Tardiyonlar, Luksonlar ve Ötesi

Einstein’ın kuramı, luksonların (ışıma paketçikleri, kuantalar) var olabilmek için ışık hızında olmaları gerektiğini vurgulayan bir kavramsallık içerir. Luksonların, var olabilmek için, ışık hızında hareket etmeleri gerektiğini vurgulaması açısından önem taşır. O hızda olmadıkları sürece bu parçacıklar lukson olarak yoktur. Bir nesneyi, dıştan ona etki ederek, kuvvet tatbik ederek hızlandırdığımızda, o nesneyi hiçbir zaman ışık hızına ulaştıramıyoruz. Kuramın bu ikinci ilginç özelliği, o zamana kadar bilinmeyen, anlaşılması da çok güç olan bir kavramsallığı getiriyor. Bir kuvvet bir nesneye tatbik edildiğinde, o nesne o kuvvete bağlı olarak hızlanır veya yavaşlar. Peki, bu hızlanma neden sonsuz olmasın? Newton yasalarına göre oluşturulmuş kavramsal düşünce sisteminde, bu hareketin sonsuz olduğu düşünülüyordu. “Bir nesne, dıştan bir kuvvet tatbik edildiği ölçüde hızlanır; eğer bir dirençle karşılaşmazsa sonsuza gider,” diye düşünülüyordu.

Einstein kuramında, bir varsayım üzerine konuşmuyoruz; daha sonra elektron hızlandırıcılarında doğrulanmış olan gerçeklikler üzerine konuşuyoruz. Bu, ilgi çekicidir. Burada, bir nesnenin dıştan kuvvet tatbik edilerek hızlandırılmasında, ona enerji yüklenerek hızlandırılmasında, nesne sonsuza gitmiyor; aksine, o kuvvet bir süre sonra o nesnenin üzerinde biriktiriliyor ve kütle büyümesine neden oluyor. Bu kütle büyümesi, nesnenin hızını arttırmak yerine yavaşlatıyor; hatta bir noktadan sonra, belli bir vektörde, belli bir yönde tatbik ettiğiniz kuvvet, o nesneyi vektör yönünde ileri götüreceğine geri götürüyor! Kuvvetin tatbik edildiği yöne doğru götürüyor. Şimdi, bu nokta üzerinde düşünmenizi ve onu imgelem evreninde biraz tasarlamanızı öneriyorum. Newton mekaniğine göre düzenlenmiş bilinçlerin anlaşılır olan paradigmasına uygun bir şey değil bu. Bir nesneye dıştan kuvvet tatbik edilerek, o kuvvetin hiçbir dirençle karşılaşmaksızın, uzayda, o boşlukta bir dirençle karşılaşmaksızın yapacağı iş, hareketinin giderek hızlanmasıdır. Ancak, bu gerçeklikte artık böyle değil – böyle olmadığını anladık. O zaman bilincimizde de, bu anlayışın bir değerlendirme ve bir değişiklik yapacağı kanaati ile, bunu felsefi bir platforma taşımaktan önce bu olgunun kendini kavramak gerekiyor. Nasıl olur da bir nesne, kendine uygulanan kuvvetle belli bir hıza ulaştıktan sonra, artık vektör yönünde, kuvvetin tatbik edildiği yönde gitmez; kütle büyümesiyle feedback yapar, geri döner?

Sıçrama Uzayı

300.000 kilometre/saniye olarak bahsedilen, olası en yüksek hız, eş deyişle ışık hızıyla ilgili çok ilginç bir durum var, burayı sizinle paylaşmak istiyorum. “Sıçrama uzayı” diye bahsedebileceğimiz bir nokta var, o da şu: Kuvveti dıştan tatbik ettiğimiz zaman, bir nesne –ortalama konuşulursa– 270.000 km/sn civarında bir hıza ulaşıyor. Ondan sonra yapacağımız her kuvvet tatbiki, o cismin geriye dönmesini sağlıyor. Tasarlamaya çalışalım; bir çizgi çizelim, ona “sıfır” diyelim. “Sıfır hız” göreli tabii, bu sadece bir kabul. Dünyamızdaki herhangi bir nesnenin diğer bütün hareketlerle ahenkli olduğu bir andaki adı “sıfır hız” – orada sıfır hız kesinlikle yok, o bir kavram. Bu hızla bizim ona kuvvet tatbik etmemizden sonra, o mihaniki hareket içinde, 277.000 km/sn civarındaki hıza ulaştığındaki space, uzay bizim için sıfır ile iki yüz yetmiş yedi dediğimiz bir rakam ve onun arasındaki uzayı veriyor. Buradaki hareketlerin tümü tardiyon (tardyon), yani tard yavaş, iyon iyonize olma, hareket etme – tardiyonlar; hareketlerin yavaş hali. Yavaşlık ne burada? Belli bir sınır içinde, sıfır ile 277.000 km/sn içindeki sıkışmayı anlatıyor. Böyle bir uzayımız var ve bu uzay, bizim günlük yaşamımızda tanık olduğumuz bir uzay. Uzaydaki gözlemlerimizden, yani yıldızlardan gelen ışıklarla yaptığımız gözlemlerde tanık olduğumuz “tardiyon evreni” dediğimiz bir evren var. Bir de ışığın kendi var. Saniyede 300.000 km hareket eden parçacıklar dolayısıyla var olan luksonlar, yani ışığın kendi. Buna lukson diyoruz. Tardiyon ve lukson. Peki, oraya da bir çizgi çizelim, 300.000 km/sn. Sonra? Sonrası reel bir evren olarak gözlemimize sunulmuş değil, ancak matematiksel ve tasarımsal olarak kurabileceğimiz bir evren. Çünkü sınır. Nasıl sınır? Artık ışık hızından daha hızlı hareket edebilecek bir parçacık hem gözlenmiş değil hem de nesnenin kendi gerçekliğinde olası değil. O hızı üretmek olası değil. Deneyler bunu doğruluyor. Peki, ondan sonrası? Yani 300.000 km/sn’den daha hızlı hareket ettiği matematiksel anlamda varsayılan, matematiksel bir mantıksallıkla düşünülen parçacıklar, fizik kuramı içine yerleştirilse ne olurdu?

Einstein bunun üzerine de düşünüyor ve buna da takiyonlar (takyonlar) deniliyor. Takiyonlar imajiner hızlar; böyle hız ne görülmüş ne de saptanmıştır. Böyle hızların olduğunu neden varsayalım? Böyle hızlar varsa, matematiksel formüllerimizin içine bir tardiyonun, herhangi bir hızın hesaplamasını yaptığımız gibi, varsaydığımız hızı da koyup hesaplarsak ortaya ne çıkar? O matematiksel jargon, o paradigma bize nasıl bir bilgi verir? Bu, çok ilgi çekici bir şey, çünkü o zaman bir karşıt evren görüşü çıkıyor karşımıza. Takiyonların hızı, o matematiksel formülasyondan dolayı, hiçbir zaman 300.000 km/sn’ye düşürülemiyor. Bu da ilginç bir şey. Nasıl tardiyonlar hiçbir zaman dıştan kuvvet alıp 300.000 km/sn’ye götürülemiyor ise takiyonlar da yavaşlatılamıyor. Yani hiçbir zaman 300.000 km/sn’ye yavaşlayamayan parçacıkların olduğu bir evren ortaya çıkıyor.

Kuramın Altı Temel Noktası

Einstein’ın özel kuramının altı tane önemli getirisi vardır:

  1. Zamanın genleşmesi
  2. Eşsüreliliğin göreliliği
  3. Boyutların kısalması
  4. Kütlenin hız ile artışı
  5. Olası en yüksek hız – ışık hızı
  6. Eylemsizliğin sonsuzlaşması – devinimin olanaksızlığı

Bir referans dizgesine sıfır hızı koyduğumuzda, sıfır hız ile saniyede 300.000 kilometre hareket eden luksonlar arasındaki evrendeki hareketlerin adı tardiyonlar, bunlar düşük hızdaki parçacıklar; sonra, 300.000 km/sn’de luksonlar; luksonlardan sonra, gerçekliğine tanık olmadığımız fakat matematiksel modelleri uygulayabileceğimiz, tasarlayabileceğimiz takiyonlar var. Takiyonlar, hiçbir zaman ışık hızına yavaşlatılamayan, ışık hızından daha yüksek hızda hareket eden parçacıklar. Neden? Çünkü Einstein’ın uyguladığı izafiyet kuramındaki ışık hızı ile ilgili formüller bize takiyonların hiçbir zaman ışık hızına yavaşlatılamayacağı sonucunu veriyor. Böyle bir şey yok, bunlar imajiner parçacıklar, ama değerlendirme modeli, referans dizgesi, matematiksel anlamda tardiyonların bütün özelliklerini izafiyet teorisinde gösteriyorsa, varsayımlı yüksek hızlarda nasıl bir sonuç verebileceği düşüncesiyle bir uygulama yapılmış. O zaman ikinci bir space yaratıyoruz. Bu imajinasyon. Sınırımız ne? Işık hızını, sadece uzayda hareket eden bir hız gibi, bir vektöryel hareket gibi ya da dalgalanma hareketi gibi düşündüğümüzde, sınırımız ışık hızı ve luksonlar ki öyle tasarımımıza tam yardım etmeyebilir. Ben şunu öneriyorum, diyorum ki bunu bir sınır gibi düşünelim. Işık hızında bile hareket etseniz, hiçbir zaman takiyonların yani imajiner evrenin tanımı olamıyorsunuz. Çünkü ışık hızı size son bir perde. Sanki bir yeri göreceksiniz ve orayı görebilmek için araç olarak ışıktan başka bir aracınız yok; ışığın kendi, kendinden başka olan her şeyin örtüsü. Işık bir evren örtüsü.

Sıçrama Uzayını Tasarlamak

Burada ilgi çekici olan nokta, sıçrama uzayı. Sıçrama uzayı nedir? Sıçrama uzayı, 277.000 küsur km/sn olan hız ile 300.000 km/sn olan hız arasındaki uzay. Bu ne demek? Tekrarlıyorum, bir nesnenin ona dıştan kuvvet tatbik edildiğinde kuvvetin vektörü yönündeki hareketi; dıştan tatbik edilen kuvvetin miktarı artırıldıkça hızı da artar. Nereye kadar? 300.000 değil, 277.000 km/sn’ye kadar. Ondan sonra tatbik ettiğiniz her kuvvet, feedback onu geriye getirir. Kütle büyümesi, artık o nesnenin ileriye doğru hareket etmesini değil, sanki ona tatbik ettiğiniz kuvvet karşıdan tatbik edilmiş gibi nesneyi geriye doğru düşürüyor. İtmiyorsunuz da onu çekiyorsunuz gibi bir noktaya geliyor. O zaman orada bir salınım meydana geliyor. Nasıl bir salınım? O kuvvet tatbiki devam ettiği sürece, geriye geldiğini tasarladığımız nesne, bir müddet sonra kütle küçülmesi olduğu için, aldığı kuvvetle tekrar gidecektir ve o arada bir sarkaç gibi salınacaktır. Peki, en yüksek hız ne? 277.000 km/sn değil, 300.000 km/sn. Peki, aradaki space ne? Arada bir uzay var. Orası, aşılamayan bir uzay olarak karşımıza çıkıyor. O zaman, “sıçrama uzayı modeli” denilen bir yeri araştırıyorlar. Tardiyonlar ve luksonlar arasında bir sıçrama uzayı. Orayı dıştan tatbikle geçemiyorsunuz, o alanı tarayamıyorsunuz, parçacıklar o alanda hareket edemiyorlar.

O zaman, ışık hızı bir sınır –tek çizgi gibi, bir sınır gibi değil– arada bir sıçrama uzayı ile birlikte bir sınır teşkil ediyor. Bir örtü var, ama bu örtünün altında, hiçbir zaman dıştan gelen bir hareketle ulaşamayacağımız bir alan var sanki. Tabii düşüncelerinizde imgelem kurabilmemiz için bu tarzda anlatıyorum. Fizik gerçeklik içinde, sadece hareketin matematiksel tanımlarında böyle bir şeye tanık oluyorsunuz. Anlattığım uzay, matematiksel bir uzay. “277.000 km/sn ile 300.000 km/sn arasındaki boşluk, uzay” dediğimde, bunu nasıl kavrayabiliriz? Bunu ancak bir modele, bir tasarıma aktardıktan sonra kavrayabiliriz. Eğer bunu bir tasarıma aktarırsak şöyle olur: Arada sanki bir boşluk varmış gibi düşünelim. Bu boşluğun ön tarafında bir hareket, arka tarafındaysa başka bir hareket var, ama bunun arası aşılmaz bir direnç uzayı. Hiçbir zaman oraya giremiyorsunuz. Füzeniz geri gidiyor ve salınıyor. O zaman, kuvvetin tatbikinin sürekliliği açısından bir salınım uzayı, onun altında tardiyonların uzayı ki orada hareketler göreli olarak yer değiştirme, ileri geri, her yöne mümkün; ama diğerinde kuvvet aynı olduğu sürece salınıma giriyor. Diğer uzay da hiçbir zaman aşamadığınız, içinde hareket edemediğiniz bir boşluk, sonra da 300.000 km hızla var olabildiğiniz bir yer. “Ayrı bir uzay var, onun içinde hareket eden ışık var” değil; ışığın kendi bir uzaydır.

Işık, yani luksonlar, var olabilmek için –burası ilginç, diğer parçacıklar için geçerli değil bu– 300.000 km/sn hareket etmek zorundalar, yoksa var değiller. Dönüşünce başka bir şey ama lukson değil. Lukson olabilmek için 300.000 km gitmek zorundalar. Şimdi, bu zorundalık aynı zamanda bize evrenin varoluş açısından bir değişmez referansını veriyor. Varoluşsal bir değişmezlik. Nedir o? “Işık hızı” denildiğinde neyi kavrayacağız? Hareket eden bir şeyi mi, var olan bir şeyi mi? Varoluş açısından mı onu kavrayalım, hareket etmesi açısından mı kavrayalım? Ya da biz onu gözlemeye kalktığımızda, ne ile onu gözleyeceğiz? Kendi ile kendini gözlemekten başka çıkar yolumuz yok. Işık hızına ışık hızı ile bakacağız. O zaman orada hareket var mıdır? O gözlem anında hareket nedir? Işık hızında giden bir şeyin üzerine ışık hızı ile bakıyorsunuz. Acaba bakabilir misiniz ışık hızıyla? Bir parçacık gidecek, bir parçacığa çarpacak, geri gelecek. Aradaki yol ne ile gösterilirse, iki misli bir zamana ihtiyacımız var. Gidecek ve gözlemleyip geri gelecek. Karşıdaki parçacık ışık hızıyla gidiyor; çarptı, geldi, yolun iki misli; yani iki misli bir yol kat etti, gidip gelme. O sırada parçacık nerededir? Var mıdır? Böyle bir sorunla karşılaşıyoruz.

İstisnasız Her Şey Hareket Ediyor!

Peki, ona eşlik edersek, parçacıklar 300.000 km hızla gidiyor, biz de 300.000 km hızla yan yana gidiyoruz. Uzayda uyduların birbirlerine kenetlenmelerini, birlikte hareketlerini ya da içindeki bir kişinin çıkıp uydunun üzerinde hareket etmesini düşünelim. Diyelim ki bir uydu 40.000 kırk bin km/sa ile gidiyor, üzerindeki adam da 5 km/sa ile geriye doğru yürüyor ya da bir kordonla kendini bağlıyor, kendini boşluğa bırakıyor. Birbirleriyle ilişkilerinde, rölasyonlarında hiç hareket etmeyen iki varlık olarak gözlemlenirler. Neden? Hareketin eşitliliğinden. Bağlı olduğu cismin hareketi ile kendi hareketi eşitlendiğinde, paralel olduğunda hareketten bahsedemiyoruz; çünkü hareket başka bir harekete göre tanımlanacak olan bir iş. Dünyamızın bizim üzerimizde oluşturduğu yanılsamalardan bir tanesi budur. Şurada hareketsiz bir şekilde oturayım diyorum, şimdi şöyle hareketsiz duruyorum ve karşımda nispi olarak hareketlerini azaltmış olarak oturan insanlar duruyor. Bu fenomenal kavrayış –daha doğrusu ampirik, duyularıma bağlı olan ve duygularımla değerlendirmesini yaptığım kavrayış– akılsal düzlemde doğru değil. Oraya aklımla baktığım zaman biliyorum ki yeryüzündeki herhangi bir nesneyi referans noktası aldığımda, o nesne dünyanın dönüş yönünde, 1.670 km/sa hızla dönmektedir. Oturabiliyoruz! Düşünün, 300 km yaptığınız zaman nasıl bir hız farklılığı yaşıyorsunuz; “O kadar süratli gidiyorum, 300 km.” 1.670 km/sa ile giden bir şeyin üzerindeyiz ama algılamıyoruz. Ne ilginç değil mi? Hiç algılayamıyoruz, böyle bir şey yok gibi. Çünkü bütün referanslar, yani birbiriyle ilişkili olan nesnelerin referans dizgesi birlikte yaptığı için bu hareketleri, biz bunu algılamıyoruz.

Aslında burada hareket, göreli olarak sıfırdır: Birbirlerine göreli, yani nesnelerin aynı merkezde, aynı çekim alanında yaptıkları harekette, hareket yokmuş gibi bir etki. Oysa aklımla biliyorum ki bu çanta 1.670 km/sa hız yapan bir nesnedir. Ama ben de aynı hızla gidiyorum, masa da aynı hızla gidiyor, çekim alanı içinde bulunan diğer cisimler de aynı hızla gidiyor olduğundan, duyularımda ve duygularımda onu hareket etmeyen olarak algıladığım veya benim mekanik, dışsal hareketlerime göre hareketi veya hareketsizliği olarak nitelendirebileceğim bir durum var. Buradaki fark –algılamak, kavramak farkı– felsefede de çok önemli bir rol oynar. Felsefede de bir dilin oluşturulabilmesi için ve onu anlamlı kılabilmek için nesnel gerçeklik ortamında duyularımıza çarpan verileri, duyarlık yetimiz aracılığıyla bilincimizde “anlık verileri” –kategorilerle karşılaşma ile– algıya çeviriyoruz; daha sonra üzerine düşünmekle de onu bilgi haline getiriyoruz. “Bilgi” dediğimiz şey böyle oluşuyor. Felsefede de böyle, bilimsel bilginin metoduyla aynı. Bilimsel bilginin gerçekliğini ortaya çıkartabilmek için, o “üzerine düşünme” dediğimiz alan, bizim için duyular alanının gösterdiği uzaydan farklı bir uzaydır. Rasyonel uzay, aklın kendinin nesnel gerçekliğin yanılsamalarını aşıp gerçekliğine ulaşabildiği uzaydır.

Tekrarlayayım; örneğin, Dünya Güneş’in etrafında ne kadar hızla dönüyor? Güneşin çevresinde de dönüyoruz ya aynı zamanda. Dünya kendi etrafında 1.670 km/sa hızla dönüyor. Peki, Güneş’in etrafında? 107.000 km/sa hızla. Bu felaket bir şey. Minnacık ay, orada yaptığı hareketlerle canınıza okuyor. Kadınların 28 günlük hormonal yapılarının kontrolü, medcezir denilen hadise… Sadece denizlerde değil, insanda yaptığı etkileri açısından da karşılıklı bir etkileşim var. Biz bu efekti ve etkileşimi hissettiğimizde kendimizi ona göre düzenliyoruz, anlamaya çalışıyoruz. Bu hızlarla ilgili olarak acaba ne tür veriler alıyoruz? Dünya’nın bu hareketinde acaba manyetik bir rüzgâr oluşuyor mu? Gittiği yönün tersine bir konik rüzgâr oluşuyor mu? Sorulabilecek birçok soru var. Elektron hızlandırıcılarında, dışarıdan yüksek kuvvet uygulaması ile ışık hızına yaklaştırdığımız bir nesnenin bir türlü aşamadığı uzay, önünde engel olarak dururken, alıyorsunuz cebinizden bir kibriti, çok basit bir hareketle, hareketin kimyasal etkileşimiyle ışığı elde ediyorsunuz, 300.000 km hızla. Dışarıdan ne kadar kuvvet tatbik ederseniz edin bir türlü ulaşamadığınız hıza, bir kibrit çakması ile ulaşabiliyorsunuz.

E=mc2 ile Felsefe Yapmak

Şimdi, kütle ve enerjinin eşdeğerliliği ile ilgili biraz zevk edelim isterseniz, sonra bu tasarıma tekrar dönüp onun üzerine konuşalım. Özel ilişkinliğin temel ilkelerinden, Einstein’ın elde ettiği en ünlü bağıntı, kütle ve enerji ile ilgilidir. Devinen cisimlerin kütlesi arttığına göre ve devimle bir çeşit çabukluk elde ettiği, yani kinetik enerji olduğu halde, devinen cismin kütle artışı, onun erkinin artışından ileri gelmektedir. Özel kuram, oldukça küçük bir nesnenin olağanüstü büyüklükte bir erk (enerji) niceliğine eşdeğer olduğunu öngörür. Bu erk, kütle ile ışık hızının karesinin çarpımına eşdeğer olup E=mc2 denklemini göstermiştir. Bu eşitlik, matematiksel bir eşitliktir. Bunun üzerine de tartışmalar var. Einstein’dan sonra, bunun eşitlik değil denklik olması gerektiği, özdeşlik anlamında denklik olması gerektiği, yani iki çizgi ile değil üç çizgi ile gösterilmesi gerektiğine dair bir önerme de var. Bu gerçekten çok ilgi çekicidir.

E=mc2 problemi üzerinde felsefi tasarımlar, ilginç tartışmalar var. Bunlardan birine yüzeysel olarak değineyim: “E” (enerji) eşittir “m” (mass, kütle) çarpı “c2” (ışık hızının karesi). Şimdi, burada problemler çıkıyor karşımıza. Eşitliğin bir tarafındaki enerji ile diğer tarafındaki kütle ve ışık hızının karesi ile çarpımı ne ifade ediyor? Çok basit anlamıyla şöyle yorumlanmış veya halk diline çevrilmiş: Bir tarafta kütle var, bir tarafta enerji var. E=mc2 gerçekten bunu mu söylüyor? Soru bir: Enerjisiz kütle mi var ya da kütlesiz enerji mi var ki kütleyi bu yana koyayım, enerjiyi de diğer yana? O zaman dönüşen nedir? “Birbirine dönüşüyor” diyoruz. “Kütle enerjiye dönüşür, enerji kütleye dönüşür” diye bildiğimiz, ünlü bir söz var. Nasıl dönüşür? Enerji kütlesiz mi ki kütleye dönüşüyor? Kütle enerjisiz mi ki enerjiye dönüşüyor? Bunlar, Einstein sonrası tartışmalar. Pozitivist eğitimin verildiği okullarda, bu tasım, üzerine bir eleştiri getirmeden bize ezberletildi; bütün bunlar kalıp kalıp ezberletiliyor. Şimdi soru şu: Hangi enerji var ki kütlesiz, hangi kütle var ki enerjisiz ve bunları biz birbirine dönüştürüyoruz? Böyle bir şey var mı? Öyle değilse, bu bağıntı neyi söyler? Bize neyi anlatıyor? Üstelik bu bağlantıya bağlı olarak füzyona ait olguların hepsini açıklayamıyoruz. Deneyimleri yapılmış, reel olguları açıklamada gerçekten tutarlılığı olan bir konu bu. Biz bundan ne anlıyoruz?

Bizim aydınlanma adına burada yaptığımız tartışma, kavramların anlaşılır kılınması olacaktır. Onun için bunları tartışmaya açıyorum. Yoksa fiziğin mesleki konusu olurdu, uzmanlık konusu olurdu, bizi çok da ilgilendirmezdi, teknolojiyi ilgilendirirdi. Kim yaparsa yapsın, biz de onun sonuçlarına bakıp: “Bravo! Ne güzel yapmışlar. Alalım bilgisayarımızı, televizyonumuzu, nasıl yapıldığı bizi ilgilendirmez,” derdik. Fakat bunlar yaşamın kendini açıklayıcı olgular olduğuna göre; biz daha önce yaşamı nasıl algıladık? Bu bilimsel bulgular, bu bağıntılar yaşamı gerçekte nasıl anlamamız gerektiğiyle ilgili bilincimizin sorgulanması adına kullanıldığında, felsefi bir sorunsal olarak karşımıza çıkıyor. Bilhassa sanat dünyasında bambaşka boyutlara ulaşıyor. Bir sanatçının, bilimin kaskatı kavramsallığının hapishanesinden sezgiler yoluyla nasıl çıkacağının bir yolu aranıyorsa, o zaman bilimin bu kapıları da sanatçıya science fiction yaratabilir mi? “Çağdaş sanatta science fiction’ın büyük etkilerinin oluşu, acaba bu kavramsallıkların algılanması ile ilgili midir?” diye sorulabilir.

“Öznel kuram, oldukça küçük bir nesnenin olağanüstü büyük kütledeki m niceliğine eşdeğer olduğunu öngörür.” Böyle bir tümce var. Oldukça küçük bir nesnenin olağanüstü büyüklükte bir erk niceliğine eşdeğer olduğunu gösterir. “Bu m, kütle ile ışık hızının karesinin çarpımına eşdeğer bir m olup, E=mc2 denklemini gösteriyor. Bir başka deyişle, E=mc2 denklemi, herhangi bir nesnenin kütlesi, geride hiçbir kütle kalmayacak bir biçimde erke çevrildiğinde, elde edilecek erk niceliğindedir.” “Erke dönüştürüyoruz” dediğimiz zaman, dönüştürdüğümüz kütlenin tanımı nedir ki o olmaksızın bir erkimiz var? O zaman, burada m1 kütlesi ve m2 kütlesi diye nitelendirsek, dönüştürmeye tabi tutacağımız kütle ile dönüştürdükten sonraki kütle farklı bir kütle kavramını mı verecektir, farklı bir olguyu mu bize tanımlar? Bunun üzerine düşünmek gerekir; insanın bunu kendine açıklaması gerekir. Bu önermelerle yetindiğimiz takdirde anlamış olmuyoruz. Teknolojiyle yapılıyor, olgusu gösteriliyor olmasını yeterli görüp bu önermeyi onun üzerine koyarak yaftayı yapıştırıyoruz. İlan ediyoruz ama anlamıyoruz! “Biz anlamıyoruz.” Ünlü fizikçi Richard Feynman’ın da anlamakta zorlandığı gibi.

Işık Hızından Daha mı Hızlı?

Bu denklemde asıl soru çok ilgi çekici bir sorudur. Bunun üzerine de düşünelim birlikte. Işık hızı önermelerimizden biri, olası en büyük hız olmasıydı. Eğer ışık hızı olası en büyük hız ise, ışık hızının karesi ne demektir? Var olan hızların en yükseği ışık hızı; hatta ışık aynı zamanda sınır, yani ondan daha fazla bir harekete tanık değiliz. Saniyede 300.000 km. Peki, neye göre? Gözlemciye göre. Peki, “c2” nedir? Nasıl formüle ediliyor? İrreel bir sayı “c2”; “ışık hızının karesi”, böyle bir realite yok. Takiyonlar evrenindeki bir imajiner kavramsallıkta luksona bakılır. Çünkü bir nesneyi veya bir hareketi, biraz evvel anlattığım gibi, kendiyle algılamaya kalktığınızda algılaması yok! Çanta ile ben aynı anda, aynı hareketi ediyoruz. Çantanın hareketini neye göre, hangi referans noktasında, hangi referans dizgesinde anlayacağımı, başka bir referans noktası ile –yani ikimizin arasındaki ilişkiyi– saptamam gerektiğini bilirim ve onu araştırırım. Peki, ışık hızı? Işık varoluşu bakımından 300.000 km/sn. “Işık bir enerjidir” dediğimizde doğrudur, bütün enerji deneyimlerimiz onu doğruluyor. “Işık bir kütledir” dediğimizde doğrudur, bu da denendi. Güneş’in yanından geçerken ışığın eğildiğini gördük, yani çekim alanına çekilen bir şey kütledir. Bunları da biliyoruz, ama onu tanımlamak için, kendinin enerjisi ile kendinin kütlesi arasındaki ilişkiyi anlayabilmek için de üçüncü bir referans noktası gerekiyor. O da nedir? Karesi olan imajiner bir sayı; “c” çarpı “c” – 300.000 km/sn x 300.000 km/sn. Böyle bir sayımız var. Bu sayı reel değil. Böyle bir şey yok. Bu hareketi yapan, bu kadar hızla giden hiçbir nesne yok. Yine de E=mc2 formülünde böyle bir hızımız var.

Maddenin dalga niteliği söz konusu olduğu zaman, biliyorsunuz “dalga fonksiyonu” diye bir fonksiyon tanımlarız. İstatistiksel olarak bu fonksiyonun karesini alırız; “sinüzoidal fonksiyon” deriz. Onun karesi diye alırız; orada, o olayın olabilme olasılığını temsil eder. Burada, sözü edilene bir rakam olarak baktığınızda, aslında o bir olasılığı temsil ediyor. Dolayısıyla, buradaki kavramsallık, tamamen bir mantıksal uzayı ve bir mantıksal olguyu bize söylüyor, ışık hızının karesi gibi reel bir olguyu değil. O zaman, “rakam olarak algılamamak gereken” bir nesne var, hareket ediyor. Hâlbuki 300.000 km/sn de realite; reel ama “c2” dediğimde, “onun kendi kendine çarpımı” diye bahsettiğimde ne söylemiş oluyorum? O kadar hızlı hareket eden bir cisim mi söylüyorum? Hayır. Peki, yok olan bir şeyi nasıl rakam olarak koyabiliyorum formülüme? Realitesi olmayan bir şeyi formüle katarak nasıl olur da realiteleri açıklamış olurum? “E” bir enerji realitesi. Nasıl olabilir? Bana öbür tarafında imajiner bir sayı ile çarpım gösteriyor ve o imajiner sayı ile yaptığım çarpımda “E”nin gerçek değerini bulacağım. Böyle bir şey olabilir mi? Kavram olarak, imgelem olarak sizde ne tür bir şey uyandırıyor?

(Dinleyiciler arasında fizik akademisyenleri (FA) var. Onların katkılarıyla devam ediyor.)

MB – Fizikçiler diyor ki: “Bizim teknik terimlerimizden biridir, sizi pek fazla ilgilendirmez. Çünkü siz onu sayı gibi anlıyorsunuz, biz onu sayı gibi anlamıyoruz. Biz onu bir olasılık değeri olarak kavrıyor, olasılık sayısı olarak görüyoruz; realitenin kendini değil olasılığını kavrıyoruz. Siz o sayı ile realiteyi düşünüyorsunuz, realitede de böyle bir şey olmadığını düşünüyorsunuz.”

FA – Olasılığı var ama ne kadar olduğunu tanımlayan bir sayı olarak, reel olarak bakmamak lazım. Olasılık fonksiyonu verir ama olur “m”, kütle –bakabilirsiniz yani– veya “E”, enerji halinde de olabilir.

MB – Mass (kütle) olarak da karşımıza çıkabilir, “enerji” “E” olarak da karşımıza çıkabilir. Bu olasılık içinde biz ona bakıyoruz. Peki, c2 yani bir hızı ifade etmemiz için?

FA – Tabii aslında dalga – hızlı giden, iyice hızlı giden bir dalga. İmajiner tarafı olması da dalga olduğu içindir, zaten sinüzoidal fonksiyon işin içine girdiği zaman…

MB – Bakın, burası çok önemli, aslında vurgulamak istediğim yerlerden biri bu. Sinüzoidal bir dalgayı kavrayabiliriz.

FA –  Bunun açılımlarını aldığımız zaman, “e” bir eksponansiyel, yani “e” sayısı ile bir bozulma görüyoruz. Yahut da aynı şekilde bir yükselme görüyoruz. Yani bu, evrenin içindeki devinimler. Makro olarak da baksanız hep budur, mikro olarak da baksanız budur. Öyle olunca, böyle sinüzoidal devinim içinde bir şey algılıyoruz. Baktığınız zaman aralığı ya da olay aralığı ya da mekân aralığı, hangisi olursa olsun, bir olasılıkta bir olayı gözleme imkânınız da bu dalga fonksiyonlarının karesi ile belirlenir.

MB – Neden karesi ile belirlenir Hocam?

FA – Şimdi, bir kere bunu da imajinerlikten kurtarmamız lazım. Yani eksi bir değerse bile, tabii eksi bir değer felsefe olarak farklı şeyler de çağrıştırabilir ama fizikten bakarsak, böyle söylemek istiyorum. Yani bunun üzerine düşünmesi çok güzel aslında, onu sizin tarafınıza bırakıyorum ama eksi bir değerse bile, bir kare fonksiyonu aldığınızda onu, orada vardır, artıdır, elle tutulur bir değerdir.

MB – Burası çok önemli. Yani buradaki karesini almak, onu artı, olgusal hale getirmenin bir yolu.

FA – Matematiksel bir hale getirmenin.

MB – Matematikle kullanmamıza rağmen, matematiksel imajiner sayı, sinüzoidal hareketlerin olguya dönüştürülmesi için zorunlu. Çünkü –“çünkü”ler var tabii, birçok “çünkü” var– “çünkü”lerden bir tanesi de alan fonksiyonu. Alan fonksiyonu olabilmesi için kare olmak zorunda. Başka türlü alana ulaşamıyorsunuz, yoksa tek çizgi üzerinde. Sinüzoidal olması alan taraması demektir. Alan taraması demek kare demektir.

FA – Alan, hareketi açıklayabilmiş olmak için. Lineer bir hareket olmuş olsaydı…

MB – Tabii, lineer değil, alan taraması var. Alan taraması deyince “kare” diyorsun, “kare” dediğin zaman da söylediğin şey, bir alan taramasını ifade ediyor. Bir hızın iki kere kendi gibi, yani kendi kendinin çarpımı kadar hızlı gidiyor olmasını değil, bir alanda hareket ediyor olmasını ifade ediyor. İşte, burada field, “alan” kavramı ortaya çıkıyor. Yani bir hareketin alan taraması ile ilgili bir anlayış var, değil mi?

FA – Elektron da bir yörünge üzerinde dönen bir şey değil midir? Orada bulutsu bir dönüş olduğu için aynı alan hareketi orada elektron hareketi, bir tek doğru üzerinde dönüş hareketi değil.

MB – Şimdi, bunun üzerine biraz daha böyle düşünelim. Düşüncemize nasıl bir boyut kazandırdığını düşünelim. Nasıl bir şey söylüyor?

Sistemsiz Kavram Tanımlı Değildir

Klasik fizikte evrenler özdek, yani madde (mass) ve erk (energy) olarak iki ayrı öge kabul ediliyordu. Özdek klasik fizikte nasıl tanımlanıyordu? “Madde” deyince ne anlıyorsunuz? Uzayda yer kaplayan, hacmi ve kütlesi olan, çekime uğrayan gibi birçok tanımla onu zenginleştirebilirsiniz ama tek bir tanesini alalım: Uzayda yer kaplayan bir cisim maddedir. Şimdi o halde uzayın tanımı gerekiyor. Uzay nedir ki orada yer kaplar? Yer nedir? Değil mi? Yer, uzay, yer kaplamak nedir? Kapsanmak nedir? Nasıl bir şey söylüyoruz? Ve cisim nedir? Şimdi, bütün bu kavramların her biri tanımlı kılındıkça, o tümce tanımlı başlayacak ve “madde” dediğimiz şey anlamlı olmaya başlayacak. Yoksa biz aslında bir şey söylemiş olmayacağız, tasarım olacak, ama tasarımın bütün lambaları yanması lazım ki onun arkasındaki anlam parlasın. Tek bir tanesi parladığı zaman olmuyor. Tek bir taneden kastım, o tümcedeki her sözcüğü bir lamba gibi düşünün. Böyle bir tasarım kurabiliriz, değil mi? Şimdi, madde lambasının yanmasını istiyoruz, ama uzay lambası yanmıyor, cisim lambası yanmıyor, yer lambası yanmıyor, kaplama lambası yanmıyorsa madde lambası da yanmıyordur, çünkü aralarında enerji akışı yoktur. O halde, kavramsallık dediğimiz şey bir bütün, bir ilişkiler bütünü gibi algılanırsa, bir dizgeyi bize söyler, sistemi bize söyler. Sistemsiz hiçbir kavram tanımlı değildir. Fakat ilginç olan bir şey var, sisteme ulaştığımızda –ki “evren” sözcüğü budur, herhangi bir sistem evrendir, dünya değildir; o başka bir anlam taşır, evren başka bir anlam taşır– herhangi bir sisteme ulaştığımızda, orada bir evrenden bahsediyoruz. O evrenin kendini anlama referansı, kendi içinde midir dışında mıdır? Başka referanslara mı ihtiyacımız var? Başka referans dizgesi ile mi ona bakacağız? Bakarsak dönüştürüyor muyuz? Kendi referans dizgesi ile kendine dönüp baktığımızda, kendi içine kapalı olmakta farkındalık meydana gelir mi? Özdeşlik acaba bizi anlamsızlığa mı götürür? Şimdi, bunlar felsefi taraflı tanımlar.

Erk ve özdek, enerji ve madde klasik fizikte iki ayrı olgu olarak kabul edilir. Özdek durağan, dokunulur, kütlesi olan, uzayda yer kaplayan; erk ise devimli, görünmez, kütlesi olmayan, uzayda yer kapladığına dair herhangi bir algımızın olmadığı, görünmez ama devimli bir gerçeklik. Newton fiziğinde, bu ikisi ayrı ayrı, böyle anlaşılıyordu. Özdek ayrı bir şey, erk ayrı bir şey; tanımlanırken birbirinden bağımsız olarak, ayrıştırılarak anlaşılıyordu. Einstein, E=mc2 formülüyle, bu ikisinin bir ve aynı şey olduğunu; özdek adı verilen ögenin özünde yoğunlaşmış erk olduğunu tanıtlamış ve aralarındaki ayrımın yalnızca birbirlerine dönüşüm olduğunu göstermiştir. “Aristoteles’in mantığı” dediğimizde, aslında, Aristoteles’i hiç duymamış, ondan hiç haberi olmayan insanların kullandığı bir mantığı söyleriz. Aristoteles’in mantığı “doğru-yanlış mantığı”dır. Bir şey ya doğrudur ya yanlıştır, üçüncü bir hal olamaz. Bir şey ya kendidir ya da kendi değil başka bir şeydir, üçüncü bir hal olamaz. Bu saat, zaman ve mekânda işgal ettiği yerde kendi var olabilir, başka bir şey orada olamaz gibi düşünceleri getirir ve kesinlikçi, birbirinden ayrılmış, koparılmış düşüncelerdir. Şimdi buna “Aristo mantığı” deseniz, bilimsel, literatürdeki yerini göstermiş olursunuz, ama günlük dilde zaten hep kullanılan mantık biçimidir. Sonradan, “formel mantık” diye de ayrıca adlandırıldı.

Newtoncu düşünce de bizim alışageldiğimiz, duyularımızın, algılarımızın koşullaması altında, bilincimizin bir tavrıdır. O tavırla, biz hep ikici bir durumda bir şeyi kavramaya çalışıyoruz; ikicilikle kavramaya çalışıyoruz; düalite denilen şeyle. Zaten temelinde de Aristo mantığını içeriyor. İki olmaksızın, karşılaştırma mümkün değil; karşılaştırdığımızda, birbirinden ayırdığımız iki ayrı şey elde ediyoruz. Bu iki ayrı şey, birbirleriyle ilişkilendirildiğinde, nasıl kavranacaklardır? Benzetmelerle, birbirine benzer olan yanları ve benzemeyen yanlarının tespiti ile kavranacaktır, ama biz bunu iki ayrı töz olarak kavrayacağız. Enerji ve kütle ya da madde ile enerji dediğimiz şeye, Einstein, “İkisi aynı şey; tözü aynı, aynı şeyden bahsediyoruz,” diyor; dönüşümlerine işaret ediyor. Peki, iki ayrı şey mi ki bunlar birbirine dönüşüyor? Hayır. Dönüşmek ne demek o zaman? Bilmem anlatabiliyor muyum acaba? Kavramsallık olarak sorun açabiliyor muyum sizde? Yani “dönüşmek” dediğim zaman, burada bu kütle –şapka kütlesi– şapkayı yaktım, bir de enerji meydana geldi, bu ısı enerjisi. Bu şapka kütlesi ile bu ısı enerjisi arasında dönüşüm var. “Bu ona dönüştü. Bu başka bir şey, bu başka bir şey” gibi böyle bir ikicilik içinde anlıyorum olayı ben. Newton da böyle anlamış, doğru anlamış. Einstein şimdi nereden şaşırtıyor bizi? Diyor ki o ‘enerji’ dediğin şeyle bu aynı şey. Bu şapka, onu dönüştürdüğün, ‘enerji’ dediğin şeyle aynı varlıktır. Tözsel olarak aynı. Tözü aynı, biçimleri farklı. Nedir bu biçimler? Felsefidir, “biçim” dediğimizde felsefi anlamda söylüyoruz. Erk düzeyleri farklı; aynı varlık, erk (enerji) düzeyleri farklı olarak aynı varlıktan bahsediyoruz. O zaman, enerji düzeyleri arasındaki ilişkilerle biz bir varlığı kavramaya çalışıyoruz. O zaman, E=mc2 dediğimizde, “enerji var, kütle var, bunlar birbirine dönüşüyor” demek değil. Kütleli enerji, kütleli enerji, hep kütleli enerji var; kütleli enerjinin durumları değişiyor, erk düzeyleri değişiyor. Aynı zamanda hız tabii –ama “momentum” olarak düşünüldüğünde– hız değişimi kütlenin değişimi. Kütlenin değişimi, zaman değişimi demek. Zaman işin içine giriyor.

Rasyonel Zaman Reel Zaman Haline Geldi

Isaac Newton

“Zaman” eskiden, dışarıdan koyduğumuz bir ölçme değerimizdi, rasyonel zaman. Şimdi reel zamandan bahsediyoruz. Ne demek istiyorum? Zaman nasıl reel olur? Zaman, dışarıdan ölçtüğümüz bir şey değil miydi? Saatimi koyarım koluma, orada vakayı gözlerim, geçen zamanı yazarım, alınan yola bakarım – ilişkileri böyle kuruyorum. Oysa, kütle ve enerji olarak nesnenin kendinin var olabilmesinin temel ögeleri harekettir. Einstein’ın çok ünlü bir sözü var: “Bütün fiziğin yasalarını kavramak demek, hareketin yasalarını kavramak demektir. Sözü edilen, hareketin yasalarıdır.” O zaman, var olan ne? Var olan hareket mi, onun yasalarını kavrıyoruz? Hareket dediğimiz zaman, kim hareket ediyor? Hareket eden ne? Hareket eden özdek. Bu, mekanik olarak, dış hareketler biçimi olarak Newton’da çok da kolay anlaşılır bir şeydi. Fakat, bu hareket kavrayışı, nesnenin varoluşunu değiştirmiyor. Einstein’a göre; bu nesnenin kendi durağan değil, kendinin iç parçacıklarının hepsi hareket halinde ve bunun kendi varoluşu hareketin bir durumu ile ilgili. Hareket durumu değiştiğinde, bu, başka şey, başka boyut, başka duruma geçer. Hareket varsa, hareket eden ne? Özdek. Özdek ne ki hareket ediyor? Hareket olmaksızın, var olmayan bir şey. Yok ki onu “hareket ediyor” diye tanımlayalım. Hareket ile var. O zaman, “hareket” denilen şeyin kendi nasıl olabilir! Bir “nesne” dediğimizde, bir töz düşündüğümüzde, buradaki seperasyon Newtoncu bir seperasyon ve bizim aklımızın alabilirliği içine giriyor ama nesnel gerçekliği bozuyor. Şöyle bir şey: Kalem, işte burada gördüğümüz masa ve etraftaki bütün referans dizgesine göre yer değiştiriyor. Bunda bir sorun yok. Ne kadar zamanda, ne kadar yol aldı bakarız, her şey yolundadır. Kalem vardır ve o başka birtakım varlıklara göre hareket eden yer değiştirme içindedir. Bunda anlaşılmayacak bir şey yok. Newton da zaten bunu yapıyor. Bütün ölçümler bunun üzerine yapılıyordu. Einstein böyle bir şey demiyor bize. Hareket eden şeyin kendi, hareket olmaksızın var olamaz. Peki, töz ne burada? Hareket mi, hareket eden bir şey mi?

Işığı konuşuyoruz –“ışık luksonları” dediğimiz şey– hareketini kaldır, yok; hareketle birlikte var. “Işık” dediğimiz şey, luksonlar, 300.000 km/sn’de varlar, yoksa yoklar. Peki, şimdi bu varlık, “lukson” dediğimiz parçacıklar var ve 300.000 km mi gidiyorlar – ki mümkün değil, çünkü 300.000 km olmaksızın yoklar. “Bir şey var ve 300.000 km hızla gidiyor” doğru bir tanım değil. Düşüncelerinizi daha çok bu alanda zorlamaya çalışıyorum; yoksa fiziksel bulgular ve onların deney ve pratikteki doğrulanmaları, sanayideki uygulamaları, bunlar çok açık. Fakat nasıl bir şey oluyor orada? Onu kavramak, varoluşumuzu kavramak… Bunun üzerine neler düşünmemiz gerekir? Biraz daha zorlayalım. “Einstein, bu ikisinin bir ve aynı şey olduğunu ve özdek adı verilen ögenin, özünde yoğunlaşmış erk olduğunu tanıtlamış ve aralarındaki ayrımın yalnızca birbirlerine dönüşüm olduğunu göstermiştir,” derken dahi, bir ikilik ve birbirine dönüşme olgusunu dışsal düalite içinde kavrıyoruz; bu da bizi yanıltıyor.

Eşitlik Yerine Denklik Denilmeli

“Günümüz kuramcılarından bazıları, böyle bir dönüşümün söz konusu olamayacağını ileri sürmekteydi.” Şimdi tartışma alanı. “Günümüz kuramcılarından bazıları E=mc2’nin bir dönüşüm olamayacağını ileri sürdü. E=mc2 denkleminde, aslında bir özdeksel biçim değiştirme vardır denilmektedir. Burada anlatılmak istenen şudur: Enerjinin de bir kütlesi vardır. Bu nedenle, kütle enerjiye dönüşür denilemez. Kütlenin de bir enerjisi vardır, enerji kütleye dönüşür denilemez.” Einstein, “O zaman, burada E=mc2’ de bir dönüşüm vardır,” diyordu. Bir özdek var ve bu özdek, bir de yoğunlaşmış erk olarak tanımlanır. Siz başta ne diyordunuz? Uzayda yer kaplayan, duyularıma çarpan bir şeydir, cisimdir. Hacmi olan, uzayda yer kaplayan –hep bu söylediğimiz sözler– Einstein’da hiçbir şey ifade etmiyor. Einstein diyor ki: “Madde yoğunlaşmış enerjidir.” Onun tanımı bu. “Madde” dedi mi, bunu kavrıyor. Madde yoğunlaşmış enerjidir. Peki, enerji nedir? Seyyalleşmiş maddedir. Peki, bu ikisi nedir? İkisi aynı şeydir. Ne oluyor burada? Dönüşüyor. Kim kime dönüşüyor? Biri birine. O zaman iki tanedir bunlar, “birinin kütlesi tamamen tükeninceye kadar enerjiye dönüşür,” diyor Einstein. Kütle tamamen tükeninceye kadar enerjiye dönüşür. Hâlbuki enerjinin kütlesi var. Hiçbir şeye dönüşmüyor. O zaman, yeni kuramcılar diyorlar ki: “E=mc2 denkleminde aslında bir özdeksel biçim değiştirme vardır.”

Burada anlatılmak istenen şudur: Enerjinin de bir kütlesi vardır. Bu nedenle kütle enerjiye, enerji kütleye dönüşüyor denilemez. Uygun bir söylem ise şöyle olmalıdır: E=mc2 bağıntısında her türlü değişim –iki yönde de değişim– dizgenin rölatif kütlesi ile rölatif enerjisinin toplamı aynı kalmaktadır denilebilir. E=mc2 bağıntısında her türlü değişim, “bu bir bağıntıdır” diyor; hareket var. Bir yerde, bir nesnede hareket varsa, o hareket birtakım pozitsio, birtakım durumlar ortaya çıkaracaktır. Bu durumlar arasında bağıntı söz konusudur. Durumlar arasındaki bağıntı da bir dizgedir. Bu da ilişkindir, birbirleriyle ilişkilidirler, rölatiftirler ve bu rölativite içinde kütlenin ve enerjinin hareketlerini izliyoruz. İzafi hareketler toplamı ya da izafi kütle ve enerji değişimleri toplamı “bir”dir. Başka bir deyişle; “E” tarafında, enerji tarafındaki izafi kütle ve enerji birliği, öbür taraftaki enerji ve kütle izafiyetine denktir. “Bu taraftaki madde, bu taraftaki enerji” gibi bir şey yok; aynı şeyden bahsediyoruz. E ile mc2 aynı şey, çünkü “eşit” desek iki ayrı varlık olurdu. Hâlbuki aynı varlıksa, o zaman “eşitlik” kavramı burada yanlış, denklik kendine özdeştir. “İki ayrı izafi kütle” diye bir şey yok, kütle ve enerjinin değişimleri içindeki kendi izafi varoluşunun kalıcılığından bahsediyor. İşte, felsefi boyutta olayı kavramak aşağı yukarı böyle oluyor.

Sezgisel İmgeleme Gereksinim Var

Özel görelilik ve genel görelilik; bir değişmez dizgelerde değişmez hızlara göre izafi bir de karşılıklı değişen dizgelerin birbirine göre olan izafiyeti. Çünkü iki türlü de düşünebilirsiniz. Yani bir değişmez, neye göre? Diğer değişenlerin tayini veya iki değişkenin birbirlerine göre tayin edilmesine göre; “iki değişen” dediğiniz anda da bela çıkıyor. Çok kolay anlaşılır bir iş değil gerçekten, ama düşünmemize neden oluyor ve kendimizi sorgulamamıza, nesnel gerçeklik ortamında kendimizi kavrayışımıza gerçekten derin etki yapabiliyor. Eğer bununla derin bir ilişki kurabiliyorsak, sezgimizi olağanüstü değiştirebilir bu kavramsal çalışmalar. Daha sonra kavramların içini dolduracak olan da o sezgisellik olacaktır. Ben sezgiyi burada imge gibi düşünürüm; kavramın içinde bu sezgisel imgelem yerleşmiyorsa, kavramlar sadece seslerden, kulaklarda duyulan sözcüklerden ibarettir. Kavramlar sizde bir çağrışım, bir imgelem, bir tasarım oluşturmaya götürmüyorsa, anlama yetiniz çalışmıyordur. Fakat bu alanlarda kuracağınız tasarımlar, nesnel ortamdan algıladığınız ampirik, duyusal tasarımlarla da kurulamıyor. Tam aksine, onlara engel oluyor. Şimdi, böylesine bir problem yaşıyoruz. Duyularımızın evreni ile aklımızın evreni ve deneysel gerçeklik arasında bocalamadayız. Bu bocalamanın arasında nasıl kavrayışa çıkacağız? Onu nasıl anlamlandıracağız?


* Metin Bobaroğlu’nun 1999 yılı Ocak-Haziran ayları arasında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde “Einstein’ın Nesnel İlişkinlik Kuramı” üzerine yaptığı konuşma dizisinin kayıtlarından derlenmiştir.