Antik Yunan’da felsefe, Aristoteles’le sistematik bir bütünlüğe kavuşmuştur. Farklı disiplinler arasında birliği sağlayacak mantıksal bir yöntem uygulanmıştır. Aristo ile birlikte felsefe, düzyazı ile mantıksal ve tözsel tutarlılık içinde ussal bir anlatım kazanmıştır. Aristo öncesi filozoflar ve özellikle ön Sokratikler ise, felsefeyi şiir biçimi ile ifade etmişlerdir.
Aristo felsefesi katı cisim felsefesidir; uzayda yer kaplayan bir cismin “şimdi ve burada”ki konumunu, töz ve ilinekler birliği yolu ile ussal kavrama taşımıştır. Antik Yunan’da zaman ritmik bir zaman anlayışıdır, geçmiş ve gelecek zaman kiplerini gerçeklik için kullanmaz.
Antik Yunan zaman anlayışı, ritmik döngüsel zamandı. Doğanın döngüselliğine güvenilmiş ve o güven içinde rahat edilmişti. Bir de Ege bölgesinde üzüm, zeytinyağı, şarap, peynir ile her türlü refah içinde olan kavim, yarın endişesi olmaksızın bereket tanrıçası tarafından besleniyordu, yani memnundular. Yarın endişesi olmayanın tarihi de olmaz. Her şey döngüsel, zevkli tekrarlardı; sonbahar gelecek, yapraklar dökülecek… Hasat zamanı ile gelen en güzel bayramlar, Baküs törenleri, bağbozumları… Sonbahar, dolayısıyla yaşamın kendisi kutsanıyor, yaşam ötesi bir şey aranmıyordu; yaşam çok güzel ve çok neşeliydi.
Ne zaman başka bir yaşam, başka bir ütopya tasarlanır, işte o zaman yoksunluk yaşamalısın, çöle düşmelisin; su bile çok değerli olmalı, bir bardak suya ömrünü verebilecek duruma gelmelisin ki sen başka dünyalar, ütopyalar peşinde koşabilesin. Bunun için peygamberler çölde feryat ediyorlar. Filozoflar ise zevk içinde hayatı kutsuyorlar, hayattan bahsediyorlar. Burada zaman ritmik; ölüm ve doğum döngüsü içindeki bu doğal yaşam benimsenmiş.
Hıristiyanlığın Avrupa kültürüne girişi ile doğal yaşamın karşısına vurgulu bir biçimde ruhsal yaşam önermesi konmuştur. Bu, insanın doğal bir varlık olduğu görüşünün karşısında, insanın ruhsal bir varlık olduğu savını içermektedir. Bu nedenle, insan ontolojisi yani insan varlığı yeniden sorgulanmaya başlamıştır. Hıristiyan inancı insanın ölümsüz bir ruha sahip olduğunu ileri sürerek ölümün dünyaya bir ilk günahla girdiğini öne sürmüştür. Bu düşünce insanların bakışını doğadan kendi üzerlerine çevirmiş ve sorgulamalarına neden olmuştur. Gerçi Sokrat da dikkatleri doğadan insanın kendi üzerine çevirmişti, ancak Hıristiyanlıkta durum bir başka boyut kazanmıştır. Yunanlıların ve özellikle Sokrat’ın “Sorgulanmayan yaşam yaşamaya değmez” sözünde olduğu gibi, dikkatler yaşam üzerine odaklanmıştır; oysa Hıristiyanlık, dikkatleri ölüm üzerine çevirerek yaşamı değil, ölümü sorgulamıştır. Temel önerme “İnsanlar neden ölüyor?” olmuştur. Ve buna yanıt olarak, temel Hıristiyan dogması olan ilk günah doktrini ileri sürülmüştür.
Bu doktrine göre, ilk günah, ilk insan olduğu varsayılan Âdem’in cennette Tanrı’nın emrine itaat etmemesi ile cennetten kovulması öyküsüne dayanır. Burada görüldüğü gibi, başlangıç, bir Tanrı ve onun yarattığı insanla arasındaki ilişkiler üzerinden anlatılmıştır. Yani yaratan bir tanrı, emreden bir tanrı ve yargılayan bir tanrı anlayışı yaşamın temeline oturtulmuştur. Bu doktrine göre, ilk günahla dünyaya giren ölümün elinden Tanrı’nın yardımı ile kurtulmak mümkündür. Ve Tanrı’nın, günah işleyen Âdem ve soyuna günahsız bir ruh, yani İsa Mesih ile kurtarıcı yolladığına inanılmıştır. Yunan düşüncesindeki dünya yaşamının etik ve estetik bir biçimde yaşanması ile yetinmeyen Hıristiyanlık doktrini, dünyadaki tüm kötülüklerin ve ölümün insanların kendi elleri ile oluşturduğu bir olgu olduğunu ve insanın bunun içinden kurtularak ebedi bir yaşama kavuşmasının mümkün olduğunu müjdelemişti. Hıristiyanlıkta din, ‘iman’, ‘umut’ ve ‘sevgi’ye bağlı bir yaşam olarak tanımlanmıştır. Burada görüldüğü gibi, umut şimdiki zamana değil gelecek zamana aittir ve bir geri dönüş miti olarak insan, İsa Mesih aracılığı ile Tanrı’yla barışarak kovulduğu cennete geri dönebilecektir.
Tekrarlayacak olursak, doğa filozoflarında zaman ritmiktir; Aristoteles’te zaman “şimdi ve burada”dan hareketle, kıyas mantığı ile düzenlenen rasyonel bir zamandır. Hıristiyanlıkta ise zaman geçmişten geleceğe akan, belli bir başlangıcı ve sonu olan, yargı günüyle sonlanan bir zamandır. Başka bir deyişle, Yunan öğretisi ‘beden’de ve ‘mekân’da yaşamayı esas alırken, tam bir karşıtlık içinde, Hıristiyan öğretisi ‘ruh’ta ve ‘zaman’da yaşamayı esas alır. Dini ütopya Hıristiyanlık imanındaki umuttan türetilmiştir. İnsanlar bir gün Tanrı’nın kendilerine vaat ettiği bir cennet yaşamına kavuşmayı umut etmektedirler. Bunu dualarında her gün tekrarladıkları şu sözle belirtirler: “Tanrım göklerde olduğu gibi yeryüzünde de senin iraden olsun.” – İncil
Hıristiyan öğretisinden başka, birçok ütopya yazarı daha vardır, ancak bunlar ideolojik ve seküler tasarımlar olarak dikkat çekmektedirler. Bir başka deyişle, bu ütopyalarda, günahlarından kurtulup Tanrı’nın bağışını umut etme yerine, insanların kendi emekleri ile örgütlü bir biçimde dünyada ideal bir yaşam kurmaları önerilmiştir.
Görüldüğü gibi, seküler ütopyaların ortaya çıkışı Hıristiyan öğretisi ile Pagan öğretisinin bir sentezi olarak görülmektedir, yani Paganların dünyevi hikmete bağlı anlayışları ile Hıristiyanlığın uhrevi ütopyası bir ideal uygarlık tasarımı biçimine kavuşmuştur.
Ütopya, köken olarak Yunanca “yok/olmayan” anlamındaki OU, “mükemmel olan” anlamındaki EU ve “yer/toprak/ülke” anlamındaki TOPOS sözcüklerinden türemiştir. Kullanımı, Thomas More’un 1516’da yazdığı De Optimo Reipublicae Statu, Deque Nova Insula Utopia veya kısaca Utopia isimli kitabı ile yaygınlaşmıştır. Yaygın olarak bilinen ütopya yazarları arasında Platon (Devlet ve Yasalar), St. Augustine (Tanrı’nın Şehri), Thomas More (Ütopya), Farabi (El-Medinet’ül Fazıla), Tommaso Campanella (Güneş Ülkesi), Francis Bacon (Yeni Atlantis) ve Nietzsche (Evrensel Paris) vardır. Bundan başka, Aldous Huxley (Cesur Yeni Dünya) ve George Orwell’i de (1984) distopya yazarları arasında sayabiliriz.
Sözü edilen ütopya yazarlarının ütopyaları birer tasarım ve temenniden oluşmaktadır. Hıristiyanlık öğretisinin ütopyası ise Tanrı iradesine bağlanmıştır. Bunlardan farklı olarak ideolojik bilimsel sosyalizm ya da Karl Marx, kuramında öngördüğü ütopik yaşama ulaşmak için mevcut zorba düzeni toplumsal devrimci praksis (örgütlü toplum eylemi) yolu ile değiştirmeyi önermiştir.
Ütopyanın Antik Yunan’daki kökleri, Platon’un Devlet kitabı ya da batan ülke olarak sözünü ettiği Atlantis mitinin yanında, Karl Marx’ı önceleyen Themistokles’e de dayanmaktadır. Themistokles ilginç bir siyasi figürdür; Atina’yı iyileştirmek için revizyondan geçirmek yerine “Topyekûn terk edelim, Atina’yı bırakalım, yeni bir ilke ile yeni bir Atina kuralım,” fikrini önermiştir.
Ütopya bir “son” mitidir ve “son” mitleri bir başlangıç miti ile desteklenmiştir. Örneğin, Sümer, Antik Mısır ve Mezopotamya’da başlangıçta Tanrı ve Tanrı-Krallar döneminden söz edilmektedir. Dinlerde de başlangıçta bir cennetten söz edilmektedir. Daha sonraki dönemlerde Antik Yunan dönemi de bir altın çağ olarak “başlangıç” mitine dönüştürülmüştür. Görüldüğü gibi, bir ‘umut’ olarak ütopya, başlangıçtaki mutlu yaşamın özlemini barındırmaktadır. Yani ütopya burada sadece zihinsel bir tasarım değil, ruhsal bir özlemi de içermektedir. Başlangıç mitlerinde önceden var olan ve sonrasında kaybedilmiş olan bir mutluluk ülkesi anlatımı vardır. Bu, toplumda ortak bir rüyaya yani ortak bir özleme dönüştüğünde, dinamik ve devindirici bir ruhsal gücü (eğilimi; intention) ortaya çıkarır ama bu bilinçdışı bir olgudur. Bunun yanında sanatçılar, bu kaybolmuş ülkenin yöneticilerini, toplumun umutlarını gerçekleştirecek tanrılar olarak tasarlayıp toplumun önüne koymuşlardır. Böylelikle bir bakıma Pagan tanrılarını sanatçılar yaratmışlardır diyebiliriz. Sanatçıların gösterdiği tanrı figürleri belirli ilke ve karakterleri temsil etmektedir. Bu tanrılar öykü ve görünüşleri ile toplumun umutlarını temsil eden birer örnektir. Bu ideal karakterlere öykünme, yarı tanrıları ve giderek de kahramanları yaratmıştır. Böylece Pagan tanrıları birer kahramana dönüşerek toplumun özlem ve umutlarının somut birer taşıyıcısı olmuşlardır. Öte yandan, peygamberler de birer kahraman olarak Tanrı sözcülüğünü üstlenip tanrısal olanı, imge yoluyla ve mesaj olarak insanlara ulaştırmışlar ve böylelikle insanlarda bir umut yaratmışlardır. Ütopya ya da “vaat edilen ülke” Eski Ahit’te “arz-ı mevut” olarak anılmaktadır.
Ütopyalar var olan gerçekliği yadsıyarak olması gerekeni telkin eder. Görüldüğü gibi, hem Pagan dünyada hem dini öğretide ütopya ortak bir tasarımdır ve gücünü insan gereksinimlerinden hareketle yarattığı imgelerden almaktadır.
Ütopyalar kendi içlerinde distopyayı da barındırır; bir başka deyişle, ütopyaya kavuşmak bir distopyayı yani yıkımı ve kaosu ön gerektirir. Paganların “kaos-kozmos” ikilemi ve kaostan kozmos oluşturma girişimi geleceğe yansıtıldığında, yıkıcı bir sürecin yaşanması yeni bir kozmosun, yeni bir düzenin oluşmasının ön koşulu olarak görünmektedir. Ünlü phoenix kuşu da yanarak kendi küllerinden yeniden dirilmeyi bir ütopya simgesi olarak günümüze taşımaktadır.
Ütopyanın mitsel, dinsel ve sanatsal ifadeleri insanların imgelem gücüne hitap eder. Buna karşın felsefe ve ideoloji (siyasi dünya görüşü) ise, kavramsal anlatımla akıl gücüne yönelir. Birincisinde ruhsal bir etki, ikincisinde ise bilinçli bir eylem gereklidir. Bu nedenle, bir öznel-idealist olan Immanuel Kant, insanları kendi yaşamlarına sahip çıkmaya çağırır; insanın kendi düştüğü çukurdan ancak kendisinin çıkabileceğini ve bunun için de aklını kullanma cesaretini göstermesi gerektiğini vurgulamıştır. Bilimsel sosyalizm ya da Marxism, bu bireysel ilkeyi, örgütlü-praksis ile toplumsal kılmıştır. Bu görüş, tanrısal iradelerden ya da kahramanlardan beklenen kurtuluş beklentisini iş ve mal üreten emekçinin bizzat kendi eyleminde bulmasını ister. Bir bakıma herkesi hayatının kahramanı olmaya çağırır. Onlara daha iyi bir yaşamın kendi eylemlerinin sonucunda elde edileceğini anlatmaya çalışır. Mitler gibi çocuklara ya da çocuksu bilinçlere hitap etmez, çünkü onlar ebeveyne gereksinirler; buna karşın sorumlu yetişkin bilinçlere hitap eder. Kurtuluşun insanların kendi örgütlü eyleminden doğacağını vurgular.
Musa, İbrani kavmini, Mısır’daki kölelik evinden vaat edilen ülkeye, içinden bal ve süt ırmakları akan, üzüm ve şarabın bol olduğu bir ülkeye, özgürlük evine götürmeyi başarmıştır. Ama köle ahlâkından kurtulmadan bu vaat edilen ülkede de rahat yoktur. İsa, kurtuluşu ruhta kurtuluş olarak anlatmıştır. “Kalpler değişmedikçe dünya da değişmeyecektir” diyerek devrimin insanın ruhunda başlaması gerektiğini vurgulamıştır.
İster akıl, ister ruh, ister örgütlü eylem vb. ile hak ve özgürlüklerinin güvenceye alındığı ve kendini geliştirmek ve gerçekleştirmek için gerekli olanakların sağlandığı bir dünya hayalinden vazgeçmediği ölçüde, insan, ütopyada yaşar. Tüm bu kurtuluş arzusu, erdemsizlikten, zorbalıktan, kölelikten, haksızlıktan, adaletsizlikten vb. kurtulmayı amaç edinmiştir. Bunun için de insanlar arası dayanışmadan başka yol görünmüyor.
İnsan ümitsiz yaşayamaz, bu nedenle ütopya hep var olacaktır. Tüketilen her ütopya bir yenisinin başlangıcıdır.
* Metin Bobaroğlu, Düşünüyorum, Özel Sayı: Ütopya, AAV Yayınları, İstanbul, 2018.