Kavramların Hem Açık Hem de Seçik Olması

Geleneksel dilden söz ederken, geleneğin hangi gelenek olduğunu vurgulamak lazım. Genelde, âriflerin geleneği gnostik gelenektir; Hermetik bir gelenektir bu. Fakat bunun bir paralel versiyonu da var: Sanskrit geleneği. Bu gelenekler, ilgi çekici olarak kavramsal dilin karşısına konulur genellikle. Oysa belki de bütünleyici olarak düşünmek lazım. Kavramsal dilin karşısında ele alırsak eğer, simgesel bir dili içerir ama simgeler gelişigüzel değildir. Simgeler belirli bir ritüele dayanır ve bu ritüel de bir mabedin içine yerleştirilir ve deneyimlenir. Kavramsal dilin böyle bir öyküsü yok. Kavramsal dil rasyoneldir, bilince dayalıdır. Kavramlar apaçıktır, hatta açık ve seçiktir Descartes’ın deyimiyle. Descartes diyor ki: “Felsefenin kavramları açık ve seçik olmalıdır.” “Açık” derken “duyulara açık”, “seçik” derken de “zihne seçik” demek istiyoruz. Açık olmak duyusal bir olgu, seçik olmak zihinsel bir olgu. Bilim yapabilmek için açık ve seçik, yani iki ilkeye bağlılık gerekiyor, ama felsefe yapmak için açıklık ilkesine. Buradaki duyusal açıklık değil; zihindeki kavramların birbirlerine refleksiyonunun açıklığı, yani yansımalar. Kavramlar, zihne seçik olan kavramlar, birbirlerini anlamlandırma açısından aynı anda açıklayıcı ve bütünleyici olmak açısından açıktırlar. Bunun, bu gelenekteki, yani Kadim Gelenek’teki karşılığı, özellikle tasavvuf geleneğindeki karşılığı “belî”dir; belagat. Kavramlar belî olmalıdır. Buradaki kasıt şu; kavramları kullanan eğer zihnimizse, bu kavramlarla birlikte zihin bir yeti olarak ele alınırsa, kavramlarla birlikte zihin, şuuru ya da bilinci oluşturuyor diye düşünürsek, bilinç bir aydınlık alandır, ışıma alanıdır.

Bilinçli olmak, aydınlık olmak güneş, gün, gündüz kavramlarıyla eşdeğerdir. Ama bir de gece var. Bu gece, ay ile ve yıldızlar ile ifade edilmiş. Ayın, güneş gibi bütünlüğünü korumadığını biliyoruz, sürekli değişiyor. Yıldızlar ilk önce sabiteler olarak algılanmış, ama daha sonra belirli, sabit yıldızın etrafında hareketler olarak değerlendirilmiş. Yani sabiteler ve değişkenler, ikisi bir arada. Biliyorsunuz, kutup yıldızını sabite olarak kabul eder astrologlar; diğer yıldızların da hareketli olduğunu gök haritasında gözlerler. Şimdi, buradaki alegori, simgesel bir dünyayı veya simgesel bir âlemi bize işaret ediyor, o da kavramlarla karşıt. Kavramlar ne kadar açık seçik iseler, bunlar da o kadar örtük ve sembolik. Semboller hem anahtar görevi görüyorlar hem de örtücü bir işlevleri var. Buna, Mircea Eliade’nin deyimiyle, coincidentia oppositorum deniliyor; zıtların birliği. Zıt olan ne? Örtücülük ile açıcılık, birbirine zıt kavramlar değil mi? Simgeyse bu iki işlevi birlikte yapıyor; hem örtüyor hem açıyor. Bunu daha anlaşılır kılmak için, beş duyunun dış olguları algılaması ile zihnin kategorileri, zihnin yetileri, bilme yetileri bir araya geldiğinde ortaya çıkan bilince karşılık, “rüyanın bilinci” diyebiliriz. Yani gece, rüya ve gecedeki sembolizma rüyanın dili, rüyanın kavrayışıdır.

Minerva’nın Baykuşu ve Yakaza

Bugünkü bilimsel yaklaşımlarda da var bu. Rüyalar birebir kabul edilemez, yani bize birebir kavramlar gibi açık seçik konuşmaz. Rüyalar sembolik bir dille ortaya çıkar ve yorumlanmaya gereksinir. Onları yorumlamak gerekir. Rüyalar bir yanıyla bilince bağlı, bir yanıyla bilinç dışından besleniyor. Bu nedenle, rüya bilinci –eğer buna bilinç diyeceksek– berzahta duruyor. Berzahtan kastımız; iki farklı evrenin buluştuğu ve haberleştiği bir ortam, medya. Bu ortama “berzah” denildiği gibi, ona tanık olan bilince de “yakaza” deniliyor; yakaza bilinci. Bu yakaza bilincinin mitolojideki karşılığı “baykuş” ile sembolize edilmiş ve mitolojide “Minerva’nın Baykuşu” denilmiş. Hegel, kavramları anlatırken, iş sezgiye geldiğinde, “Minerva’nın Baykuşu alacakaranlıkta uçar” diyerek mitolojik simgeyi felsefenin içine yerleştirmiştir. Ne demek bu alacakaranlık? Ne aydınlık ne de karanlık. Alacakaranlık, yakaza hali. “Yakaza” dedikleri bir bilinç tipi. Bu alacakaranlık olan bilinç tipi, ne doğrudan doğruya uykuda ne de tam uyanık. Buna Uzakdoğulular “meditasyon” diyor. Meditatif bilinç; tam uyku değildir, tam uyanıklık da değildir, demek ki yakaza.

Gnosun, hikmetin, irfanın tek bir kültür geleneğine ait olmadığını, çeşitli kültür geleneklerinde karşılığını bulduğunu anlatmak için bu örnekleri seçiyorum. Daha çok var; Kızılderililer var, Mayalar var, Uzakdoğu var, Orta Doğu var. Ben genelde iki şey üzerinde duruyorum; biri Hermetik gelenek diğeri Sanskrit gelenek. Bu ikisi yeterli bilgi veriyor bize. Şimdi, bu yakaza nedir? Derdimiz ne? Gelenekçiler, bilincin kavramlar tarafından kilitlenmesi, doktrinel bir biçime, otoriter bir biçime bürünmesi karşısında keşf ya da gelişmiş sezgi ile dengelenmiş bir insan modeli üzerinde duruyorlar. Salt bilincin egemenliği, rasyonalizm, pozitivizm bugünkü gibi hayali, yani yakazayı kreatif bir biçimde kullanmayı ihmal ediyor. Rasyonun çalışma biçimi, açık seçik kavramlarla çalışmaktır. Bir doktrin olarak değil ama o alacakaranlıkta uçacak olan baykuşun gece gören gözlerini, keşf gözlerini kapatıyor. Bu bakımdan, geleneğin bu sembolik dili, kavram dilinin tam da dışında bir şey.

Hermeneutik’in tekrar gündeme gelmesi beklenirdi ki bu tür bir şeyin çözümlenmesi olsun. “Hermeneutik” dediğimiz zaman, tek bir şey anlayamıyoruz. Birçok biçimi var, postmodern edebiyatta özellikle. Dilthey geleneği üzerinden Hermeneutik’e bakarsak, Gadamer çizgisi, yolu, geleneksel kadim bilgeliğin yolu değildir. Kavramların rasyonel olmasının yanında bir de fütürist yanlarının olduğunu, yani bir geleceğe bağlanma, eskatoloji olduğunu düşünerek, niyet üzerinden Hermeneutik yapmayı istiyorlar veya deniyorlar. Yine kavramlar âlemindeyiz, sadece burada intention, yönelim ortaya çıkıyor ve belirleyici oluyor.

Rasyonel Düşünme ve Sınırları

Rasyo, ratio, mevcut olanları bütün ile ilişkilendirir. Rasyo demek, parçayı bütün ile ilişkilendirmek, oranlamak ve bunu matematik diliyle, bilimsel dille ifade etmek. Bilimin rasyonel dili açıklayıcıdır. Sebebe bağlı akıl, reason, sebep gösterir; cause-effect yani etkilerin, işlerin (effect, fact) dayandığı sebepleri (cause) gösterdiniz mi o açıklanmıştır. Bunu karşılaştırdığınız (tasım) zaman da mantığa oturtmuşsunuzdur. Bir de sistematik olarak bütün ile ilişkilendirdiniz mi açıklamış olursunuz. Bu, bilimsel bir yöntem. Ancak Hermeneutik bu rasyonel, bilimsel yönteme sığmıyor. Rasyonel düşünmede daha çok olgular bu yönteme sığar. Nesneler, olaylar, olgular açıklanır –açıklanmalıdır zaten– ama insan eylemleri açıklanamaz. İnsan eylemleri anlamlandırılır. Hangi niyete göre eylemini yapıyorsa, o niyet üzerinden, o erekbilimsel akıl üzerinden, yani rasyonel akıl değil de gayeye bağlı akıl, intellect üzerinden anlamlandırılır. O zaman, entelektüellik dediğimiz şey, niyet, yöneliş, amaç içerir ve eyleme bağlanır; ama rasyo olguya bağlanır, nesnel gerçeklikte yerini bulur. Bu Hermeneutik, bizim sözünü ettiğimiz simge, ritüel, mabet gnostiğini açıklamaz. Bu farklı bir şey, çünkü entelektüel olanda yine kavramlarımız, birikimlerimiz, yetilerimiz, ilişkilerimiz, toplumsal güçlerimiz bir araya gelir; bir toplumsal praksis (praxis) oluşturur ve bu toplumsal praksis, belli bir yöne doğru toplumu sevk ve idare eder. Açıklanabilir gereçleri anlamlı bir yolda bütünlemiş oluruz. Burada hep bilincin alanındayız, bilinçdışının değil. Hermeneutik, bilinçdışı ile ilgilenmiyor; bilincin alanında, niyetlerle ilgileniyor, amaçlarla ilgileniyor. Gnostik, hikmete bağlı irfan öğretilerinde ise, bilinçdışı, patolojik bilinçdışı olarak ele alınmıyor. Bugünkü psikolojide, bilinçdışı daima patoloji ile ilişkilendiriliyor. Jung farklı. Jung, Freud gibi bilinçdışını çöplük olarak görmüyor. Bilinçdışının, kolektif bilinçdışı olarak motive edici, geliştirici, hatta insanın ilişki kurması gereken bir alan olduğunu ve onun yorumlamasını getiren bir tutum gerektiğini söylüyor. Batı’da, belki bir Jung yakın düşüyor benim anlattığım işe.

Bir Berzah Olarak Bilinç-Bilinçdışı İlişkisi

Fakat kadim gelenek zaten bunu bin yıllardır sürdürüyor; Uzak Doğu’da, Orta Doğu’da, Batı’nın ilk dönemlerinde, kadim dönemlerinde, yani Sokrat öncesi Yunan’da bunlar zaten var. Özellikle Parmenides’te var bu simge. Yakaza meselesini konuştuk; bilinçdışı ile bilinç arasında bir sezgi. Sanki bu, organik olarak da bir yere oturuyormuş gibidir. Biz bugün, bunları düşünebiliyoruz tabii. Bir parasempatik sinir sistemimiz var, otonom; bir de sempatik sinir sistemimiz var, iradi. Bedenimiz bu ikisinden müteşekkil. Bir tanesi bizim irademiz altında; işte ellerimi oynatıyorum, gözümü açıp kapıyorum, ayaklarımı, kaslarımı oynatıyorum; fakat kalbimi kontrol edemiyorum, o otomatik çalışıyor. Karaciğerim, böbreğim, diğer organlarım otomatik çalışıyor. Kasları da var bunların, değil mi? Çizgili kaslar, düz kaslar… Bu ikili birlik, denetleyebildiğimiz ve denetleyemediğimiz ikili birlik, “iki âlem”, “iki deniz” diye nitelendirilmiştir kadim bilgelikte. “İki denizi salıverdim, kavuşur ama karışmazlar, aralarında bir berzah vardır” ayeti, bu ikili birliğin kadim gelenekteki son versiyonunda da zikredilmiştir. Aradaki berzah, işte asıl bizim şimdi üzerinde duracağımız irfan öğretileriyle ve sembolizmayla ilgili konu.

Simge, tek başına anlam taşımaz kadim bilgelikte, çünkü aslında dil de tümüyle simgedir. İmgelerimizi dile taşıdığımız zaman simgeleri yaratırız. İmgeler bizi eyleme götürür; ortaklaşa bir imge de bir berzahtır, nesnelerle bilincimiz arasında durur, ama imge bizi daima nesnesine çağırır, bizi duyulara doğru yöneltir. Dil ise duyulara ve nesnelere doğru gitmez, nesnelerden gelen imgelerle bilincimizin arasında durur. Yani isimler bilince, zata aittir, nesnelere ait değildir; nesnelerle bağ kurmaz, nesnelerin imgeleri ile bağ kurar, arada durur ve dil olduğu gibi simgedir. Fakat bizim sözünü ettiğimiz “simge” bu değil. Anahtar olan, örten ve açan simge; dilin kullandığı sözcükler, harfler ve onlardan oluşan isimsel kavramların dünyası değil. Bilinçdışı ile bilinç arasında ilişki kurabilen; doğayla dıştan duyular yoluyla değil, insan bedeni üzerindeki doğa etkisi ile. Bunlara “melekler” denilmiştir, yani “kuvvetler” ama doğa kuvvetleri. Bu doğa kuvvetlerini harekete geçirebilmekle ilgili birtakım deneyimlere “mistik deneyimler” de denilmiştir.

Mysterion’lar, myster’ler, biliyorsunuz “sırlar” demek. Bu myster’leri, sırları harekete geçirebilecek, alacakaranlık kuşağındaki simgesel etki –ki her simge bir baykuş– göz, kulak, dil kapılarını kapatarak oluyor; meditatif bir bilinçle. Göz, kulak, dil, duyularla bağlı, dış dünyayı değerlendiren, yani bilincin gündüz, güneş, açık seçik kavramlarının dünyası. Bunları kapattığımızda karanlıktayız. Eğer karanlığı hazmedersek, bilincimizin o karanlığın içinde, orada uyanık olduğunu görürüz. Bu karanlığı hazmedenler, özümseyenler, derinleşenler, orada göz, kulak, dil kapılarını kapattıkları için, giderek dış, nesnel gerçeklik imgeleri zayıflar ve bilinç üzerindeki hâkimiyetlerini yitirirler. Bilinç için konuşursak, bir bakıma oryantasyonunu yitirir insan. Çünkü bilincin imgeleri bizi dış, nesnel gerçekliğe bağlayarak bir oryantasyon sağlıyordu, bir bakıma güven duyuyorduk. Giderek bunlar zayıflayınca –uykuya girmemek kaydıyla, yani rüya bilincine geçmemek kaydıyla– o ara durumda, yakaza durumunda kalarak, bir müddet sonra karanlığın vizyonlarla dolduğunu görürüz. Dış dünya imgelerini kullanan ama dış dünyaya değil, bilinçdışı etkilere de açık olan yeni bir bilinç durumu çıkar. Buna tam “meditatif bilinç” demiyoruz, ama meditatif bilincin öncesindeki halüsinatif bilinç bir bakıma. Orada duygularımız biçimlenir, şekillenir; rüya gibi ama içinde bilincimiz uyanıktır. Gözleriz, gözlemci olarak oradayız. Bu yakaza bilincinin anatomisini burada bırakarak, şimdi işin simge tarafını, simgelerin ritüel ile bağlantısını, ritüelin de mabet ile ilişkisini konuşayım ki kelam yerine otursun.

Mabet ile Bina Arasındaki Fark

Simgeler, kendilerini değil, kendilerini aşan bir anlamı işaret ettikleri için simgedir. Bir mabede “mabet” adını veren, kurulumu oluşturan simgelerdir. Eğer bir yapı işlevselse, mabet olamaz. Örneğin, bu içinde bulunduğumuz bina, yapı, buradaki sahne, oradaki izleyiciler için bir tiyatro sahnesi belli ki. Işıklar, kapı, burada gördüğümüz bütün donanımlar fonksiyoneldir, işlevseldir, kendilerini gösterir. Koltuk koltuktur, üzerine oturulmak işlevini yüklenmiştir, başka hiçbir şey ifade etmez. Böyle bir işlevsel yapı mabet değildir. “Biz burayı mabet olarak kullanalım”; bu mümkün değil. Gnostik, hikmete bağlı, irfana bağlı geleneğe göre konuşuyorum. Böyle bir mabet olmaz. Peki, mabet ne? Yine yapı, yine dış nesnelerden, gerçeklikten oluşturulmuş ama işlevsel değil. İşlevsel oldu mu bilim, olgu, rasyo, açıklama, kavram dünyası, açık seçik. Burada her şey açık ve seçik. Kimse, koltuğun başka ne anlama geldiğini sorgulamaz. Mabet ise işlevsel değil, simgesel yapıdır. Yapıdaki her nesne, her rölyef, her sütun, her çatı, her zemin, her boya kendini değil, kendine aşkın bir âlemi ifade eder. Ne demek? Her öge kendini değil, kendinden başkasını göstermek üzere oradadır. Ama gelişigüzel değildir; o zaman yapı bütünlüğü olmaz. Her simgesel öge bütünlüğe katıldığı ölçüde simgedir ve tamamı bir bütünlük kurmaktadır.

Bütünlük kavramı burada çok önemli; bunun psikolojik karşılığı “mandala”dır. Mandala, bilincin bütünlüğünü ifade eder. Mabet o demek. Çok özelde, çok sanatkârane bir daireden söz ediyoruz aslında; bir daire, bütünlük. Daire çizin; hacime getirdiniz mi küre, bütünlük. Simge olarak çok ilgi çekici bir şeydir daire; yarıçapı ister 1 km olsun isterse 5 cm, bütünlüğü değişmez, kapsama alanı değişir. O bütünlük, dairenin merkezinden itibaren öyledir; eş deyişle nokta da bütündür. Nokta ile daire arasında gerçekte bir fark yoktur. O zaman, daire üzerinden anlatırsak eğer, noktayı belirlediğimizde, o noktaya eşit uzaklıktaki noktaların bütünlüğü daireyi verdiği için, her nokta merkez noktaya göre bütünlüğe hizmet ettiği için simgeseldir. Bir mabedi, simgesel mabedi düşünelim; bir mihrabı vardır. Demek ki oradaki o düzen, verilen şekil, aslında kendini değil, kendinden başka bir şeyi işaret etmek için orada vardır. Bütün mabedin simgeleri, o kıble gösteren, hedef gösteren mihrap ile ilişkisi altında anlam taşır. Ona bir axis mundi olarak bakarsak, enine boyuna akslarını gösterirsek, nokta üzerinden belirlenir. Yani bir daire vardır, bir bütünlük vardır, ama bu bütünlük orada şekil olarak, illa daire olarak konulmamıştır. O bütünlüğü algılayan bilinçte kurulan gizil bir daire olarak o mandaladır. Mandala psişik bir şeydir, ama eğer kalemi elimize alıp çeşitli eskizler çizmeye başlarsak, desenler giderek bizim bütünlüğümüzü bulmamıza doğru, bütün diğer biçimleri geliştire geliştire daireye doğru gider. Orada tatmin olur. Bütün şekiller, noktadan başlayarak –Pythagoras bunları yapmıştır– giderek evren, kozmos, daire, bütünlük ile nihayetlendirilir.

Neden bunun bu kadar üzerinde durdum şimdi? Bu gizildir, açıkça böyle kubbe olarak yapılıyor, ama aslında gizildir demek istiyorum. Belirli bir erekbilimsellik var burada, ama her öge simgesel, kavramsal değil. Niye kavramsal değil? Şunu apaçık kavramlarla bilince taşısak olmaz mı? Olur. Otoriter oluruz, belirlenmiş oluruz ve o belirlenmişlik içinde hapsoluruz. Kavramlar otoriterdir, diktatördür, hatta giderek de faşisttir. Kavramların konstrüksiyonu güçlendikçe, sistematik oldukça doktrinel olur, artık su sızdırmaz; bu bilimde de böyledir. Hâlbuki simgelerin içinde o simgeleri ilişkilendiren bir yol var. Katılan tek tek bireyler, birlikte bu yolu canlandırırsa, anime ederse ortaya ritüel çıkar, tören çıkar. Tören olmaksızın simgeler anlamsızdır, ölüdür. Simgeleri dirilten törenin kendidir. Bu tören, bu ritüel dışa doğru değil, içe doğru bir vektör taşır. Yani mihrap aslında içe doğrudur, ama mabetlerde dışa doğru gösterilir. İşte, kimi mabetler güneşe, yani güneşin doğduğu yöne doğru, kimi belirli bir dünya aksı, merkezi oluşturulmuş diyelim Kâbe gibi, Kudüs gibi, belirli bir yere yönlendirilir, ama bunlar yine simgeseldir. Mabedin mihrabı oraya dönüktür, ama o gösterilen yer de simgedir. Örnek olarak, Tasavvuf geleneğinde “Kâbe, Beytullah olarak gönüldür,” denilmiştir, ama yeryüzünde dünyanın gönlü olarak düşünülmüş, sembolik olarak da belli bir yere oturtulmuştur. Bütün dünyanın diğer mabetleri, o bağlamdaki mabetleri, mihraplarını ona dönerler. Gnostikler, “Bedenimiz mabettir,” diyor, her mabedin bireyi temsil ettiğini düşünüyorlar. Her birimizin kalbi de mihraptır ama ortak olan gönüldür; bütün kıblelerin, mihrapların buluştuğu, Kâbe’nin sembolize ettiği ortak kalptir o gönül. Yani gönül, bu bağlamda kişiye ait değildir, toplumun tümünün kendini o kıblede buluşturduğu zaman bulduğudur. Toplumun kendi bir mabet olmuş olur. O zaman, işte bu toplumun mabet olduğu kompozisyonda, mandala içsel olarak kurulur. Bu, kültürde de yansır.

Mabet Rahimdir

Kültür birliği, kültürün içindeki rahatlık veya bu sözünü ettiğim, gönülde buluşmanın rahatlığı, erkek üzerinden değil, kadın üzerinden anlatılır. Mabet rahimdir, çünkü insan rahimde şekillenir. Spermalar diyelim, eril olanlar simgedir. O simgeler mabede kavuştuğunda, yani rahme kavuştuğunda, orada dönüşür ve var olur, vücut bulur. O zaman bu sembolizma, bir gerçekliği de sembolizmaya dönüştürüyor: Bildiğimiz yaşamın bir gerçekliği, cinsellik ve onun macerası. Bedenden beden doğmasını İncil-i Şerif’te İsa Aleyhisselam şöyle nitelendiriyor: “Bedenden doğan bedendir, ruhtan doğan ruhtur. Ruhtan doğmadıkça Allah’ın melekûtuna giremezsiniz.” Burada benzetmeyi tam koymuş. Yani bedenden doğma olgusu neyse, ruhtan doğma olgusu da buna binaen anlaşılmalıdır. Demek istediği şu: Bir gerçekliği sembol olarak anlamak. Bedenin kendi bir gerçek ama mânâ, anlam dünyası, spiritüel dünya, bunu sembol kabul edip bu gerçeğin kendinden, bunun üzerinden kuruluyor. Manevi bir dünya, âlem… Şimdi, bunun ritüelik olması, insanların bizzat o törene katılıyor olmaları ile mümkün. Kavramlarsa öyle değil. Kavramlar tiyatraldır, yani Yunan kökenlidir; tiyatro üzerinden kurulmuştur çünkü mekân vardır. Daha önce işlemiştik bunu, bölünme var; nesne, özne, bilinç. Dolayısıyla, seyirci, oyuncu ve oyuncunun seyirci üzerinde bıraktığı etki. Tiyatral – birileri izliyor, pasif; birileri oynuyor, aktif. Bu, Clericus-Laicus olarak dini mabet biçiminde de ortaya çıkmıştır. Clericus oyuncular, Laicus seyirciler. Tiyatral temelli bilinç, bilincin kendinin inşa ediliş biçimi. Kadim Gelenek, simgesel mabet böyle değil. Simgesel mabette, seyirci-oyuncu ayrımı yok. Ritüel herkesi birbirine bağladığı için herkes oyuncu, herkes seyirci. Herkes rol alıyor. Pasif izleyici yok. Dolayısıyla, bir organik bütünlük var. Hâlbuki diğerinde mekaniklik var. Tiyatral olan mekanik, makine, diğeri organik; herkes oyuncu, herkes izleyici.

Bunu literatüre yansıtırsak, mekândan, tiyatro olandan mantık çıkar; ayrım, bölme ve sonra onun bir biçimde ilişkilendirilmesi, bilgi ile kavuşturulmasından düzyazı çıkar. Mantık, zaten düzyazının organizatörüdür. Yani mantıklı söylem, tutarlı söylem demektir. İşte, bu tutarlılık mekân kurar. Kavramlar mekân üzeredir. Simgeler ise organiktir; mabet ilişkisinde, ritüelik ilişkide oldukları için organik ve dinamiktir. Birbirlerini sürekli etkileyerek bir akış, bir tao, bir enerji ortamı yarattıkları için canlılık adına “organiktir” diyoruz, canlıdır. Öteki mekaniktir, mekândır; organik olanda ise mekân değil mahal vardır; herkesin büründüğü bir hal paylaşılmaktadır. Bunun literatürde karşılığı şiirdir, poesis. Mabet poetiktir. Mabet logic değildir ama mabedin dış yapısı logic’tir. Yani bina tamamen logos üzerine kurulur, logic olması da geometrik olması demektir. Kavramsal bilincin bilimsel tezahürü geometridir. O mabedin bir mimarlığı vardır ve de açık seçik kavramsaldır, ölçülüdür, bilimseldir, açıklanabilir; ama simgesel yapısı açıklanamaz, anlamlandırılır. Ve simgesel yapı mahaldir, yaşanır; kavramsal yapı mekândır, kuşatır. Kavramsal yapının oluşturduğu mimari yapı bedendir bir bakıma ve mantıksaldır, düz dizayndır. Ama içinde oynanan oyun poetiktir, ruhsaldır, zevkle idrak edilir, zihinle değil. Bu, uzun bir hikâye, çok uzun bir maceradır, size bunu özetlemeye çalıştım.

Dolayısıyla, kadim bilgelik ilgi çekici bir olgudur ki onun mabedine girmezseniz, onu anlayamazsınız. Onun dışında durarak zihinle, kavramsallıkla ona bakarsanız, onu anlayamazsınız. O kadim bilgelik, doğrudan doğruya sizin alacakaranlık kuşağınızın arka fonunda, o karanlık dünyada duruyor, durmaktadır. Simgeler onu uyardıkça kendinizde o coşkuları, o duyguları bulursunuz; dolayısıyla, sizin dışınızda bir şey değildir. Nasıl ki kavramsal süreç de yine sizin bilincinizin tarihidir, bütün insanlığın ürettiği bilince dair ne varsa sizin bilincinizin konusudur, dolayısıyla sizindir. Fakat iki yanın birbiriyle olan ilişkisi veya çelişkisi problemini yaşıyoruz. Bir yanı diğerine galip getiriyoruz ve oradan başka bir uygarlık yaratıyor, onun için de başka türlü problemler yaşıyoruz. Bunlar benim konum değil; daha çok, uzmanların, psikiyatristlerin, sosyologların konusu. Burada benim dil üzerinden anlatmaya çalışacağım şey, kadim bilgeliğin mabedine poetik bir yolla girildiği için, orada bir bütünlenme olgusu olduğudur. Poesis bütünlüktür, noesis bütünlük değildir. Noesis’i birlik halinde tutarlı olarak tutar mantık, ama ona eklemeler yapabilirim. Diyelim ki bir makale yazıyorum, konu da psikoloji; mantıksal olarak yazıyorum, mantıksal tutarlılığım var. Bilimsel yönteme bağlı olarak yazıyorum. Yüz sayfa yazdım, onu yayımlayabilirim; fakat sonra aklıma geldi, “Şunları da eklesem iyi olur.” Alırım, çoğaltırım, bunu kitap haline getirebilirim, ansiklopedi haline getirebilirim. Tutarlılık olmak kaydıyla önü açık. Ama poesis öyle değil.

Poetik Olan Bütünseldir

Poetik olan, şiirsel olan ruhsaldır, yani bütünlüğü vardır. “Ruh” kelimesi burada, iç bütünlüktür. İç tutarlılık değil yalnız – iç tutarlılık mantık; iç bütünlük şiir. Şiire, “Aa, şunu da ekleseydim,” denilemez. Dokundurmaz, elini süremezsin. Eğer o şiirse, bütünlenmişse, artık onun bir ruhu, bir bütünlüğü var; dokundurmaz. Bütün sanat eserleri böyledir. Bir sanatçı resim yapar, resim bütünlüğüne kavuştuğu anda, artık bir fırça darbesi daha vuramazsın. “Dur, şunları da ekleyeyim” dersen, artık o, ruhunu yitirir. Heykel de öyledir ve o yüzden de sanat, tiyatro hakeza, o ruhunu aldığı zaman, bütünlendiği zaman etkisini yapar. Burada dikkate değer olan şey, bütünlenenin teshir gücüne sahip olmasıdır. “Ruhsal etki” buna diyoruz. O yüzden “ruh” sözcüğü bütün dillerde “rüzgâr” demektir, yani “esinti” demek. Esintinin anlamı “esinlenme”; bu muse, esinlenme yani. Aslında gerçek değil ama gerçekliği etkiliyor. Ruhun mahiyeti yoktur. Ruh, etkisi üzerinden bilinir, mahiyeti üzerinden bilinmez. Mahiyet nefstir. Nefsin kendi mahiyettir, gerçektir. Ruh gerçeklik değildir. Ruh sanatsal bir etkidir. Bir resmin karşısında, La Joconde’un karşısında etkilenirim. Bu etkilenmede gerçek bir aktarım yoktur, değil mi? Oradan boyalar çıkıp benim kafamın içine falan girmez ya da o resim girip içerde kazma kürek çalışmaz. Fakat öyle bir esinlenme, öyle bir rüzgâr olur ki aramızda, ben başkalaşarak çıkarım oradan. Bir senfoniyi dinlediğimde de böyle olur. Onun içeriği, malzemesi “nefs”tir. Sesler, onların fiziksel yapısı nefstir, ama onun benim üzerimdeki değiştirici etkisi –teshir diyoruz ona, sihir, büyü– benim üzerimdeki büyüsü, efsunu ruhtur. Ruh, böyle görünmez ama varlığı dönüştürücü olan bir olgu değil ama bir entity, bir varlıktır. Göster, gösteremiyorsun; ama değiştirici, dönüştürücü etkisi var. Nasıl bir şeyse…

O halde, gnostik geleneği ya da hikmet geleneğini ya da ariflerin sözlerini, onların doğrudan doğruya kendi sözleri üzerinden deneyimlemek ancak bizi o mabede sokar. Yoksa altyazı yazarız onlara, değil mi? Öyle yapıyoruz. Açıklamaya başladınız mı mantık dünyasına geçiliyor. Kavramlar var, ruh yok, tutarlı bir mantık var. Başlıyor itirazlar, çünkü mantığa geçtik, artık eleştiriye açıldı. Ruh yok, tutarlılık var; tutarlılığı çekiştirebiliriz. Fakat onun kendi ruhsal bütünlüğüne döndüğümüzde, orada eleştiri yok, orada esinlenme var. Ya alırsın ya almazsın, o senin geldiğin duyarlılık düzeyine bağlı ya da o eserin başat olup olmamasına bağlı. Biz burada, konuşurken hep olmuş olanı “öyle olmuştur, yetkindir” diye konuşuyoruz, “mış” gibileri kâle almıyoruz. Şimdi, esermiş gibi eserler var, müzelere bile giriyor. Esermiş gibi… Niye? Hiçbir muse yok, esinlendirmiyor, ruhsal etki yaratmıyor. Orada bir nesne var. Onun üzerine yaz sen, kitaplar yazarsın, kavramlar döşenirsin ama o esinlendirmiyorsa, onda ruh yok. O, sanat eseri değil. Sen, istediğin kadar de ve oraya koy. Esinlenme, yani rüzgâr; bütün hikâye bu rüzgârın içinde.

Şimdi, hepimizin nefsi var, yani kendiliği var; kendi öz deneyimimiz, öz çıkarlarımız var. Bedenimiz üzerinden de öyle. Ben su içerken buraya, bu bedene gönderiyorum, oradaki kardeşlerime gitmiyor. Dolayısıyla, ister istemez, böyle bir nefs, kendiliğimiz var. Bu, bilincimiz için de böyle. Benim duygularım burada uyanıyor ve burada gerçeklik kazanıyor, herkesin kendi öz deneyimi var. Fakat ruh bir fırtınadır, o bizi esinlendiriverir. Birbirimize rüzgâr öyle bir çarpar ki nefslerimiz başlar dönüşmeye. Mimesis değil, mimesis’te bilinç var. Ruhsallık, esinlenme, bizim bilincimizin izah edemediği, alıp kullanamadığı demek, bu anlamda söylüyorum; alıp kullanamadığı fakat bir mayalanma, bir coşku olarak algılanıp daha sonra bir yetiyi faaliyete geçiriyor. Mesela, piyanoyu öğretiyor bana bir öğretmen. Onu nasıl icra ettiğine bakarak ben etkileniyorum. Mimesis var orada. Fakat onun bir edası var, o müzisyenin. Ona hayranlık duyuyorum ve bir ruhsal etki alıyorum. Bu mimesis değil. O etki, daha sonra bende, benim yeteneklerimi, dehamı harekete geçiriyor. Mimesis’te deha harekete geçmiyor. Bunun için “ruhsallık” diye söylüyoruz; ruhsallık deha ile ilişkilidir.

Deha Nedir?

Dehaya dokunmuyorsa, ruhsallıktan söz edemeyiz. Dehanın adı da gelenekte “neşema”dır. “Nefeş, ruah, neşema” diye söyleniyor. Neşema dehadır. Her birimizin dehası var ama kıvılcım olarak. Bu deha ruah ile esinlendirilip, ateşlendirilip yanarsa, o zaman her bir insan dehasıyla yaşama katkıda bulunabilir, kendini deneyimleyebilir ve kendini bütünleyebilir. Bu bakımdan, gelenekteki terimlerle söyledim ben bunu. Özellikle İbrani geleneğinde, “nefeş, ruah, neşema” diye söylenir; diğer versiyonlarda “neşema” pek bilinmez, daha çok nefeş yani nefs, ruah yani ruh kullanılır. Neşema çok önemli. Neşema “öke, deha” anlamına gelir. “Rububiyet” deriz biz ona, “Rab” deriz. Dehaya daha çok “rab” kelimesi denk düşer. Her insanın kendi rabbi onun dehasıdır bu gelenekte. Örneğin, Kur’an metni üzerinden söyleyeyim. Tabii, çok tanıdık bir versiyon olduğu için genellikle onu kullanıyorum. Diğer geleneklerden bazen söz ediyorum, uykuya giriyor herkes, tanımıyor çünkü. Kur’an’da şöyle bir şey söylüyor: “Yâ eyyetuhen nefsul mutmainne, Ey, kendinden emin olan nefs! / İrciî ilâ rabbiki, Rabbine dön ve kavuş.” “İrciî” rucûdan, yani râci olmak; hem dönmek hem de kavuşmayı içerir. İrciî ilâ rabbiki: Rabbine kavuş. Şimdi, bu ilgi çekici bir şey. Hitap, nefs tiplemesi üzerinden tipolojik bir hitap. “Yâ eyyetuhen nefsul levvame” demiyor; yani “Ey pişmanlık duyan kişi!” demiyor, onu çağırmıyor. “Yâ eyyetuhen nefsul mülhime”, “Ey ilham alan, ey sanatçı ruhlu!” demiyor, onu çağırmıyor. “Yâ eyyetuhen nefsul emmare”, emir altındaki nefs, vesayet altındaki kişi, onu da çağırmıyor. Hür ve kabul edilmiş olması lazım. Hür ve kabul edilmiş olmaya “raziyeten marziye” deniliyor. Kendi razı ve kendinden razı olunan, yani karşılıklı rıza var.

O zaman, şöyle devam ediyor: “Yâ eyyetuhen nefsul mutmainne! İrciî ilâ rabbiki raziyeten marziye. Fedhulî fî ibâdî. Vedhulî cennetî.” Şimdi burası, bu kadim geleneğin en kritik anlatımıdır. Kendine doğru dön. Bunu, Vitriol ile de karşılayabiliriz. Vitriol nedir? Visita Interiora Terrae Rectificando Invenies Occultum Lapidem. Latince kodlanmış bir sözcük Vitriol, kısaca “Toprağın içine kıvrıl, dön, rücû et toprağın içine. Orada büyülü taşı, Occult Lapidem’i bul. Rectificando yani onu dönüştür.” Bu, şöyle de ifade edilmiştir: Gerçek dünyada da bir mabet yapacağız; mabedi eskiden taştan yaparlarmış, şimdi betondan yapıyorlar. Beton için geçerli değil bu laflar, taş için geçerli. Taş kültürü zamanı. Topraktan, taş ocağından taşı alırsın ama o taş hamdır. Mabedin neresine, nasıl koyacaksınız, değil mi? Ham. Topraktan çıkan ham taşı mabedin duvarına, zeminine, tavanına, kullanacak olduğunuz yerine koyabilmek için onu tesviye etmeniz lazım, ölçülendireceksiniz. Onu da ancak cetvel, gönye, pergel, keski, inşaat aletleri aracılığıyla, şakülle koyacaksınız, duvara yerleştireceksiniz. Demek ki belli bir biçim alacak. O zaman gayet basit. Doğada bulduğunuz ham taşa akıl, geometrik akıl giydireceksiniz. Zaten akıl geometriktir, başka da akıl yoktur. Onun üzerine giydirildiği anda, tasarımımızı gerçekleştirebilecek bir biçime dönüşmüş oldu. Ham taş, ölçülü taş oldu, ama ölçülü taş yeterli değil.

Mabet yapıyoruz. İşlevsel bir bina olsaydı, yani modern, fonksiyonel bir yapı olsaydı, ölçülü taş kafi gelirdi. Hemen yapıveririz, ama mabet olacağı zaman, cilalı taşa kadar çıkmamız lazım. Nedir cilalı taş? “İhvan” deriz biz ona. Geleneğimizde cilalı taşa “ihvan” diyoruz, yani birbirini yansıtmalı. Birbirini yansıtıyorsa kalpler cilalanır ve herkes diğerinde kendini seyredebiliyorsa, o zaman işte bir mabet için o kişiler cem olabilir. Cem, burada belirleyici bir kavram. Mandala: Cem. Bir şiiri okurken veya dinlerken, seslendirmez gözünüzle okursanız, o şiir değildir. Şiir sestir. Mantıksal, yani mekân, teatral olan tutarlılık, gözle izlenebilir. Şiir, ses ile inşa edilir. Sesin seslendirdiği imgeler, semboller… Şiir semboliktir, tümden sembolik değil, kavramla sembol, yani yakazadadır. Şiir daima yakazadadır. Kavramlarla sembollerin, yani buğulu olanla açık olanın karmaşasıdır, alacakaranlıktır. Orada keşifleriniz gelişir.

Sezgi ve Bilincin Dengelenmesi

Keşfi unutmak istiyorsanız, matematikçi olun. Hiç keşif filan kalmaz, sezgiler gider güme, ama bilimde de doruk olursunuz, o ayrı bir şey. Salt sezgiye git, matematik, geometrik bilincin olmasın, salt sezgiye, şiirin içine gir, içinde bir idrak oluşmaz. Karmaşık bir şey, Doğu insanı gibi, karmaşık bir çarşının içinde bulursun kendini. Dolayısıyla, simgesel çalışmayı yapacak olan, keşif süreçlerine girecek olan insanı önce ölçülü taş, yani geometrik bir bilinçle donatır kadim bilgeler. İlk iş –Pythagoras Okulu’ndan da bilirsiniz– bilincinizi geometrik bir biçime getirmek. Geometri bilen bilinç, yeter mi? Yetmez. İkincisi müzik. Mutlaka bir müzik aleti kullandırırlar, iç disiplin oluşsun diye. Bu iç disiplin, işte mabedin inşası için zemin bunlar. Geometrik bir ölçülenmiş taş, sonra cilalanmış müzik kısmı; yansıtıyor. Cilalanmış demek, müzik, yani ses. Şiire geldiği zaman doruk. Şiirde poesis yani bütünlük kuruluyor artık; mabedin mahal kısmı. Kısım da olmaz orada, mahal organik olan. Orada sembol, kavram, terim, gönderme, imge, şiirin bütün bu anlatımlarının içinde, arkasında, sesin taşıdığı çok önemli bir nitelik var. Onu sesten arındırdınız mı o şiir şiir değil. Bu ses, samimiyetin yükünü taşır. Samimi bir kalp ile veya samimi bir kalpten doğan ses, ruhsal etki yaratan odur. Şiirin içindeki bütün göndermeler aslında bir davet alanıdır, yani bir nevi çağrıdır. Asıl etkiyi yapan, samimi sestir. O yüzden, kadim bilgeliğin irfan öğretilerinin kalbi ihlastır. İhlas olmaksızın, yani halis, katışıksız bir kalp olmaksızın mabede girilmez. Mabedin etrafında tur atar durursun. İstediğin kadar tavaf et, içeri almazlar. İçeri yalnız “ihlas” girer.

Bu bakımdan, bir şiirsel mabedi –şiirin kendi mabettir– çeviremezsiniz. Çevirdiğiniz zaman altyazıya dönüşür. “Başka bir dile çevireceğim.” Hayır, çeviremezsin. “Vallahi, ben okudum, çok iyi çevrilmiş soneler, neredeyse Shakespeare gibi.” Ruhsuz o. “Peki, ne yapacağız? Çevirmeyelim mi? Pablo Neruda’yı nasıl okuyacağım ben?” İmgelerini alırsın, onun içinde sakladığı idealleri, fikirleri de alırsın ve tabii ki bunlar çok yararlı. Bu bakımdan çevrilmeli. Ama ruhunu alamazsın. Hele o sesi hiç duyamazsın. O, sahibinin sesidir. Sahibi varsa tamam. Yoksa? O ses nasıl bir şey? Sahibinin sesi. O ses sende yoksa sen kelimeleri istediğin kadar döndür. O ses ne peki? Falancanınki çok mu kıymetli bir sestir? Sahici sadece, o kadar. İhlas… Sesin kalitesi sadece ihlas ile anlatılır, çünkü ihlas maneviyatın kalbidir. Ondan başka mürşit yoktur. Mürşit ararsan kendine, git ihlası bul. O halde sen kendi ihlasına “efendi”, “rab”, “nur baba”, “Ra-Abba” diyebilirsin. “Rab” sözcüğü “Ra-Abba”dan gelir. “Abba” baba demek; “Ra” güneş, nur, ışıma demek. “Ra-Abba” nur baba demek. Senin nurun ve “nur baba”n, kaynağın yani, samimiyetinden başkası değildir, senin ihlasındır. Halis ol, deha oradadır. Çok basit aslında. Bulutsuz gökyüzü yani… Çok basit. Güneş hemen parlar. Bulutlar geldi mi yapacak bir şey yok…


* Metin Bobaroğlu’nun 6 Mart 2012 tarihindeki “Dil ve Dilin Farklı Boyutlarda İncelenmesi” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.