En genel olarak yöntem, bir işin gerçekleştirilmesi, bir bilginin elde edilmesi, uygulanması ve çıkan sonuçların değerlendirilmesi için kullanılan yol, yordam olarak tanımlanır.
Batı uygarlığında yöntem method olarak terimleştirildi. Antik Yunan’da kanon, örnek ve yöntem olarak kullanılmıştı. Yunan dilinden Arapça’ya, kural ve ilke anlamında kanun diye çevrilmiştir. Ünlü aydınlanmacı Alman düşünürü I. Kant, kanon’u şöyle tanımlamıştır: “Kanon terimiyle, bilgi güçlerinin kullanılışını saptayan önsel ilkelerin topunu anlıyorum.”
Yöntem söz konusu olduğunda, onun daha belirgin ve tanımlı kılınması bakımından, “Neyin yöntemi?” ya da “Neyle ilgili yöntem?” diye sorulması gerekir. Bir nesnenin, bir olayın, bir olgunun ve bunlarla olan ilişkinin yöntemi mi? Ya da bir sürecin, bir eylemin, bir bilgi oluşturmanın yöntemi mi?
Yöntem için sorulacak soru “Nasıl?” sorusudur. “Nasıl yapılır, nasıl bilinir, nasıl oluşur, nasıl uygulanır?” gibi sorular hep yöntemi anlamak içindir.
İnsan gereksinim bağlamında çevresine yönelir, ilgi duyar ve onunla ilişki kurar. Kurduğu ilişkilerle çevresini etkiler, değiştirir ve dönüştürür. İnsanın çevresini değiştirmede ve kendi için kılmada doğal yetenekleri yeterliyse, herhangi bir yöntem sorunu yoktur ya da yöntem arayışı ve farkındalığı yoktur. Ne zaman ki insan gereksinimini karşılamada, hedefine ulaşmada bir dirençle karşılaşır, işte o zaman “nasıl yapılırın bilgisi”ni aramaya başlar ki bu yöntem arayışıdır. Bundan sonra deneme ve yanılmalar süreci başlar. Amacına ulaşmadaki direnç ve engelleri aşmak için araç, bilgi ve kullanım biçimi geliştirir, bu sürecin bilincine varır ve böylece yöntem oluşturur. Bu anlamda yöntem, insanın bilinçlilik durumudur. Bir başka deyişle, yöntem insanın yapıp ettiklerinin farkındalığı, bilincidir.
İnsan yapıp ettiklerinin öznesi konumuna dil ve düşünce ile gelir. Düşünmek öncelikle bir nesneyi, bir olayı, bir olguyu, bir ilişkiyi düşünmektir ve insan bu yolla özneleşir, bilincini oluşturur. Sonra özneler arası ilişki bilince yansıyarak “özbilinç” oluşur, insan “ben” olur.
İnsan burada da kalmaz, bir üst aşamada özne oluşunun bilinciyle, yönelimlerinin ve ilişkilerinin üzerine yönelir; yönelme ediminin kendisine yönelir. Bu bir yansımalı düşünmedir, düşünmenin üzerine düşünmedir, aynı zamanda yapıp ettiklerinin hesabını vermedir. Yöntemin sorgulandığı bu düzey, felsefenin de ortaya çıktığı düzeydir. Yöntem yaşamın içinden çıkmış olduğundan, yöntemi sorgulamak bir bakıma yaşamı sorgulamaktır. Bu bağlamda felsefe sürekli yöntem arayışıdır ve düşünce tarihi de yaşamın yöntemli sorgulanmasının tarihidir.
Felsefî bilgi, bilme edimlerinin bilgisi olmakla kalmaz, giderek bilginin bilgisini de üretir. Var olanın bilgisini üretirken ve bilginin bilgisini üretirken aynı zamanda yöntem üretilmiş olur. Çeşitli yöntem önermeleri ise çeşitli disiplin ve ideolojileri ortaya koyar, kuramlar oluşturur. Her düşünme disiplini, her ideoloji ya da her kuram bir yöntemi gösterir.
İnsanın doğal, bedensel gereksinimi birebir karşılanır. Bir başka deyişle, birebir ilişkiler gerektirir. Gereksinimler anlıksal ya da ussal düzeye yükseldiğinde yönelimler çeşitlenir ve birebir olmanın ötesine geçer. İnsanı özne yapan da bir şeye yönelmesinin üzerine düşünmesidir, bu da yöntemdir. Ussal düzeyde yönelimlerin çeşitlenmesi, yöntem tekliğini kırar ve yöntem çoğalmasına neden olur.
Düşünce tarihinde önce çevre üzerine, şey üzerine, nesne üzerine düşünerek “töz felsefesi” üretilmiştir. Descartes’ın cogito’su ile birlikte kendi üzerine dönen düşünce ile de “özne felsefesi” üretme sürecine geçilmiştir. Felsefeye yöntem Descartes’la girmiştir.
İnsanın var olanda kurduğu “ilişki biçimi”, eş deyişle yöntem, üretilen bilginin türünü, disiplinini belirler. “Deney-gözlem-ölçü” yöntemi bağlamında Bilim, “estetik-imge” yöntemi bağlamında Sanat, “dildüşünce-kavram” yöntemi bağlamında Felsefe üretilir.
Doğada ve çevrede var olanlar duyusal düzeyde “tekil” bir biçimde bulunurlar. Tek tek nesneler duyularla algılandığında bilinen onların yalnızca görünüşleridir. Bu tekil varoluş nesnelerini tümel ya da genel bir “yasa” ile ilişkisinde ele almak “kavramsal düşünme”yi doğurur. Bu bağlamda kavramsal düşünme yöntemini belirleyen “yasa ilişkisi”dir. Algısal görünüş bilgisini bilimsel bilgi yapan bu yasa ilişkisidir.
Bu durumda Grekçe nomos, Arapça namus diye adlandırılan “yasa” kavramını tanımlamak konuyu daha anlaşılır kılacaktır.
“Yasa” nesnel gerçekliğin nesne, olay ve olguları arasında, onları düzenleyen ve değiştirip geliştiren zorunlu, nesnel ve nedensel iç ilişkidir. Yasa, tikel (tek ya da tikel olgularda geçerli), genel (aynı türden olgular için geçerli), evrensel (tüm olgular için geçerli) olabilir. Nesnel ortamda yasaların işlemesi için bir de dışsal geçici ilişkiler, eş deyişle koşullar gereklidir, ama hiçbir koşul “nesnel içsel yasa” olmaksızın nesne ve olguları geliştiremez.
Bütün bu anlatılanlara bağlı olarak, tüm yöntemli bilginin temeli ve kaynağı “eylem” olarak görülür; çünkü “eylem” kavramı “bilinçli amaçlı bir etkinlik” olmakla yöntemi tanımlar. Düşünme işi de yöntemli bir iştir ve beyin örgeni, dil dizgesi ve düşünbiçim (mantık) yasallığı ve kuralları altında gerçekleşir.
Yöntem, en genelde iki yanlıdır: 1- Kuramsal (teorik), 2- Kılgısal (pratik) ve dört düzeylidir: 1- Var olma düzeyi, 2- Düşünme-bilme düzeyi, 3- Dile getirme-iletme düzeyi, 4- Deneme-uygulama düzeyi.
Var olma düzeyi: Ontolojinin konusu
Düşünme-bilme düzeyi: Epistemolojinin konusu
Dile getirme-iletme düzeyi: Linguistik ve iletişimin konusu
Deneme-uygulama düzeyi: Bilim ve teknolojinin konusudur.
Tüm yöntemler için ortak belirleyici olan “bilgi”nin “niteliği”dir. Bilginin oluşumu indirgenmiş bir modelde şu biçimde gösterilebilir:
Modelde görülen bu alanlardan hangisine ağırlık verirseniz, felsefî tutumunuz ortaya çıkar.
Bilimsel bilginin yöntemini belirleyen, deney ve gözlem verilerinin içinde değerlendirildiği “kuram”dır. Eş deyişle, bilimsel bilgi değerlendirildiği kuram bağlamında anlam taşır.
Felsefî bilgi, kavramlarının birer kavram dizgesi olan disiplinler bağlamında aldığı anlam yükleridir. Felsefî söylemin niteliği, kendi kendini konu edinebilme, yoklama ve sorgulamasıdır.
Sanat ise kavramla işin birleştirilmesinden doğar. Bir başka deyişle, sanat kuramsal, etik, estetik değerleri işle birleştirmektir. Sanatın kendi iç disiplini onun etiğini oluşturur. Sanat duyarlık yoluyla üretildiği gibi ancak duyarlık yoluyla da algılanır. Bu nedenle, duyarlık algısının geliştirilmesinin yolu da sanat uğraşıdır.
Bilinçdışı bir aktarım olan kültürün bilinçli yöntemli bir edimle sanat, bilim ve felsefe yoluyla rafine edilmesi uygarlık düzeyini belirler.
Kavram, tüm disiplinlerde ortak, zorunlu bir araç olarak karşımıza çıkıyor. Kavram, her türlü kültür nesnesinin yaratıcı temelini oluşturmaktadır. İster dış dünyada, ister düşünmede, ister dilde olsun, kavram, var olanı kavrama ve anlama bakımından düşünmenin en önemli aracıdır. Kavram, olası her türlü anlama, anlatma, anlaşmanın, iletişim kurmanın ve anlaşılmanın vazgeçilmez öğesidir.
Düşünceler kavramlaşmadan önce öznel ve bulanıktır. Bu nedenle, felsefe bir yönüyle anlamın asıl taşıyıcısı olan “kavram”ları inceler.
Kavramın asıl oluştuğu ortam düşünme ortamıdır; dış dünya ve dil bu oluşuma katılır. Ünlü düşünür Platon’a göre, sofist ile filozof karşıt bakış açılarının temsilcileridir; sofistler var olanın özünü araştırmaktansa görünüşü ile yetinmeyi ve bilgilerini görünüşe dayandırmayı ilke edinmektedir. Oysa filozof görünüşle yetinmez; var olanın özünü, onu o yapanı araştırmaya çalışır.
Alman düşünürü Hegel de Platon’u izleyerek kavrama (yöntem olarak) dikkat çeker. Ona göre, duyularımıza çarpan görünüşler “şimdi ve burada”nın algısal bilgisini içerir. Oysa hiçbir şey durağan değildir, sürekli değişmektedir. Bu görünüşler bize süreçsiz sonuçları verirler ve süreçsiz sonuçlar da anlamsızdır. Nesne, olay ve olguları sürecinde saptamak ise eytişimsel düşüncenin işidir ki süreçler ancak “kavram” yoluyla bilinebilir. Hegel’de “kavram”, süreçleri gösteren ve karşıtların birliğini ortaya koyan ve aşama aşama değişip gelişerek tümel bir dizgeye kavuşan bir düşünme edimidir. Olgularda olduğu gibi, kavramların içeriği onların süreçleridir.
Yöntemin bir sorun olarak ortaya çıkışı, onun anlamlandırma ve yapıp etmelerin yolu olması kadar, bilince ket vurması, onu koşullandırması ile gösterilmiştir. Tüm ileri sürümler tek ve her şeyi açıklayan kesinlikli yöntem görüşleri biçiminde olmuştur. Oysa Derrida’nın dediği gibi: “Her kuramın bir yazgısı vardır; kuramın göstermeye yetenekli olduğu bir şey vardır, ondan sonra sahneden çekilir.” Ona göre her kuram geçicidir.
Her yöntem diğer yöntemlere ve arayışlara açık olmalı. Thomas Kuhn, Kant’ın “evrensel ulamlar (kategoriler) bilgiyi etkiler” görüşüne karşı çıkarak “toplumsal paradigmalar ve epistemik topluluklar bilgiyi etkiler” demiştir. Kuhn, zamana ve kültüre göre bilimin açıklamalarının değiştiği görüşünü ileri sürmüştür.
Einstein’ın ünlü bir sözü vardır: “Bilim adamlarına sakın yöntem sormayın, onların söyledikleri yanlıştır.” Einstein, kuşkusuz, yöntemsizliği önermiyordu; onun göstermek istediği bir yönteme saplanıp kalmanın yanlışlığıdır. Haksız değildir Einstein; çünkü eğer o kendinden önceki yöntemlere bağlı kalsaydı, bütün dünya görüşlerini altüst eden, bilinci ve yaşamı başka bir boyuta taşıyan kuramını oluşturabilir miydi?
Var olan bilgiyi öğrenmek, öğretmek ve uygulamak için, var olan (onun üretildiği) yönteme bağlı kalmak gereklidir. Ancak yeni bilgi ufuklarına açılmak da o denli yeni yöntemler bulmayı gerektirmektedir.
Bütün bunlardan anlaşılacağı gibi, sorun yöntemlerde değil onları dogmalaştırıp yegâne kılmak isteyen bilinçlerdedir. Bu bir tutum sorunudur. Bu nedenle, her araştırmacı kuramlarını çoğaltmalı, kendi kuramını karşıt kuramlarla karşılaştırmalı ve farklı düşüncelerin kendisini besleyeceğini bilmelidir.
Ahmet İnam’ın dediği gibi: “Var olan yöntemler yürünmüş yollardır, yol daima arkadadır. İnsan olanaklar bütünüdür, yapabileceğini yapmak onun etiğidir.”
Yöntem belli bir izlemi (programı) söyler; önceden belirlenmiş bir tasarımı. Bu bağlamda, yöntem “rasyonel” bir savunma niteliğindedir. Bilmek her zaman açık ve kavramsal ifadelerle sınırlı değildir, hatta bilinçle bile sınırlı değildir. İnsan bildiğini sandığından daha çoğunu bilir. Açık bilgi buzdağının su üstünde görünen yanıysa, örtük bilgi denizin içinde daha büyük bir kütle olarak durmaktadır.
Örneğin, bilgeler yaşamın kendisini yöntem edinmişlerdir. Onlarda “örtük bilgi” birlikte yaşayarak (usta-çırak) sezgiyle keşfedilir. Bu bir nevî yöntemsizlik yöntemidir. Bu geleneksel bilgelik yolunda, insanlar, yalnızca bilinçleriyle değil bütün varlıklarıyla etkileşiyorlar ve “hangi yöntemle yapıyorum”a dikkat etmeksizin, bilincini yaşamın karşısına bir gözlemci olarak koymaksızın, yaşamla ve çevreyle bütünleşerek sezgiyle sürekli keşf içinde olmanın zindeliğini yaşıyorlar. Doğrudan yaşıyorlar. Bilgece yaşam için yöntem herkes için kendine özgü ve biriciktir. Bir bilgenin yürüdüğü yol onun yaşamından başka bir şey değildir; onun için yaşamından başka yürünecek bir yol yoktur. Yöntemin çok boyutluluğu, yaşamın çok boyutluluğunu yansıtıyor.
Günümüzde, bilimsel yaşam demek yöntemli (ussal) yaşam demektir. Bu anlamda nasıl yaşayacağınızın bilgisi ise bir “know-how”ı gerektirmektedir. Teknoloji bizi buna zorlamaktadır. Bu durum, teknolojiyi üretmeyen toplumları dışa bağımlı kılmaktadır. Yine Ahmet İnam’ın dediği gibi: “Kültürüyle bütünleşmiş toplumlarda yöntem sorunu yoktur.”
Velhasıl yöntem işbaşında öğrenilir vesselam.
* İlk yayınlanma: Us Düşün ve Ötesi, Sayı 4, AAV Yayınları, İstanbul, 2000.
Kaynakça:
1) Betül Çotuksöken, Anadolu Aydınlanma Vakfı’nda yapılan konuşma
2) Betül Çotuksöken, Felsefî Söylem Nedir, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 1994
3) Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Sözlüğü, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1996
4) Ahmet İnam, Anadolu Aydınlanma Vakfı’nda yapılan konuşma