Dil Yorumlanmış Varlıktır
Dil sadece sözel, dile gelir sözcüklerden oluşan bir şey değildir; işlendiği zaman bütün kâinatın, bütün varoluşların kendilerini ifade etmelerine kadar götürülebilecek bir anlam yükü taşır. Ancak biz tabii kendi anlamlı, sembolik ifademizi, yani “lisan” dediğimiz mânâdaki dilimizi sadece zihnimizde kurgulayıp kullanabildiğimiz için, “dil” deyince sadece onu anlıyoruz. Fakat giderek dünyanın diğer bütün dillerine, sonra kâinatın dillerine kendimizi açtık mı şunu görüyoruz: Bir ifade var ve bu ifade tek yönlü akmıyor, karşılıklılık içeriyor. Karşılıklı bir döngüsü var; kendi üzerine dönen bir ileti iletişim, bildiri bildirişim haline geliyor ve bu yansıma, bu refleksiyon olgusu içinde de bilinç oluşuyor. Bilincin dil ile ilgili katmanları var tabii. Dış nesnelerin göstergeleri ile oluşmuş olan temsili bilinç, onun arkasındaki hallerle oluşan bir bilinç, yani dil-bilinç diyalektiği içinde, onun arkasındaki fiziki gerçekliğin –bunların hepsinin katmanları var– hazretler boyutunun, her bir hazretin ayna gibi düşünülmüş yansıması ve bu yansımanın oluşturduğu bir bilinci var. Dolayısıyla, bilinç katmanlarından söz edebiliriz; dil katmanları ise bu bilinç katmanlarını temsil ettiği için, dilde bunları seyran edebiliriz, temaşa edebiliriz. Böyle bir anlatım var; temaşa. Bu bakımdan “Dil, yorumlanmış varlıktır,” demiştik geçen konuşmamızda. Varlıktan kastımız onto; ontik olan, kendinde olan, ding an sich olan, “kendinde şey” olan, ama o “kendinde şey” bizim bilincimizin bağlamlarına kendini açmadıkça bizim için bilinmezdir. O şey ve verili varlık olarak onun verileri, bilincimizin bağlamına açılırken bilincimizin düzeyine de açılmış olur. O halde, belki de bu yansımada, iki yönlü ontolojiden söz edebiliriz. Salt dış varlığın ontolojisi değil, bir de bilincin kendi ontolojisi var. Bilincin sadece varlıktan bir yansıma değil, bilincin de zemini olarak, bir varlık düzeyi içerdiğini söyleyebiliriz. Bir bakıma belki de bu, diyapazon teşbihine uygun olur. Hani değişik sesleri barındıran diyapazonlar vardır; diyelim, “la”yı tınlattığınız zaman diyapozonu tuttuğunuzda, o ortamda bulunan “la”lar titreşir, diğerleri değil. Eğer, “la” yoksa ortamda, tınlamayı duyduğunuzda cevap gelmemiştir; en yakını “mi”de hafif cevap verir.
Kadim gelenekte biliyorsunuz, Tora, “başlangıç”, “tekvin” diye bir şeyden söz ediyor; yaradılışın başlangıcından söz ediyor ve orada ilk söz bereşit diye nitelendiriliyor. Bereşit, “b” harfi ile başlayan ve daha sonra “r, ş, t” harfleri ile devam eden bir sözcük. Şimdi, biz bugün, günümüzde, çağdaş dünyada kodlamayı öğrendik. Bazı firmalar, kendilerini kodlayarak ifade ediyorlar. Yani kullandıkları nitelikleri ve onların baş harflerini yan yana getirerek bir logo oluşturuyorlar ve bu logonun arkasında bir anlam gizliyorlar, değil mi? Günümüzde çokça kullanılıyor. Modern dünya bunu keşfettiği için zannediyor ki ondan önce hiç kullanılmamış. Hâlbuki sembolik dil olan vahiy dili, “vahiy” diye söz edilen sembolik dil, tamamen kodifikasyon ile ilgilidir. Yani anlamları gizleyen birtakım semboller hem gizliyorlar, hem anahtar niteliği taşıyorlar yani açabiliyorlar –gizlediklerini açma yetisi de onlara ait– hem de ilişkilendiriyorlar. Bir sembol. Bu, kavram diline benzemiyor. Bu bereşit konusuna tekrar döneceğim; şimdilik oraya dokundum.
Dışsal Bilincin Dil Bükümleri
Dil üzerine bir karşılaştırma yaparsak eğer, en azından bir bilim insanından alıntı yaparak buna sığınabiliriz. Lehmann’ın bir değerlendirmesi var, diyor ki: “Hint-Avrupa dil grubunda, gövde ve sözcük bükümleri, ilgisini nesneye tutar.” Yani Hint-Avrupa dillerinin sözcükleri nesneye doğrudur, dil bükümleri nesneyi gösterir. Semboldürler çünkü sözcükler, ama nesneyi gösterirler. Nesne, obje, dış varlıktadır, dış varlık; özneye dışsal olan, bilince dışsal olan her ne varsa. Bu nedenle de bilime çok yatkındır bu dil; çünkü bilim, var olanların bilimidir. Var olanlar da nesnelerdir, objelerdir ve dış varlıktır. Bu bakımdan, Hint-Avrupa dillerinin oluşturduğu bilinçler, bilim yapmaya çok yatkındır. Bunu dünyada da görüyoruz. Yani tarihe baktığımız zaman, bu tür bilinçler daha çok bilime yatkınlık duyuyorlar. Fakat Hâmi-Sâmi dil grubunun kök bükümleri, daha çok hallere, durumlara ilgi gösterirler ve bundan da daha çok şiir ve dine yatkınlık çıkar. Lehmann’ın kendi değerlendirmesi böyle. Yani dilin bilinç üzerindeki etkisi, aynı zamanda onun ortaya çıkarttığı uygarlığı da belirliyor. Din, şiir daha karanlık bir dünyadır; keşif ister, dalgıç ister. İçine dalacak, incileri bulacak ama biraz vurgun yeme ihtimali de var. Hele deniz de biraz derinse, “Yandım Allah!” Sadece bilinci değil, bilinçdışını da içerdiği için, bilinçdışına, yani denizin derinliklerine inecek bir tecrübeyi de gerektirir. Daha evvel inmişlere başvurmak lazım. Dış nesnelerle olan tanışıklığımızdaki berraklık, açıklık, akla açıklık anlamında, bu şiirsel veya dini fenomenlerde karşımıza çıkmıyor. Daha karanlıkta yürüyormuş gibiyiz.
Dolayısıyla, Sâmi dil grubunda oluşturulmuş olan bu bilgelik, kadim bilgelik, eğer nesneleri bilen bilincin ya da dünyadaki adıyla Yunan aklının, yani geometri ile düşünen, matematikle düşünen ve dış nesnelerin kavramları ile düşünen aklın önüne konulacak olursa, ona hiç tanıdık gelmez, berrak değildir, dişildir. Dişilliğin getirdiği bir alıcılık vardır ama o çekim korkutur; korkutuculuk da vardır. Bu bakımdan Yunan aklı, daima Sâmi kadim bilgeliğinden korkmuştur. Yunan aklı, geometrik akıl erildir, belirleyicidir, deterministiktir, dış nesnelere düzen vermekle meşguldür ve onlara egemen olmak ister. Dolayısıyla, doğaya yaklaşması, dış dünyaya yaklaşması egemenlik amaçlıdır. Burada intention, niyet egemenliktir, ama Sâmi kökenli kadim bilgeliğin bütün süreçlerinde bir mistik olgu vardır. Egemenlik değil, cazibe oluşturur; kendine doğru çeker ve bir bakıma kendine bağlar bir niteliktedir. Bu bâtındır, iç dünyadır. Dışarıdaki işaretler, anlamları kendi arkasına sakladığı için bir nevi olta niteliği taşır. Simgelere bir kere takılmaya görün, “Acaba onun arkasında şu mu vardı? Bununla mı ilgiliydi?” derken, arkatasardaki hallerle kendinizde o halleri oluşturarak tanışmaya başladınız mı çok yakîn bir deneyime başlarsınız. Buna “karîb”, “kurbiyet” diyoruz; “akraba.” Bu, kadim bilgelikte, Tora’da “kerûbi” diye nitelendirilmiş. Melek bunlar ama kerûbi, yani akraba, yakın, kurbiyet; Tanrı’ya yakın, Tanrı’nın tahtını taşıyan, karîb olan, hypokeimenon. Bu, insanın kendi varlığının, kendi ontolojik varlığının kudretleri olması açısından kendinde, ama bilincinin dışında kalmış olmakla kendine yabancı. “Bu bakımdan da dış dünyaya açık olan bilincin; berrak, açık, net, ölçen biçen, bilim yaratan Yunan aklının getirdiği geometrik, yöntemli bilincin –bilimsel bilinç de diyebiliriz buna– berraklığı karşısında, bu iç dünyanın karanlıklığı hem çekicidir hem korkutucudur.
Kurbiyet yolu böyle açık seçik görülmüyor, fakat dış dünyanın bu açık seçikliğinde de doyum yok. Bilinç, nesneleri biliyor, nesneleri kullanıyor, onları kendi için kılıyor, yöntemli bilgiyi uyguluyor ve konfor elde ediyor. Çok güzel saraylar yapıyor, çok güzel mabetler yapıyor, çok güzel trafik düzeni kuruyor, ama içinde kendini bulamıyor. Kendine yansıma yok. Hani yansıma bilinç yaratıyordu ya; gönderiyor iletiyi, geri gelmiyor. Çünkü “şey”lere gönderiyor. Bilinç, intention, yönelişi şeylere gidiyor, şeylerden geri dönmüyor. Şeylerden geri dönmediği için kadim bilgelik de diyor ki: “Ellerinizle yaptığınıza tapmayın.” Burada inkâr edilen, nominal olarak Tanrı, ama teomorfik olarak da –antropomorfik değil– yani Tanrı sûretli olarak da insan. “Kendi kendine şirk koşma, kendine eş koşma,” anlamını taşıyor; çünkü nominal olarak “Tanrı’ya eş koşma” demek, “onun sûretinde olan sen kendine eş koşma, şeyleri kendine eş koşma, şeyler sana denk değil,” demek. Sen, kendinde kendini ara bil bul. Kendini tanı. “Kendini bil” değil, çünkü “şey”ler bilinir. Kendine ârif ol, kendini tanı, o zaman karîb olursun. Yoksa garip kalırsın; gurbette kalırsın. İşte, dış dünyanın bilinci, “bilimsel bilinç” dediğimiz, bilimsel yöntemle çalışan bilincin kurduğu uygarlık, son derece konforlu, son derece yararlı. Ama içinde dengelenmesi icap eden “bilinç-şey” ilişkisinin değil “bilinç-bilinç” ilişkisinin o şey dünyasının içine yerleştirilmesi –dialogos’un o şey dünyasının içine yerleştirilmesi– gerekirken, biz insansızlaşarak, dialogos’u keserek şeylerin bilinciyle kendimizi örgütlüyoruz ve sonra şeyler aracılığıyla birbirimize dokunuyoruz.
İnsansız Konuşmalardan Sıla Hasretine
“Şeyler aracılığıyla dokunduğumuz” demek, “sözümüzde, sohbetimizde var” demek. Sofraya oturuyoruz, konu komşu veya arkadaş grubu, dostlar grubu, sonra başlıyoruz söze. Bu sözün içinde bir tek insan yok, sadece insan yok, başka her şey var. İşte, yediklerimiz, içtiklerimiz… Peki insan? Hayır. Yaptıklarımız, binalarımız, sahipliklerimiz, nerede oturuyoruz, ne yapıyoruz, ne araba kullanıyoruz, nasıl yapıyoruz; hep bunları konuşuyoruz. Ne aldık? Ne kaliteydi? İşte, tekrar şeyler… Şeylerle kendimizi değiştiriyoruz, sonra da kalkıp “Ne güzel sohbetti!” diye birbirimizi tebrik edip gidiyoruz. Ama yorgunuz, hiç tat almadık. Bir garipliktir çöküyor üstümüze. Gariplik giderek artarsa, bu kez “tasavvuf” diye nitelendirdiğimiz ya da “hikmet”, “gnostik öğreti”, “bilgelik”, “kadim bilgelik” gibi çeşitli isimlerle isimlendirdiğimiz bu “öğreti” diyelim –öğreti değildir ama sözü en azından öğretidir– bu öğretinin ikinci aşamasına, gariplikten sonraki aşamasına geliyoruz. Özlem duymaya başlıyoruz. Yani gurbetteyken, biraz eşyalar sizi meşgul edebiliyor. “Bir yazlık olsa… Hadi çalışalım. Biraz kışlık, biraz araba, şu, bu, fena değil. Çoluk çocuk da olsun, hadi torunu da görelim,” derken bu gariplik bitmiyor. Giderek bir özlem başlıyor ama neyi özlediğiniz belli değil. Buna “sıla hasreti” diyorlar mutasavvıflar, sıla hasreti. Genellikle, “sıla” sözcüğü, doğduğumuz bölgeye, çocukluğumuzu geçirdiğimiz bölgeye tutku, “nostalji” diye nitelendirilmiştir psikiyatride, psikolojide; ama hâlâ dış dünyadaki bir mekân arayışıdır. Hâlbuki yine daha derinlikli bir psikolojide görüyoruz ki “yuvaya dönüş arzusu”dur.
Bu yuvaya dönüş arzusu, yine dış mekânın içi, dış mekânın bâtını olarak, ancak insanın ana rahmindeki konumudur. Onu özlüyor, cenneti özlüyor. Cennet, gökyüzünde değil Sufilere göre. Cennet, annemizin rahminin adı. Neden? Çünkü cennette cenin var. Cenin cennettedir. Cenne, örtü demek, cenini örtüyor. Nasıl? Bir de örnek veriyor, diyor ki: “Nasıl ki çiftçiler tohumu örterler, işte öyle.” Çiftçi, tohumu toprakla niçin örter? Oradan hayat fışkırsın diye. Çiftçinin Arapçadaki karşılığı “kâfir” – örtü, tohum, küfr. O yüzden der ki ozanımız Anadolu’da: “Küfr içinden seyrederim, iman benim, kime ne?” Yani “Ben tohumum” diyor. “Sen benim örtümü görüyorsun, ben tohumum.” Peki, hangi toprağı örtmüş? İşte, bu toprağı [bedenini işaret ediyor]. Bu toprağı… Bu çiftçi de malum, adına “Rab” diyorlar; bu toprakta tohumu örtmüş. Cenin cennette, ama biz biliyoruz ki cennette dört ırmak var. İşte, bunlar nasıl olur? Kordonda var mı? Evet, var. Kordonda dört ırmak var. Bal ırmağı varmış cennette. Evet, glikoz. Süt ırmağı varmış cennette. Buradaki süt, bildiğimiz, sonradan annenin göğsünden gelecek olan süt ama kordonda öyle değil, lenf. Peki, şarap ırmağı varmış, o da kan. Bir de su ırmağı varmış. “Dört tane ırmak var cennette,” diyor. Doğru. İşte bunlar Dicle, Fırat, Nil vb. diye anlatılır ama onlar hep teşbih sanatı. Dış dünyada, dış nesnel dünyada, bir şeylere benzeterek iç âlemi, iç dünyayı keşfetmek. Şimdi, cennette belli bir noktaya geldikten sonra, vakt gelince, kovulma hadisesi yaşanır. Hepimiz cennetten kovulduk. Sembolik olarak Âdem’le Havva kovuldu ama hangimiz Âdem ve Havva olmadık ki! Cennetten hepimiz kovulduk ve dünyada da ağladık, sızladık. Hakikaten aynen öyle. Bu kez, sıla hasreti çekiyoruz. Gurbette garip olduk, hiçbir şeyimizi doyurmuyor. Tekrar cenneti istiyoruz, ama tekrar dönüp ana rahmine giremeyiz.
Mesih İsa’ya soruyor Nikodimos: “Hocam, Rabbi, diyorsun ki ‘Bedenden doğan bedendir, ruhtan doğan ruhtur. Ruhtan doğmadıkça Allah’ın egemenliğine giremezsiniz.’ Bir insan, tekrar ana rahmine nasıl düşer, oradan nasıl doğar?” İsa cevap verir: “Bedenden doğan bedendir, ruhtan doğan ruhtur. Ruhtan doğmadıkça Allah’ın melekûtuna giremezsiniz. Beden, Allah’ın melekûtunu miras almayacaktır.” Bu, şaşırtıcı bir söz. Halbuki ne güzel reenkarnasyon vardı, fena değildi. Gelecektik, tekrar giyinecektik bir elbise daha, dolaşacaktık. Ama İsa, “Kusura kalmayın,” dedi. Peki, ne demek istiyorlar? İşte, bakın bir dil. Dil ama bizim kavramsal dilimize, bilince çok açık, ölçüp biçebileceğimiz, geometrik, matematik bir bilimsel dille kavrayabileceğimiz bir dünya değil; sembolik bir dünya. Daha çok şiirsel, ama arkasında, deneyimleyebileceğimiz birtakım hallerin vaatlerini içeriyor. Şimdi, gurbette sıla hasretini duymaya başlayan insanda “hasret” dediğimiz şey, eğer bağrını yakacak düzeye çıkmışsa, yani gurbetin uçlarına doğru gidebilmişse, avunmayı çabuk geçmişse, teselliyi geçmişse ve teselli bulamıyorsa –ki bunlar genellikle dâhiler, şairler, peygamberler, bu düzeydeki insanlardır– teselliyi, avutuculuğu geçmiş olan insanlarda, o zaman, hasret ızdıraba dönüşüyor. Onlar ızdırap duyarlar. Onlar dertli insanlardır, ızdıraplı insanlardır, muzdarip olurlar. İşte, ızdırap noktasına gelmiş insan, bu kez aslını aramaya başlar, sıla hasretinden öteye geçmiştir.
Önlenemeyen, Delice Bir Arayış
Delice aramaya başlar, taşar, kendinden çıkar ve aklın sınırlarını aşar. Bu dil, aklın sınırlarını aşan dil, şiir dilidir. Sanatın tümü şiirdir biliyorsunuz; müzik de şiirdir, heykel, resim, sanatın bütün dışavurumları şiirdir. Şiirin özü, iki durum arası, yani iki dünya arasıdır. Şiir berzahtır; akıl ile ya da bilinç ile bilinçdışı arasında –bu bilinçdışını da bir kenara koyarak tasavvufa gelelim– akıl ile kalp arasında bir berzahtır şiir. Şiir kalbe hitap eder ama aklı ihmal etmez, akla da yönelik bir yönü vardır, yani sözcükler vardır. Akla giden daima sözcüktür, kavramdır, ama kalbe giden duygudur. Akıl, duygudan anlamaz. Akıl, duygudan hiç anlamaz, hatta duyguya hiç yer vermez. Bu nedenle, pozitif bilim yapanların objektif olmaları, nesnel olabilmeleri, akla yönelip aklı rehber edinmeleri ile olanaklıdır. Eğer duygularıyla hareket ederlerse bilim yapamazlar, iki dünya birbirine karıştırılmamalıdır. Bu yüzden, bir söz vardır, ayettir: “İki denizi salıverdim, kavuşur ama karışmaz.” “Akıl âlemi ile duygu âlemi kavuşur ama karışmaz, arada bir berzah vardır,” diyor. İşte, bu berzaha “şiir” dersek eğer, şiirin gelişmiş biçimi, sufilere göre dindir.
Bereşit’e dönersek burada; bereşit “b” ile başlıyor, ama biz eğer Latin harfleriyle “b”yi yazacak olursak ya da Çin alfabesi ya da Uygur alfabesi ile yazacak olursak, sembolik yazımın dışına çıkmış oluruz. O bakımdan, dilin böyle bir sembolik dağarcığı var. Bu dağarcığı çevirmeye kalkarsak, karşılığını diğer dilde bulabilmeliyiz. Eğer bulamazsak, bu kez onu tam karşılayacak bir icat yapmalıyız, ama o icadı da yaparsak, onun da bir tarihi lazım; yani kullanılacak, yaşamın her alanına, kültüre sinecek. Böyle kabullerle, uzlaşmalarla kültür yaratamayız. Bu problemden dolayı, bereşit’i sözcük olarak çevirdiğimizde – diyelim ki Türkçeye çevirdik; “b” ile, “reş” baş. İşte, bereşit, “başlangıçta”, çevrilmiş. Hakikaten okuyoruz şimdi; “başlangıçta.” Gidiyoruz, İngilizceye çevirmişler: “in the beginning”. Güzel; başlangıç diye bir yer var, orada, onun içinde. Ama İbraniceye döndüğümüz zaman, onun kendi hurufatı, kendi harfleri, bu mânâları yüklenen sembolik bir güce sahip. B harfini yaptığında bu seslendirmesi ama her zaman seslendirilmez; çünkü B harfi aynı zamanda genç kız, ona Meryem misali ne deniliyor? Betûl. Betûl ne demek? Döllenmemiş rahim demek. Döllendiğinde içine nokta koyuyoruz harfin; o zaman beyt, bet. Yani Arapçadaki beyt, “yod”u var. Bunda bet, “yod” yok, yani rububiyet gösterilmemiş ama hamile. O zaman, “başlangıç” dediğimde, bilincimin döneceği yer, işte cennetteki embriyo. Oraya dön.
“İnsan karanlıkta yaratılmıştır; bilinçte karanlığa dönerse, tekrar karanlıkta dönüşür,” derler sufiler. Onun için leyl, geceye gönderme var; nehar, gündüze değil. Yani nehar objektif dünyanın karşılığıdır, güneş çıktığında nehar’dır. Şeyler görüntüye çıkarlar ve şeyleri dönüştürürsünüz, değiştirirsiniz, bir konfor yaparsınız ama kendinizi değiştirip dönüştüremezsiniz. Kendinizi tekrar ana rahmine döndürüp, değiştirip döndüreceksiniz. Nikodimos’un dediği gibi: “Ana rahmine tekrar nasıl düşerim ki ben?” Onun için, “nûrus semâvâti vel ard,” denilmiştir. Arzda olan bu vaka, bedenin macerası, aynı zamanda semâvidir, semada doğar. Bedenin kreasyonundaki süreçler, eğer bilimsel olarak –vurguyu buraya yapıyorum– bilimsel olarak, bilimsel anlamıyla seksoloji ise, o zaman onun semâvisi teolojidir. Teolojinin oturduğu gerçeklik, hüvezzâhir seksoloji süreçleridir, yaratım süreçleridir. Bu bakımdan örtüşürler, yani denetlenebilir bir bilim. Buradaki kabuller keyfî kabuller değil, hüvezzâhir; yani dış dünyada, dış gerçeklikte karşılıkları olan ayetler deniliyor bunlara. Dış nesnelerde, nesnel gerçeklikte karşılıkları olan mânâlardır. İç dünyadaki yaşantılar, bilinç dünyası iç dünya, ama bilinç, dış dünyanın imgelerini taşıdığı sürece de iç değildir.
Dışsal Varoluşun Bir Aynası Olarak Zihin
Şimdi, şöyle ifade edelim; vücûd bulabilmemiz için –daha önce de sözünü etmiştik– insan olarak vücûd bulabilmemiz için, görünmez âlemde varlık kazanımlarına girmemiz lazım. Dış âlemi içimize alıp kendimize vücûd kazandıramayız; hiçbir şeyi iç dünyamıza koyamayız. Bunların temsillerini koyarız, bunlar da zihin dünyasında sinematografik olarak kalırlar, bize ait olmazlar. Bizim zihnimiz, bize dış varlıktır. Zihnimiz aynadır, ayna ama dış varlığın aynasıdır; kendimizi göremeyiz. Zihnimize baktığımızda, dış varlığı görürüz. Kendimiz yok muyuz? Kendimizi ancak iç varlığımızı, vücûd, vicdanda oluşturarak bulabiliriz; yani değerler. Değerler, karşılık olarak hallere otururlar; halsiz değer yoktur. Yani eğer biz bir sevinç haline bürünemezsek kendimizi sevinçli olarak bilemeyiz, tanıyamayız ya da iyilik haline bürünmezsek kendimizi iyi varlık olarak iyi hissedemeyiz, tanıyamayız. İyilik bir vücûd bulmadır, bir iş değil. Bir iş yaptım, o halde iyiyim. Hayır. İyilik vücûdunu giyindiğim zaman iyiyim. Sevince gark olduğum zaman “sevincim”; sevinçliyim değil. Bu bakımdan, yine de sözcük “sevgi” sözcüğüne gelip oturuyor ve inn-i karîb; bütün var olanların birliğe gelişi, gurbetten kurbiyete, yakınlığa gelmesi meselesi sevgiyle nitelendirilmiş. Fakat bu sevgi o kadar dejenere edilmiş, sözcük o kadar yıpratılmış, o kadar ağızlara sakız olmuş ki sözü kullandığımız anda, bütün çağrışımlarımız kadim bilgeliğin ifadelerinin dışına düşüyor. O nedenle, orijinal bazı sözcükleri hatırlatmakta yarar var.
Buradaki sözcük çok katmanlı; daha önceden sözünü etmiştim, yine ona değineceğim ama bugün sadece şunu söyleyelim: Sevgi, “dünya ve ahiret” de denilen dış dünyada ve iç dünyada, tüm mertebelerde ve her şeyde, “şey”de mevcuttur ve bir adı da küllî adı olarak Allah’tır. Buradaki sevgi, elehu yelehu’dur. Şimdi, bizim ilah edindiğimiz veya sözcük olarak kendimize “ilah” diye söylediğimiz Tanrı kavramı karşılığı değildir. Elehu yelehu, bütün var olanların birbirlerine çekilmelerinin adıdır ve küllî olarak, tümel olarak da “Allah” diye nitelendirilmiştir. Kâinattaki sevginin doruk noktası insandır. Neden insandır? Neden ötekiler değildir? İnsanın niteliği, hem seven hem sevilen olmasıdır. İkili birlikten dolayı, insan sevginin doruğudur; o zaman ulûhiyetin tecelliyatının da doruğudur, ulûhiyet insanda tecelli etmiştir. Her şeyi birbirine bağlayan ve rapt eden bu sevgidir. Başka bir boyutta, başka bir mertebede, buna melekiyet yüklendiğinde, “başmelek” diye de nitelendirilmiştir, yani Mikâil’dir. Başmelek, Mikâil, bütün kâinatı tutarmış ya, bütün kâinatı ayakta tutan bir melek; melekî boyutta öyle. İnsandaki sevgi tekâmül eder. Mesela su kaynattığımızı düşünelim. Suyu ısıtırız, giderek sürekli içten içe kaynar su, içten içe. Derecede yükselmeyi görürüz ama su sakindir. İçten içe ısınır, ısınır, ısınır; kaynamaya başladığı anda içinde kabarcıklar oluşur, içinden kabarcıklar çıkmaya başlar, öyle değil mi? Yüzeyde de dışarıya sıçrarlar ve patlarlar, içteki ısıyı dışarıya fırlatırlar. Bu tekâmül aşamalarının her birine bir ad verilmiştir sufilikte, fakat ben çoğunu atlayarak böyle ilk hali, son hali gibi anlatmaya çalışacağım. Bu kaynama noktasına “garâm” denilmiştir Arapçada. Bir üst aşamasında da “hûb” sözcüğünden türetilerek “habib” denilmiştir. Hûb, habbe, bu kabarcıkların adı. Aynı zamanda habbe, bir tohuma da damlaya da denilir; tohum, damla, zerre, katre. Kabarcıkların asıl yüklemi, kaynadıkları zaman minik minik kabarcıklar, baloncuklar çıkarıp patlamalarıdır; “su kaynıyor” denilir. İşte, bu taşkınlığa “garâm”, daha sonraki aşamasına “hûb”, “habib” denilir. Bu coşkulu sevgi, kendini dışa vuran, taşan sevgi, aslında “dua” anlamına gelir. Dua, dildeki birtakım terennümler değil birtakım hallerdir; ama terennüm hallerin dışavurumu olduğu için, dil semptomatik olarak bu halleri gösterir. Yani ne demek istiyoruz? Sakin bir insanın duasıyla, kaynayan bir insanın duası aynı değildir. Fıkır fıkır kaynıyorsa, onun sözleri artık düz metin gibi ispatlı, gerekçeli değildir. Garâm hali bastı mı bir insana, o nefes nefesedir ve nefes nefese, aklın, mantığın, zihnin kontrollerini yitirir ve taşkınlık ortaya çıkar. Batı dünyasında, Aydınlanma Dönemi’nin o bütün gücünün ortaya çıktığı dönemde, özellikle Immanuel Kant ile önderlikleri kabul edilen, tabii arkasındaki diğer bütün aydınlanmacılar, ansiklopedistler, Voltaireler ve diğerleri, benzerleri var, ama Kant ile akıl doruğuna çıkmış. Her şeyi ölçüp biçen, her şeyi akıl kategorileri ile tasnif eden ve dünyayı betimleyen, tanımlayan, insanın hizmetine sokan ve o eril düşüncenin, aklın egemenliğinin başladığı sanayi devrimi, bilimin patlaması gibi…
Çarmıha Çakılan Kelebek
O dönemde Goethe’ye soruyorlar: “Her şeyi aklın kategorileri ile açıklıyorlar, izah ediyorlar. Buna ne diyorsunuz?” Aydınlanmacı bir isim var, onu sormuşlar aslında ama ben genelleme yapıyorum Aydınlanma Dönemine. Goethe çok ilginç bir cevap veriyor: “Onlar her kategoriyi çivi gibi düşünüyorlar, İsa’ya çakılan çivi gibi kelebeği yakalıyorlar, çiviliyorlar ve ondan sonra inceliyorlar. Hâlbuki kelebek ölmüş. Sadece kelebeğin görünüşlerini anlatıyorlar bize, içinde hayat yok.” Bakın, çok ilginç Goethe’nin değerlendirmesi. Goethe’nin bir başka, tin, geist, hayat olgusunu anlatan bir dizesini Hegel lojiğine alıyor ve ona dayandırıyor bütün düşüncesini. Fakat Hegelciler, Goethe’nin bu hayat, yani geist olgusunu ihmal ediyorlar, geriye sadece çiviler kalıyor. Eğer Hegel’in dünyasından, o Goethe’nin uyardığı hayatiyet noktası, geist alınırsa, geriye soyut çiviler kalıyor ve ondan sonra Hegelcilerin Hegel’e rağmen oluşturdukları bir faşizan kavramlar dünyası ortaya çıkıyor. Yine kelebek çivilenmiş oluyor. Yani “Hayatiyetini kaybeden düşünce zalim olur,” diyor. Akıl gönülden koparsa zalimdir. Hâlbuki çok da düzgün kavramlar; akıl, kategoriler yerli yerinde, nizam, intizam, hukuk… Bütün bunları üretiyor bu akıl, hukuku da üretiyor, ama vicdansız hukuk zulümdür, vicdanı unutuyor. Hâlbuki insan varlığı vicdanda var oluyor. Yoksa dış varlığı düzenliyorsun, güzel trafik kuralları koyuyorsun, her şey tamam. Eşyalar üzerinden de birbirine dokunuyorsun. Sohbetlerde habire çimento yiyoruz, demirler, ayakkabılar, elbiseler yiyoruz… Ama insan tadına varamıyoruz.
Sufiler derler ki: “Dua etmek için önce susmalı.” Öndeki kâl, söz, arkadaki hâle yaslanıyor. O hâldir ki asıl dua eder. Dolayısıyla, kâl ile başlayan tasavvuf, hâl ile gelişir, iskât ile tamamlanır. İskât, sükût. Sükût olunca sekîne iner. Sekîne indi mi mesken olur. Bu sekîneye geleneksel olarak “mişkan” denilmiştir. Tanrı’nın mabedi odur. Şekîna indiğinde mişkan olur ve Tanrı’nın mabedine kavuşur. Yani insan kendini ona dönüştürür. Saf bilinç odur. Orada, bir dalgalanma yok, arzu yok; arzular durulmuştur. İşte buna “kalb-i selîm” diyorlar; duyguların durgunluğu. Selîm, duru demek. Kalb-i selîm ama kalb-i selîm olabilmek için aklın sâlim olması lazım. Akıl sâlim olursa, kalb selîm olur. Kalb selîm olursa, akıl sâlim olur değil. Yani sen kalbinle değil, aklınla uğraş. Aklını sâlim yap, kalb durulsun, duygular durulsun. Aklı sâlim yapmak, işte S-L-M. İbraniceye dönecek olursak, Ş-L-M. Akadyen diller bunlar. Akadyen dillerde sessiz harfler vardır ve o sessiz harfler, niyete göre, yönelmeye göre, intentional olarak seslendirilerek anlam yüklenir. Dolayısıyla, Asurî, Aramî, Süryanî, İbranî, Arabî, aynı dil dünyasıdır ve bunlar intentional dillerdir, niyete bağlı dillerdir; correct diller gibi dış dünyanın nesnelerini gösteren diller değildir. Hâllere bağlıdır sözcükler. O zaman, bu durumda mekân değil, mahal gereklidir. Mekân dış dünyadır ve görseldir; gözümüz mekâna bakar. Mahal ise hâl ile ilgilidir. Eğer hâl teşekkül etmişse mahal var; hâl yoksa mahal yok. O da içeridedir ve işitseldir. “İşit, ey İsrail!” “Gör, ey İsrail!” demiyor. “Bak, ey İsrail!” demiyor. “Bak, ey Yunanlı!” diyor ama “İşit, ey İsrail!” Bu, iç dünyaya gidecek. Mahal varsa, işte vahiy o. O mahale tutunacak. Aynı, spermanın gidip rahimde tutunması gibi. Bu tutunmaya ne denir? Alâka, alâk. “Alâka” diye kullanıyoruz günlük dilde; ilgi, alâka. Alâka hem tutunma, hem asılma, hem de beslenme içeriyor. Kanca gibi tutunuyor, oradan besleniyor. Besleniyorsa alâkalıdır; beslenmiyorsa, dış varlıksa alâkalı değil. Bu bakımdan, iç dünyada bir alâka söz konusu ve mahale giren söz, sözün semantik kısmı zihne gider; sentaks, semantik, kavramlar, ama hâli zihne değil, kalbe iner; “duygulara” demek istiyorum. Vücûd bulmuşsa o duygu, oraya gider, tutunur. Yoksa “Söz buradan girer, buradan çıkar gider” derler. Sözü tutacak bir mahal gerekiyor. Şimdi, bu bakımdan, mahale hâl gerektiği için, hâl eşyada bulunmadığı için bakkaldan satın alamayız. Nereden alacağız? Hâl, ancak ve ancak yansımada, dialogos’ta başlayıp ama dialogos’ta kalmayan, yani bilinçler arasında başlayıp bilinçlerin baypas edildiği kalpler arası rabıtada ortaya çıkar. Başlangıcı sevgi ama bu sevgi, çağımızda başka türlü bir sevgi katiyen bilmediğimiz için aklınıza, cinselliğe bürünmüş sevgi gelebilir; love deyince tek anladığımız bu.
Cinsellikle Karıştırılan Sevgi
Kadim bilgeliği biraz bilenler bilirler ki cinsel sevgi mertebelerden bir mertebedir; o âlemde yaratıldık, küçümsenecek bir şey değildir. Fakat bütün mertebelerde sevginin var olduğunu ve bu sevginin kalbî bir boyuta geldiği zaman artık cinsellik içermediğini; haz karşılığı bir sevgi olmadığını; sahiplik karşılığı, mülk karşılığı olmadığını; bütün bunlardan soyunduktan sonra ortaya çıktığı ve Mevlâna’nın onun için “neliksiz, niteliksiztir” dediğini; dış dünyadan bir benzetme, bir teşbih koyamadığımız bir deneyimle vücûd bulmaya başladığını bilen bilir. Bu vücûd bulmadaki hâl ancak kelâmı tutabilir. O yüzden, derler ki: “Sen git bir hâl sahibine, hâl ondan tahsil edilir. Kelâm, o hâl ile buluşacak.” Sen salt kelâmı kitapta bulursun ama o kelâmda hâl yoktur. Hâlsiz ilim ise sende iç oluşturmaz; iç, vicdan, V-C-D. Kendini bulamazsın. Bu bakımdan, hâli insanda. Hâli veren ortama, mişkanın içinde, tabernacle içinde yetmiş kişi varmış. Ne yapıyorlarmış? Ne kaynatıyorlarmış acaba orada? Levililer girebiliyor, hizmet edebiliyor; halka gidip haber veriyorlar, bir şeyler söylüyorlar, sonra mişkan sökülüyor ve yola devam. Tekrar, bir yerde yine kuruluyor, yine içerde yetmiş kişi, bir muhabbet bir muhabbet ama ne yaptıklarını kimse bilmiyor. Rab, sürekli onlarla birlikte. Rab onlarla birlikte ve orada bir muhabbettir dönüyor. Oraya sanki bir hâl fırını gibi bakabilirsiniz; “muhabbet” diyoruz, sohbet, muhabbet. Mişkandaki bu gelenek, daha sonra Muhammediyete de intikal etmiştir. Daha önce sözünü biraz ettim. Bir eshâb-ı kirâm vardı; kendilerine sohbet ikram edilenler. Ama bir de eshâb-ı suffa vardı; misfalarda, İsrailoğullarının ilk dönemlerinde sınır boylarındaki gözcü kulelerinin içinde yaşayan, yün giyen. Misfa; aynı zamanda Sufilik oradan geliyor, o kaynaktan geliyor. Her ne kadar, tasavvufun Yunan’daki theosophia ile de ilgisi varsa da –ki var– sof giyme ve belirli duaları, virdleri sürekli kılan ve aralarında belirli sohbetlerin olduğu misfaların, gözcü kulelerinin, watch tower’ların geleneğini taşıyorlar ve bunlar bâtınî. Eshâb-ı suffa, Muhammed’in evinin sofasında oturur ve kimseyle görüştürülmezdi. Daha önce, ona dair bazı şeyler anlatmıştım. Sonra, dünyaya yayılıp irşad edenler onlar.
İşte, mişkanın içindeki o yetmiş kişi de sufi idi. Musa, o çadıra girer çıkardı. Harun hizmet verirdi ve o çadırın içindeki Harunoğulları idi. Daha sonra Yeruşalayim’de bu mabet taş mabede intikal etti. Çadır mabet taş mabede intikal etti; yani yerleşiklik, uygarlık, göçebelik, hibru, habiru, haber taşıyanlar. “Hibru” gezginler; ama “habiru”nun içinde haber var. Neb, nübüvvet; habercilik, tercümanlık, kültürleri birbirine tanıştırmak, halleri birbirine dönüştürmek. Bakın, peygamberlik böyle bir görev; meçhul bir yerden bir şey alıp meçhul bir yere vermek değilmiş. O zaman, mabedin içinde, mişkanın içinde ne vardı, nasıl bir şeydi? Tevrat-ı Şerif’te, yani Musa’nın beş kitabında, Tora’da apaçık sembolizması var. En ince ayrıntısına kadar, ne işlenecek, nasıl olacak, rengi ne olacak; sembolizması var ama mânâlarını keşfederek iç dünyamızda halleri, karşılıkları bulunduğu zaman bilinecek olan öyküler. Burada vurguladığımız şey, “dua” dediğimiz miraçtır. Miraç ise zaman üstüne çıkmak demek; miraç etmek, zaman üstüne çıkmak, imgelerin dünyasından yükselmek. Zihinde nesnelerin suretleri var, imgeler, hayal yani. “İmgelere tapmayın, suretlere tapmayın.” İmgeler, bizi daima eyleme götürür. İmge çağırır bizi. Hatta şairin biri öyle diyor: “Bütün nesneler beni çağırıyor imgelerimde.” “Vay canına! Ne güzel söylemiş!” dedim. Anlamış adam. Ama dışarıya çağırıyor. Ama vuslat içeride, dışarıda değil. İçeride vuslat edenler, vasıl olanlar, bu imgelerin çağırmasından kurtulanlar. Onlar, zamanın üstüne çıkıyor bilinçlerinde; soyut, saf soyut bilince çıkıyorlar ve orada ışığın tadına varıyorlar. Oradan tekrar inzal olduklarında, “Biz ışığın çocuklarıyız,” diyorlar, “nurdan doğduk.” Işığın çocukları. Buna Anadolu’da rastlıyoruz; “Luviler” diyorlar, Luvi, ışığın çocukları. Diğer kültürlerde de var. İşte, Promete’nin ışığı getirmesi, ateşi getirmesinde var. Mısır’da Ra kültüründe var. Bütün kültürlerde var bunun karşılıkları. Kendiniz de bunu zevk edebilirsiniz. Vuslat ise gönül birliğidir ve gönül birliğine ulaşanlar mabede, mişkana girmişlerdir. Gönül mabettir. Şimdi, döndük mü yine bereşit’e. Bedenin bereşit’i ana rahmi, evet ama arzî. Bir de semâvi olanı var demiştik. İşte, semâvi olanı, “İşit, ey İsrail!” ile başlıyor. Adonay Eloenu Adonay Ehad. O biriciklik, Adonay, efendimizin o biricikliği, senin bütün bu farklılıklardan, telvin âleminden soyunup saf bilince geldiğin zamanki deneyimdir.
İşiten Sâmiler, Semitik Kavim
O zaman, orada sen yoksun. Yani senin zihninin oyunları bitmiştir. Orada, Hakk kâimdir. Ehad olduğunu o zaman söyleyebilirsin. “Onlar ehaddır” diyor, sen diyemezsin, ben diyemem; vasıl olan der, vuslata eren der. Ama bu işitsel bir uygarlık. Bu yüzden şimdi söyleyeceğim benim bir önerimdir; literatürel değil, çünkü literatüre güvenli aktarmayı severim ben. Literatür dışı bir şey söylediğim zaman da bunu belirtirim. Nedir o? Sâmi kavmi diye bilinen, bugüne kadar böyle bilinen kavme, ben dönüyorum diyorum ki bu kavim sâmitik kavim değil, semîtik kavimdir. Semîna, işitmek demek. “Shemâ, ey İsrail!” diyor, “İşit, ey İsrail!” İşitenlerin kavmi. Bir et uygarlığı değil, bir mânâ uygarlığı; ama et uygarlığına döndürüldüğü için, et tapar duruma gelindiği için, kendileri de hasret içinde bir kavim meydana geldi. Bizim hasretimizi gidereceklerken kendileri hasrete düştü. Niye? Etlerine tapmaya başladılar. Et kavmi. Hani işitecektik? Hani, hale gidip bulacaktık? Hani, halden taşacaktık? Bu sembolizma, yani teşbih sanatı, duyuların önüne duyulur olmayanların konulmasında kullanılan teşbih hakikat zannedilince ikonografik anlatımda, ikonalara tapmaya başladıkları gibi, insanlar teşbihe tapmaya başladılar. Bu yüzden tüm dinlerin, sadece belirli şu din, bu din diyemeyiz, tüm dinlerin akıbeti bu oldu. Goethe’nin söylediği o dirimlilik, o geist, o mânâ gidince, geriye sadece kuru törenler, sıkıcı vaazlar, insan kalbine hitap etmeyen emirler ve kontroller sistemi geldi ve insanlık bunun altında eziliyor.
Battuta’nın Kaleminden Ahiler
Vakanüvis bir Arap vardır, tarihçi; Anadolu’yu geziyor baştan başa ve vakaları not alıyor. Biliyorsunuz, o zaman vakanüvisler, olayları, gittiği, gördüğü olayları yazarlar, belli birtakım kriterlere bağlı olarak onları yorumlamazlar. Yani bildiğimiz, bugünkü anlamıyla tarih yazarları değillerdir ama vaka yazarlar, öyle değil mi? İbn Battuta, bu Arap vakanüvisi, bayağı ciddi şekilde, gezdiği yerlerdeki insan kültürlerinin, hallerinin, uygarlıklarının durumunu anlatmış, diyor ki: “Frengistan, Arap dünyası, Azerbaycan dâhil bütün dünyayı gezdim. Urumeli’nde “Ahi” denilen insanlara rastladım. Bunların hiyerarşik bir örgütlenmesi yok. Birbirlerine hiçbir surette bağlı değiller, ama Urumeli diyarının her yanına yayılmışlar.” Urumeli derler Anadolu’ya eskiden, yani Roma, Rum. Türkler “Rum” diyemez, “Urum” derler. Roma diyarında; “eli” diyar demek. Kendi altmış küsur dergahı gezdiğini söylüyor. “Bunlar kadar cömert, bunlar kadar misafirperver, bunlar kadar hayattan tat alan, güleç, zevk-i sefa süren kimselere rastlamadım. Gündüz, bahçelerinde, tarlalarında kadın erkek birlikte çalışırlardı, kaçar göçer yoktu.” Arabistan’dan Arap örf ve âdetleri ile geldiği, Arap müslümanlığından baktığı için biraz da şaşırıyor. Bunlar nasıl böyle? Kaçar göçer yok, kadın erkek birlikte çalışıyorlar. Daha hayret ettiği şey: “Akşam birlikte yemek yiyorlar. Özel mülkiyetleri yok.” Komünal bir yaşamdan söz ediyor. “Birlikte yemek yiyorlar, yemekten sonra dualarını yapıyorlar. Duadan sonra meşke başlıyorlar. Sazı alıyorlar ellerine, çalıyorlar. Şiirler, türküler çığırıyorlar ama içinde işret yok,” diyor İbn Battuta. Yani “Şehvetten söz etmiyorlar, mânâdan söz ediyorlar,” diyor. “Öyle cûşa geliyorlar ki mânâdan, dayanamıyorlar, kalkıp raks ediyorlar. Ben böyle şey görmedim. Böyle zevk, böyle hayata bağlılık, bu kadar coşku görmedim.”
Anadolu’nun Dionysos, Orfeus, Baküs kaynaklı tadı, Pythagoras Okulu’nun tadı, Luvilerin tadı, Aluvilerin tadı, bizim “alevi” dediğimiz nûrun insanları, sevginin insanlarının tadı, onun kendi memleketinde vardı ama onları kaçırdılar; Horasan’a kaçtılar. Onlar ehlibeytti, evlâd-ı resûldü, Horasan’a kaçtılar. Sonra da Türklerle beraber Anadolu’ya sığındılar ve Anadolu’da ocaklarını kurdular, Anadolu’yu aydınlattılar. Bu aydınlanmanın çocukları olduğu için “ışığın çocukları”, “ışkın çocukları”, “aşkın çocukları” denilmiştir. Aşktan doğanlar, kâlden doğanlar, bedenden doğanlar, suretten doğanlar – çeşit çeşit doğumlar var… Bu insanlar aşk, muhabbet ve cezbe ile tanınırlar. Sohbetlerinde bu vardır. Kendi nitelikleri sâfiyet, irfâniyet ve aşka tahalluk eder. Yani sâfiyet olmalı ki aşk oluşsun. Sâfiyet yoksa aşk yok. Sâfiyet, doğumda, yani bedensel doğumda vatan olarak var. Ne demek? Bebeklere ismet yüklenmiştir. “İsmet” sözcüğü, saf demek, temiz demek ama bebeklerin temizliği, bebekteki temizliktir. Eğer birine İsmet ismini veriyorsak, “bebek gibi” demek istiyoruz. Ama “ismet”te ne var? Örtük bilinç var. Kendinin bilinci yok. Dolayısıyla, o bir tohumdur. Hepimiz ismet tohumu ile ekildik; kaynağımızda ismet var. O zaman, bu vatan hasreti çekenler, ıstırap çekenler, dönüp kıvrılıp rücu edip, iç dünyalarına kıvrılıp kendi kaynaklarına değdiklerinde, yetişkin olduktan sonra yani, bu sefer ismet, “iffet”e dönüşür. İffet sahibidir onlar. Âfet değil, iffet; âfetin karşıtı. Bir âfet var, bir de iffet. Onun için bizim Bektaşi sofralarına gidip “afiyet olsun” dediğin zaman kızarlar, “o, Muaviye’nin kız kardeşidir,” derler. Manevi olarak söylerler onu, yani zahiren, düşmanlık gibi değildir. İffetin kardeşi, kız kardeşi, ama karşıtı âfet. Onun için afiyeti beğenmezler. “İffet sahibi, afiyetle uğraşmaz.” Esprili değil mi? Orada çok mânâ var, çok zevk var. Ancak iffetli insanlar arasında ashaka olur, kucaklaşma olur, aşk yaşanır ve aşk, işte o raksta görünendir. Ama dikkat edin; beden bedene sarılmıyorlar, vals yapmıyorlar. Demek ki bedenî değil, demek ki hazza ait değil. Onun için “İşret yok” diyor.
* Metin Bobaroğlu’nun 10 Ocak 2012 tarihindeki “Dil ve Dilin Farklı Boyutlarda İncelenmesi” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.