Entelektüel ezberlerimizi sorgulayalım:

Ezber 1: “Her şey değişir, değişmeyen tek şey değişimin kendisidir.”

Zaman ve mekân kavramları, Kant’ın dediği gibi duyarlığın yetileridir. Düşünmelerimizde sezgisel olarak, bilincimizi ancak bu iki kavramla oluşturabiliriz. Kant, bunların akıl kategorileri değil ama duyarlığın yetisi olduklarını söyler; eş deyişle sezgidirler. Bunu kavramlaştırmaya kalktığımız zaman, düşüncemizin temeli olan “temel”, Batılıların ground dediği gibi bir anlamda “yer” yani mekân değildir. Uzay kavramı da zaman kavramı da potansiyel kavramlardır ve biz onları uygulamada realize ederiz. Kant, bu nedenle “sezgidir” demiştir. Haklıdır, çünkü uzay dediğimizde, o uzam değildir. Türkçedeki uzay ile uzamı karıştırmayalım. Uzam, mekânın karşılığı. Uzay, sınırsız-sonsuz bir sezgidir, kavram değil. Kavram sınırlı olmak, karşıtıyla ilişkili olmak zorunda; o halde, somut olmak zorunda. Her kavram karşıtıyla ilişkide somutlanır. Uzay olarak uzay, salt devinmez, özeği de kenarı da yoktur; kenarı olmayanın özeği de belirlenmiş olmaz. Eğer bir özek belirlenmişse, bir kenara, bir çevreye göre küreyi ya da daireyi düşünebiliriz. Devinim diyalektiğinde, devinimin olası olduğu diyalektikte, “saltık” devinimden söz edemeyiz. Saltık devinim tanımsızdır. Saltık devinim bir kavram olarak ileri sürülebilir ama tanımsızdır, çünkü karşıtını içermez. Dolayısıyla, devinim sözü dinginliği de kapsar. Bu dinginlik, saltık dinginlik değil, harmonik dinginliktir. Harmonia hareketin dinginliğidir esasında, ama hareketsizlik değildir. Bu, vahdeti anlamak için en önemli kavramlardan biridir. Şöyle ki: Saltık bir dinginlik, saltık bir hareket ve bunlar karşıttır diye bir şey yok. Bu doğaldır; birbirinin dışında bırakılmış, akılsal değildir. Çünkü akılsal olması için, özsel bağın olması, birbirinden türetilmiş olmaları gerekir, birbirinin karşısına konmaları değil. Diyalektik olmazlar o zaman. Saltık olmak, sadece değişmezlik hep yadsınmıştır; bu çok modadır bizim sol akımların kullanımında. Her “saltık”, “mutlak” dediğinizde, değişmezliği söylemiş olduğunuz için, Heraklitos’un o ünlü sözünü karşımıza çıkartır entelektüellik ve der ki: “Her şey değişmektedir, değişmeyen tek ilke vardır, o da değişim.” Şimdi, bu slogan olunca, bunun karşısında, dinginlik, sükûn, armoni arayışı tamamen kalkar. Sorgulanmaksızın, bir inancaya dönüşür. İşte, bu inanca, felsefe değildir. Büyük bir filozofun sözü burada yüceltilmiş olur veya bir başka filozofun sözü yüceltilir ve düşünmeyi engeller.

Ezber 2: “Varoluş biricik gerçekliktir.”

Hâlbuki felsefe düşünmeyi harekete geçirecek olan kavramlara gereksinir. Logos sürekli, ateşli, tutkulu düşünmenin adıdır. Saltığı, bu felsefi diyalektik bağlamında, koşulsuz, ilişkisiz olarak da anlamalıyız. Sadece değişmezlik yüklenmemeli, koşulsuzluk “saltık”tır. Olanaklı mıdır koşulsuzluk? Gerçeklikte olanaksızdır. O zaman “saltık” nedir? Düşünsel bir soyutlamadır. Somutu kavrayabilmek için soyutlamalara gereksinim vardır. Aklın edimleri, “us”un edimleri soyutlamalardır çünkü. Eğer soyutlama yapmasaydık, matematiği, geometriyi yapamazdık; kavramları oluşturamazdık – bunlar soyutlamanın ürünleri. Us, soyutlama yaparak kendini keşfeder. Örneğin, geometri usun bir konusu gibi görünüyor. Hayır! Geometri, usun kendisidir. Usun kendi üzerine dönmesi; kendi dışından bir nesneyi alıp bilmeye yönelmiyor, kendini dışlaştırıyor. Us, edimlerinde kendini dışlaştırıyor ve kendi üzerine dönerek kendisini kavrıyor. Geometri ve matematik dâhil, felsefenin tümel kavramları tamamen böyledir. Göreli, yani rölatif olan, aslında saltığı aşar. Saltık ilişkisizlikte, koşulsuzlukta “sebep ve sonuç” bağlamı yoktur, determinasyondan söz edilemez. O zaman rölatif olan, saltık özdeşliğin, eş deyişle düşünce olarak saltık özdeşliğin bir ilerisindeki adımdır ki onu aşar. Hâlbuki bakın, “saltık” daha yüce, daha yüksek; “rölatif” olan, göreli olan daha düşükmüş gibi görülüyor. Gerçeğe doğru bir vektör çizersek bu anlamlı olur. “Gerçeğe doğru, somuta doğru rölatif olan, saltık olandan daha üstündür” diyebiliriz. Eğer, “gerçeğe doğru değil de soyutlamaya doğru” demiş olsaydık, o zaman “saltık olan göreli olandan daha üstündür” diyecektik. Bu gerekçeler olmadan, felsefî düşünme anlam taşımaz, sadece özdeyişlere dönüşür.

Parmenides

Felsefî düşünme, zorunluluğu gösterildiği için felsefedir. Zorunluluk, güvenilirliğimizi bildirir. Eğer bu zorunluluk yoksa o zaman felsefe özdeyişlere, edebi metinlere dönüştüğü için kendini ortadan kaldırmış olur. Parmenides’e bir hatırlama olarak dönelim: “Bir, çokluk kabul etmez” demişti. Bir, çokluğu yadsır, kendi dışında bırakır. Varlık da birdir. O nedenle varlık değişmez, ‘Saltık’tır. Zenon ne diyordu buna? “Bir, gerçek olandır. Tek gerçek olan, ‘Bir’dir; çok ise görüngüdür, fenomendir.” Demek ki Kant’ın numen-fenomen ayrımı, ilk Zenon’da vardır. Tek gerçek var, o da ‘Bir’dir. Nitekim İslâm düşüncesine döndüğümüz zaman, Kur’an’dan, vahiyden yararlanan düşünce ile felsefeye baktığımız zaman da böyledir. Tek gerçek vardır: Allah. Diğer her şey onunla gerçekliğini kazanır. Hayy ve Kayyum olan Allah’tır. O’nun Kayyumiyeti, fenomenler, görünüşler dediğimiz ya da mevcud dediğimiz, zuhurdaki, görünüşteki duyusal âlem üzerinedir. Bâtın olarak Kayyum olan Allah ise gerçeklikten söz edebiliriz. “Niye böyle olsun? Mevcudun kendisi gerçek, işte! Saat gerçek değil mi? Mevcud olan bütün nesne gerçek değil mi?” diye sorulabilir. Sebep sonuç zincirinde, arkasında başka olgulara bağlı sebepler olduğu için ve o sebep-sonuç zinciri içinde bir bütünlük olarak mevcudattan söz ettiğimiz için, tek başına yalıtılmış olmadığı için, gerçek değildir. Soyutlamasını ancak zihinsel olarak yapabiliriz. Kendi, bütün evren ile mekanik görünümlü, ama arkasında organik olduğu şimdilerde daha iyi bilinen bir gerçeklik var. Bundan kasıt nedir? Gerçeklik bir bütündür. O zaman, ussal, sistematik olan, gerçekliğin ifadesinin zorunlu bilincidir.

Ezber 3: “Tanrı yoktur.”

Baruch Spinoza

Felsefe, tekrar kendi zorunluluğundan sesleniyor ve “bensiz şuursuz kalırsınız” diyor. Spinoza, “Tüm belirleme bir olumsuzlamadır” ve “Tanrı olumsuzlama içermez” demişti. Yalnızca Tanrı olumsuzlama içermez ama tüm belirlemeler olumsuzlamadır. Ne demek? “Saat saattir” dediğim zaman, bu belirlememle, “defter değildir”, “mikrofon değildir”, “su değildir” vb. demiş olurum. Buna Hegel’in gerçeklik açısından itirazı ne idi? Bu yaklaşımın, bir nesneyi ilişkisiz hâle, statik, soyut bir nesne haline getireceği ve böylelikle gerçekliğinin yadsınacağı yönündeydi. Çünkü başlangıçta özdeşliği koyuyor, sonra diğerlerinin onun karşısında o olmadıklarını bildiriyor bize. Bu bir edim değil. Bu bir inanç, bir kabul. O nedenle, Hegel diyor ki: “Bu yanlıştır, kurguyu değiştirmemiz gerekir. Belirleme olumsuzlama değil, her olumsuzlama bir belirlemedir demeliyiz.” Hegel’in diyalektiği budur. “Olumsuzlama” öne geliyor. Bir kavramı inanca ile kabul edersek, inanca ile o kavramı toplumsal bir kabule, hatta bütün insanlığın kabulüne kadar götürsek bile onu edimsel, felsefî kılmış olmayız. Peki, ne olur?

O kavramın, olanaklı tüm eleştirilerimizi yönelterek ortadan kaldırılması gerektiğini, aslında her kavramın ortadan kaldırılmak üzere bize verildiğini; eğer ortadan kaldırmaya yöneldiğimiz kavramın ortadan kaldırılamayacak özü var ise onun yükseltgendiğini açıklar Hegel. Hegel’in “hakikat” dediği budur. Hakikat ortadan kaldırılamaz olduğu için ona yöneltilen tüm eleştirilere direnir ve aslında bizim eleştirel olarak elediğimiz teferruattır; hakikat aufheben, yükselişe geçendir. Daha üst bir ilke ile daha parlak biçimde bilincin önüne çıkar ve gerçekliğini dayatır. Batı’da “Negasyon belirlemedir (afirmasyon)” sözü Hegel’de ortaya çıkınca, diyalektik kavramlaştırılmış oldu ve düşünce alt üst oldu. Yepyeni bir düşünce ile tarihe, kültüre bakmak icap etti. Kim baktı? Kimse bakmadı, öyle bakir kaldı. Sol Hegelciler, Sağ Hegelciler, Teolojik Hegelciler, şu Hegelciler, bu Hegelciler… Nihilize ettiler. Marks yaptı denilebilir. Marks, bir ideolojik ütopya için sadece manivelasını aldı, geri kalan o kavramsal sistematiği yadsıdı; bir din gibi, bir ideoloji gibi kabul gördü. “Sorgulamaksızın yapacağız; tespit ettik, buyrukları da şunlardır, sorgulama yok, yapalım.” Sorgulayanlar karşı takımdan, ajanmışçasına bir tavır alındı. İşte bu da din tutumlu ideolojidir, dayatmadır; halklar için, toplumlar için, kavranmadığı halde kavranmış gibi yapmaktır. Bunlar sorunsallar tabii, tartışmaya değer konular. Keşke yapabilsek, felsefe ve ideolojiyi yeniden sorgulamış olurduk.

Ezber 4: “Gerçeği sadece İslâm’da buluruz.”

Georg Wilhelm Friedrich Hegel

Hegel’in bu diyalektik dediği şey, İslâm dünyasında zaten var ve 1400 senedir kullanılıyor; “lâ ilâhe” olmaksızın “illallah” yok. “İllallah”ı öne alıp “lâ ilahe”yi sonraya koymuyor. “Önce Allah vardı, sonra da ilahlar yoktu” demiyor. “İlah”ları kaldırdığınız, ama bir tanesi bile kalmayacak şekilde tamamını kaldırdığınız zaman, “Allah” tanıtlanmış olur. Tüm kavramları, tüm inancaları, tüm dinleri, tüm ideolojileri diyebilirsiniz, çünkü “kavram” denildiğinde, insanlar, somutluğunu kavrayamıyorlar. “‘Lâ ilâhe’ye, ortadan kaldırmaya yöneldiğimizde, aşkınlık da felsefe açısından tanıtlanmış olur” demek. Mantıksal bir söz bu. Kanıtlanmış değil, yani bilimsel belgeye ulaşmazsınız, ama Allah aşkınlığa, tümelliğe taşınmış olur. Var olanların, mevcudun içinde, herhangi biri bütünsel olmadığı için “ilah”tır, Allah değildir. Allah, bütünsel olanın adıdır. İlâh bir parçadır, bir “mevcud”dur. O nedenle, “Allah mevcuddur” denilmemiş, “Allah mevcudu kaplamıştır” denilmiştir; mevcudun arkasında bir bâtın olarak.

“Yer üzerinde bulunan her canlı fânidir. Ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabbinin zatı bâki kalacaktır” (Kur’an 55:26-27) ayeti, “Lâ ilahe İllallah”ın somut gösterimidir. Her şey yok olucudur, ama bir edim olarak yok olduğunda! Allah’ın ve Rabbimizin yüzü; sadece Allah değil çünkü bireyde Allah ‘Rab’dir; Allah Rabbin yüzü olarak aşikâr olacaktır. Peki, ne zaman? Küllü men âleyha fân; geçici/fâni olan her şeyin yok olduğunu anladığında bu olacaktır. “Mevcudun geçici olduğunu anladığında bekâyı kavrayabilirsin” diyor. Bu, Hegel’in “Lâ ilâhe illallah” uygulaması; eş deyişle, “olumsuzlama olumlamadır”. Olumsuzlamada da taraf tutamayız, göz ardı edemeyiz; ortadan kaldırma kastımız gerçek olmalıdır. Ortadan kaldırmaya yönelmeliyiz; kaldıramadığımız hakikattir. Bu, felsefenin belki de en dirimli noktasıdır. Buradan baktığımız zaman felsefe başkadır. Eğer, “filozoflar ne dediler, bunları okuyayım” deyip, özdeyişler ezberleyip onları kendi sanrılarınızla değerlendirmelere katmak isterseniz, bunun adı felsefe değildir. Felsefî metinlerdir ama edebiyattır; perspektif yaratır, zorunluluğu göstermez. Onunla hukuk yapamazsınız, onunla diğer felsefî kavramsal dizgeleri kuramazsınız.

Ezber 5: “Neden ‘madde’ demek varken ‘özdek’ gibi saçmalıkları tercih edelim?”

Uzay ve zamandan söz etmiştik. Yine Hegel’e kadar, “uzay” ve “zaman”, birbirinin dışında iki ayrı kavram. Bunlar sezgi zaten, kavram değil, çünkü birbirinin dışında olunca sezgi olurlar. Her biri kendi ile özdeşik: mekân kendi ile özdeş, zaman kendi ile özdeş. Fizikte Einstein ne demişti zaman ve mekân için? “Birlik haline döner” demişti, mekân ve zaman değil. “Uzayzaman” gene mekân, orada yanlış çeviriyoruz; yani space uzay değildir; space espastır, eş deyişle mekândır. Dolayısıyla, ne demiş oluyor: “uzayzaman” – “uzay ve zaman” demiyor. Bu önemli bir şeydir ve Einstein’dan önce Hegel’de soyut olarak, kavramsal olarak vardır. “Özdek” yani madde görünmez bir kavramdır; küllî bir kavram olduğu için onu ancak akıl gözü görür. Duyular hiçbir zaman “madde” görmedi, maddî bir şeyi gördü; “maddî” şey ile “madde” aynı değil. Madde soyut evrensel, tümel bir kavram. Türkçesi “özdek”. Türkçesi çok güzel. Madde, Arapçada “yayılan” demek, uzayda yer kaplayan; ama özdek bir öze bağlı, bir merkezi olan anlamında kullanılmıştır. “Madde” sözcüğü biraz gelişigüzeldir; bir ussallık yoktur içinde. Özdekte ise ussallık var, çünkü merkez belirtiliyor, öze bağlı.

Şimdi, kavram olarak, uzay ve zamanın birliği özdektir. Uzay ve zamanın birliği “uzayzaman”, enerjetik olarak özdektir, tümel bir kavramdır. Özdek alanı, sonlu, mekanik alanıdır. Özdekten söz edildiğinde, sonlu mekanikten söz edilmiş olur. Bu, bize doğa bilimini, doğa felsefesini verir. Özdek kavramı bizi buraya götürür. Burada, “kendinde varlık”tan söz etmiş oluyoruz. “Kendi için varlık” dediğimizde ise, özne devreye giriyor. Özne için varlığın ne olduğunu sorgulamış oluyoruz. “Kendi için varlık” kendisi ile ilişkiye giren varlık demektir; özne ile ilişkiye girmesi, varlığın, özne tarafından, varlığın kendisi ile ilişkilendirilmesi demektir. Varlık olarak varlığın öznedeki karşılığı, varlığın kendisi ile ilişkilendirilmesidir ki özne burada hakikati açığa çıkartmıştır. İşte, bu bağlamda Heidegger, aletheia diye bir kavramdan, hakikatin sanatçıyı aracı kılarak kendini görünüşe çıkartmasından söz ediyor.


* Metin Bobaroğlu’nun 27 Mart 2017 tarihli Anadolu Aydınlanma Vakfı toplantısında yaptığı konuşmanın kayıtlarından derlenmiştir.