi tutum değildir.
Felsefe, her defasında olguları, nesneleri bilincimizde nasıl kavradığımızı ve bu kavrayışta kullandığımız ara durum olarak paradigmaların ne olduğunu ve bu paradigmaların sorgulanmasını da içerdiği için, dilin üzerine bir düşünme uygulaması olarak da düşünülür. Yani dilin sorgulanması, dilin geliştirilip geliştirilmemesi veya ketlenip ketlenmediğinin sorgulanması olgusunu da birlikte taşır. Felsefe, bilimlerin kullandığı terim, deyim ve kavramları sorgular. Bilimler onları sorgulamaz, onları kullanır. Felsefe, aynı zamanda sorgulayıcı niteliğiyle de dili dinamik kılar; dilin kullanımını eleştirel bir sahaya taşımaya yardım eder, bir tutum olarak. Bilimler, bu kavramlarla, terim haline getirilmiş kavramlarla çalışırlar ve onları uygularlar, ama felsefe bunları sorgular. Bu, giderek, teori düzeyindeki genel kuramsal yapıların da sorgulanması anlamına gelir. Eğer bir tutum olarak, genel bilme paradigması topyekûn eleştirilip yeni bir paradigmaya dönüştürülebilirse, eğer böyle bir vaka olursa, o zaman paradigmadan söz edilebilir. Daha doğru deyişle, paradigmadan paradigmaya geçiş bir evrim değildir; kuantizedir, bir sıçramadır. Bir paradigma, eleştirildiğinde iyileştirilemez. Ona birtakım yamalar yaparak onu iyileştirmek mümkün değildir. Bu nedenle bilim, devrimlerle ilerler. Bilimin bir paradigmayı eleştirip onun içinden doğan daha yüksek bir paradigmayla, yeniden kendini konuşlandırdığını görüyoruz. İşte, bu devrimi bilimsel uygulamalar yapamaz, bu bilimsel paradigmanın üzerine yapılan felsefi düşünmeler yapar. Bu bakımdan, felsefeyi bilimden kopardığımızda, bilim bir inanç sistemine dönüşüverir.
Pozitivizmle Dogmatikleşen Anlayış
Hegel, diyalektik düşüncesinde, bir düşüncenin üzerine düşünce ile bakmanın eleştirel yönteminin dogmatik olmayan yolunu göstermiştir; onu da önerebilirim. Fakat burada, Husserl’in de hatırlayacağınız bir yöntemi var: “Bildiklerimizi parantez içine alalım, sıfıra gidelim. Sıfırdan, yeniden kavramsal dizgemizi sorgulayarak kuralım.” Fakat bütün bunların olanaklılığı, ayrı bir problem. Bizim burada, entelektüel sezgiye hitap eden biçimde yaklaşımımız odur ki bu sorgulamayı, bilincin, dilin bu biçimde kullanımını felsefe yapar. Felsefeyi göz ardı ederek pozitivizmin tuzağına düşmemeliyiz. Burada daha önce yaptığımız bu tartışmaları veya önerileri anımsatıyorum yine. Auguste Comte’un pozitivizmi, giderek materyalizmin birçok dallarında benimsendi. Pozitivizm ilerlemeci bir dünya görüşüdür. Bu ilerlemeci dünya görüşünde, Auguste Comte, dünya tarihinin gelişim süreçlerini birinci evre, mitolojik evre olarak nitelendiriyor. İkinci evre olan din evresi için, “Dinler uygarlık sahasına çıktığında mitolojilerden yararlandılar, ama mitolojileri devre dışı bırakarak bir dünya görüşü olarak kendilerini koydular,” der. Uzun zaman da dinlerin hâkimiyetinin dünyada siyaseti belirlediğini söyler. Onun arkasından felsefe gelmiştir ve felsefe, dinleri eleştirdiği için, eleştirebildiği için, aklı dinsel inancın yerine koyar ve artık insanlar, akla bağlı olarak kendi yaşamlarını akıl düzeni içinde, kozmos içinde kurmaya başlarlar. Fakat aklın yanılgıları vardır. Mantıksal farklılıklar, neyin doğru, neyin yanlış olduğu üzerinde yeteri kadar uzlaşma sağlamamaktadır. Bu bakımdan, sanayi devrimi ile birlikte, Rönesans sonrası büyük buluşların katkılarıyla bilimin parlaması ve bilimsel yaşamın giderek yaygınlaşması, sanayi devrimi ile yine paralel olarak, artık bilimsel bilginin ve bilimsel tutumun egemen olması gerektiğini; onun da felsefeyi kaldırdığını, iptal ettiğini, devrini tamamladığını ileri sürmüştür. Pozitivizmin asıl ilerlemeci dünya görüşü budur temel olarak. Bu, diyalektik materyalizmde de benimsenmiştir. Orada, sadece köle-efendi diyalektiğinin çözümlenmeleri vardır, ama neticede ilerlemeci bir dünya görüşü, giderek felsefenin bittiği, iptal edildiği, artık ona gerek kalmadığı, hatta tamamlandığı, “Mükemmel bir şatodur, tamam, ama artık ona ihtiyacımız yoktur,” şeklinde ifade edilmiştir. “O, bilmeyi, anlamayı tasarlamıştır; biz ise dünyayı değiştireceğiz.” İşte bu görüşler, pozitivist görüşlerdir. Temelde ve bu pozitivist görüşlerde eylemin değiştirici, dönüştürücü gücünün fark edilmesi ve bunun üzerine toplumsal praxis’in gelişmesi, dili de dilin oluşum yapılarını da değiştirdi; çünkü dil neticede, yaşamın kendi gerçeklerinden yansıyan, temsili bir kavramsal dizgedir. Fakat bu arada, “sorgulama” dediğimiz bu felsefi düşünce tarzı, hep ideolojilerin ve dinlerin dogmatik tutumları gündeme geldiğinde reddedilmiştir. Yani nerede felsefe reddediliyorsa, orada dikkate değer bir kapanma, ideolojik bir tutum sergilenmektedir.
Faşizm ve Totalitarizme Açılan Kapı
Bunun biri faşizme, diğeri totalitarizme giden iki ucu vardır. Artık tartışma yoktur, mutlak çözümler bulunmuştur, bu mutlak çözümleri yaşama geçirmek gerekmektedir. İdeolojilerin tutumu budur ve dolayısıyla giderek felsefeyi gözden düşürmek, felsefi düşünmenin bir işe yaramadığını, avara kasnak kavramlar, soyut kavramlar üzerine düşünceler ürettiğini ve bunların da yaşamda karşılıklarının olmadığını ileri sürmek gibi ve onu Wittgenstein’ın kullandığı son derece önemli bir kavramı, “Felsefe bir dil oyunudur” sözünü kullanarak gözden düşürmeyi sürdürmüşlerdir. Pozitivistler, bu “dil oyunu” kavramını istismar etmişlerdir. Wittgenstein’ın kendi de pozitivist mantıkçıdır, fakat sorgulamasının temelinde olan bu dil oyunları sorunu, aslında paradigmaları da ilgilendiren bir şeydir. Çünkü oyun, hep çocuksu bir şey olarak, genellikle günlük dilde kullanılır. “Oyun oynama! Uslu ol! Doğru dürüst çalış, oyun da nedir?” gibi konuşmaları, günlük yaşamımızda birbirimize karşı kullanıyoruz. Hâlbuki oyun kavramı çok önemli bir şeyi vurgular:
- Yaratıcılığı vurgular ki sanatın kaynağına oyun da girer.
- Kurallılığı anımsatır. Yani oyun, kurallarına uyduğunuz sürece oyundur. Kurallarını ihlal ettiniz mi o artık oyun değildir.
Bu bakımdan, Wittgenstein’ın dil ve düşünce diyalektiğinde, dilin düşünceyi belirleme olgusunda, bize özenle göstermek istediği şey, dil oyunları kurabilmektir. “Felsefe, tasarıma bağlı olarak dil oyunları oluşturur,” der Wittgenstein; tasarıma bağlı dil oyunları. Dolayısıyla, burada “oyunları” diyor “oyunu” demiyor, çünkü farklılıklar var. Bu farklılıkları göz ardı edersek ki bunları ancak felsefede bulabiliriz, ideolojilerde tek tip bir paradigma ya da tasarımın hayata geçirilmesi planlandığı, bir proje olduğu için bilincin bilincine varamayız; çünkü projelerde sorgulama olmaz, uygulama olur. Bu bakımdan, dil oyunları kurmadığımız sürece, bilincimizin hangi durumda olduğunu, aklımızın ne tip çalıştığını fark edemeyiz. Sadece, gizil bir el bizi kullanıyormuş, aklımızın arkasında mutlak bir güç varmışçasına, artık bizi sürekli dogmalara ve inancalara sürükler. Bu o kadar hayatımıza el koyan bir güçtür ki çoğu zaman, aydınlanma adına, dogmalardan kurtulma adına, başkaldırı olarak baskısında kaldığımız inancaları reddetme tavrı içine girdiğimizde, bizi daha çok kullanır. En çok tuzağa girdiğimiz zaman odur. “Artık dogmatik düşünmüyorum. Dogmalara karşıyım. Başkalarının inançları beni artık bağlamaz. Ben hürüm, özgürüm,” derken, orada yeni bir dogma, dogmatik tutum ve kendi aklının beğenilerini onaylamalar başlar ve giderek kendi iç gücünü, eminliğini, pekinliğini oluşturabilmek için iç inancalar, karşı koyma inancaları oluşturur. Bu da yeni bir ideolojik tutum olarak dil oyunlarının kaldırılmasına neden olur.
Bir Olgunun Raporlaştırılması Bir Dil Oyunudur
Bilim felsefesi, bilimin önünü açar. Böyle ilerler demek istiyorum, ama eğer bilim felsefesi bilimden koparılırsa, “Felsefenin devri bitti. Felsefeye gerek kalmadı. Salt bilimsel tutum bize yeterlidir,” denilirse, o zaman problemlerle karşılaşıldığı halde, onlar çözülemediği halde, mutlaklaştırılmış bir paradigma gibi o problemler dondurulmuş ve bilim bilimsel tutumdan ayrılmış olur. Bu yönüyle de felsefenin bilimden koparılmaması gerektiğini savunuyoruz, sadece tasarımlar yönünden değil. Ama yine de dil oyunları problemi son derece önemli. Örneğin, bir olguya rasyonalist bir disiplinle yaklaşarak onu raporlaştırdığımızı düşünelim. Bu olguyu raporlaştırdık. Bu, bir dil oyunudur. Aynı zamanda bir akıl oyunudur da bu. Aynı zamanda, aynı olguya rasyonalist bakıştan başka, diyalektik materyalist bir paradigmayla da bakabilmeliyim; düşüncemi bakışa terk edemem. Bu, ayrı bir paradigmadır. Bu, tarihsel bir süreci gerektirir. Örneğin, salt pozitivist bakış, “şimdi ve burada”nın duyumsal algısının üzerine kurulmuş olan bir duyumculuktur, bir ampirizmdir. Ampirizm eleştirisinde şu vurgulanır; “şimdi ve burada”dan hareketle aldığımız izlenimleri rasyonel süreçlerden, matematik ve geometrik süreçlerden geçirdikten sonra bir kavram öbeği içinde değerlendirip bilimsel bilgiyi elde ediyoruz, ama bu “belki” doğa bilimleri için geçerli olabilir, bir yere kadar; toplum bilimlerine geldiğiniz zaman çalışmaz. Çünkü toplum bilimlerinin kaotik duyarlılığını indirgemelerle göz ardı edersiniz. Kaotik duyarlılık kalktığı anda, ölüyü incelermiş gibi, bir ölü tavuğu incelermiş gibi incelerseniz, sonunda “Tavuk şunu yapar, bunu yapar,” dersiniz. Hâlbuki bunlar ölü bedenin sonuçlarıdır; tavuğun dirimselliğini kaçırmışsınızdır. Toplum dirimlidir, sürekli değişim içindedir. O değişimin parametreleri vardır, ama bütün bu parametrelerin, o “şimdi ve burada”nın kesitinden öncesi vardır, tarihsel süreci vardır. Tarihsel süreç devreye sokulduğu anda, pozitivizm iflas eder.
Süreçler sonuçları oluştururlarken, o sonuçlarda o süreçler dynamis olarak içerilirler. Biz, bardağı pozitivist bir biçimde incelediğimizde –science olarak– bu bardağın hangi atomlardan yapıldığını, şeklinin nasıl olduğunu, nicelik, nitelik ölçülerinin hepsini koyarız, birtakım deneylere de tâbi tutarız. “Şu derecede ergir, bu derecede kırılır, şu basınç altında şu olur, vb.” Sonuçta bir rapor çıkartırız, ama bu bilgi, o bardağın tarihsel sürecini içermez; oluşum sürecini de içermez. “Şimdi ve burada”nın bilgisi, kumdan buraya kadar geldiği aşamaları da içermez. Bu tarz bir disiplin, bir dil oyunu olarak ya da bir disiplin olarak bize bir bilgi verir. Fakat diğer süreçli düşüncelerin de getireceği bir bilgi var. O bilgiyi buna nasıl entegre edeceğiz? Bu da düşünülmeli. Başka bir yönden bakılabilir. Deneyin yani pratiğin sonuçlarının raporlaştırılmasıyla bir bilgi edindim, bunu biliyorum ama bunu bilen aklı bilmiyorum. O zaman, bunu bilen aklın dönüştürülmesi, değiştirilmesi olanaklıysa ya da sonuçları değerlendirdiğim akılda kullandığım mantık statik mantıksa, saçaklı mantıksa, diyalektik mantıksa, sibernetik mantıksa, farklı sonuçlar çıkıyorsa, bu standart bir aklımın olmadığı anlamına gelir. Hangisi amaca daha uygunsa onu kullanmalıyım. Amaç belirlenimi, ayrı bir sorun. Şimdi, burada çok derine gitmeden, hepinizin bildiği konular bunlar. Ben sadece anımsatmaya çalıştım.
Dil üzerinden konuştuğumuz için, burada dikkate değer olan şey; bu dil oyunlarının bize bilincimizin, aklımızın ve dilimizin hangi konumda ve durumda olduğunu gösteriyor olduğudur. Söz konusu ettiğimiz şey olaylar, olgular, onların arasındaki yasalar değil; kavramlarımızın daha aydınlanmış kavramlar olduğunun ancak farklılıklar arasında tespit edilebileceğidir. Yine Wittgenstein bize şunu söylüyor: “Felsefenin kavramlarının dizgeleştirilmesi, sistematize edilmesi, önermelerinin dizaynı, bir dil oyunu olarak aslında bizim dünyamızı da oluşturur.” Burası hassas. Yani biz, dünyayı doğrudan göremeyiz, mümkün değil; doğrudan algılayamayız, doğrudan duyumsayamayız. Daima paradigmamız, anlama modumuz, değerlendirme modumuz üzerinden görür ve anlarız. Hatta bugün, birkaç dostumuzla birlikte, müzik üzerine konuşmalar yapıyorduk ve bu konuda doktorasını yapmış bir müzisyen dostumuz şunu dedi: “Eğer biz birtakım müzikal yapıtların iç dünyamızda belirgin, kristalize edilmiş, belirgin kayıtlarını bulundurmuyorsak, yani tekrarlarla onu orada var etmemişsek, müzik buradan girer, buradan çıkar gider. Birilerinin o hayranlık duyduğu büyük kompozisyonları biz duyamayız, algılayamayız.” Demek ki bu, bir “iç dil” oluşturma, bir “iç” oluşturmayla eşdeğer. Yani hangi yapı bakıyor, algılıyor? Bu, standart bir salt duyuculuk, duyumculuğa indirgenebilir mi? Göz bakıyor ama göz görmüyor ki.
Gören Göz Değil Akıldır
Gören, eğer akılsa, aklın donanımı ne? Aklın kendi üzerine dönüşü, refleksiyonu var mı? Derinleşmesi ne? Sistematize bir akıl mı? Parçalı bir akıl mı? Analitik mi? Hatta eğitim açısından analitik mi? Sentetik düşünme yetisi var mı? Bütün bunları göz önüne aldığımızda, dil bir ayna olarak, önce bilincimizi bize gösteriyor, ama ikinci olarak, bilincimizi değiştirmenin olanağı olarak da dilin rolünü görüyoruz. Dil-düşünce diyalektik bir yapıdadır. Burada “diyalektik” sözü bağıntılılığı içeriyor. Düşünce, kavramsal dilden, sözel dilden önce müzikal, algısal, imajinatif, çocukluk evrelerinde olan bir dili de kullanır. Bazı düşünürlerin burada birebir karşılıklılık olamayacağını söylediklerini hatırlayarak buna da “dil” diyelim. Dolayısıyla, düşünce, kavramsal veya sözel dilden daha kapsamlıdır, daha geniş bir sahaya yayılır. Hatta sözel dil onu daraltır ve indirger. Böyle bir sav var. Fakat biz, anlamın oluştuğu, nihai, sözel, kavramsal soyutlara taşınabilir düzeydeki kavramsal belirlenimlerin imajinatif veya algısal düzeyde olamayacağını, bunun kavramlar aracılığıyla sözel bir dille olacağını ileri sürerek, dil-düşünce diyalektiğinin karşılıklı bağlantılılığının zorunlu olduğunu düşünüyoruz. Bilimsel tutumda dedik ki: “Uygulamayı yaparsınız, problemlerle karşılaşırsınız, o zaman geri bildirim yaparak, o problemi aşabilmenin yollarını sorgularsınız, yani yönteminizi sorgularsınız. Orada sorgulanan yöntemdir.” İşte düşünce de, tıpkı bilimsel tutum gibi kısıtlandığı yerde, birtakım tasarımlar olsun, projeler olsun ya da yaratıcı imgelem olsun, kavramlarımızı sanatsal düzeyde kullanma, felsefi düzeyde kullanma gibi deneyler yaparken, bunların kullanımında aciz kalıyorsak, dilimiz yeterli olmuyorsa, bizim önümüzü açamıyorsa, o zaman bir geri dönüşle, kullandığımız dilin materia’sına bakmak zorundayız. İşte, o dilin materia’sı kavramlardır. Bu kez, bizi o olguları, o olayları anlatmada engelleyen dilin kendini geliştirerek, onun kavramsal örgüsünü geliştirerek onu çözdüğümüzü görürüz. Bu yaklaşım, şu anlamı da taşıyor: Dil-düşünce bağıntılılığında, dil düşünceyi kısıtlar, sınırlar, kavramlaştırır ve bilinç yaratır. Aynı denli, düşünceyi ketler, önünü keser, bilinci karanlık hale getirebilir. Aynı denli, geliştirildiği takdirde, bilinci açar, yeni ufuklar, yeni paradigmalar yaratma noktasına kadar taşır. Ketleme, koruma, geliştirme gibi her olguda dil-düşünce bağıntılılığı kopmaz. Başka bir deyişle, kavramsal bağlamını vurgulayarak dilsiz düşünmenin olanaklı olmadığı söylenilebilir. Burası, altını çizeceğimiz bir nokta.
Felsefi düşünmenin üzerine düşünme ile yeni felsefi disiplinler de doğmuştur. Felsefi düşünmenin kendi ile kendine bakarsak, mesela pozitivizmle pozitivizme bakarsak, pozitivizmi görürüz, başka hiçbir şey göremeyiz. Başka bir paradigma oluşturabilmek için başka parametrelere ihtiyacımız var. Başka parametreler, zemin açısından, erek açısından ve yöntem açısından farklılaşmayı gerektirir. Şimdi, bunlar tabii genel sözler, soyut. Farklılaşma ile ne demek istiyoruz? Bunu, bir somut olgu üzerinden konuşabiliriz, ama anlaşıyoruz çünkü birikiminiz var bu konuda. Dil oyunlarından kastım benim; bilincin kaç türlü çalışabilme olanağı varsa, bir olguya o kadar türlü bakabilmesidir. Bunların herhangi birinden feragat edersek, ideolojik çabukluğumuz ve fikrimizi hayata geçirişimiz kolaylaşır, ama bunda ısrar etmemiz bizi köreltir. Bu anlamda, dilin dynamis içermesi, kendi üzerine dönebildiği, kendi üzerine bakabildiği ölçüdedir. Salt olgularına bakarak, salt nesnelerine bakarak dil düşünceyi belirlerse, bu zaten neticede hem günlük dil, duyusal bilinç olarak işler, hem de bunun gelişmiş biçimi, matematik devreye girdikten sonra da bilimdir. Bilim yapabilirsiniz. Yani duyusal bilinç, sonuna kadar bilimi götürebilir. Bir insan duyusal bilincinde kullandığı dille, terimler oluşturarak, bir bilim disiplininin herhangi birini yapabilir; fizik yapabilir, kimya yapabilir, biyoloji yapabilir ama bir ideoloji oluşturamaz. Yani nesnelerin üzerindeki bilinç, nesneleri bilen bilinç ideoloji oluşturamaz. Ancak kendi üzerine dönen düşünce, ideoloji yaratabilir.
Dinler de böyledir. Dinler de bir bakıma ideolojidir ve kendi üzerine dönen düşüncenin sonuçlarıdır. Dinleri salt olarak ayıran, sistematik anlamda, objektif manada, toplumsal anlamıyla, kurumsal, kavramsal anlamıyla dinleri kendi üzerine dönen düşüncenin felsefi boyutundan ayıran, dogmatik yapılardır. Kendilerini artık ideolojiye dönüştürdükleri için pratikte yaşamı değiştirme isteğine girişmişlerdir. Kendilerini sorgulamazlar. Peki, din içinde bir inanç bağlılığı, fikirlere duygusal bağlanarak inanç oluşturma vardır. Bu, din dışı ideolojilerde yok mu? Dikkat ederseniz, orada da bir benzeri dayanışma, inanç ve hatta ahlâk birliği aranır. Bilirsiniz, geçen defa da söylemiştim, düşünürlerden biri, Isaiah Berlin, kendine sorulan bir soruya yanıtında der ki: “Entelektüel ile intelligentsia yeteri kadar anlaşılmış değildir Batı dünyasında.” Doğu’yu zaten düşünmediği için lojiğine almıyor. Doğuluları düşünmeye gerek yok. Onlar yapıyorlar ama Batılılar düşünüyorlar hani. “Bu düşünmenin içinde bir problem vardır. Entelektüeller bir araya geldiklerinde, yazıp çizdiklerinde veya müzakere yaptıklarında, tartışmayı entelektüel düzeyde tutarak kendi savlarını galip getirmek için sürekli tartışmada kalmak isterler ve kalırlar. Bu, yeni fikirler üretmek için, tartışmanın, müzakerenin ilerlemesi için iyi bir şeydir ama buradan herhangi bir iş çıkmaz,” diyor. Dynamis değil, işe yönelik değil, avara kasnak. Hep tartışma vardır ama bir iş çıkmaz. Bu nedenle, Rus kökenli, Rusya’dan kaynaklanmış, daha sonra Fransız lojiğine geçmiş ve oradan dünyaya yayılmış bir başka kavram var: intelligentsia. Bu kavramın “entelektüel”den farkı; entelektüellerin kendi aralarında bir işbirliğine yönelik sözleşmeleri yoktur, intellegentsia’da vardır. Intelligentsia, entelektüellerin bir araya gelip belli bir eylem birliği için sözleşmelerine deniliyor. O zaman, ortaya ahlâk çıkıyor.
Ahlâk, ideolojilerde eyleme geçirici dayanışmanın söz birliğidir. Yani ihanetlerden söz edilir artık. Entelektüellikte ihanetten söz edilmez. Fikrini söylersin, o karşı savını söyler, ama ideolojilerde “Bize ihanet ettin. Karşı takıma geçtin. Gücümüzü düşürdün. Döneklik yaptın,” diye söylenir, değil mi? Bütün bunlar hep ahlâki sorgulamalardır. Demek ki seküler de olsa ideolojiler, eyleme yönelik tutumlarında, dinsel tutumu benzeri bir biçimde korurlar. Dinsel tutumdaki o dogmatik sorgulanamaz yapı gibi, ideolojiler de kendilerini sorgulamaya yönelik herhangi bir felsefi, entelektüel katkıyı asla kabul etmezler. Çünkü davayı zayıflatacaktır, eylemi geri bırakacaktır. Bu bakımdan, “ideolojiler” diye genelleyelim, felsefeden koptuklarında ya totaliter ya faşist olurlar. Dolayısıyla felsefenin, o dil oyunlarının sürekliliği, eleştirelliğin sürekliliği ve bunun korunabilmesinin güvencesi, toplumların buna yatkınlığı… Emir-komuta ile yaşamaya alışmış, babaerkil yapılı, tek bir kişinin buyurduğu, herkesin bu buyruğu yerine getirdiği Doğu toplumlarında, sorgulama ve benzeri şeyler zaten sevilmiyor. Dolayısıyla, halk tarafından istenmiyor. Halk çok özgürlük istiyor da verilmiyor zannediliyor. Hayır, halk kendi liderlerini kendi yaratıyor ve o liderlere de boyun eğiyor. Kendi istiyor bunu. Sorgulama yok. Yine bugün, müzik ile ilgili bir konuşmamızda, dostlarımızdan bir tanesi, Batı müziğinin bu çok sesliliğiyle Doğu müziğinin tek sesliliğini karşılaştırdı ve çok sesliliğin, aslında farklı partisyonların, farklı enstrümanlarla birliğe getirici, birlik kurucu çabasını söyledi; birbirleriyle akort yapmaları gerekir, birbirleriyle uyumlu olmaları gerekir. O zaman, farklılıkları birliğe getirme bir çabadır.
Ortak Akıl Projeleriyle Birleştirmektense Eleştirel Akılla Çoğulculuğun Sağlanması
Daha önce de söylemiştik yanılmıyorsam. Burada dil açısından baktığımızda, belirli bir doktrinin ya da belirli bir dil yapısının topluma egemen kılınıp onunla düşünülmesinden öte, sorgulama, geliştirme ve dil üzerindeki oyunların oynanmasına engel olucu bir yöntem uygulandığında, o toplumda, kendinin bilincine varılmadan, kendini bir görünmeyen elin kontrol ettiği veya yönettiği duygusuyla, kendi bilincinin arkasında bir boşluk hissedilir ve bu tür toplumlar veya bireyler, o boşluğu dolduracak olan her türlü dogmaya açık hale gelirler. Eğer bilincin bilinci, yani kendi üzerine dönen düşünce söz konusu ise, araya sızma olamaz. Kendini sorgulayan bilinç, kendine verili olan her türlü dogmayı –ister dinsel ister seküler ya da ideolojik dogmalar olsun– değirmen gibi öğüteceği için, onun içinden sorgulayıp hakikaten yaşamı olumlu kılacak –ne demekse– veya amaçlarına uygun kılacak şekilde hayata geçirmenin yollarını benimseyecektir. Bu bakımdan, bir toplumun dil yapısını incelediğimizde, onun yaşam biçimini de orada görebiliriz. Yaşama biçimleri, niyetleri ve örgütlenme biçimleri, dilin örgütlenme ve kullanımına birebir yansır. Bundan başka, evrensel bir birlik –bu, tabii en çok istenilen fakat engellemek için de en çok çalışılan bir evrensel ülkü birliği– bu pozitivist rasyonalist kabullerde “ortak bir akıl temelinde kurulmalıdır” diye bir akıl projesi ve bu akıl projesinin üzerine bina edilecek bir yapı, bir mabed gibi tasarlanmış ve önerilmiştir. Fakat burada paradigma bellidir, proje bellidir. “Bu projeyi öneriyoruz, herkes gelsin, bu projeye katkı versin ve bununla bir mabet kuralım, bir ülkü mabedi oluşturalım, yani bir toplum inşa edelim.” İşte bu, evrenselci ve üniversiteler aracılığıyla bütün dünyaya kabul ettirilmek istenen pozitivist ideolojidir. Çünkü proje hazırdır, ideolojiktir ve sorgulanmaz; bu projeyi hayata geçirmek için herkesten destek istenmektedir. Hatta bu desteğe prim de verilmektedir; çünkü üniversiteler o ülkelerde kurulduğu zaman, oradan mezun olan insanlara iş verilmektedir. Sanayi ve bütün endüstri bu olanakları sağlamaktadır. Yani evrensel birlik, ortak bir akıl temelinde kurulur. Bu öneri sorgulanmıyor. Hatta bunu, bazı ezoterik okullar da aynı biçimde, pozitivist bir biçimde kabul ediyor. Bu, tartışması olmayan, bilimsel tutum üzerine bir yaşam oluşturmayı öngören, aydın bir öneri.
Eğer felsefî sorgulamaya ve onun dilinin gücüne tekrar geri dönecek olursak, ortak bir akıl çevresinde dünyayı birleştirmek değil, eleştirel bir aklı inşa etmek için bir araya gelmeyi önermeliyiz. Ortak bir aklın etrafında toplanmak değil, evrenselci bir üniversite ideolojisi değil, aksine, eleştirel bir aklın, ortak bir aklın inşası için dünyanın diğer toplumlarına olanak, katkı verme olanağı sağlamak, çoğulcu bir katılımı sağlamak gerekmektedir. Birileri tarafından belirlenmiş ve merkezî bir akıl oluşturulmuş ve diğer bütün toplumlar periferide kalmış. Periferi, merkeze bağlı dominyon, emperyalizmin en güzel paradigması. Şimdi, dilin kavramsal yapısını sorgularken önemli konular var. Eğer dil özdeşlik mantığı ile formel bir biçimde çalışıyorsa yaratıcı değildir; verileri kompoze eder, verileri denkleştirir. Denkleştirici bir akıldır ki bu aslında bilimin de mantığıdır, matematik de öyledir. Matematik, eşitlikler üzerine kurulu bir mantıktır. O zaman, rasyonalist akıl, ölçen, biçen, yani olayları olguya çeviren, bilimsel bilginin oluşmasında yardım eden bir akıldır ama kreatif değildir, olanı düzene koyar. Bu bakımdan, tüm yaşamın her alanına bu aklı yayamayız. Kendi geçerlilik alanında onu ehilleştirmemiz gerekir. Pozitivist aklın probleminin, ona benzer problemin bir başka biçimidir bu. Diyalektik aklın en büyük özelliği, kendi üzerine dönebilen düşünceyi, “refleksiyon” dediğimiz düşünmeyi sağlamasıdır; kavrama kavramla bakıp kavramı değiştirme, dönüştürme olanağını verir. Bu bakımdan, aklı sorgulama olanağı çıkar. Eğer böyle olursa, kavram sadece yaratılmaz, aynı zamanda kavramın yaratıcılığını da kullanma olanağı vardır.
Aklın İbadeti Nedir?
Felsefe, aklın dilidir. Bir başka deyişle, felsefe aklın ibadetidir. Akıl da ibadet eder ve onun ibadet biçimi ancak felsefe ile olanaklıdır. Fakat dikkat edin –yine vurguluyorum– ideolojiler, dinsel dogmatik tutumlar, bazı anlamdaki siyasi kararlılıklar felsefeyi asla sevmezler; çünkü felsefi düşünen bir toplum kolay kolay yönetilemez, o toplum sürekli sorgular. O sorgulamanın karşısında direnebilecek bir güç, ancak onlarla işbirliği yapabilme gücüdür. Onlara rağmen onları yönetemez. Bu sorgulamalarımızı, toplum üzerinden çekip kendi üzerimize yönelttiğimizde, dil-düşünce diyalektiğini doğrudan doğruya kendimizde gözlemezsek eğer, kendi üzerimizde bunu başaramazsak, yani eleştirel bir tutum benimseyemezsek, toplum üzerine biz eleştiri yaptığımızı varsayarak sürekli yargılarda bulunuruz. Bunu çokça yaparız. Arkadaşlarımızı, toplumu, değişik dünya görüşlerini sürekli yargılarız ve bunu düşünme olarak nitelendiririz. Gerçekte, felsefi düşünme birinci elde kendi bilincinin sorgulanması üzerine kurulduğu için, bir insan özeleştiri yapamıyorsa, onun hiçbir eleştirisi kayda değer değildir. Bu bakımdan felsefe, özeleştirinin yolunu da açıyor bize.
Bir insanın kendini avutmadan, kandırmadan kendi bilincinin eleştirisini yapabilmesinin, kendi bilincinin üzerine dönebilmesinin yolu nedir? Felsefenin, dilin felsefe boyutunun tartışıldığı çok önemli bir sahadır bu. Bunu dialogos’tan başka hiçbir yöntem çözemez. Yani kendi kendini kandırmayacaksın; “Evde oturup bilincimi sorguluyorum, yazıyorum, çiziyorum” dersen, bilincindeki şeylerin beğenilerini tekrar edersin. Dialogos, iki bilinç arasındaki konuşma ya da yazışma demektir. Eğer bilincini başka bir bilince, hele hele daha yetkin bir bilince açmıyorsan; dialogos, bilinçlerarasılık kurmuyorsan, kendi üzerine dönen düşünmeyi yapma olanağına sahip değilsin. Ama biz, monologos’a o kadar alışığız ki monologos’ta o kadar kararlıyız ki inanca olarak da monoteistiz. Monoteizm demek, atomcu düşünce demek. Herkes kendi düşüncesini beğeniyor: “Benden iyi düşünen yok.” O zaman, kim daha öfkeli ise ötekini sindiriyordur; onun düşüncesi istediği kadar kıymetli olsun, öfkeli olan, hepsini yönetir. Monoteist düşünce çünkü, monologos. Hâlbuki dünyada iki temel dünya görüşü olarak, hatta iki maneviyat olarak ortaya çıkan, en azından Batı dünyasında ortaya çıkan iki temel dil var: bir Sanskrit uygarlığı bir de Antik Mısır temelli uygarlık. Antik Mısır kökenli uygarlığa ben “Batı” diyorum, “Doğu” dediğim zamansa Sanskrit uygarlığını kastediyorum. Batı uygarlığının dili, çeşitlenmeleri, kendi içindedir. Sanskrit ile Batı’nın bu ayrımı için “Hint-Avrupa” derler; İskender’in seferlerinden dolayı, İpekyolu’ndan dolayı hem ilişkisini gösterir hem de farklılığını gösterir. Bu, bence de güzel bir ayrımdır. Doğu-Batı’yı ben böyle anlıyorum.
Batı düşüncesi, eş deyişle Mısır kökenli düşünce içerisinde, iki yönde açılım olmuştur. Mısır’da ezoterik öğreti vardı; Hermetik, ezoterik, sadece inisiyasyon yoluyla taliplerine, öğrencilerine bilgiyi, tutumu, hâli, deneyimlerini açan ama kendi dışına bunu kapatan bir sistem. Belki oradaki gücün zamanla zayıflaması ve göçlerin ortaya çıkmasıyla, belki de ulaştığı yetkinlik nedeniyle, “Artık gidin, dünyayı irşad edin,” denilerek gönderilmiş insanları düşünebiliriz. Her ikisi de bir olguyu bize açıklıyor. İki yönde açılım var; biri Yunan biri Kenan. Yunan yönündeki açılım, görsel uygarlık. Benim ayrımım bu, öyle okuyorum. Bu nedenle, bu görsel uygarlığın simgesi de üçgen içinde gözdür: aklın uygarlığı, akıl gözünün uygarlığı. Kenan diyarına giden yol ise Semîtik uygarlık. Literatüre aykırı olarak benim görüşüm, “Sâmi kavmi” anlatımının etnik bir anlatım olduğu yönündedir. Literatürde, olguların kendilerine, tarihsel süreçlere ve anlamlara bakıldığında, hiç de öyle etnik bir terimle karşılanamayacağı; aksine, çok özlü bir ayrımın var olduğu ve Tora’nın, Tevrat’ın kendi söyleminin içinde “Shema Yisrael! Adonai Eloheinu Adonai Ehad,” “İşit, ey İsrail! Tanrı birdir ve o Rabbimizdir” ayeti de göz önüne alınarak, işitmek ile ilgili olduğu; işitmenin de “shema, shem” olduğu görülür. Shem, shema; Arapçası da sem, semî olduğu için “işitsel kavim”, “işitsel uygarlık” diyorum ben ona. Yunan uygarlığı görseldir, Kenan uygarlığı ise işitseldir; semîtik kavimdir, Sâmi kavmi değildir bana göre.
Semîtik kavimde ve Yunan kavminde, kültürlerini anlatan kavim taraflarını bir yana bırakıp anlayışlarına baktığımızda, eserlerinden de bellidir ki Yunan kavmi dışa bakıyor; akıl dış dünyayı düzenliyor. Kanaatimce aklın dış dünyayı iç algıda birliğe getirici ögesi, mekân olgusudur. Yani akıl, mekân üzerine kendini kurar. Dolayısıyla, “Yunan aklı” dediğimiz aklın uygarlığı, dış mekânı en iyi şekilde düzenleyen, disipline eden ve o mekân üzerine uygarlığını kuran bir akıl olarak, kendi çağı için de daha sonraki çağlar için de en doğru kent oluşumlarını başarmıştır. Ephesos, Efes yeterli bir örnektir ve yaşam biçimini disipline etmek, yaşama nelerin merkeze alınması gerektiğini göstermesi bakımından son derece önemlidir. Bugünkü Batı uygarlığının Roma üzerinden hukukla, Yunan üzerinden felsefi görüşle, yani bir nevi Grekoromen bir konstrüksiyonla dış dünyayı ne güzel, ne akılcı çözümlere ulaştırdığı bellidir. Dolayısıyla, “Mekân üzerine kurulur,” demek istiyorum. Fakat işitsel uygarlık mekân üzerine kurulmaz ve yargılamaya kalktığımız zaman, görsel uygarlığın aklı ile dönüp baktığımız zaman, işitsel uygarlıkta uygarlık göremeyiz, sanki onlar uygar değilmiş gibidir. İşitsel uygarlıkta, mekân yerine mahâl söz konusudur, çünkü insanın iç dünyasında mekân yoktur, mahâl vardır. Mahâl demek, hâl, yerleşik hâl demek. Türkçeye “durum” diye çeviriyorlar; “durum” dışsal bir terimdir. “Hâl” dediğimiz böyle bir şey değil. Örneğin, sevinç bir hâldir. Ben sevinçliysem, o sevinç hâli içindeysem, bende bir mahâl oluşabilmesi için bu sevincin kalıcı olması lazım. Mahâl oluştuğunda bir cazibe ortaya çıkar; bir cezbe, bir çekim ortaya çıkar ve hâl kendi çevresini örgütler, akıl ve irade değil. Hâl, hulûl eder. Bir mahâl oluşunca, bu mahâl etrafında bir hâl birliği meydana gelir.
Akıl ve Vicdan Birleşmedikçe Huzur Bulunamıyor
İki ayrı uygarlık: Biri semîtik, işitme uygarlığı; öbürü görsel, aklın uygarlığı. Bunlar birbirinden kopuk olduklarında, birbirini reddettiklerinde, birbirini anlamadıklarında, dünyada dirlik, düzen olmuyor; huzursuzluk devam ediyor. Barıştıklarında, hangisinin egemen olacağına bağlı olarak barıştıklarından dolayı, genellikle bir problem çıkıyor. Mahâl meselesinin tam olarak nitelendirileceği, daha anlaşılır bir terim, bize “vicdan”ı verir, vicdan uygarlığı. O zaman, birine “akıl uygarlığı” diğerine “vicdan uygarlığı” diyebiliriz. Burada, vicdanı mı aklın emrine vereceğiz, aklı mı vicdanın emrine vereceğiz sorunsalı vardır. Okumalarımda, Tevrat incelemelerimde, ilginç bir ayetle karşılaştım. Orada Nuh’un oğulları Ham, Sam ve Yafet için, Kabalistler Yafet’in çocuklarına Yunan uygarlığını, Sam’ın çocuklarına da biraz önce söylediğim gibi, Kenan diyarını, yani İbrani kültürünü veya dinini yorumluyorlar. Orada bir ayet var, şöyle diyor: “Yafet, Sam’ın çadırlarında otursun.” (Tekvin 9/27) İşte bu, “Aklı vicdanın emrine verin,” demektir ve üzerine düşünülecek bir meseledir.
Dil aklın dili olduğunda, akıl illetlere göre, “illet” üzerinden düşünür; eğer vicdana yönelirse “hikmet” üzerinden düşünür. Hikmet ile illet arasındaki farkı biliyorsunuz. Bilim illetlerle çalışır, hem illet hem illiyetlerle çalışır. Başka bir deyişle, etker-nedenlere bakar bilim, yani etkiyi belirleyen nedenlere bakar ve bununla çalışır. Dış dünyayı ancak böyle düzenleyebiliriz. Etker-nedenleri göz ardı edersek, dış dünyada hiçbir iş yapamayız. Ama vicdan, etker-nedenlerle belirlenmez. Vicdan gayî nedenlerle belirlenir, gayemize göre belirlenir. Dolayısıyla, vicdanı belirleyecek olan gayeler, intentional’dır, niyete bağlıdır ve hikmet ile nitelendirilmiştir, yani felsefe ile. Bu bağlamda, kadim felsefeyi kastederek felsefe “Ne için?” sorusunu sorar, bilim “Nasıl?” sorusunu sorar. Bilim: “Nasıl? Hangi yolla yapacağız?” Felsefe: “Ne için yapıyoruz?” Buna cevap nereden gelecek? Doğadan buna cevap gelmez. Reason (nedene bağlı akıl) buna cevap veremez, ratio (kıyaslamalı akıl ) da cevap veremez. Buna cevap verecek olan akıl intellectus, yani gayeye bağlanan, amaçları olan akıldır. Bu bakımdan dil, gelecek üzerine tasarımları içerdiği ölçüde, onu kullanan bilinçler ve toplum dinamiktir ve o toplumun tarih bilincine ihtiyacı vardır.
Gelecek tasarımı olmayan, günlük yaşayan toplumların tarih bilinci yoktur. Tarihten hamaset devşirirler. Hamaset övünme demektir, tarihten sürekli övünmeler devşirir ve onunla böbürlenir, kendilerini güçlü hissetmeye çalışırlar. Kof bir güçtür bu. Gelecek tasarımı olan insanlar, geleceğe ulaşmak için, tasarımlarına, isteklerine, gayelerine ulaşmak için hareket etmeye niyet ettiklerinde, engelleri görürler hemen. Engelleri gördükleri için bugünün sorunları olan engellerden kalkarak tarihe bakıp hangi kuvvet ve ibretlerle olduğunu anlamaya çalışırlar. Tarihten iki şey tahsil edilir: kuvvet ve ibret. Birtakım engeller nasıl aşılmış ve birtakım hatalar nasıl yapılmıştır? Sorunlarla karşılaştığım zaman, geleceğe yatırım yaparken, oradaki engelleri ortadan kaldırabilmek için ancak tarihe başvururum. O zaman da tarihten ibret ve kuvvet devşirir insan, hamaset devşirmez ve tarihi tecrübeyi yaşamına katar.
İki Bin Yıl Sonra Devlet Kuran Töre
İşte burada, semîtik kavmin işitsel kavmin dehası, ökesi –dünyaya getirdiği, sunduğu, diğer toplumların önüne koyduğu öke– başından itibaren tarihini yazan ve onu kutsal bir kitap haline getirip sürekli zikreden, tarih bilincini sürekli diri tutan ve bundan sürekli ders çıkartan bir tecrübenin dehasıdır. Tecrübenin toplandığı şeye “töre” denilir. Bu nedenle, Yahudi töresi, iki bin yıl, bütün toplumların içinde devletsiz, diaspora’da, dağılmış olarak yaşadığı halde, iki bin yıl sonra devlet kurabilmiştir. Kurduğu devletin haklılığı, haksızlığı ayrı konu ama kendini, bütün toplumların içinde diri tutabilme olanağı başka hiçbir kavimde görülmemiştir. Bunun nedeni, tecrübeyi, tecrübî bilgiyi vatan edinmeleridir. Kabalist bir Zohar öğretmeni olan bir hahama kendi görüşlerimi söyledikten sonra sordum: “Bu arz-ı mevud’dan ne anlayalım?” Tabii o, Zohar öğretmeni olduğu için –aydınlanma, bir nevi tasavvuf, Yahudi sûfisi olduğu için– bir siyonist gibi coğrafi bir toprak sorusu olmadığını anladı, dedi ki: “Bize vaat edilen ve terk etmemiz istenmeyen toprak, üzerinde kültürümüzü inşa ettiğimiz toprak, bizim töremizdir; Tora’dır. Kutsal kitabımızın adı ‘töre’dir zaten.” Bu, çok aydınlatıcı bir şey. Bu bakımdan, benim okumalarımda, Yunan uygarlığında akıl dehasını, felsefe dehasını görüyoruz. Bu theoria, “nazariye” dediğimiz; teorik bilgi çıktığı zaman evrenselleşir ve bir kavmin değil, insanlığın malı haline gelir, istimlak edilebilir, evrenselleşir. O zaman, dilin diğer toplumlar tarafından istimlak edilebilmesi, dilde üretilen değerleri ve evrenselliğine bağlıdır. Roma dehasına baktığımız zaman, Roma, devlet kurma, devleti sürdürme ve Pax Romana denilen farklı kültürlerdeki barışı sağlama gücünü, adalet, yani hukuk dehasından alır. O zaman, tarihe hukuk dehasını vermiş bir toplum kendi devlet biçimi olarak ortadan kalksa bile, biz bugün bütün dünyada onların hukuk anlayışının geliştirilmiş biçimiyle dünyayı düzenlemeye yönelik çalışıyoruz. Demek ki bir hukuk dehası evrenselleşirse, dünya için evrenselci olarak değil ama evrensellik ile dünyayı ilzam edebilir. Biraz önce söylediğimiz gibi, felsefe dehası da böyledir.
Bu yeterli mi? Değil. Aklın, adaletin yanına büyük bir katkı, gelenek, tradisyon dehası yani töre eklenmeli. Bir de daha evvel espri olarak kullanmıştım, hatırlarsınız; “Bu Türkler nasıl oluyor da yok olmuyorlar? Şaşırtıcı geliyor bana,” diye. Çünkü bu dehalar bile ortadan kalktı. Yunan dehası, diğer toplumları aydınlattı ama kendi uygarlığı barbarlar tarafından yok edildi. Nitekim Roma da öyle, ama Türkleri kimse yok edemiyor. Bu, nasıl bir dehadır? Binlerce yıldır kavimlerle karşılaşıyor, fakat bunlar köle olmuyorlar, hep de egemenler. Nasıl oluyor? Neye dayandıracağız bunu? Burada benim görüşüm; bu toplumu ayakta tutan cesaret dehasıdır. Hegel diyor ki: “Bir toplumu bir arada tutan, onların adanmış oldukları ülküleridir, idealleridir. Ona öyle bağlanırlar ki bağlandıkları utku onları ayakta tutar, ama ona ulaştıkça, onu ele geçirdikçe artık zaferleri, utkuları, kıvançları körelir.” Hegel, insanların utkularını, zaferlerini koruyabilmek ve toplumlarını bir arada tutmak için, körelmekte olan ideallerinin daha üstünde bir ideayı, daha üst bir ideayı ideal edinmek zorunluluğundan da söz ediyor ve devam ediyor: “Yoksa yok olup gider, başka toplumlara yem olurlar.”
Dinlerarası Diyalog Olanaklı mıdır?
Dialogos’ta kalmıştık. Kendi bilincimizin üzerine dönebilmemiz için dilimizi ortaklaşalığa, bilinçlerarasılığa koymamız gerekiyor. Eğer bilincimizi, diğer bilinçlerle ilişkide ele almazsak monologos olur; dediğim dedik bir duruma düşebiliriz. Zaten, genellikle de bu durumdayız. Peki, “bilincimizi diğer bilinçlere açmak” dediğimiz dialogos’a girebilmek için bizi durduran, tutan nedir? Özgüven yoksunluğudur. Bu, çok kayda değer bir şey. “Cesaret toplumu” olarak nitelendirdim, bu toplumun “cesaret dehası var” dedim ama bir de atasözümüz var: “Cahil cesur olur.” Âkil insanlar kendilerine daha hâkim olup susmayı tercih ediyorlar. Âkil değil de cehalete yakın olanlar çan çan ortalıkta dolaşıyorlar. Şimdi, bu cahil cesareti de fena değil çünkü o ortalığı karıştıracaktır. Neticede, oradan belki de bir âkil gelip, “Öyle değil, böyledir bu meseleler,” diyecektir. Ancak, dialogos konusunda, yani bilinçlerarasılık konusunda denklik vardır. Monologos toplumları diktatörlere meyyaldir; “diktatör seven toplumlar” diyorum ben bunlara. Başlarına gelen kişi şair de olsa onu da diktatör yapmanın yollarını ararlar. İşte bu, toplumun kendine özgüvensizliğinden gelen, belki psikolojik bir sorun, belki bir yüceltme olarak karşımıza çıkabilir. Özgüven kazanabilmenin zamanını bekleyip ondan sonra dialogos’a girmek isterler. Hâlbuki bu, “Toplum gelişsin, ekonomi-politiği halledebilmek için ekonomisi bir kere gelişsin, zenginleşsin, eğitim düzeyi yükselsin, sonra demokrasiye geçeriz,” demek gibidir. Hâlbuki bilinir ki demokrasi sosyo-ekonomik kalitenin, gelişmenin, eğitimin bazıdır. Demokratik dialogos’lar içinde, polidialogos içinde –hep dialogos’tur ama bunları çoğaltmak mânâsına söylüyoruz– yaratıcı olup kaliteyi yükseltecektir, hatta ekonomiyi geliştirecektir. Şimdi, yumurta-tavuk problemi gibi görünmesin bu; halledilmiş, çözülmüş bir problemi konuştuk.
Buradan hareketle, dialogos için daha önce söylemiş olduğum bir şey vardı. Felsefe bilinci olarak düşündüğüm logos ideolojiye dönüştükten sonra, artık ideolojilerarası dialogos olmaz – daha önce söylediğim nedenden dolayı. Demek ki “dinlerarası diyalog kurmak” mümkün değil, olanaklı değil. Felsefi bilinci olan insanlar bunu bilir. Çünkü dogmalar ilişkiye girmez. Dogmalar kapalıdır, kapalı olduğu için de kendini eyleme yönlendirir. Pratikte karşısına çıkacak olan diğer her türlü görüşü zaaf olarak görür. Onunla sadece mücadele edebilirsiniz, diyalog kuramazsınız. Bugün, dünyada diyalog girişimleri var. Kendine güvenen bir kesim, “Nasıl olsa ben hallederim. Gelin, bir diyalog kuralım,” güveni içinde yapıyor bunu kuşkusuz. İdeolojilerarası diyalog da mümkün değildir. Diyalog olabilmesi için kavramsallığa, iletişime açık tutum ve bu tutumda cemaatler ve topluluklar gerekir. Demek ki felsefi tutumun bir çevre oluşturması gerekir. Eğer felsefi bir çevre yoksa, münferit entelektüeller vardır. Bu münferit entelektüeller ise toplumu ancak modullar, yani iğneler. Toplum kendine gelir azıcık, sonra yine uykusuna devam eder.
Fakat bir çevre oluşursa, bu çevrenin oluşturduğu dinamizm dalga dalga topluma yayılır ve diyaloglar gelişir. “Bu, hiç Doğu’da olmamıştır efendim, hep Batı’da olur,” diyorlar. Hayır. İlk ansiklopedistler Basra’dadır. Yani Fransız ansiklopedistlerden çok daha önce Basra’da var; kimler bunlar? İhvân-ı Safâ. İhvân-ı Safâ, bilimsel makaleler ve kitaplar yayımlayarak kendi döneminde farklı disiplinleri, geçmişten gelen bütün birikimlerini toplayarak ansiklopedik bir deklarasyona sokmuşlardır. O çevrede, o zaman o kadar büyük bir değişim, o kadar büyük bir gelişme oldu ki… Katarlar, arkadan İsmâililer, Bâtınîler gibi aykırı, ortodoksinin ve monoteist diktatoryanın altında kaynayan birçok fikir ortaya konulmuştur. Hatta, Katarların yüz elli yıl gibi bir dönem, şaşırtıcı bir şekilde komünal bir yaşam sürdükleri ve çok dönüştürücü, değiştirici etkileri olduğu bilinmektedir. Daha sonra, bunun Anadolu’ya sarkan yanı da Ahilik adı altında, aynı tarz bir örgütlenme ve yaşam tarzıdır. Bu, incelenmeye değer. Gnostik kültürler var; örneğin Bizans’ın hegemonyasındaki ortodoksi, İznik Konsülü’nün oluşturduğu dogma ve o ortodoksiye karşı heterodoksiyi temsil eden Ihlara vadisindeki gnostik Hıristiyanlık gibi.
Ihlara Vadisi’nin Gnostik Hıristiyanlarına Ne Oldu?
Son derece ilginç ve özgürlüğe yönelik, insan bireyinin gelişmesine olanak sağlayan inisiyasyonlar ve hikmetli yöntemler uygulayan bu topluluk; daha sonra Hâcegân koluyla Anadolu’ya gelen Vefâi, Babâi kaynaklı Alperenler; Horasan’dan, Belh’ten, Tebriz’den, diğer bölgelerden gelen bu insanlar, Ihlara Vadisi’nin iki yanında konuşlandılar. Bir yanda Hünkâr Hace Bektâşi Velî, diğer yanda Mevlâna. Biri saraya yönelik, yönetime yönelik, elit, entelektüel kesime yönelik; diğeri halka yönelik – hem örgütlenme, hem üretim biçimleri, hem de dönüştürücü etki. Oradaki gnostiklerin öldürüldüğüne, yok edildiğine dair herhangi bir belge yok, bulamıyoruz. Peki, buharlaştılar mı? Göçleri de yok. Buharlaşmadılar, ne oldular? Bunlar entegre oldular; gelen kesimlerle birbirlerine imtizaç ettiler. İşte, Anadolu’daki “aşure kazanı” diye söylemeye çalıştığım, bir sembol olarak budur. Orada, bir bağdaşma vardır. “Bağdaşma” kavramını ben özellikle vurguluyorum ve bu kavramı evrenselleştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Batı literatürünün, aklının ve oryantalizmin etkisi altında sözlüğü açıyoruz; bağdaşmanın karşılığını senkretizm (syncretism) diye buluyoruz. Oysa senkretizm ile bağdaşma aynı şey değildir. Bağdaşma, bizim geleneğimizin içinde var olan bir olgu; bağdaş kurarak, yani birbirimizin karşısında, ayakta değil, bir masa etrafında da değil, bağdaş kurma düzeyinde –Buddha’nın oturuşu gibi– bağdaş kurarak insanlar dostluk yaparlar. Bu bir dergâh anlayışıdır. Bağdaş kurmak dizüstünde oturmak gibi değildir, yani karşısındakine boyun eğme içermiyor. Bir rahatlık var; oturur, bağdaş kurar ve o bağdaşmanın eşitlik düzeyinde olduğunu görürsünüz. Yani denklik var, dialogos mümkün. Bu dialogos ortamına “sohbet” deniliyor. Anadolu mayası, sohbetle mayalama yöntemidir. İnsanlar o sohbete, bağdaşmaya gelirler ve orada demlenirler. Bu da bir dil, demlenme dili…
Sohbet Fenomenolojisi
Her dil, dile getirdiği şeylerin bir çevirisini yapar. Günlük dilde bile, bir nesneyi bilincimizin konusu yapıp kavramaya doğru taşırken, o arada bir çeviri yapıyoruz. Karşımızdaki bir insanın dile getirdiği herhangi bir bilgiyi veya anlayışı, kavrayışı, beynimizde kendimize çevirerek, kendi kendimize anlatıyoruz. Burada dialogos olabilmesi için, bilinçlerin giderek ortak bir dil inşa ederek –ortak akıl üzerine kurarak değil, yani doktrinel değil, birbirini egemenlik altına alarak değil– haberleşmeyi, enformasyonu açık tutup karşılıklı rızalarının olması gerekir. Sohbet fenomenolojisi yapılacaksa, sohbette “raziyeten marziyye”, yani karşılıklı rıza vardır. Karşılıklı rıza temelli, o özgüven yoksunluğunu rıza ortamında güvene dönüştürerek dialogos, sohbet yapmak; bu, Anadolu’nun sohbet geleneğidir. Biz bunu terk ettik; konferans, seminer ve diğer biçimlere dönüştürdük. Sohbet, artık kahve sohbeti olarak zikrediliyor aramızda. Bu geleneği terk ettik. Dolayısıyla, bağdaşmayı “aşure” örneğinde olduğu gibi anlamalıyız: birbirini yok etmeyen, birbirini anlayan ve anladığı ölçüde de birbirini koruyan. “Musahip” diyoruz buna Anadolu’da. Musahip, yani karşılıklı sahiplenme. Aynîlik sahiplenilmez, farklılık sahiplenilir. O insanın farklı olması, onun kendinde taşıdığı değerlerin o sofrada bulunması istenir. Buna “Zekeriya Sofrası” diye de sembolik bir gönderme yapmışlardır. Zekeriya Sofrası bir aşerme sofrasıdır, herhangi bir sofra değildir. İbrahim Sofrası ayrı; İbrahim Sofrası ziyafet sofrasıdır, darüzziyafedir, şölendir o. Zekeriya sofrası ise, Meryem’in aşermelerinin karşılığında, kendisine getirilmiş olan nimetlerin sofrasıdır. Bunun anlamı; farklılıklar talep ediliyor, farklılıklar isteniyor, arzu ediliyor. Aşeriyoruz, farklılığa aşeriyoruz; böyle düşünebilirsiniz.
Eğer farklılığa aşermiyorsak, o zaman doktrinel egemenlik arayıcı, eril bir yolla, dialogos numarasıyla tokmakları karşımızdaki insanların kafasına indirmeyi planlıyoruz demektir. Böyle bir ortamdan bir şey çıkmaz. Ama Anadolu’da, 12-14. asırlarda doruk bulan, “Yetmiş iki milleti bir bilmeyen insan değil” söylemi, farklılıklara aşeren bir irfan anlayışının mayalanmasıydı. Bu maya yaşam tarzlarına da yansıdı; Ahilik, Bektaşilik, Mevlevilik bunlara örnektir. Tinsel sözcüğünün Arapçası “manevi”. Türkçesi tinsel; ruhsal demek değil, manevi demek. Tinsel yaşam dil aracılığı ile kurulur; o dili birlikte oluşturuyor isek. Bir kitap okudum, çok hoşuma gitti, hatta daha önce size önermiştim: Bir Katedral İnşa Etmek. Okudunuz mu bilmiyorum, okumayanlara öneririm. Bu kitapta, Avrupa’daki kalburüstü sanatçıların bir sofrada, bir masada oturup sanatı tartıştıklarını göreceksiniz ve orada dialogos’u göreceksiniz. Sanatı kendi aralarında tartışırken bir katedral inşa ediyorlar, bir mabet inşa ediyorlar. Hazır bir mabete davet etmiyorlar. Nasıldı Tabernacle, Musa’nın çadırı? Mısır’dan çıktıktan sonra, çöl boyunca, yolculuk boyunca içinde toplanılan çadır, “toplanma çadırı”, adı Tabernacle, mişkan, yani mesken; içinde sakin olunan, sükûn bulunan, Şehina’nın çadırı. Mişkan şehina’dan kaynaklanır. Peki, bu çadır bir yerde hazır mı? Hayır. Aynı köy enstitüleri veya kibbutzlarda olduğu gibi, herkes toplanıyor, çadırı birlikte kuruyorlar. Birlikte kurdukları çadırın içine girip inisiyasyon yaşıyorlar, ibadet ediyorlar. Bu ritüeli bütün çöl boyunca yapa yapa, sonunda, çölün başındaki kölelerden, yasa bilir, birbirini anlayabilir bir millet yaratılmış, herkes inisiyasyon içinden geçirilerek ortak bir dil oluşturulmuş, ortak vicdan oluşturulmuş, sonunda bir millet yaratılmıştır. Bu milletin toprağı, işte daha önce de söylediğim gibi, töresidir. O töreye bağlılıkları ile o toprakta, o “arz-ı mevûd”da, vadedilen toprakta varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu, küçümsenecek bir şey değil. Nedir bu hadise? Bunun üzerinde çok çalışmak lazım.
Anlamın Dışarıdan Yüklendiği Yaşamlar
Tin, kendi yaşamına, kendini dışlaştırarak ve bu dışlaştırmalar üstüne yansımalı, refleksiyonlu düşünce ile kendine dönerek sahip olur. Burada, kendi üzerine dönen düşüncede ortaya çıkan akıl, tümel akıldır. Tümel akıl, tikel aklı sahiplenir. Tikel akıl ancak tümel akıl altında anlamlıdır. Burada, İbn-i Arabî’nin göndermesiyle bir İspanyol düşünür –Endülüslü olarak kabul ettikleri için kendi düşünürleri saydıkları bir İspanyol düşünür– onun üzerine kitap yazmıştır. Türkçeye de çevrildi: İlahi Ben Beşeri Ben. Okumanızı tavsiye ederim. “İlâhi Ben Beşeri Ben” İbn-i Arabî’nin bir görüşüdür ve der ki: “İlahi Ben’ini bulan ancak, kendini bilir, nefsini bilir. İlahi benliğini bulmayan, kendini bilmez.” “Kendini bilmez” demek burada, anlamaz, anlamsızdır, ona başkaları anlam yükler demek. Burada hermeneutik var; kendi yaşamı üzerine anlam verici olmayanlara başka akıllar anlam verir ve kendi olmaktan çıkıp başkasının kölesi olur. Buna “rab” de denilmiştir: “Rabbini ara, bil, bul.” Bu, tümel akıl veya evrensel değerler anlamını taşır ve özgürlüğün yoludur.
Tinin bu oluşum süreci, aynı zamanda insanlık tarihi ile örtüşür. Bugünkü pozitivist öğretilerde, sanki herkes dilin sahibiymiş gibi, dili kendi yapmış gibi, fikirlerini böbürlene böbürlene anlatıyor. O kadar vicdanı yok ki o dili kendinden önce, tarih boyunca binlerce kişinin emek vererek oluşturup ikram ettiğinin bilincinde değil. Vefa yok içinde, vicdan yok. Vicdansız bir akıl. Şimdi, böyle bir aklın manevi bir değer taşımadığını biliyoruz. O halde, tarihe dönüp bakmak, tarih bilincini oluşturmak, dilin süreçli olduğunu, belli bir süreç içinde büyük uygarlıkların katkılar verdiğini ve bunların birbirleriyle bir bütün, bir ağ oluşturduğunu idrak etmeye sebep olur. O zaman salt kavramsal felsefe tasarımları değil, medeniyetlerin değerlerini içeren bir dil sahibi olunur ve bu dil insana kimlik verir. Sadece kavramsal, olgusal bir dil insana kimlik vermez, sadece kişilik verir, kimlik yanı boş kalır. “Hüve’l gayb”da kalırsın, “Kimsin?” sorusuna asla cevap veremezsin. Sadece nüfus kâğıdındaki şeyleri söylersin. Rasyonel toplumlarda, biliyorsunuz, “Ben Türküm, Çinliyim veya Japonum” demek, sadece belli bir anayasaya bağlı bir pasaportu taşımak demektir. Yoksa başka bir övüncü yoktur, tarihsel bir yükü yoktur. Pozitivizmin, nihilist bakış açısında, değersizleştirmesinde bu bir projedir.
Rabbin dili ise üst dildir, metadildir; günlük kullanım dili değildir. Başkası tarafından verilemez, ancak kendi soyutlamalarımızla ona ulaşabiliriz. Kendi emeğimizin ürünü olarak ortaya çıkarsa, kendi üzerimize dönen bir bakış olabilir. Yoksa bir başkasının bizim üzerimizdeki değerlendirmesini öğrenmek, bir şey değildir, bir aydınlanma olgusunu getirmez. Üst dil ya da bu metadil tabii ki aklın dilidir, ama “aklın aklının dili”dir. Başka bir deyişle, tenzihî akıl ile teşbihî aklın bir aradalığıdır. Soyutlama ile varılan abstract aklın, teşbihle, duyusallıkla donatılmış akla bakmasıdır. Burada bir refleksiyondan, bir yansımadan söz ediyoruz. Bu nedenle, insanların tümünü kapsayacak bir diyalog ne ideolojilerarası olabilir ne de dinlerarası. Bu ancak kültürlerarasılık ile mümkün olabilir, ama bunun dilinin de felsefenin dili, yani intercultural philosophy olması kaydıyla. Eğer intercultural philosophy üzerine çalışırsak, dünya barışı ve dünyadaki ülkü birliğini sağlayacak bir yola girmiş olabiliriz. Bilim bizi buna götürmez. “Bilim zaten evrensel, bilimin yöntemleri de evrensel, o halde dünyayı birleştirecek olan bilimdir,” denilebilir. Ama bilim, bilimsel kavramlar olguları gösterir, değerleri değil. İnşa edeceğimiz mabet, değer tuğlalarıyla inşa edilir, olgu tuğlalarıyla değil; çünkü insan bir makine değildir. Felsefe akıllararası diyaloğun dilidir ve eğer theoria’ya, yani evrensel kavramlara ulaşırsa, oradaki soyutlamalar bizi etnik, dinsel, yerel tüm bağlılıklardan evrensel olana, Rabbin diline ulaştırır. O zaman bu, kimsenin, hiçbir kültürün, hiçbir uygarlığın kendine angaje edemeyeceği ve “benimdir” diyemeyeceği, ancak insanlığın olduğunu fark ettikçe ondan pay alıp kendini de insan olarak kabul edeceği bir dil olmakta yeteneklidir. Hâlen öyle midir? Hayır. Böyle bir yeteneği var.
Dil, hakikatin idrakinin bir aletidir de aynı zamanda ve bilginin formudur. Dil, bilginin formu, elbisesidir; libastır. Ama eğer libas özü göstermiyorsa, form özsüz bir formsa, dil özsüz bir dil olarak kullanılıyorsa, bunun tartışmasını ayrıca yapabiliriz. Buna “iblis” deniliyor gelenekte. İblis kavramı, Arapça iki kök ile beslenir; biri libas, “elbise” dediğimiz, diğeri eblese. “Eblese”den geldiği zaman şaşırtıcılık içeriyor, “libas”tan geldiği zaman form, giyinme, örtünme içeriyor. Şimdi, var olan her şey, mevcudiyet, bir libas ile vardır, bir form ile vardır. Fakat bu formların özlü olanları ve özsüz olanlarından söz ediyoruz. Özlü olanları sorun taşımıyor. Özlerini, formları aracılığıyla iletiyorlar. Ama özsüz olanlarına, çağdaş sanat kavramları açısından baktığımız zaman –daha önce de vurgulamıştım– “pornografi” diyoruz. Şimdi, aklınıza sadece cinsel, pornografik şeyler gelmesin. Pornografi “özsüz görünüş” demek, iblis demek. Ve iblis, yani özsüz görünüş insanları şaşırtır (eblese), şaşı yapar. İnsan Hakk’ı, hakikati göremez olur. Hakikati de libas gösteriyor, yani form. Formsuz hiçbir zaman hakikat mümkün değil. O zaman, “özlü” ve “özsüz” problemi var burada. Dil de böyledir. “Özlü olup olmamak”, tasavvuf dili de dâhil gnostik dillerin hepsinde özellikle vurgulanan bir şeydir.
* Metin Bobaroğlu’nun 24 Ocak 2012 tarihindeki “Dil ve Dilin Farklı Boyutlarda İncelenmesi” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.