Düşünce Dünyasına Yön Veren Fizik

Einstein rölativite teorisini iki bölümde ileri sürdü: özel rölativite ve genel rölativite. Genel rölativite halen tartışmalıdır, ama genel rölativite olmaksızın, özel alandaki fiziğin rölativite ile ilgili yorumlanması da pek anlam taşımaz. Anlam taşımaması, düşük hızlarda algıladığımız dünyada, Newton mekaniği ile yetinebilecek, işlerimizi onunla görebilecek kadar fizik bilgisine sahip olmamızdan kaynaklanır; bizi, farklı bir dünyayı algılamaya iten bir durum söz konusu değildir. Kurama göre, yüksek hızlara çıkıldığında, oldukça farklı bir gerçeklikle karşılaşırız. Fizikte, Einstein’a kadar başlıca iki görüşle yorumlanan bir dünya algısı vardı. Algıladığımız, dokunduğumuz dünyanın gerçek olduğu ve onun formlarının, ilişkilerinin, maddi yapılarının bizim için gerçek sayıldığı Newton fiziği ve –materyalist demeyeceğim ama materyalizme doğru giden– ampiristlerin ve pozitivistlerin bu dünya görüşü karşısındaysa idealistler vardı. Öznel idealist yorumlarla, algıladıklarımızın gerçeklik olmadığı; sadece, duyularımızın penceresinden bize görünenler olduğu, dolayısıyla asıl gerçekliğin, algıladığımız dünyanın arkasında olduğu savlanmıştı. Fizikte, biri ampirizme yakın olan Newton fiziği, diğeri de belki bir bağlamda fenomenolojinin kurucusu sayılacak Kant’ın öznel idealizme yakın yorumlarıyla belirlenmiş bir dünya görüşümüz vardı. Bu görüşler birbirleriyle örtüşmüşlerdi: Newton realiteyi daha çok bu ampirik olanla idealist olanın arasında bir yerde tespit ederken, Kant bunun a priori yanlarının insanın doğuşunda taşındığını ileri sürüyordu. Bu anlatımlar biraz felsefeyle ilgili. İlişkinlik kuramının, felsefi yorumlar olmaksızın, felsefe ile bilim arasındaki noktadan başlamaksızın, doğrudan doğruya fizik terminolojisi ile anlaşılmasının olası olmadığını düşünüyorum.

Albert Einstein

Einstein’a göre, hızlar eğer ışık hızına doğru yaklaşırsa, bizim algıladığımız dünya ve onun realiteleri de farklılaşır. Nesnel gerçeklik, küçük hızlarda tanımlayabildiğimiz bir nesnel gerçekliktir; bir realite alanıdır, ama eğer yüksek hızlara çıkarsak bu başkalaşır ve anlaşılabilmesi için düşünce paradigmamızı değiştirmemiz gerekir. Eğer düşünme paradigmamız hâlâ Newtoncu fiziğin dünya görüşündeyse, bu anlatılanları yaşayamayacağımız, doğrudan doğruya o yüksek hızlarda bulunamayacağımız için bize sanrı ya da fantezi gibi gelebilir; onları algılayamayız. İş, deney ve gözleme, eş deyişle bilimin kendi metodolojisine gelirse, ister istemez o yüksek hızlarda bir aradayız. Elektron hızlandırıcılarla, ışık üzerine yaptığımız çalışmalarla, astronomik mesafelerdeki cisimleri incelemeye çalıştığımızda ve bilhassa yer çekimiyle ilgili yorumlar yapmaya kalktığımızda, ister istemez o paradigma ile karşılaşırız. Daha önce, bilinçlerdeki devrimler, şuurlarda meydana gelen değişimler genellikle felsefi bir kaynaktan hareketle olurdu, ama ilk defa, ciddi bir şekilde felsefenin yerine geçip oturabilecek güçte bir devrim, fizik yoluyla gerçekleşiyor. Her ne kadar farklı yorumlar, farklı realitelerle ilişkili olursa olsun, nesnel gerçekliğin yasalı bilincinden hareketle kurulmuş olan Einstein’ın ilişkinlik kuramı, Batılı bilim çevrelerinde, bilinçlerde büyük bir değişime neden oldu. Bu tartışma halka pek inmedi, üniversitelerde de yeteri kadar tartışılıp yorumlanmadı. Üniversitelere götürüldüğünde, bu düşünce sanki Newtoncu fizik gibi algılanarak ya da ona indirgenerek birtakım matematik formüllerle ifade edilip öğrencilere aktarıldı. Üzerine tartışma, yani bilincin paradigma değişimine uğraması doğrultusunda felsefi bir tartışma yapılmadı. Gerek Batı’da gerekse bizim ülkemizde ilişkinlik kuramının, yaşamla, bilinçle, dünyayı algılama ve yorumlamayla ilgisi üzerine yeteri kadar çalışma, tartışma yapılmadı bildiğim kadarıyla. Bizim bu küçük denememiz, ona böyle bir alanı açmak, o alanda bir tartışma doğurabilmek amacını taşıyor.

Osmanlıcada “izafiyet” denilen rölativite sözcüğünün, Türkçemize görelilik, görecelik, görecelilik, bağıllık, bağıntılılık ve ilişkinlik biçiminde çevrildiğini görüyoruz. Batı’da ve Osmanlı dönemindeki felsefi akımların içinde, yaşamdaki olay ve olguların izafi olduğu bağlamında izafiyet sözcüğü zaten kullanılıyordu. Ancak, realitelerin fizik yasalarıyla ilişkili olduğu bağlamda kullanılmıyordu. Daha çok Antik Yunan’daki sofistlerin ele aldığı; bilginin göreli olduğu, sağlam, gerçek bir zemin üzerine oturmadığı; her insanın kendi yorumuna göre bir bilgi olduğu tarzında bir görelilik tanımı vardı. Daha sonra, fizikte böyle bir şeyin ortaya çıkması insanları çok şaşırttı. Ne demekti bu? Tanık olduğumuz nesnel gerçeklik ortamında, konumları, mekânları, uzamları sağlam ve tanımlı olan, belli deterministik yapılar içinde bir dünyayla karşı karşıya değil miydik yoksa! Buradaki ilişkinlik bize ne söylüyor? Sana göre, bana göre bir bilgi mi var? Duygusal olarak tabii ki böyle; farklı bir algılama, izlenimcilik açısından yorumlanabilir bir dünya var, ama fizik gerçeklik olarak böyle olabilir mi? Özneye göre yorumlanabilir bir dünya mı var? İlk izlenim, bilinçlerde böyle bir yorumu getirdi ama Einstein’ın ilişkinlik kuramında böyle bir durum yok – izafiyet sözcüğü yerine bağıntılılık ya da ilişkinlik sözcüklerinden tercih ettiğim birini kullanıyorum. Bu kuram, sana göre bana göre, eş deyişle algılayan özneye göre gerçeklik değişir, nesnel gerçeklik başkadır anlamına gelmiyor. Aksine, nesnel gerçekliğin, realiteler ve realite alanları arasında bağıntılılık olduğuna işaret ediyor: Tek bir realite yok, realiteler var ve onların arasında bağıntılılık var. Bu bağıntılılık, dönüşümleri, değişimleri bilinebilir, hesaplanabilir, yasalı bir bağıntılılıktır. Bunu anlamak, nasıl bir şey olduğunu tahayyül edebilmek, ancak nesnenin hareketleri üzerinde düşünerek mümkün olabilir.

Isaac Newton

Newton fiziğinde, herhangi bir nesneyi ele aldığımızda, etki-tepkiye dayalı bir fiziksel nesne algılamamız vardır. Etki-tepkide, herhangi bir nesnenin “mihanik”i de denilen uzayda yer değiştirmesiyle ilgili mekanik bir hareketi söz konusudur. Böyle bir mekanik hareket söz konusu olduğunda, “Nesnel gerçeklik adına ne anlamamız gerekir?” diye sormak icap eder. O zaman şu anlaşılır: Nesne kendine eşit, kendiyle özdeş bir şeydir ve yer değiştirir. Kendine özdeş olan başka nesnelerle karşılaşmakta, onlarla etkileşmekte, bu etki-tepki ilişkisi içinde var olmaktadır. Burada, “zaman ve uzam” söz konusu edildiğinde, bu nesnenin yer değiştirmesinde aldığı yol ve hızla ilgili bir zaman algılamamız vardır. Bu, nesnenin kendi varoluş gerçekliğine etki etmez. Önemli olan nokta burasıdır. “Herhangi bir nesnel gerçeklik” dediğimizde, o nesnenin kendi vardır ve o yer değiştirmektedir; o bütün özellikleriyle vardır. Bu düşünce, Aristocu tözsel düşünceyle çok yakındır. Newton fiziğiyle en temel olarak algıladığımız budur. Tabii, bu sanatı da etkiliyor, felsefeyi de etkiliyor. Nesnel gerçekliğin fiziksel bağlamda böyle olduğu ön kabulü ile sanatsal alanlar çiziliyor, onun sınırları çiziliyor; felsefi yorumlar hakeza bunun üzerine getiriliyor.

Newtoncu bu görüşe göre, dünya veya evren –daha geniş boyutuyla evren– bir mekanik ilişkiler bütünüdür. Burada mekanikten anlaşılan, Newtoncu mekaniktir. Bunun ne anlama geldiği üzerinde ısrarla duruyorum, çünkü ayrım noktası orası. Tekrarlarsak: Bu evrende var olan her nesne sabit bir gerçekliktir, bunlar arasında birtakım ilişkiler vardır. Bu ilişkiler, etki-tepki bağlamında yer değiştirmeli bir mekanik anlayışı, dışsal etkileşimi, bir mekanik kurguyu bize veriyor. Newton fiziğinin önemli olan noktası budur. Einstein ile düşünce paradigması değişime uğrar. Farkın ne olduğu konusunda ayrıntılara gireceğim ama Einstein’ın kuramıyla genel olarak bir çerçeve çizmek gerekirse: Herhangi bir nesne gözlemlendiğinde, nesne yüksek hızlara, eş deyişle ışığa yakın hızlara varmadığı ölçüde, değişmez bir gerçeklik olarak algılanır ve onun mihaniki yani dışsal mekanik hareketi –uzam içinde yer değiştirdiği addedilerek– hesaplara dahil edilir. Sanki zaman, bütün nesneler için ortak bir paydadır. Demem o ki bardağın burada bulunmasıyla, kalemin burada bulunması, yıldızın orada olması, filan kentin orada bulunması, bizlerin birbirimize göre bulunduğumuz yerler ve konumlar, eşit bir zaman ilişkisinde algılanır ve hesaplara katılırsa, o zaman “zaman” işleme girmez – ki hesaplar fizikte böyle yapılıyordu. Ne anında? Nesnenin kendi varoluş anında hesaba girmez. O halde “zaman” ne zaman hesaba girer? Nesnenin yer değiştirdiği, hareket ettiği zaman hesaba girer.

Zaman Nesnenin Dışında Değil Varoluşundadır

Einstein, kuramıyla, böyle olmadığını göstermiştir: Nesnenin varoluşu için zaman zorunlu olarak formülüne girer; nesnenin varoluşunda zaman vardır; zaman varlıktır. Zaman, bir nesnenin dışsal değişimlerini ölçen, sanal bir şey değil, onun varoluşunda bulunan bir ögedir. Zamansız hiçbir nesne var olamaz ve varoluşsal bağlamda, nesnelerin zamanları birbirinden farklıdır. Nasıl bir paradigma değişikliği olgusunun olduğunu biraz düşünelim. Bir nesnenin varoluşunda bizim fiziksel olarak ileri sürebileceğimiz neler olabilir? Örneğin, malzemesi var, şekli var, hacmi var, bir işlevi var, kütlesi var. Newton’a göre, bir nesnenin sabit bir kütlesi vardır ve o kütlenin hareketi incelenir. Einstein’a göreyse, zaman nesnenin varoluşunu etkiler; zaman her birimizin içinden farklı akar; böylece, her nesne birbirine göre farklı realitelerde bulunur. Bunun anlamı şudur: Bir nesnenin şu anda algılanabilen ve deney, gözlem araçlarıyla tespit edilebilen konumu, kütlesi, hacmi, eni, boyu, nesnel gerçeklik bakımından malzemesinin niteliği raporlaştırıldığında, aslında belli bir zaman aralığında, belli bir hızdaki bir nesne tanımlanmış olur. Nesnenin momentumu değiştiğinde kütlesi de değişir. Başka bir kütledir o zaman. Bu nesneyi bu nesne yapan özelliklerin, farklı hızlarda, farklı niteliklerle ortaya çıkması, hatta çok yüksek hızlarda boyunun kısalması nicelik değişimine de uğraması demektir. Kütlesinin ağırlığı değişiyor ve bu hiçbir nesnede sabit, yani sıfır hızda bulunamaz. Muhakkak belirli hız durumlarında, göreli olarak, yani bir başka hareket eden nesneye göre tanımlanabilir bir durumdadır. O zaman dikkat: Dünyamız Güneş etrafında 107.000 km/saat hızında dönüyor. Güneş kendi etrafında saatte 70.000 km hızla dönüyor. Einstein’a göre, eğer bu dönüş hızı biraz daha fazla ya da yavaş olursa kütle değişiyor, zamanı değişiyor, sahip olduğu nitelikler değişiyor.

Gündelik yaşamımızda bu önemli olmayabilir; kuramı düşüncemize konu edindiğimizde, onu bir fanteziymişçesine de düşünebiliriz, çünkü realitesini hissetmiyoruz. Eğer, elektron hızlandırıcılarında, “yüksek  teknoloji” denilen fizik alanında, elektron boyutlarında, onlardan elde edilecek güçleri ve bu güçleri denetlemeyi konu edinen deneyler yapılıyorsa, “Öyle de olur, böyle de olur” demek olanaklı olmuyor. Son derece önemli bir alan söz konusu burada. Eğer, felsefi duyarlılıkla işe yaklaşılırsa, bilinç deneye adapte edilirse veya deney sonuçlarını algılayıp onları yorumlamaya yönelirse, ihtişamlı ama kaygan bir zemine varılır. Nesnel gerçeklik olarak var olan evren, beş duyunun penceresinden seyredilerek algılanıyordu; bu, önceden bildiğimiz ve alışageldiğimiz bir yapıydı ve orada bulunan nesneler sağlamdı, gerçeklikti onlar. Algılarımız arasında biraz farklılıklar olsa da bu pek önemli değildi. Nasıl olsa, onları birbirlerine göre deney-gözlem sonucunda raporlaştırdığımızda, kendi gerçekliğinde, olduğu gibi kavrayabilirdik. Kant ise, nesnel gerçekliğin kendinde oluş biçimini hiçbir zaman kavrayamayacağımızı (noumenon), yalnızca onun dış görünüşleri ile bizim aramızdaki ilişkileri ve onların dış görünüşleriyle birbirleri arasındaki ilişkileri, eş deyişle fenomenleri kavrayabileceğimizi söylemişti. Ona göre, fenomenleri bilebiliriz, numenleri asla bilemeyiz; çünkü her nesnenin, “kendinde şey” manasında kendindeki biçimi ve niteliği, evrenin diğer nesneleriyle ilişkili olduğu ve o sonsuza gittiği için, biz onu hiçbir zaman kavrayamayız.

Einstein’ın kuramıysa, hiçbir nesnel gerçekliğin, durup dururken, kendine özdeş varlığı tespit edilmiş, sabit bir nesne olarak var olmadığından dolayı, onun hareketlerinin, dışsal etkileşimlerinin incelenerek bilgi sahibi olunmasının olanaksız olduğunu gösterdi. O bizatihi kendi, hareket demektir: Bir nesne demek hareket demektir. Onun için “momentum” sözcüğü kullanıldı. Bir nesnel gerçeklikte, herhangi bir nesne var ve onun hareketi var gibi değil; aksine, bir hareket var ve nesne gibi görünüyor ya da nesne olarak kendini ifade ediyor. Burada “gibi” demek doğru değil tabii, sanal değil çünkü. O zaman ne demek? Bir hareket var, bu hareketin belirli hızlarla ilgili değişimleri var; bu belirli hız boyutlarında farklı realiteler olarak görünen, hareketin kendisidir.  Şimdi, nasıl bir şey bu? Çok yüksek hızlardaki hareketleri tutuyoruz, hiçbir şey hissetmiyoruz. Şu kalemin atomlarının etrafındaki elektronların hızları, saniyede 50.000 ila 150.000 km. Çeşitli periyotlarda, içten dışa doğru, saniyede 50.000 ila 150.000 km hızla hareket halinde. Merkeze doğru gittikçe ışık hızına yaklaşan, saniyede iki yüz küsur bin kilometreyle hareket eden bir şey tutuyorum, ama hiç de hareket etmiyor, değil mi? İlginç. Bu (kalem) kaynıyor. Bir fizikçi aklıyla bakılsa, Brown hareketleri yapan, yani gelişigüzel sağa sola hareket eden birçok noktacığın var olduğu görülecektir.

Kendinde bu kadar yüksek hızlar olduğu için algılayamıyoruz; bu, tabii ki algılamayla ilgili bir şey. Kuramın kavranışı, klasik Newton fiziği algısı ve değerlendirmesiyle oluşan bilinçle olanaklı olmadığından; ancak felsefi nitelikte bir paradigma değişimine uğratılan akılla kavranılmasının olanaklı olduğundan bahsediliyor. Einstein, fizikte göreliliği değil, kesinliği aramak için yola çıktığını, fakat göreliliği bulduğunu ifade etmiştir. Nesnenin kendi, neredeyse fantastik âlemimizde, sanatsal dünyamızda tasarladığımız realitelere benzer bir realite içeriyor ama yasaları var. Kaygan bir zemin ama yasaları var! Yasalı olması onu fizik bilimi yapıyor.

Hareketsizliğin Olmadığı Yerde Hareket Nasıl Kavranır?

Kuramın ortaya serdiği bilgiyle nesnenin ne olduğunu, nesnenin kendini, “Nedir?” diye algılamaya çalıştığımızda problem başlıyor. Öyle bir referans olmalı ki bütün bu farklı hareketleri bir harekete refere edebilelim, ona göre tanımlayabilelim. Her şey hareketliyse ve referansı yok ise, eş deyişle hareketsizlik yoksa, hareketi nasıl kavrayacağız? Bu, felsefenin sorusuydu, fiziğin de sorusu oldu.

Rasyonalizme göre, oran ve orantılar rasyoyu yaratır. Düşüncenin rasyonel olabilmesi, oran ve orantılarla, kıyaslarla, karşılaştırmalarla çalışan bir bilinç olgusu anlamındadır. O halde, farklı iki hareket varsa, o farklılığın oranından bir sabite çıkartırız ve onları tanımlarız. Böyle bir şey yapıldığında, saptanan şeyin realite mi yoksa rasyonalite mi olduğu sorunu ortaya çıkar. Bir oranı gerçek mi kabul edeceğiz, yoksa gerçekliklerin arasındaki bir karşılaştırma mı kabul edeceğiz? O referansın gerçekliği nedir? Varlığı var mıdır? Evren rasyonel midir, yoksa realitelerin bir bütünü müdür? Eğer realitelerin bütünüyse, onlar hangi referansa göre tanımlanmalıdır? Einstein bunu fizik bir realiteye oturtmak amacıyla, zaten o kesinliği ararken, nesnel gerçekliklerin varoluş sınırlarıyla ilgili bir tespitte bulunuyor: Evrende var olan bütün nesneler hareketlidirler ve hareket onların temelidir; ancak ulaşabilecekleri en yüksek hız 300.000 km/sn olarak ışık hızıdır. Bundan daha yüksek hız yoktur. O halde, sabit bir hızımız var. Nesneler için bir sabite bulduğuna göre, bütün diğer hareketleri bu hareketle ilişkilendirdiğimde kavrarım. Bu nedenle, bütün enerji-madde dönüşüm hesaplarına sabite olarak “ışık hızı”nı koyuyor.

En Yüksek Hız Işık Hızıysa Işık Hızının Karesi Nedir?

İlgi çekici tartışmalar var tabii gene burada. Biliyorsunuz ışık hızı c’dir, “c” ile gösterilir, değil mi? E=mc2 Bu kadar basit bir formül. Üç tane ögesi var, bir de eşitlik var. Burada neyi anlamalıyız? “E” dediğimizde neyi anlıyoruz? Enerji. E’nin tanımı var, daha önce Newton fiziğinde bir açılımı var. Mass dediği “m”, kütle; tamam, onu da anlıyoruz. Ağırlığı olan, ölçülen, boyutu, hacmi olan, biraz önce de söylediğimiz gibi belli özellikleri olan bir nesneyi anlıyoruz, bir cismi anlıyoruz. Peki, c2 nedir? C’nin karesi, ışık hızının karesi! Şimdi, problem burada çok büyüdü. Işık hızı son hızdı! Formüle koyuyoruz: E=mc2; c2 dediğin zaman 300.000 x 300.000 çıkan bir sonuç ve saniye! Realitesi yok, ama onsuz realiteyi kavrayamıyoruz! İnce bir yer. O hızda nesne, nesnel gerçeklik olarak asla var olamıyor, çünkü son varoluş sınırında kütlesi sonsuz oluyor. Onu bir de kendiyle çarpımı kadar başka bir hız olarak formüle koyuyoruz ve o zaman herhangi bir nesnel gerçekliği tanımlıyoruz. Einstein uydurdu mu? Hayır. Enerji dönüşümleri olgusunu E=mc2 ile çok net, hiç yanılgısız hesaplıyoruz.

Hareket Eden Nesneden Hareketin Nesne Olarak Görünmesine

Newton fiziğinde, herhangi bir nesne diğer nesnelerle eş zamanlı olarak hesaba girer. Her bir nesnenin kendi kütlesel gerçekliği sabittir, diğerlerine göre ve mekanik bir ortamda hareket eder. Nesnenin varoluşuyla ilgili bir problem yoktur, nesnelerin varoluşu sabittir ve kesindir. Einstein’a göreyse, bu bir nesne değil, bir harekettir. Bu hareketin belli bir zaman ve belli bir mekânda, yalnız kendinden zamanın akmasıyla ilgili, eş deyişle bulunduğu hızla ilgili bir varoluşu vardır; bu momentumdur. Kütle, hızıyla değişir anlamını taşır. Bir nesnenin kütlesi, hızıyla orantılı olarak değişir: Hızı arttığında kütle büyür, hızı azaldığında kütle küçülür. Örneğin, 46.000 km/saat olan füze hızında, bizim fark edemediğimiz ama matematiksel olarak ölçebileceğimiz bir küçülme oluyor. Yüksek hızlara çıktıkça boyutlar küçülür. Işık hızına çıkıldığında nokta oluyor –hatta nokta da olmuyor, noktanın dahi kütlesi var– kütlesi ya sıfır ya da sonsuzla ifade edilen bir matematiksel boyut başlıyor! Fizik var, parçacıklar var ama rasyonel, çünkü kütlesi sonsuz. Bu ne demek? Böyle bir şey algılanabilir mi, böyle bir şey düşünülebilir mi?

Uzay, Uzam Değildir

Newton, yer çekimi yasasını ortaya koyan, yer çekimini tanımlayan kişidir. Çekim kuvvetinde oldukça ilgi çekici noktalardan bir tanesi, kütlenin var olması – hareket, çekim. Bu ikisi arasında çok önemli bir kavramsal bağ var, ve biliyorsunuz, yer çekimi ezeli, ebedi vardı zaten. Newton’un geliştirmiş olduğu çekim kuvveti ve devim yasaları, birçok sorunun geçerli yanıtlarını bilime kazandırmıştır. Ancak bilimdeki gelişmeler, bu yasalarla uyumlu olmayan bazı olguların saptanmasına neden oldu. En büyük sorun, ışığa ilişkin görüşlerde ortaya çıkmıştır. Işığın boşlukta nasıl yol aldığı mantıksal bir biçimde açıklanamamıştır. Işık boşlukta nasıl gider? Bir cismin bir yerden bir yere gitmek için bir zemini kullanması, bir yol kullanması, bir şeyin içinde, üstünde gitmesi, kendinden başka bir şey daha olduğuna işaret eder. Ya havanın ya suyun içinde gider, ya da elektrik gibi, katı nesnelerin içindeki moleküler bir zincirin içinden akar. Boşlukta gitmek ne demek? Boşluk ne demek? “Uzay” denildiğinde, felsefe adına da bazı kavramlar çok yanlış kullanıldığından, Türkçemizde “uzam” ile “uzay” karıştırılıyor. Uzay, space dedikleri uzay nasıl bir şey –“şey” biliyorsunuz bizde jokerdir; şey dediğiniz zaman oraya her şey olabilir, yani eşya manasında “şey” demiyoruz– nasıl bir şey? “Işık uzayda gidiyor” diyeceğiz. Peki, nerede gidiyor? Uzayda. Uzay ne ki “orada” gidiyor? İçinde, dışında, yanında…

Atom veya molekül olduğu zaman, uzay değil “uzam” oluyor. Mekân, yani uzam. “Mekân” dediğimizde sınırlandırılmış uzayı söyleriz. Sınırlandırılmış uzay, uzamdır. Uzay olunca sınırları yok, yani sınırlandırılmamış. Sınırlandırılmamış uzam da “uzay” oluyor tabii. Bizde mekân duygusunu uyandıran nedir? Boyutlardır. “Mekân” denildiğinde boyutsal bir şeyden söz etmiş oluruz. Hacmi söylüyoruz, bir alanı söylüyoruz, bir mesafeyi söylüyoruz, en indirgenmiş biçiminde iki nokta arasındaki bir çizgiyi söylüyoruz, bir ilişkiyi söylüyoruz. Bir noktanın mekânı var mıdır? “Nokta” denildiğinde bütün boyutlar orada mevcuttur, çünkü o nokta hareket ettiğinde bütün mekânı yapar. O “mekân” dediğimiz, aslında boyutlar, rölasyonlar, ilişkilerdir – alan ilişkisi, hacim ilişkisi. İlişkilerin hepsi indirgendiğinde noktaya geliriz. Noktayı kaldırdık, ne var orada? Uzay. Bir yerde bir mesafeden bahsediyorsak, referanslarımız varsa, diğer bir deyişle ölçümlendirilmiş bir uzay parçasından bahsediyorsak, orası uzamdır, mekândır. Uzay değildir. Uzay nedir? İlginç değil mi? Uzay hakkında ne söylersek, onu uzamlaştırıyoruz. Uzay biçiminde bırakamıyoruz, uzay “biçimsizliğinde” bırakamıyoruz.


* Metin Bobaroğlu’nun 1999 yılı Ocak-Haziran ayları arasında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde “Einstein’ın Nesnel İlişkinlik Kuramı” üzerine yaptığı konuşma dizisinin kayıtlarından derlenmiştir.