Bilindiği gibi, insan yavrusu doğaya terk edildiğinde yaşayamaz. Bu yavrunun büyüyüp gelişmesi ve kendi başına yaşayabilmesi çok uzun zaman ister; yine de o tek başına varlığını sürdüremez. Diğer hayvanlar gibi güçlü pençeleri ve keskin dişleri de yoktur. Üstelik de tüysüz bir hayvandır. Doğadan baktığımızda, insan, doğanın bir falsosu gibidir.
Buna karşın, insanda zekâ diğer hayvanlara göre çok gelişmiştir. Bunun yanında, insanda soyut düşünme ve konuşarak anlaşma yeteneği, onu birbiriyle dayanışma içine taşıyarak toplumsal bir yaşam oluşturmasına izin vermiştir. Bu toplumsal dayanışma insanın doğada varlığını sürdürebilmesinin nedeni olmuştur. Bu nedenle, insanın varoluş tözü (temeli) topluma içseldir; bu bağlamda onun doğal varoluşu ise kendi özüne dışsal kalır.
Tek bir insan bireyinin imgelem gücü de işlevsizdir. Sanki insan yaşam için uygunsuz, deli bir hayvandır. Eğer birlikte yaşama kültürünü ve kurumlarını birlikte başarmasaydı varlık alanından yitip giderdi. Toplumsal yaşamın ortak ruhu, ortak imge (mitos) oluşturma becerisiyle olanaklı olmuştur. İmgelem yetisinin bu toplumsal imge yaratım ve paylaşım becerisi kültür ve kültür kurumlarını yaratma olanağına dönüştüğünde, insan doğa evinden kültür evine taşındı ve öz yuvasına kavuşmuş oldu; öz yuvası çünkü kendi eli ile yaptığına yerleşti.
Bu tinsel-kolektif imge çevresinde birleşen insan toplulukları, tarihsel serüven içinde yoğrularak deneyim birikimlerini kültür olarak hem ürettiler hem de gelecek nesillere miras bıraktılar. Bu mirasın içinde kültür nesnelerinin yanında ataların öyküleri ve niyetleri de alımlanarak yaşam gelişti.
Doğa insana verilidir ama toplum insanın öz-yaratımıdır. Böylece, insan teni doğaya iye iken insan bilinci ve tini topluma iyedir. Kültür ve kurumlar toplumca üretilir ve kurulur. Bu belirli bir kültürün, belirli bir insan topluluğunca oluşturulduğunu anlatır.
Bu nedenle de farklı zaman, yer ve koşullarda farklı farklı kültürler oluşmuştur. Özetle, toplum, kültür olarak bir öz-yaratım, devlet olarak bir öz-kurulum, tarih olarak da bir öz-değişim sürecinde oluşur.
Kültür bilinç yoluyla yaratılır ama alışkanlıklara dönüşünce bilinçdışı bir sezgi olarak ustalık biçimini alır; tarihsel süreçte bu yaşama becerisi olan sezgi gittikçe gelişir.
Kültür her nesilde çocukluk evresinde doğrudan alışkanlıklara dönüşürken yetişkinlik evresinde her keresinde yorumlanarak benimsenir. İşte bu yorumlama süreci giderek kültürü bilincin nesnesi kılarak uygarlığa dönüşür. Her yeni bir yorumlama yeni bir yaratım olarak kültürü devindirir.
Kültürün üretildiği toplumu birbirine bağlayan gizli (örtülü) sözleşmesi “töre”dir. Bireyler bu töre yoluyla birbirlerine güvenerek yaşayabilirler. Ancak güvenlik sorunu töreyi katılaştırır ve baskıcı kılar. Töre uğruna özgürlükler kısıtlanır ve bastırılır. İçten içe biriken özgürlük talepleri ise patlama, savaş, devrim gibi dışlaşmalarla ortaya çıkar Böylece özgürlük-güvenlik sarmalı yaşama egemen olur.
Törel bağlar daha çok akraba ilişkileri ile belirlendiğinde veya ticaret söz konusu olduğunda “uyum” gerektirir. Ama bir de bireyler arası erdem ve sevgi bağlarıyla dostluk, iman kardeşliği oluşur ki bu “gönüllü birlik” olarak ayrıcalıklı bir konumdadır.
Sevgi ve saygının yönletiminde çıkar gözetmeksizin erdemler yoluyla dostluk gruplarını oluşturur. Aralarına katılmak isteyenlerde aranan, bu erdemlere söz vermek ve sözünde durmaktır; yoksa kişi yol düşkünü olarak duyurulur. Burada karşılıklı kabul törenleri yapılarak meşruluk kazandırılır.
Anadolu özelinde bu ahlâk-ı hamide yani övgüye değer ahlâkı olan bu fazilet yani erdem topluluklarına çoğul-birlik anlamında “evliya” denir. Evliya sözcüğü “veliler topluluğu” yani dostlar topluluğu anlamındadır (Allah için dostluk).
Anadolu evliyası bu birlikteliklerini kurumlaştırmışlardır. Bu örgütlenme, aşirete yani soya bağlı değil ya da başka bir amaca bağlı değil, yalnızca erdemlere bağlı bir örgütlenmedir ve bu erdemler soyut erdemler değil somut ve yaşamı düzenleyen erdemlerdir. Bu nedenle, örgütün maddi temelleri mesleklerdir. Meslek loncaları usta-çırak yöntemiyle nesilden nesile aktarıldığı gibi, örgüte katılmak isteyenleri de yetenek ve özgür seçimlerine göre belirli bir mesleğe eğitmekteydiler. Bu örgütlerin kurumlaşmış en kapsamlı ve geniş kitlelere ulaşmış olanları Alevi, Bektaşi ve Ahi örgütleridir.
Ahilik örneğinde 12 meslek, 12 tarik ve 12 hizmet görülmekteydi ve İpek Yolu koruyuculuğu da dahil birlikte bir yaşam biçimi oluşturmuşlardı. Her meslek bir peygambere atfen kurulmuştu ve bir de piri vardı. Örgüte katılmak isteyenler bir yemin töreniyle alınıyordu ve ırk, din, mezhep farkı gözetilmiyordu. Mesleksiz örgüt üyesi yoktu.
Gündüzleri işleriyle uğraşan üyeler akşam yemeklerini birlikte bir şölen olarak yerler, daha sonra sazlı sözlü semahlar dönerlerdi. Ünlü Arap tarihçi İbn Battuta bu dergâhların birçoğunu bizzat gördüğünü ve seyahatlerinde böyle konuksever ve eşitlikçi ve rıza lokması yiyen başka bir millet görmediğini yazar. Üstelik yüzlerce dergâhın hiyerarşik dikey bir emir komuta zinciri de yoktur. Her dergâhın bir ahi babası vardır ve seyahatlerinde başka diyarlardaki Ahi ocaklarına gider, yer içer yatar, işlerini görüp dönerdi.
Örgüte katılanlar mal varlıklarını örgüte bağışlarlardı ve örgüt içinde özel mülkiyet yoktu; her şey müşterekti. Her gece ortak oturumda erdemler üzerine sohbetler yapılır ve sohbetten doğanlar birbirlerine musahip olur yani birbirlerini sahiplenir ve bir musahipler zinciri oluştururdu. Musahiplik “ahilik” yani kardeşlikti; sohbet kardeşliği ve bunun ilkesi de Muhammed Nebi’nin bir sözünden alınmıştır. Hatemü’n-Nebiyyîn buyurdu ki: “İnnemel mû’minûne ihvetun; iman edenler ihvandır.” Buradaki iman yani amentü esasları Allah’a iman, meleklere iman, resullerine iman, kitaplarına iman, ahirete ve ölüp dirilip hesap vereceğine imandan sonra bu imanın kalplerine yerleştiği ihvana iman olarak soyuttan somuta doğru bir tahakkuk söz konusuydu.
Dergâhların kapısında İbn Battuta’ya göre şöyle bir yazı vardı: “Lâ fetâ illâ Ali, lâ seyfe illâ Zülfikâr; Ali gibi fetâ yani gönülleri fetheden (açan) yoktur, Zülfikâr gibi bir adalet kılıcı yoktur.” Ve bunun altında da “Eline, diline, beline sahip çık. Eşine, işine, iline sahip çık” diye altı buyruk yazılıydı. Bir de Mühr-ü Süleyman veya Magen-David, Davud’un Yıldızı bulunurdu. Bu mühür bilindiği gibi iç içe geçmiş iki üçgenden oluşmaktadır.
Dört kitabı Hakk bildikleri için ister Yahudi, ister Hıristiyan, ister Muhammedi olsun, Kur’an-ı Kerim’e göre hepsi din-i İslam üzere ve Hakk din oldukları için örgüte kabul ediliyorlardı. Bugünkü miraslarına bakacak olursak, pagan inancında olanları yani doğayı kutsal bilenleri de örgüte aldıkları anlaşılmaktadır. Bugün bu miras Alevi-Bektaşi kültüründe halen yaşamaktadır.
Sohbet oturumları Muhammed Nebi’nin sohbet geleneğine bağlı olarak yüz yüze halka biçiminde ve bağdaş kurarak yapıldığından “bağdaş kuranlar” diye de bilinirlerdi. Sohbette bilgi alışverişi yapılır ve Allah, peygamberler, pirler, veliler anılır, onların fazilet menkıbeleri anlatılırdı. Sonra da dolu içer, saz ve söz ile ilahiler terennüm ederek Davud Nebi gibi raks ederler, kadın-erkek birlikte semah dönerlerdi.
Temel düstur “kendini ve Rabbini bilmek”ti. O gönüller sultanı, görklü Nebi’nin deyimiyle “Men arefe nefsehû, fekad arefe Rabbehû; nefsini tanıyan (ârif olan) Rabbini de ârif olur” idi. Duaları “gülbenk” adıyla anılır, dualarının sonunda “Gerçekler demine, devrânına Hû” deyip oturum yani cem sonlanırdı. Yüce Rabbim hepsine rahmet buyursun inşallah.
* Metin Bobaroğlu’nun 11 Mayıs 2021 tarihinde Hestia grubunun çevrimiçi toplantısında “Anadolu Sohbet Geleneği” üzerine yaptığı konuşmanın sunum metnidir.
** Bu metnin kapak görseli değerli sanatçımız Fikret Otyam’a aittir. Kaynak: https://fikretotyam.com/