Aydınlanma Ne Anlama Gelir?

Aufklärung sözcüğünü Türkçeye çevirdiğimizde, “aydınlanma” diye çok sempatik bir karşılama yapmışız ve “Aydınlanma Dönemi”, “Aydınlanma Çağı” diye de bunu adlandırmışız. Aydınlanma ile pek ilgisi olmayan bir şey. Hâlbuki Immanuel Kant’ın bir eserinin adı olarak o döneme damgasını vuran, Almanca aufklärung sözü, aydınlanma demek değildir; bir illumination, illüminasyon ya da fiat lux bildirmez ya da bizim “münevver, nurlanma” dediğimiz anlamı bildirmez. Ne bildirir? Clear, klärung, temizleme, arındırma, süpürme; zihni süpürmek, zihni temizlemek. Nelerden temizlemek? Felsefî dille söylendiği zaman biraz sempatik ama halkın anlamayacağı bir sempatiklik tabii. Nedir o? Zihni, aklı metafizikten arındırmak. Kasıt nedir? “Toplumu, toplumun bilincini ve kurumlarını dinden arındırmak”. Bu arada mitoloji de çok daha önemli o bakımdan. Ben daha çok mitoloji bağlamında kültüre yaslanıyorum: Dinlerin beslendiği kaynaklar, esatir, legend, bir bağlamda mitlerdir. Mitlerden arındırılmış dinler, kuru inancalar haline gelir; dirimselliğini, canlılığını yitirir. Her şey belirli bir akıl emri altında, bir anlama indirgenir. Hayal gücü, vehim gücü köreltilmiş olur. İbn-i Arâbî bu konuda çok özenle çalışmış bir düşünürdür; aynı zamanda hem velidir hem de büyük bir düşünürdür. Aklın hayal gücünü yok etmesine karşı çok büyük bir mücadele vermiştir. Yazılarında, yaratıcı olanın akıl değil hayal gücü olduğunu, vehim gücü olduğunu söylemiştir. “Vehim yaratıcıdır, akıl düzenleyicidir,” demiştir.

Bu bağlamda, salt rasyonalizm ve pozitivizm, düzenlemecilik yoluyla bir mekanizma olarak ortaya çıkar ve yine birçok düşünürün belirttiği, benim de katıldığım gibi, mekanizma değer üretmez. Aklın kendi kaynaklarından değerler üretmesi savı, aufklärung aydınlanmacılığında ileri sürülen sav, çok kısa sürede, onu ortaya koyan filozofun kendi çabaları içinde zaten çürütülmüştür. Immanuel Kant aklın sınırlarını gösterirken, akılcılığın da sınırlarını gösterdi; akıl, sadece fenomenlere yaslanabilir bilgi açısından. Fenomenler ise değer vermezler, görünüşlerdir onlar; görünüşler bize değerleri vermez. Değerler, tarihî tecrübede yatar. Tarihî tecrübe, salt akıl mekanizmasının karşısına, Kant eleştirisi olarak Batı’da Herder tarafından konulmuş ve daha sonra Hegel felsefesinde de aklın, kavramların, düşüncenin salt bağımsız, zamanüstü bir kategorik sistematik bir yapısının olmadığı, onun tarih içinde devinerek tecrübeleri içinde barındırdığı ve sanat, din, felsefe olmaksızın bu tecrübelerin insan kültüründe gösterilemeyeceği, salt akla gidildiğinde, giderek sanatın da yaşamdan düşeceği gösterilmiştir. Akıl mekanizma olunca, değer üretemeyince sanatı da üretemez olmaktadır ve o zaman sanat, salt akılcılıkta bir propagandaya dönüşür. Çağımızda bu savlar yerini bulmuştur.

Bu bakımdan, Comtecu, ilerlemeci dünya görüşü her ne kadar kendinden sonraki yeni felsefî akımlar tarafından eleştirilmiş ise de bu eleştiriler sadece entelektüeller arasında bir anlam taşır; çünkü eğitimde hâlâ Comtecu ideoloji hâkimdir. Bütün dünyada hâkimdir; üniversitelerimizin dünya görüşü hâlâ aynıdır. Bu kültür noktasına bizi cezbedecek olan bir neden de bu. Değerlerimizle yoğrulmak, onun tarihsel süreçteki kültür ile taşınması ve kültürle barışık olmak… Değerler; yerken, içerken, otururken, kalkarken, selamlaşırken, uğurlarken, karşılarken bizim içinde rahat ettiğimiz bir dildir. İlerlemeci dünya görüşü, kültür bağlamında bir ana dili, içinde huzur bulduğumuz bir yuva olan dili bir kenara itiyor. Pozitivizm yapay, sentetik bir metadil, bilim dili ve o bilim dilinin tüm yaşama egemen kılınması bağlamındaki bir söylem dili. Bu bilim dili, kendi dili içinde, kendi sistematiği içinde geçerli, ama bunu bütün yaşam alanlarına yaydığınız zaman despotik, ele geçirici ve hor görücü bir hale geliyor. O zaman, değerlerinizden utanır bir halde, metadili ne kadar iyi kullanıyorsanız, entelektüelliğiniz o bağlamda not alıyor, o kadar da vitrinde popülariteniz artıyor. Bu, hem ülkemizde hem de diğer ülkelerde çok bariz görünen bir şeydir.

Şöyle bir durum; kendi değerlerinizi bilincin önüne koymayı ne denli yadsıyabiliyorsanız –kendi değerlerinizi bilincin dışına atma, bilinçte bastırma gibi– o kadar ödüllendiriliyorsunuz. Kendi değerlerinize ne denli sahip çıkıp onu yaşama katmaya kalkıyorsanız, o zaman da çeşitli noktalarda belirlenmiş olan saldırılara maruz kalıyorsunuz. Örneğin, ülkemiz için konuşalım, kültürel bağlamı ile “Türküm” dediğinizde faşist, “Müslümanım” dediğinizde yobaz, “Bizim tarihimiz var, Selçuklu, Osmanlı vb.” dediğinizde gerici oluyorsunuz; hemen hazırdır bu. Diğer toplumlarda da, Hint’te de, Pakistan’da da böyle. Yani Doğu toplumlarında, insanlar kendi değerlerini gün yüzüne çıkartmaya çabaladıklarında, bu üç şeyle damgalanmaktadır. Nedir bunu yapan? İdeoloji, pozitivist ideoloji. “Bu değerler eskimiştir. Bunları ortadan kaldırmanız gerekir. İlerlemeci dünyada sizin yeriniz yok,” demeye getirirler. Bu çelişki, aydınlar ile o aydınların içinde bulunduğu halk arasında iç çelişki olarak ortaya çıkıyor ve bizde de var bu. Bir yabancılaşma yaşıyoruz. Aydınlarımız bilinci temsil ediyorlar, ideolojik bağlamda pozitivistler. Halkımız da kültürü temsil ediyor. Aydınlar halkı küçümsüyor, aşağılıyor ve halk da aydınlara bigâne kalıyor. Bu kopukluk, kültür sorunsalını yeniden değerlendirmemize neden oluyor. Yalçın Koç’un çalışmasında gördüğüm, bu ara noktadaki, bu berzahtaki hizmetidir. Yani ne salt ideolojik tarafı benimsemek ne de salt onun karşıtı olan tarafı. Bir öğreti de yok, ama arada bize yol göstermeler ve onu besleyecek bolca malzeme var. Bir kanaat bildirmemiş, kendi bir karar vermemiş, fakat bizim bir karara, bir kanaate yönelmemizi sağlayacak işaretler, ipuçları vermiş.

Kur’an-ı Kerim’de Aufklärung

“Kâbil Hâbil’i öldürdü, Orta yerde bu kan nedir?” [Okuyor.] Burada maddi bir hata var. Nedir o maddi hata? Kâbil Hâbil’i öldürmedi; Hâbil’i öldüren Kâin. Tora’da, Âdem’in Hâbil’i öldüren oğlu Kâin’dir, ama “Kâbil” diye geçer. Bu, yanlışlıkla oraya geçmiş değildir, ad benzerliği değildir. Bu, bir iman sürekliliği içinde bir aşamayı gösteren niteliktir. Bu bakımdan, ona bir vurgu yapmak istiyorum. Konumuz içinde olmak kaydıyla, muhakkiklere ve bazı sûfilere göre Kur’an-ı Kerim, Âdem’den Hatem’e kadar tek bir hat üzerinde ilerleyen, din mefkûresinin Hatem’i olan bir aşamadadır; yani hatmeden, değerlendiren, kendinden önceki tüm süreçleri anlamlandıran, ilişkilendiren, bir bakıma nihayetine erdiren bir vahiydir. Oradaki özelliklerden bir tanesi ki biz bunu, hem teolojik hem teozofik olarak, gelen yabancı misafirlerimizle, din tarihiyle ilgili entelektüellerle, akademisyenlerle buluşmalarımızda da aramızda da konuşuyoruz. Çokça bilinen konular değil. Nedir o? Tora’ya, Eski Ahit’e baktığınız zaman, orada peygamberleri bir beşer olarak; olumlu, olumsuz, günahkâr, isyancı, imanlarını zaman zaman kaybetmiş, sonra tekrar tövbe etmiş insanlar olarak görürsünüz. Fakat Kur’an-ı Kerim’e geldiğinizde, peygamberleri tüm bunlardan arındırılmış –bir anlamda aufklärung– kavranılmış, pırıl pırıl, tertemiz görürsünüz.

Bu çok şaşırtıcıdır ve dinlerarası diyalog savunucuları bakımından da dikkate değerdir. Çünkü bir Yahudi, kendi ellerinde olan kutsal metinlerden, peygamberlerin günahkâr olduğunu bilirken ve bunun neden olduğunu, bu günahkârlığın içinden çıkışın, Rab tarafından yol gösterilişin nasıl olduğunu, kendi hayatına katarak o yolları izlemeyi, kendi işlediği günahlardan nasıl çıkışlar bulacağına dair bir rehber olarak görürken, Kur’an-ı Kerim’de onlar gökyüzünde yıldızlardır. Ve bizim, onların gittiği bir yolu görmektense, onların Tanrı tarafından nasıl taltif edildiğini, yüceltildiğini bir nevi kabul edecek bir inancaya sahipken, diyaloğumuz nasıl olacak? Biz diyeceğiz ki: “Peygamberler günah işlemedi.” O diyecek ki: “Nasıl olur? Günahsız olur mu? İşte, basbayağı şunları yaptı.” O zaman, “Siz tahrif ettiniz, bozdunuz kitabı” diye karşılıklı tartışma başlayacak. Muhakkikler bu konuda diyorlar ki: “Mîzandan sonra ahiret diye bir şey vardır. Ahiret sadece, salt ölüm, ölümden sonraki hayat gibi algılanmış. Hayır. Her sürecin sonu ahirettir.” Âhir etmek, tamamlamak, bitirmektir; ama bitirmek, tamamlamak demek o sürecin anlamlandırılması, yorumlanması, bir anlamda değerlendirilmesi demektir. Bu bakımdan, Kur’an-ı Kerim’de peygamberlerin geçirdikleri süreçlerde, Cenâb-ı Hakk tarafından mîzanda değerlendirilip masum halleriyle, ismetleriyle, iffetleriyle Kur’an’a alınmaları, bir nevi onların ahiretidir.

Bu bağlamda, Kâin ve Hâbil konusu şöyle yorumlanmıştır sûfiyane: Hâbil sözcüğü etimolojik olarak “sevgi”ye de dayanır. “Kâin” ise ‘K’ ile yazılır ama İbranicede aynı Arapça gibi ‘H’ ile okunur; yani “hain” diye. Buradaki söz şu: “İhanet sevgiyi öldürür.” Kâin, Hâbil’i öldürdü. İhanet sevgiyi öldürür ilkesel olarak. Peki, sonra ne olur? Sonra, insan “Tövbe et, yaklaş!” emri gereği tövbe eder ve tövbesi kabul olur. O zaman, Kur’an-ı Kerim’e “Kâin” diye giremez, “Kâbil” diye girer. Kabul edilmiştir tövbesi. Kimin? Âdem’in. Burada anlatılan Âdem’dir. Tasavvufa göre, Âdem’in çocukları, Âdem’in fiilleri demek. O zaman, peygamber tavırları evrenselleşir, tarihteki bir macera olmaktan çıkar. Peygamberler, her birimizin kendimizi dönüştürmek için o tavırlarda nasıl yaşayacağımızın önderleri olurlar; her biri birer imam olur. Bu önderlik, muhakkak, bizim varoluşumuzun olmazsa olmaz melekleri, melekiyetleri ya da cine qua non, olmazsa var olamayacağımız nitelikler olur ya da onları temsil eder. Bunun anlamı da “halk ediliş” olgusudur; “yaradılış” demiyorum, halk ediliş. Hâlik, mahlûkunu ahlâk üzere halk eder.

Ahlâk Ölçüdür

O nedenle ahlâk ölçüdür ve bu, bir sanatçının sanat eserini oluşturması sürecinde, sanat eserini ortaya koyacak olan nesnenin buna olanak tanıması anlamını taşır. Bir anlamda, yontu olarak düşünün; bir nakkaş olarak mermere şekil vereceksiniz, ama o mermer o şekli kabul edebilecek. Eğer kabul edemezse, o şekli ona veremezsiniz. Malzemeniz sizin düşüncenizi ve duygularınızı yansıtmanıza olanak tanırsa –Hâlik mahlûkunu ahlâk üzere halk eder– yani onun özellikleri, nitelikleri ile ancak ulaşabilir. Bu anlamda, Âdem’den Hatem’e giden süreçteki bütün bu peygamberan, melekiyetleri temsil eden önderler, her birimizin kendi varoluş niteliklerine karşılık gelirler. Bunlara, mertebelerinde farklı adlar konulmuştur. Mertebeler de lâhuttan nâsuta kadar “Beş Hazret” üzerine söylenmiştir. Bu hazretler, hazır olan enerjiler, boyutlar demektir. Bunlara baktığınız zaman, her biri birer ayân-ı sâbitedir. Peygamberan, ayân-ı sâbitelerin, yani yüce Allah’ın var etme, şekil verme, halk etme edimindeki kendi niteliklerini, sıbgatullah olarak bu âleme giydirmesinin örnekleridir.

“Ayn”, “ayân” görmek ile ilgilidir; “idea” da görmek demektir, “görü” demektir daha doğrusu. O nedenle, bu şekillenmeleri ortaya koyuşu, insanın kendi varoluşu, bir anlamda antropolojik bir durumdur. Rasyonalist felsefeye veya pozitivist felsefeye değil de daha çok antropolojik ve hermeneutik felsefeye yakındır. Eğer felsefî düşünecek olursak, biraz da anlamlandırma işi içindeki metot açısından da fenomenolojiye yaslanır. Demek istediğim; pozitivist, rasyonalist felsefeler soyutlayıcı, tenzihî anlatımlarda teşbihi göz ardı edip bir nevi eşarî aklı gibi bir tavır takınmış. Kantçı akıl, bir bakıma eşarî bir akıldır; aklı aşkınlıkta tutarak teşbihe, yani yaşamın, kültürün kendi kendini ifade etmesine değil, o kültüre kendi anlam giydirmeye yönelerek, bir nevi toplum mühendisliğine yaslanmıştır. Bu bakımdan pozitivist ideoloji toplum mühendisidir; kültüre kendi arzusu doğrultusunda anlam yükler, kültürden anlam tahsil etmez. Bu bakımdan anlam bulucu değil, anlam vericidir. Buna “kültürleme” de denilir. Bu kültürleme, işte bugün içinde yaşadığımız emperyalizmin temel tutumudur. Diğer toplumları bu modele göre tarih öncesi, geri toplumlar olarak kabul edip onları lokomotif kültürlerin yaşam biçimine dönüştürmek üzere hak sahibi olmak, kendinden öncesini gidip kendi gibi yapmak, ama kendinden önce damgasını kendi vurarak…


* Metin Bobaroğlu’nun 21 Şubat 2012 tarihindeki “Dil ve Dilin Farklı Boyutlarda İncelenmesi” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.