- Anlam Vermenin Üç Temel İlkesi: Bilimsel Tutum, Felsefi Anlayış, Sanatsal Duyarlılık
- Dil Artık Antropolojik Bir Konudur
- Felsefenin İdeolojiye Dönüşmesi Önlenebilir mi?
- “İslâm Felsefesi”, “Türk Felsefesi” Gibi Ayrımlar Geçerli Ayrımlar mıdır?
- Bir Toplumun Akıl Seviyesinin Göstergesi Olarak Dil
- Evrensellik ve Uluslararasılık Aynı Şey midir?
- Müziğin Dili
- Evrensele Giderken Soyut, Boş Kalıplara mı Gidilir?
- Aklın Yüz Bulamadığı Meclis
- Kültürü Kaybolan Topluma Ne Olur?
- Hakikat Tek midir?
- Sonlu ve Sonsuz Hakikat Var mıdır?
- Kültürlerarası Diyalog Salt Rasyonel Bir Anlayışla Kotarılamaz
- “Birey” Aidiyetten Doğan Kimlikle Tanımlanamaz
Anlam Vermenin Üç Temel İlkesi: Bilimsel Tutum, Felsefi Anlayış, Sanatsal Duyarlılık
Bizim çalışmalarımızın üç temel ilkesi vardır: bilimsel tutum, felsefi anlayış, sanatsal duyarlılık. Bu üç ilkeyi terk edersek, içinden birini ya da ikisini ihmal edersek, bütün çabalarımızın boşa kürek olacağından hiç kuşku yok. Bu nedenle, bütün çalışmalarımızı, bireysel, toplumsal uğraşlarımızı bu üç temel ilke üzerine oturtmada her birimiz aktif olmalıyız. Çevremizi bu anlamda etkilemeliyiz ve bunu canlı tutmalıyız. Dil, eğer ilkeli ve yaşamı yükseltici, rafine edici, uygarlık kurucu bir yönde gelişmiyorsa, o zaman sadece çarşı-pazar dili haline gelir ve onunla ticaret bile yapılamaz; çerçilik yapılabilir en fazla. Çünkü bir dilde anlam aktarımı, kavram aktarımı, sistematik kavram dönüştürücülüğü oluşturamazsak, sadece eşyaları, belki olayları gösteren bir duyusal dil, duyusal bilinç düzeyine inilmiş olur. O zaman da evet, gizil olarak akıl sahibiyiz ama akıl duyuların esiri olarak, duyuların arkasında gizli kalarak, dolayısıyla kendimize de gizli kalarak, arkatasar gölge varlık olarak çalışır. Aklın aklına dönüşecek bir dizgesel dil oluşturamazsak, yani uygarlık dili oluşturamazsak, toplum olarak biz aklımızı kullanamayız. O halde, aklımızı başkaları kullanır. Hani bir söz vardır: “Doğa boşluk kabul etmez, boş olan yer, enerjetik olarak başka bir varlıkla doldurulur.”
Bu bakımdan, dil üzerine konuşurken, uğraş ile ilgili bir kültür temeli üzerine sorgulama yapmalıyız diye düşünüyorum. Kültür, hepimizin bildiği gibi, insanın doğa karşısında ve toplum ilişkilerinde yaşam biçimini anlatır. Kültür, çok genel olarak, yaşam biçimi demek, ama bu biçimin içinde içerikleri dönüştürücü bir nitelik, bir yöntem yoksa o dil aktif değildir; aktif olduğu zaman dönüştürücü bir niteliği var demektir. Doğayı dönüştürüyor, kültür diline, kültür düzeyine çıkartıyor; kültürü dönüştürüyor, uygarlık düzeyine çıkartıyor ise, o zaman dil, aktif özneler, tarih özneleri olarak kendini ortaya koyuyor. Demek istediğim şu: Dili, gerçek veya “realite ile ilgili gerçek” diyelim, ya da hakikat, yani verity üzerine ya da truth hakikatin hakikati anlamında gözlemek istiyorsak, bunun sahnesi tarihtir. Tarih, dili bize yazılı anlamda literatür olarak veya sanatsal imge ve simgeler yoluyla aktarır. Giderek bu, antropolojinin konusu haline geliyor. Antropolojiyi, dil bağlamında, diğer bütün disiplinleri içeren anlamıyla kullanıyorum. Demem o ki salt felsefe, dili bize anlatabilir; salt bilim, dilin nöral, psikoşimik, fiziksel, organik, kimyasal yapılarına inebilir. Bunların hepsi birer disiplin kuşkusuz ve bir kompleks yapı olan insanı ele aldığımız için bütün bu disiplinlere başvurmak zorunda olabiliriz ve olmalıyız. Fakat artık eskisi gibi, salt felsefenin konusu, dilbiliminin konusu olarak dili disiplinlere hapsedemeyiz, indirgeyemeyiz.
Dil Artık Antropolojik Bir Konudur
Çağımızda, dil artık antropolojik bir konudur; tüm disiplinleri içerip anlamlandırmaya yönelmemiz gereken bir uğraştır. Bu bakımdan, kültürü dönüştürücü bir uğraş olarak da düşünebiliriz; sürekli aktif, canlı bir uğraş. O zaman, “uğraş”; böyle bir terim kullandım. Bu sözcükleri, iş bölümü, iş üretimi, üretim paylaşım biçimleri gibi ideolojik anlamlara da taşıyabiliriz ama ben günlük dilde, “uğraş” diye kullanmak istiyorum. Uğraş ne türden bir uğraş ise o türden bir dil oluşuyor. Demek ki dil, burada yansıma, temsil niteliği taşıyor, fakat dile aktarılan kültür uğraşı, daha sonra dilin oluşturduğu bilinç yoluyla dönüşüme uğratılabiliyor; bir diyalektik var burada. Daha önce incelediğimiz diyalektik, “iç diyalog” anlamında kavramlararası bir diyalektikti. Burada ise, kültür ile bilinç arasında bir diyalektikten söz ediyoruz. “Uğraşılarımızla bilincimiz birbirinden kopmaz, birbirini gereksinir, birbiriyle etkileşir ve birbirini dönüştürür niteliktedir,” diyoruz. Konuşmalarımızın en başına tekrar dönecek olursak, dil-düşünce diyalektiği vardı, ama bilinç-kültür diyalektiği de var, el-beyin diyalektiği olduğu gibi. Tarih sahnesinde insan beyninin gelişmesine baktığımız zaman, el-beyin diyalektiği olarak, onu araç gereçleri üzerinden izleyebiliriz. Bir toplumun ürettiği gereçlerin tarihi, aslında onun el-beyin diyalektiğinin ürünleri tarihidir. Kültür bir bakıma budur. Bunun üstüne düşünmek, yani refleksiyonlu, yansımalı düşünmekten hareketle; bu kültürel, yerel değerleri dil üzerinden evrensele taşımanın aracı, disiplini, en yüksek kavramsal düzeyde, dilin en yüksek düzeyinde felsefedir. Bütün bilimlere bakalım, disiplinlere bakalım, bilimlerin nesnesi kendi dışındadır. Fizik, Kimya, Botanik, Biyoloji, science anlamında, pozitif bilimlere “olumlu bilimler” deniliyor; “olumsuz”u olmadığı için iyi bir çeviri değil. Science anlamında, “deney bilimleri” diyelim, daha doğru olur. Deney bilimlerinin nesnesi kendi dışındadır, felsefenin nesnesi kendi dışında değildir. Felsefenin nesnesi kendi içindedir; felsefe yoluyla biz, bilincin bilincine ve dilin bilincine varabiliriz, yoksa dil bizi kullanır, biz dili kullanamayız.
Demek istediğim şu: Bilimlerde gelişsek, bilim alanında gelişim kaydetsek; yöntemli, teknoloji üreten bir toplum haline gelsek bile, felsefesiz, bilincimizin bilincine varamayız. Çünkü bilim daima nesnesini bilir ve bilinç nesnesini üretirken, nesnesine bağlı olarak kendini üretir. Eğer bilincin bilinci konu ediliyorsa, bir toplum “bilinci konu edinen bilinç” olan felsefe yoluyla düşünürse, bu uğraşa girerse, o zaman öznelerin, bilincin geliştiğini ve kültürden uygarlığa geçme köprülerinin kurulduğunu görürüz. Bu bağlamda dil politikaları son derece önemlidir. Eğitim dili, eğitimde kullandığımız biçim son derece önemlidir. Bir toplumda felsefi düşünmeyi, eğitimden ister körelterek, ister azaltarak, ister manipüle ederek, ister felsefenin kendi yöntemleri dışına atarak kullanırsanız, o toplum kendi bilincine varacağı bir yol, bir yöntem bulamaz. Bu son derece önemlidir ve kendi aklını kullanamayan toplumların aklını, başka toplumlar veya başka akıllar kullanır. Bu, artık açık ve net. Günümüzde bunlar tartışılmıyor, biliniyor, fakat bizim ülkemizde bunlar tartışılmıyor; değil bilinmek, tartışılmıyor bile. Eğitimde felsefenin rolü nedir? Felsefe hangi türden yapılmalıdır? Felsefe kendi savında, kendi iç süreçlerinde, kendi dışından değerlendirilerek değil, kendi kendinin aklını üreterek şunu söylüyor: “Felsefe öğretilemez.” Şimdi, biz dönüyoruz, felsefeyi okullara öğrenme aracı olarak öğretmeye kalkıyoruz. Öğretmenlerimiz felsefe öğretiyorlar, ama felsefe kendi dilinde, kendi şuurunda “felsefe öğretilemez” diyor. Felsefe bir etkinliktir, bir faaliyettir; felsefenin kendi süreci içinde oluşturduğu bir kavram ve diyalog üzerine kurulur. Biraz daha kolay anlaşılsın diye “Sokratyendir” diyebiliriz.
Felsefenin İdeolojiye Dönüşmesi Önlenebilir mi?
Felsefe Sokratyendir, ama bir toplumu diyalogdan koparırsanız, hele felsefi çevre olarak polidiyalogdan (polydialogue) –ki en önemlisi bence budur– kopulursa, ideolojiye gider. Salt diyalog ideolojiye gider, polidiyalog felsefeye gider. Bu, hassas bir konudur. Yani tez-antitez çekişmesi, çekişme evet, bir üretim yapar ama bu ideolojiktir. Tezin sürekli egemenlik araması, antitezin kendi egemenliğini araması, çatışma ortamı ve bu çatışmanın kalitesi yükselirse, akademik bir çekişme olur; kalitesi düşerse sopalarla birbirimize gireriz. Polidiyalektik, bir çevre anlamını taşır; örneğin Viyana çevresi, Kopenhag çevresi, Frankfurt çevresi gibi dünyada nam salmış felsefi ve bilimsel çevreleri düşünelim. Orada polidiyalektik vardır; yasakçı değil, olası bütün düşünme biçimlerine kendini açabilecek bir diyalog ortamıdır. Yine, her defasında “diyalog” gibi kullanıyoruz ama bu polidiyalektiğe biraz dikkat çekmek istiyorum. Bu bakımdan, uğraşların dilleri oluşturduğu varsayımı üzerinden kuruyorum. Eğer felsefi düşünme, yani dili felsefi düzeyde kurma çabası yoksa, o dil oluşturulamaz, çevirilerle felsefe oluşturulamaz. Hâlbuki çeviriden söz etmiştik geçen çalışmalarımızda, çeviriyi temele koymuştuk. Şimdi, burada çeviriyi sorguluyoruz. Çeviri bizi haberdar eder; enformatif bir değer taşır, dataları verir, ama bunu bilgi olarak vermez, veremez. Yani kitaplarda bilgi olmaz. Nasıl olur? Biz, bugüne kadar kitaplarda bilgi olduğunu biliyorduk ve kitap okuyarak bilgileniyorduk. Hayır, kitaplarda haber olur, enformatif datalar vardır. Siz, eğer o dataları bilgiye dönüştürmek istiyorsanız, onun yöntemini ve eğitimini almanız gerekir. Eğer öyle olmasaydı, fizik kitabını alırdık, okurduk, fizik âlimi oluverirdik veya bir hekimin hekimlik üzerine yazdığı kitabı alırdık, hemen hekim oluverirdik.
“Batı dünyasında, bir felsefe geleneğinin içinde, felsefi süreçlerde üretilmiş felsefi bilgi var,” diyoruz. Bu anlamda bilgi datadır, enformatiftir ama epistemolojik değildir. Onun epistemeye taşınabilmesi için bir yöntemli ve çevreli ilişkiler ağının içinde yeniden üretilmesi gerekir. Eğer bu yapılmıyorsa, doktrinel, inanma ya da inanmama düzeyinde benimsediğimiz birtakım laflar –bilgi diyemiyorum– birtakım önermelerle kalırız. Birbirinden kopuk, birbiriyle alakaları kurulamamış, belli bir erek taşımayan bu önermeler, lafazanlıkta, entelektüel görünme çabası içinde epey işe yarar. Muhatap olduğumuz insanlar da onu aynı biçimde kullandıkları için, kendi kendimize bu oyunu oynayabiliriz. Nitekim, çevreler felsefe ile genellikle bu tarzda ilgilenirler ve bundan sağın bir sonuç çıkmaz, çünkü içinde yaratıcı kurgu yoktur. O halde, çeviri ile elde edilebilecek, dogmatik – dogma anlamında değil, dogma benzeri anlamda– birtakım öğrenmelerle felsefe yapıyor olunamaz. Bunu, bilinçlerin önüne koyup eleştirel bir ortamda üretmeliyiz, ama yöntemli olarak. Bunun üzerinde ısrarla duruyorum, çünkü toplum olarak daha çok bilim ve bilimsel yöntemler üzerinde konuşuyoruz; belki de gereksinimimiz henüz o düzeyde. Felsefeyse hiç konu edilmiyor, demode bir şey olarak görülüyor. Daha önce söylediğim, pozitivizmin Auguste Comteçu yorumu: “Tarihsel gelişim içinde hepsi birbirini ortadan kaldırdı; mitolojiyi din, dini felsefe, felsefeyi de bilim ortadan kaldırdı. Artık bilimden başka konuşacak bir şeyimiz yoktur,” belki de bir propagandadır. Eğer felsefesiz kılınıyorsanız, o zaman dilinizin bilincinde olmayacaksınız demektir; size paket programlar verilecek ve eğitimde bunu kullanacaksınız; bunu yargılayamayacak, niyetlere ulaşamayacaksınız. Bu bağlamda, politik anlamda irademizi, yaşam irademizi, geleceğe ait tasarlarımızı ayakta tutabilmek için, dili politik anlamda değerlendirebilmek için, felsefenin ön koşul olduğunu unutmamalıyız. Felsefeye başvurmadan buna ulaşamayız. Bu, benim bir tespitim.
“İslâm Felsefesi”, “Türk Felsefesi” Gibi Ayrımlar Geçerli Ayrımlar mıdır?
Felsefe ise, illa benim felsefem, senin felsefen, olmak zorunda değil. Türk felsefesi var mı yok mu? Ya da İslâm felsefesi? Bu tarzda değerlendirmeler kanaatimce felsefeden uzak olduğumuzdan, felsefeyi tanımadığımızdan dolayıdır. İngiliz felsefesi, Amerikan felsefesi, şu felsefesi, bu felsefesi, bunlar ideolojik propagandalardır. Felsefe, evrensellere dair bir disiplindir. Eğer dilimizi evrensele kavuşturursak, felsefeyi düşünebiliriz. Felsefenin daha önceden Mısır ve Babil geçmişi olmasına rağmen, Grek ortamında, Antik Yunan’da üretilmiş olduğunu yani yetkinliğine kavuştuğunu görüyoruz. Fakat bir Yunan dili ile Yunan kültürü içinden üretildi diye bu yerel değildir, çünkü akıl yerel değil evrenseldir. Felsefe, evrensel bir dildir ve aklın dilidir. Onu kullanıyor olduğunuz zaman o türden bir aklınız var, onu kullanmıyorsanız o türden bir aklınız yok. Demek ki burada, uğraşla ilgili çok ciddi bir şeyle karşı karşıya kalıyoruz. Öğrenme bir uğraş değildir; doğrudan doğruya etkileşen bilinç-bilinç etkileşiminde felsefe söz konusudur. Bilinç-nesne etkileşiminde bilim, bilinç-bilinç etkileşiminde felsefe söz konusudur.
Bu bakımdan, madem bir tarihten söz ettik, o zaman bir gelenekten de söz etmeliyiz. Kültürler gelenek içinde yaşarlar. Gelenek, kültürün arkasında, kültürü taşıyan bir araçtır. Geleneği olmayan toplumlar veya geleneklerini giderek yitiren toplumlar, kültürlerini aktaramazlar; kültürlerinin içine yabancı etkenler girer, onu işgal eder, bilinçsiz kılar. O kadar ki bizim yerel olarak sıkça tanık olduğumuz bir şeydir. Örneğin, Doğu Karadeniz köylerine gidip gezerseniz göreceksiniz, bütün eşyaların, yerlerin, yapıların isimlerinin bazıları Ermenice, bazıları Rumcadır. Peki, o bölgede ne kadar zamandır Türkçe konuşan, düşünen insanlar yaşıyor? Beş yüz küsur senedir. İsim vermemiş, verememiş. “Efendim, bu çok kültürlülük, bak ne kadar güzel!” denilerek alkışlanacak bir şey değil. Hayır. İsim vermemiş, anlam yüklememiş, kabullenmiş, üretmemiş. Bu, bilimsel bir tutum değil, felsefi anlayış tutumu değil. Bu, toplayıcı dönem aklının davranışıdır. Ağaçta meyve var, gidip topluyorsunuz. Bittiği zaman, “Nerede var?” diye, artık gezine gezine yeni bir meyve ağacı arıyorsunuz. O ağacın meyveyi nasıl verdiğini düşünmeden, ona isim bile takmıyorsunuz, ayırt edemiyorsunuz. Goethe’nin, benim dikkatimi çeken, son derece önemli bulduğum bir değerlendirmesine göre, uygarlıkların düzeyi, olguları ayırt eden kavramsallığın düzeyi ile ilgilidir. Bir toplum, ne denli ayrıntılı kavramsallık üretmişse, kültürünü o kadar rafine etmiştir. Yani kültürü inceltmek, onu uygarlık düzeyine taşımak, ayrıntılara varıncaya kadar onu kavramlaştırmakla olanaklıdır. O zaman dil, kültürü taşıyor demektir. Yoksa genellemelerle, isim vermediğimiz, ayırt edemediğimiz için genellemelerle konuşuruz. Bizim toplumumuzda bu genellikle böyledir.
Böyle söyleyerek, ben de şimdi bir genelleme yaptım. Buna “intiba” diyoruz, common sense. Bu intibayı nereden alıyoruz? Günlük yaşam ilişkilerimizden alıyoruz. Bu intibamızda tek tek bireyler bizi yanıltıcı olabilir. Bir birey hatta bazı bireyler felsefeyi son derece iyi kullanabilir, bilimsel yöntemlere de vakıftır; tutumu, her yönden beklenen bu üç ilkeyi taşıyıcı nitelikte olabilir, ama kastettiğimiz şey, bunlarla ölçülmüyor. Kastettiğimiz şey, bu yetkinlikteki bireylerin, birbirleriyle bir polidiyalektik ortamda bulunmalarıdır. “Diyalog” demiyorum, diyalektikten söz ediyorum. Birbirleriyle bir iş, bir üretim bağlamında öznel düzeyde çekişmeleri, polemikleri değil. Polemik, gazete köşelerinde her zaman yapılır. Öyle bir diyalektik ki o nesneyi, o hakikati kendi ereğine ulaştırana kadar, onu didiklemek, onunla uğraşabilmek ortamı. Böyle bir ortam yoksa, bu bireyler tek tek istedikleri kadar yetkin olsunlar, bir geleneği doğuramazlar. Gelenek olmazsa da o kültür o düzeyde taşınamaz, gelecek nesillere aktarılamaz. Bu bağlamıyla, eğitim politikaları başat politikalardır; diğer her şeyin önüne alınması gereken politikalardır, çünkü dil egemenlik aracıdır. Dilin kendi, onu kullanan bilinçler üzerine de egemenlik kurar. “O” dediğim, dilin materyası, maddesi; öylesine güçlü bir yapısı vardır ki onunla düşünüyor olduğunuz için, onunla başa çıkmak için, diğer bilinçlerle etkileşme anlamında enerjetik ve aktif olmak zorundasınızdır. Yoksa dili yenemezsiniz. Dil, sanki vahşi bir at gibidir, elinizden hep kaçıp gider. Bir kitabı baştan sona aynı dikkatle, aynı derinlikte okuyamazsınız, ikinci sayfada bilinç uykuya girer.
Bir Toplumun Akıl Seviyesinin Göstergesi Olarak Dil
Dilin bilinç etkinliğindeki kavramsal düzeyi, dilin bilinçler üzerindeki egemenliğinin mi yoksa bilinçlerin onu kullanmaktaki yetkinliğinin mi etkili olduğunun göstergesini taşır. Üretilen, bozulan, yeniden kurulan bir dil –yapboz gibi o kadar alt düzey bir şey değil demek istediğim– ya da uğraş ile yeniden üretilmiş bir akıl olarak dil, bir toplumun kendi aklına ne denli sahip olduğunun delilidir. Bu bağlamda, bizim nerede olduğumuzu sorgulamamız gerekir. Genel olarak Türkçeyi kullandığımız için söylüyorum, yoksa her dil için söylenebilecek sözler bunlar. “Etnik anlamda şu dil yeteneklidir ya da değildir” gibi tartışmalar olsa da veya tarihsel olarak yeteri kadar gelenek yoksa; kültürü, uygarlığı taşıma düzeyine gelmemişse, ilkel kalmışsa bir dil, onu kullananlara “Artık tren kaçtı, gel daha yetkin bir dili kullan,” gibi savlar varsa da ben bunlara katılmıyorum. Bunlar ideolojik propagandadır. Niye? Felsefe dehası olan saygıdeğer yüzlerce filozofun, bugün akademik kariyer yapanlarımızın dahi anlamaya uğraştığı o yüksek düzeyde literatürü aralarında etkileşerek üreten filozofların yaşadığı büyük Grek döneminde, Grek toplumundan başka bir toplumun felsefe yapmasının veya başka bir dilde felsefe yapılmasının olanaksız olduğu düşünülüyordu. Fakat sonradan çok şaşkına döndüler; Araplar yaptı. “Araplar” diyorum, bu etnik anlamda değil, çünkü etnisitesi Türk olan öyle güçlü filozoflar çıkmış ki o dönemde, sadece etnik olarak Türk, dil olarak Arapçayı kullanmış. O zaman burada, “Ona sahip çıkıyorum, o Türk’tü!” demenin hiçbir anlamı yok. Şiir dili veya sanatsal anlamda, Farsça söyleyen Mevlânâ gibi bir örnek var karşımızda. O halde Mevlânâ dil anlamında, Türk büyüğü, Türk düşünürü müdür, Fars düşünürü mü? Bu da bir tartışma konusu. “Farsça konuşursa, başka bir kültürün adamı mı oldu ya da Arapça, Fransızca, İngilizce düşünür ve yazarsa oraya mı, o dünyaya mı ait oldu?” diye ciddi bir tartışma var.
Bu konu üzerinde, bir yetkin dil kullanma bir de kullanılan dilin ana dil dışında bir dil olması halinde, bu türden bir “yabancılaşma” olgusuyla ilgili tartışma var. Bütün bunlar günlük dilde konuşulurken, hakiki, ciddi sorunlardır ama bunların çözümlenmesi, dillerin kendilerinin kimlere ait olduklarından çok, onları kullanan aklın hangi kültürü işlediğine bağlıdır. Burada, benim yeni olarak ileri sürmek istediğim şey şudur: Hangi dili kullanırsanız kullanın, bu sizi başkalaştırmaz. O dil üzerinden hangi kültürü işlediğiniz ciddiyet taşır. Kültür yereldir, doğrudan doğruya içinde bulunduğunuz uğraşlar alanıdır; uygarlıksa evrensele doğru gider, ideali evrenseldir. O zaman, kültürü uygarlığa dönüştürürken kültürden kopuyor muyuz ya da kültür bir füzenin yakıtı gibi aşağıda mı kalıyor? Biz daha sonra neyi birbirimize aktarıp paylaşacağız da dünyayı kuracağız? Bu anlamda, benim bir görüşüm var. Sürekli “kültür yereldir” vurgusu yapıla yapıla, kültürün rafinasyonunu, işlenip yükseltilmesini bir anlamda reddetmiş oluruz. Kanaatim odur ki hangi toplum kendi kültürünü işlemede ustalıklı bir düzeye, eş deyişle etik, estetik ve bilimsel düzeye işlemede ne kadar yükselirse, o kadar insanlık kültürüne dönüşür.
Evrensellik ve Uluslararasılık Aynı Şey midir?
Bir Japon, Çinli, Fransız, İngiliz, Grek, Türk, Arap, Afrikalı vb. kendi kültürünü belli evrensel ilkelere dönüştürecek düzeye yükselttiğinde, uygarlığa içerik olarak kültürü aktarabilirsiniz. Yoksa burada kastettiğim, çok hassas bir şey. Köftenin standardını tutturup dünyanın her yerinde o köfteciyi açarak “Kültürümüz evrenselleşti” demek olmaz; o çok uluslu oldu demektir. Bir de böyle bir sorun yaşıyoruz. Çok ulusluluk ile evrenselliği karıştırıyoruz. Evrensel, uluslararasılıkmış gibi geliyor bize. Hayır. Evrensel, herkesin o şemsiye altına girmesi ve o şemsiye altında varlığını sürdürebilmesinin olanağı olarak dildir ki yansıması hukuktur, evrensel hukuktur. Fakat o dilin kavramsallığı yoksa, o hukuk, içi boş veya birilerinin tarafından “evrenselcilik” adı altında kullanılabilecek bir araç haline gelebilir. Tehlikeler böyle…
Müziğin Dili
Çok güzel bir söz vardır, bilirsiniz: “Kem âlat ile kemâlât olmaz.” “Kem âlat” kötü ya da eksik alet; “kemâlât” da kâmillik. Müzik adına konuşursak, kâmil bir eser yapabilmek için kâmil araçlar, kâmil enstrümanlar kullanmamız lazım. Bu, o eserin niteliğinin belirleyeceği bir şeydir. Eğer buradaki dil, extroversive, introversive gibi; hâle yönelik, akla yönelik, duyulara yönelik, coşkuya yönelik gibi kategorik ayrımlarla belirlenecek olursa, kullanılacak enstrüman da ona uygun olur. Bunu biraz kabaca kendi aramızda konuşurduk eskiden, gençken. Daha iyi anlaşılacak şimdi; kalça müziği kalçaya hitap eder. Ne demek? Örneğin, iyi kalça müziğinin en ileri enstrümanı darbukadır. Darbuka gelişip bir timpani olmayacak, kalça müziği çünkü. Eğer kafa müziği yapacaksa, böyle dinler… Şahane! Bütün konstrüksiyon sapasağlam. İşte, orada fa diyezi iyi bastı; her şey mükemmel ama benim dışımda kalıyor. Görkemli; Süleymaniye Camii’ne bakar gibi… Muhteşem ama onunla bir duygu alışverişine giremiyorum, yapıt önünde eğiliyorum. Eğer bu erekbilimsel bir şeyse, bunu amaç edinmişseniz, o zaman ona hizmet eden enstrümanlar kullanırsınız. İçe dönük, mistik bir derinlik arıyorsanız, flüt sizi asla oraya götüremez. Flüt çok zengin, notaları daha çok, daha güçlü kullanabilir, yani kapasitesi daha yüksek olabilir. Yönü bakımından kendi alanında yetkin, peki ama derinlik?
Şimdi “ney” dinledik, neyin gittiği alanda, neyi geçen bir şey var mı? Var. Duduk. Niye? Çünkü o bir mistik derinlik. Mistik derinlik, biraz karanlık anlamını taşır; karanlıklar var, bir de aydınlıklar var. Şimdi, biz genellikle tabii “aydın” lafını da çok seviyoruz, bize başka türlü şeyler söylüyor, entelektüel işler söylüyor. Burada aydınlık bilince doğrudur, rasyoya doğrudur, düzene doğrudur, kozmosa doğrudur. O zaman bir senfoni orkestrası en aydınlık orkestradır, salt bir bilinçtir, apaçıktır, bütün sesler açıklık içerir ve kozmostur. Muhteşem bir bilinç olgusudur o. Fakat mistiklik –tabii tam olarak mistikliğe ihale edemeyiz belki ama bir alegori olarak en azından düşünelim– mysterion’lar, sırlar karanlıktır, dişildir, eril değildir. Senfoni erildir; güçlü bir eril bilinç var orada. Bangır bangır oradadır. Ama bir duduk dinle, içine yutar. Erkan Oğur ile Gasparyan’ın beraber yaptıkları plakta, Gasparyan öyle bir derinlik bulmuş ki; Anadolu’nun, bütün o Kafkasya’nın, bölgenin en antik sesleri, öyle karanlık bir dünyaya götürüyor ki… Burada yeraltı, burada Hades var, menfezler var, Memphis Tapınakları’nın alt koridorları var. Oraya herkes cesaret edip giremez; orası iç dünya. Meditasyon dilleridir bunlar, meditatif dillerdir. Çalışmalarımızda o dillere de gireceğiz umarım. Meditatif diller insanı korkutur. “Meditasyon” dedikleri şey, hayal kurma değildir; soyutlanmadır. Öyle bir derinliğe girersiniz ki sessizliğin dili başlar, yani orada da bir dil vardır. Batılılar buna çok şaşkınlık içinde bir isim vermişler: unsaid knowledge. Söylenemeyen bilgi, bilgi ama dile gelmiyor. Peki, bir bilgi ise, o zaman onun bir dili var. Ama bizim dil diye, language, lisan diye kullandığımız dil ile benzeşmiyor. Tam onun zıttı; karanlık. O zaman enstrümanlar da, kullandığımız dil de, jest ve mimiklerimiz de, duruşumuz, ciddiyetimiz veya hafifliğimiz de bir kültüre yöneliktir; o uğraşın enstrümanları, dili, onu belirler.
Şimdi, yine anımsadım, bir İngiliz müzisyen Blues yapıyor biliyorsunuz. Ben de çok seviyorum; Eric Clapton. Hayranlarındanım ama bu adamın ne alâkası var ki Blues ile? Blues bir kültür. Nasıl bir kültür? Afrika’da gemilere doldurulup Amerika’da köle diye satılan zencilerin, pamuk tarlalarında çalışırken hiçbir anlamda özgürlüklerinin olmadığını, parçalanan ailelerine, vatanlarına olan özlemlerini anlatamadıklarını, dillerinin anlaşılmadığını, kırbaçlanarak çalıştırıldıklarını hatırlayalım. Biliyorsunuz macerayı, anlatmama gerek yok. Ritim, insanın en temel duygusu; dayanamıyor, bir yerde patlayacak, fakat kırbaç yiyor. Bir ses, bir müzik, bir melodi söylediği zaman hemen kırbaçlanıyor çünkü işi aksatır, iş önemli. Peki, ne yapmış bunlar? Treni beklemişler. Tren geçerken, ritim hazır, trende ritim var. Ellerinde buldukları ne varsa, kullandıkları araç gereç onlara vurarak, trenin ritmiyle ritim tutarak bu feryatlarını o sırada tren geçene kadar yapmışlar. Beyler, ağalar duymadan, gelip kırbaçlanmadan… Arkasında kırbaçlar, gerçek acılar var ve bu, o dile yansıyor. Blues bir dil işte, büyük bir dil. Ama müzikalite açısından, belki de en primitif, değil mi? Bugün klasik müzik kalitesine göre, nedir ki o? Ama o acıları ondan iyi başkası anlatamaz. Klasik müzik hiç yapamaz, mümkün değil; evrenseli başarır ama o acıyı anlatamaz. Kültür kendi enstrümanını üretiyor demek istiyorum; o bir dil, araçları da bunlar.
Eric Clapton da büyük bir acı yaşadıktan sonra Blues yaptı; o Unplugged onun Blues’udur. O acıyı tadan, o Blues’u yapar. Bu bir dil, acının dili çünkü, değil mi? Sonra bu şahsiyet, Eric Clapton döndü, dedi ki: “Usta B.B. King’dir.” “Allah allah!” dediler, “Sen, bu kadar slow hand, gitarın her tarafını kullanıyor, müthiş şeyler yapıyorsun. B.B. King üç tane nota çalıyor, aynı yerde parmağının birini çarptırıyor, habire trill…” Hâlbuki o Nasreddin Hoca’yı biliyor; herkesin aradığı yeri bulmuş, habire oraya vuruyor… Şimdi, bir dil, bir kültür tartışıyoruz. Gelelim Anadolu’ya, aynı Blues’un hem de koyusu, koyu mavisi var. Nedir o? Semah. Onlardan çok önce semah var Anadolu’da. Dünya daha tanımıyor, duymamış. Umarım bizimkiler biraz fark eder… Dini bir şey, altında bir kültür var, iman var. Bob Marley aldı Reggae’yi, dili bakın evrensel oldu. Yerel bir dil; yerel, kültürel bir derinliği olan ama mistik bir dil; aldı İngilizce söyledi. Ne fark etti? Kendi kültürünü kullandı, onu işledi, o ritim bütün dünyada hepimizi saygıyla önünde eğdirdi. Şimdi, böyle bir yerel-evrensel problematiği içinde dil; dilden kastımız bu.
Evrensele Giderken Soyut, Boş Kalıplara mı Gidilir?
Dilde de aynıdır. Kültürü enstrümanla beraber işlerken, daraldığımız yerde enstrümanı geliştiriyoruz. Evrensele doğru gittikçe, yerel değerleri bırakıp gitmede “boş evrenseller” çıkıyor; “kafa müziği” çıkıyor karşımıza, “kafa edebiyatı”, “kafa felsefesi”, mantık, tutarlı mantık dizgeleri, şahane sistemler vb. Fakat kültürü terk edip giden, içi boşalmış kavramlar, “soyut kavramlar” evrensel diye vurgulanıyor… Bunlar işlendi, literatürde var. Buna benim itirazım şöyle: Hayır, evrensele gitmek, illa salt, soyut, mantıksal, boş kalıplara gitmek demek değildir; kültürü de o evrensel kalıplar içinde işleyerek içerikli olarak bütün insanlığın kültürü haline getirmek gerekir. İnsanlık barışı ve insanların ortak yaşamına ancak bu yolla ulaşabiliriz. Benim kanaatime göre, eğer dil felsefi yolla, arı kavramsallıkla salt mantıksallığa varırsa, o zaman egemenliğin aracı, manipülasyon aracı olarak kandırıcı bir nitelik kazanır. İçinde kültür kokusu olmayan, salt enstrümana dönüşür. Salt enstrümanla yapılan, kültürlerle alakası kalmamış müzikler, insanların sadece beyinlerine hitap eden müzikler, “kafa müzikleri”dir. Müziği burada alegorik olarak da kullanabiliriz; tüm kültür yapılarını temsil eden diller, egemenlik aracı olurlar, onları kullananlar kullanılmış olurlar.
Siz bir Batı orkestrasını –istediği kadar mükemmel olsun– “Ben bu toplumu geliştireceğim bu müzikle, nihayet kaliteli müzik dinleyerek bu toplum yükselecek,” düşüncesiyle bando koyarsınız meydana, bandoyla çalarsınız bu müzikleri, insanlar bakakalırlar; çünkü kültürünü rafine etmiyor, kültürünü dönüştürmüyor, kendine dışsal kalıyor. İşte, “tin” –ten’e karşı tin– kendi dışından kaynak almayan, destek almayan, kendi kaynağından kendini üretendir. Sembolik olarak bilirsiniz, Phoenix kullanılmıştır; küllerinden dirilen kuş. “Bu kuş yandı, küle dönüştü, başka bir kuş bulalım,” değil. İşte, bu küllerinden dirilme meselesi, kültürü işleyerek oradan kültür ile bağı kopmamış dilin gelenek içinde korunabilmesi, kültür-dil-gelenek; böyle bir üçgen. Samet bu işte, samet bu. Bundan koptuğu anda, samet olmaktan çıkıyor. Bu sefer, eklektik hale dahi getiremiyorsun; yamalı bohçaya dönüyor. Hani, sanatta da yaptılar, kolaj; kolajın güzeli var. Rüyalar kolajdır esasında, muhteşem bir şeydir ama biz rüyanın kendi iç bütünlüğünün dışına çıkıp yamaları dışında bıraktığımız anda, kolaj kakafonidir; renk kakafonisi ya da ses kakafonisidir. Onun için kolaj yapma sanatı, gerçekten en zorudur. Hiçbir türlü beğenemiyoruz kolajı. Halbuki kolaj rüyadır, geçişliliği vardır, aynı sudan yapılmış şeylerdir.
Aklın Yüz Bulamadığı Meclis
“Gönül âlemi” diye bir âlem var. Oraya hukuk girmez; akıl kapıya kadar. Bu da bir dil. Bakın, “gönül dili” diye bir şey çıktı şimdi. Gönül adamı Hazreti Mevlânâ diyor ki: “Akıl geldi de dost meclisine kuruldu, yol kesmeye başladı.” Akıl nasıl yol keser? Akıl bu ya! Akıl, şüphe, merak, araştırma; hakikat aramanın enstrümanı. Ne yapar? Soru sorar. Akıl, örneğin “ney” sesiyle kendinden geçmiş dost meclisine geldi mi sorar: “Bunun kapasitesi ne? Ne yapabilir? Kaç ses var? Ara sesler var mı? Yok. Tamam, bırak.” Böyle bir durumdur aşağı yukarı. “Akıl geldi,” diyor, “dost meclisine kuruldu da yol kesmeye başladı.” Oradakiler herhalde onu tekme tokat dışarı atmışlardır. Ben hemen öyle algılamıştım ilk okuduğumda, gencim de… “Geldi de kim yol kesiyor? Hem de Mevlânâ hazretlerinin orada!” Veya İsa’ya yaptıkları gibi; geldi akıl, onu çivi ile çaktı. Fakat cevap çok ilginç: “Yüz bulamayınca kalktı gitti,” diyor. Yüz bulamamak…
Şimdi, bu da gönül diliyle akıl dilinin sınırları. Immanuel Kant, bizim geleneğimizde çok net ayrılmış olan bu sınırları philosophia’da, felsefede kavramsallaştırdı; fenomen ve numen. Şimdi, Kant’ın “numen” dediği şey; nam, nom, namus, kanun. Zaten aklı da belirleyen kanun; onun sınırlarını, fenomenlerini belirleyen onun sınırları. Ama “Numenin; fenomenin arkasındaki kapsayıcı, sınırlayıcı aklının arkasında, aklın gösteremediği alanda, iman vardır,” diyor Kant. “İman,” diyor, “aklın konusu değildir. O halde, fenomenlerin arasına bunu sokamayız.” Aklın işleri var; fenomenlerdir ve bununla bilim ve felsefe yapılır. Bu iman meselesini, biz bilgi olarak, birbirimize karşı kullanacağımız bir bilgi olarak kullanamayız. Bu, son derece güzel, net, aklın sınırlarına ait bir şey. Ama “Agnostik oldu,” derler. Neden? İlla, aynı tip aklı, aynı tip enstrümanı o alanda da kullanması lazımmış gibi. Orasının belki başka aklı var! Ona bakılmamış. Bu nedenle, numen için agnostik olunmuş ama fenomen için son derece gelişmiş bir teknoloji, sanayi, bilim patlaması yaşandı. Yani o dönemde formüle edilmiş olan bu metafizik arındırma içinde, Avrupalı toplum olaylara, olgulara bütün gücünü yöneltince, ortaya büyük bir bilimsel patlama çıkmış. Fakat yasak bölge, hep yasak bölge olarak kalmış. Şimdi, o yasak bölgenin içinde ne vardı acaba? Bir “iman” deyiverdi sadece Kant, “İman aklın konusu değildir,” dedi. Onu biz ölçüp biçemeyiz, tartamayız, orkestra haline getiremeyiz. Peki, nedir o? “Ona dair hiçbir şey söyleyemem.” Bu âleme “gönül âlemi” diyoruz biz; onun “numen” dediğine, biz “gönül” diyoruz. Onun “numen” dediğindeki faith…
Daha önce de söyledim, Antik Yunan’da iman kavramı olmadığı için, Grekçeye İsa’nın İncil’ini çevirdiklerinde, imansız bir İncil ortaya çıktı. Sonradan ona İngilizceden, Fransızcadan, Almancadan gemüt veya faith gibi birtakım kavramlar bulunup konulsa da eklektik veya dışsal oldu. Aynı kökten türetilmemiş bir ağaç, dıştan birbirine çakılmış ağaç, hayatiyetini yitirir. Dolayısıyla içinde hayati anlam bağları olmayan, birbirinin dışındaki sözcükler, correct sözcüklerin bir anlatımı ortaya çıkmış; bunların özsel bağları yok. Bunu, Goethe şöyle ifade ediyor, onun örneğini anlatayım: Bir çiçek var elimizde, papatya. Papatyanın kendi estetiği var; bir kokusu anlamında demiyorum, sadece algısı da değil. Diğer bütün çiçeklerden farklı olarak kendi karakterini ortaya koyduğu, kendi ideasını duyular önüne çıkarttığı muhteşem bir yapısı var. Nesi var? Taç yapraklar, çanak yapraklar, içindeki polen, sapı, hepsini birbirinden ayırıyorsunuz. Hatta çizdiriyordu bize hocamız, bakıyorduk, çiziyorduk; işte paramparça ettik. Güzel… Analitik düşünme, onu bilimsel kılma. Tamam. Fakat analitikte, her parça bir kavramdır ama birbirinin dışına konmuş kavramlardır. Analitik bu demek; birbirinin dışına konulmuş, özsel bağları çözülmüş demek. Özsel bağları çözülünce, tek tek parçalar var… Şimdi, özsel bağlarını bir araya getirelim, bizim papatya tekrar papatya olsun. İşte bu mümkün değil. Özsuyu nerede? Onun hayatiyeti yani, değil mi? Nerede onu birbirine bağlayacak olan şey? Nasıl bir araya getireceğiz? Gelmiyor bir araya. Gülü parçalıyoruz, sonra bir araya getiriyoruz. O artık gül değil. Dolayısıyla, tin ile ten arasındaki anlatım bu örnek. “Yapılabilirdi de onlar yapamıyor,” denilemez, öyle bir şey yok, yapılamaz. Tinsel bağ, sonradan birbirine monte edilen, bir şeylere sonradan içinden bir cereyan geçirir gibi, mekanik bir şeye hayatiyet vermek gibi bir şey değil. Tinsel bağ, çözülemez olan bir bağdır. Bizim çözdüğümüz tinsel bağ değil, onun tensel görünüşleridir. Ne yaparsak yapalım, hayatiyeti, yani tinselliği dışarıdan veremeyiz. Burada ruh anlamında kullanmıyorum “tin”i; tin doğrudan doğruya düşüncenin dildeki görünüşleridir. Yani “tin” sözü, düşüncedir, ama dil üzerindeki görünüşleri ve kültüre olan dönüştürücü etkileridir. Yani belki de “tin” yerine “kültür” desek, daha tanıdık olabilir ama “uygarlık” değil, uygarlık başka bir boyut.
Kültürü Kaybolan Topluma Ne Olur?
Eğer insan toprağa aitse –ki toprağı işleyerek toprağa ait olunabilir– insan, kendi emeğinin ürününü ilk kez tarımla yedi. Emek değil mi? Gitti, ağaçtan toplayıcılık yaptı, avcılık yaptı; bu da emek. Evet de üretici emek değil. Üretici emek tarımla girdi, ziraatle girdi hayata ve insan o nedenle insan olmaya başladı. İnsan, ziraatle insan olmaya başladı, kendi üretken emeğinin ürünlerini yeme onuruna kavuştu. Ondan önce, onu doğa besliyordu. Onun için doğaya “ana” diyordu. Doğa onu besliyordu, emziriyordu. Bu kez, kendi emeğinin sonucunu yiyerek diyalektiğe girdi ve kendini dönüştürdü. Toplayıcılıkta, avcılıkta beceri biraz gelişse bile, kendini üretme yoktur. Bu bakımdan ziraati alegorik olarak, insanı üreten, insanın içinde üretildiği kültür için olmazsa olmaz bir ortam olarak düşünebiliriz. “İnsan toprağa aittir” gibi bir önerme söylersek, ben buna “kültür” diyorum. Böyle bir motto: “İnsan toprağa aittir”; yani kültür. “Toprak insana aittir.” O zaman iş değişti. Mülkiyet ve mülkiyet ilişkileri, yani uygarlık. Böyle, net ayırabiliriz.
Kültürlerini kaybeden toplumlar –ki bu da önceden söylediğim gibi, geleneklerini kaybeden toplumlar demektir– geleneğini kaybettiği zaman kültürünü kaybeder toplum. Geleneklerini kaybeden, o işbirliğinin uğraşını –iş bölümü olmasa işbirliği olmaz– geleneğini yitiren toplumların kültürleri kaybolmaya başlar ve giderek kaybolur. Kaybolduklarında, o toplum –toplum burada çok özellikli bir şey, yani bedenlerin hepsi gibi bir şey kastetmiyorum– tinsel anlamda ortadan kalkar. Gelenek kaybolursa kültür kaybolur, kültür kaybolursa toplum tarihe gömülür. Ne fark eder? Ondan sonra, onların çocukları –bedenler yani, beşer– başka bir kültürle, başka bir uygarlıkla yine varlıklarını sürdürürler. Ne olmuş? Evet, olur, ama büyük bir tecrübe, tarihi büyük bir tecrübe, artık dil, uygarlık içinden çekilmiş olur. “Başka kültürler tarafından” dediğimizde “uygarlıklar” da diyebiliriz, her bir kültürün bir uygarlığı vardır. Bir de evrensel uygarlık diye ayırabiliriz. “Anadolu Uygarlıkları” da diyoruz çünkü, değil mi? Anadolu kültürleri de var, Anadolu Uygarlıkları da var, ama bir de evrensel uygarlık var. O, Anadolu’ya sınırlanamaz ya da başka bir şeye sınırlanamaz. Bu, evrensel olanlar değil, ama kültürleri temsil eden uygarlıklar, eğer kendi yapıcıları tarafından ortadan kaldırılırlarsa evrilirler, o kültür evrilir; başka kültürler veya başka uygarlıklar tarafından ortadan kaldırılırlarsa yok olur. Bu bir diyalektik yasadır. Bu bağlamda, soyut evrenseller açısından hakikatlerin hakikati tek olsa da –bu da tartışmalı ama– soyut evrenseller açısından, bu bir mantıktan başka bir şey değildir, içeriği yoktur.
Hakikat Tek midir?
O halde, “Hepimiz bu hakikate uyacağız” dediğimizde, ortada bir somut bir gerçeklik olmadığından, o bir hukuk düzeni olmaktan öteye bir şey değildir ve bu da gereklidir; biz bunu sürekli yeniden üretmeliyiz kuşkusuz. Fakat “Onun mutlağına ulaştım. Bu, mutlak kavramsal sistemdir, bunun ötesi yoktur,” diyebilmemiz mümkün değil. Bu bakımdan, hakikatin mutlaklığı ancak çoklu hakikatlere referans teşkil edecek bir referans noktası olabilir; yani bir sistem, bir düzen, bir kavramsal yapı olamaz. Hukuk, hakların düzenlenmesi açısından bütün toplum ve tarihi belirleyecek olan bir üst yapıdır, ama hiçbir zaman saltık hukuk sistemi kurulmamıştır. Kurulması istenmiştir ama kurulmamıştır ve kurulacağı da mümkün görülmemektedir. Niye? Çünkü kültür ile bağı koptuğu zaman kültürü düzenlemez; kültür ile bağı olduğu sürece kültür dinamiktir, sürekli etkileştiği için de habire yeniden üretilip yeniden düzenlenmek zorundadır. O zaman, standardize edilmiş bir evrensel hukuk tasarımı, arkasında emperyalizmi taşır. Bu bakımdan, hakikat tek değildir, gerçek de nasıl tek değilse. Hâlbuki bilimsel yöntemler bize, gerçeğin tek, hakikatin çok olduğunu söyledi. Türkçede kullandığımızda pek bir şey söylemiyor ama bilimsel literatüre dönüp bakacak olursak; reality tek, single ama verity çok, multiple. Bu, literatürün şu andaki kabulü. Literatüre baktığınızda bunu göreceksiniz; gerçek tektir ama hakikat çoktur. Şimdi, biz buna itiraz ediyoruz felsefe yolundan bakarak.
Kültür, bilinçle doğanın ilişkisinden üretiliyor. Bilinçdışı gerçeklikle bilincin arasındaki uzlaşmaların ortamı, tarih ve kültür. Bu kültür noktasından bakıldığında, kültürü esas almak zorunda olduğumuz için –yaşam biçimimiz çünkü– burada bizim tahsil edebildiğimiz bir gerçekten söz edebiliriz. Tarımsal bir terim kullandım; tahsil, mahsul, toplamak anlamında. Çünkü bilimsel yöntemlerimiz gelişmektedir ve geliştiği ölçüde bizim tahsilimiz, mahsulü toplamamız, ona göre olacaktır. Newtoncu fizik bakış açısından, bizim tanımladığımız, betimlediğimiz gerçeklik ile Einsteincı bir tavırla tanımladığımız gerçeklik birebir örtüşmez. Birbirini kapsayabilir, birbirini geliştirebilir, ama burada “Bu mutlaktır, artık ötekine ihtiyacımız yok,” diyemeyiz. Bu bakımdan, gerçeklik kültürün arkasında değildir demeye getiriyorum. Gerçeklik, kültürden ele geçirdiğimiz ve teorik bir sisteme kavuşturduğumuz bir şeydir. Gerçek, toplumsal bilinçle kültür arasındaki betimlemelerden başka bir şey değildir. O zaman, gerçekler vardır, gerçeklik düzlemleri vardır, hakikatler vardır. Bunlar çoğuldur. Bu bakımdan, “Hakikat tek değil, o tarihseldir” diye bir önerme yapabiliyoruz. Bunun anlamı nedir? Böyle olunca ne olur? Böyle olunca, hukuk dogmatik olmaz, hukuk didaktik olmaz, hukuk dayatmacı olmaz ve yaşamın kendi dinamikleri içinde gelişmesi ve kültürlerin, farklı kültürlerin kendilerini kendi yollarında ifade etme olanaklılıkları ortadan kaldırılmaz. Öbür türlü, ilerlemeci kültür anlayışı, ilerlemeci uygarlık anlayışı, diğerlerini ortadan kaldırıp dönüştürme hakkını kendinde gören bir tavırdır. “Güçlü olan haklıdır”a gelen bir şey bu, bu kadar tehlikeli. Eğer hakikatler varsa, böyle düşünürsek, o zaman bunun anlamı şudur: Bu hakikatler çoğulsa fânidirler bizim deyimimizle –fâni, yok demek değil; ifna etmek, yok etmek demek ama fâni, yok demek değil, geçici demektir– geçicidirler; gerçekler de geçicidir hakikatler de geçicidir.
Truth anlamında kullanırsak hukuka gider yine, çünkü truth hakları getirir. Fakat hukukta da ilkesellik bir olduğu için, o bire yaslanmak zorunda. Demek istediğimiz ayân-ı sabiteler ya da idealardır. Adalet idesi yoksa hukuktan söz edemeyiz. Adalet idesi bir noktadır, hukuk onun açılmış, saçılmış biçimidir ve bu nokta, nokta olduğu için böyle bir simgesel anlatım hiçbir kültüre ait değildir, hiçbir devre ait değildir, ama her devirde ve her kültürde bir açılımı vardır. Bu da çok güzel bir şey. Peki, burada hakikat olarak “Nokta hakikat ise, o da geçer,” demiş olmuyor muyuz? Hayır. Hakikat, nokta ile ilgili olan değildir. Onun için bizde gelenek olarak “noktanın sonsuzluğu”ndan söz edilir.
Sonlu ve Sonsuz Hakikat Var mıdır?
Sonlu olan hakikat sonsuza ait değildir, hakikat daima sonluya aittir, o yüzden geçicidir ama sonsuz olan Hakk’tır; hakikat onun tahakkuk etmiş, gerçeklenmiş biçimidir. Bu terimleri tabii kendi geleneğimizdeki yapısıyla ele alırsak, bunlar açıktır. Her kültürün kendine özgü bir hakikat anlayışı vardır ve bunu kendi gerçekleştirir, başkasından öğrenemez. Asıl mesele, asıl üzerinde durmak istediğim konu bu. Her kültür kendi gerçekleştirecek, çünkü kültür tinseldir. İthal edilemez mi? Yeniden üretilerek evet. Haberini alırsın, yeniden üretirsin, olur. Nitekim Grekler şaşırdılar. Süryaniler de Araplar da okullar açtılar. İlk olarak Süryaniler Urfa’da büyük felsefe okulları açtılar. Bakın, bunlar bizde konu edilmiyor. Urfa’da Süryaniler aynı Platon’un Akademisi gibi okullar açtılar… Hatta Pythagoras’a daha çok benzerler, çünkü geometri ve müzik çok öndeydi. Akademik çalışmalar yaptılar. Yunan dilinde üretilmiş olan felsefeyi Arapçaya Süryaniler çevirdi. Bakın, çok ilginç. Başka bir dilde de yapılıyormuş. O zamana kadar, Aristo’nun ileri sürdüğü gibi –Aristo büyük deha– ancak Yunan dil ve grameriyle felsefe yapılabileceği, diğer dillerin bunu yapmaya olanaklı olmadığı düşünülüyordu. O zaman diğer toplumlar zorunlu olarak barbar. Ne yapalım ki böyle, Avrupa hâlâ buna inanıyor. Süryaniler bunu Arap dilinde yeniden üretmiş hatta geliştirmiştir. Aristo’nun felsefesini Farabi geliştirmiştir, İbn-i Sina geliştirmiştir; olduğu gibi kopya değildir.
Bugün literatürde, “İslâm felsefesi yoktur, İslâm’da felsefe yoktur, kötü kopyalardır,” diye söyleniliyor, iddia ediliyor. Hiç öyle değil. Bu, tamamen ideolojik bir yaklaşım. Yeniden üretilmiş, o dil felsefe düzeyine taşınmıştır. Fakat “İslâm felsefesi” diye bir felsefenin, felsefeden ayrı olarak aranmasının söz konusu olamayacağı ayrı bir konudur. Buna, konuşmamızın başında değindik. “Tasavvuf dili” diye bir dilimiz var. Bu dille, Arapça, Farsça, Türkçe birlikte Esperanto dili gibi, sinkretik, yeni, meta bir dil yapılacaktı. Evet, metadil var ama bir dilin kendi soyutlamalarından oraya varılır. Osmanlıca böyle toplayıp olmadı, işleyerek oldu. Fars kültürü, sanatı kültürel olarak yüceltirken, yükseltirken, dilinde aynı şekilde temsili olarak üretmişti. İlim ve felsefe dili Arapça, yönetim ve alışveriş dili de Türkçeydi. Sonradan Arapçayı getirince her şey koptu ve daha sonra çok ilginçtir, hep üniversitelerde, medreselerde oldu bu. Cumhuriyet’te de aynısını yaptık, Almanları getirdik. İlk getirdiğimiz, üniversiteyi kuran Alman hocalar, hepsi o dönemin en iyi hocaları, ama hep bir tercüman müessesesi var bizde. Bektaşilere gidin, tercüman postu var, yani makamlar, tercüman postu var; çünkü mürşid halkın dilini bilmiyor, halk mürşidin dilini bilmiyor. Bu sorunu hep yaşadık. İşte, zaten bunların üzerinde biraz durursak; bu medrese problemi, üniversitenin Cumhuriyet’teki problemi, günümüzde halen birbirimizi anlayamama problemi, kültürü bir gelenek altında işleyerek literatüre ve eğitime kazandıramayışımızdır diye düşünüyoruz, zaten dillendirmeye çalıştığımız da bu.
Şimdi, burada her kültürün kendine özgü hakikat anlayışını yaşamda dile getiriyor olması, bizim “ayân-ı sabiteler” ya da temel karakterler diye söylediğimiz –tipolojik olarak da düşünebiliriz– eğilimler ve bu eğilimlere adanmış ilişkiler… Mesela Yunan tarihine –Antik dönemi kastediyorum– baktığımız zaman, sadece felsefe başat değildir, mitoloji vardır ve son derece zengindir. Bugünün sinemasını hâlâ besleyecek ve belki de daha çok uzun seneler besleyecek kadar zengindir. Aynı zamanda kahramanlık tarihidir. Akhilleus gibi kahramanlar… İnanılır gibi değil! Birey, kahraman birey. Toplumun içinde yitik, herhangi bir kimse olmaktan belirli bir kimse olmaya; “hu”, “o”, herkes tarafından gösterilen, işte tarih öznesi. Bunu yapan şey, bu kahramanlığı ortaya çıkartan şey, çok iyi kılıç kullanması, ok atması falan değil, onun bir adanmışlığı var. Her kahramanlık, toplumun tinini, toplumun eğilimini temsil eder. Bunu ya bir erdem için yapıyor, toplumun erdemini kendinde temsil ediyordur ya da bir adalet yerine getiriyor, çökmüş olan bir adaleti ortaya getiriyordur. Yani ilkeleri, ideaları, karakterleri demek istiyoruz burada, karakteri kastediyorum idea deyince; böyle uçuk kaçık bir şey değil, karakterler. Bu karakterlere adanmışlıklar geleneği doğurur ve kültürü bu yoğurur.
Kültürlerarası Diyalog Salt Rasyonel Bir Anlayışla Kotarılamaz
Soyut evrensellerin felsefi bilinci, kültürlerarasılığı yapamayacağını ileri sürüyoruz. Bu konuda, farkındalık kesinlikle felsefeyi gerektirdiği için, kültürü, yaşamı ne denli kavramlaştırırsak o denli farkındalıklı oluyoruz. Bilinçli oluyor, bilinçlerarası diyaloğu bunun üzerine kurabiliyoruz, ama kültürlerarası diyaloğu kurmamız için arketiplere ihtiyacımız var. Bunlarsa rasyonel değil, irrasyonel. Dolayısıyla, bir bakıma psikiyatrinin konusu. Psikiyatri, rasyonel ile irrasyonel arasında durur. Bir bilimdir, ama irrasyoneli, yani bilinçdışını bilinçle ilişkilendirmenin yollarıdır. Bilim olduğu kadar bir sanattır aynı zamanda. Rasyonel tarafı lojiktir, logostur, bilimdir, hekimliktir, ama irrasyonel yanı o arketiplere ulaşmak, o arketipleri dile getirip bilinçle ilişkilendirmek işidir. Burası da bilinçdışının bilinçle kurulması gerekli köprüleridir, arayışlarıdır. Bu tek tek bireyler üzerinde de geçerli tabii ki ama toplumlar üzerinde de ele alınması gereken, bilinçdışı ile bilincin pazarlığı meselesidir. Bu bakımdan, bir yandan kavramsallaştırmayla farkındalık ve bilinç geliştirirken, diğer bir yandan kültürün arkelerine, arkaik köklerine, dil üzerine dil konuşuyoruz. Burada mistik bir şey anlatmıyorum. Dil üzerinden, dilin arketip köklerine girip dilin kendinde o köklere bağlı türetmeyi yaparken, bilinç ve bilinçdışında neler cereyan ediyor, kültürde neler cereyan ediyor?
Kültür, kültür olarak bilinçdışıdır. Ne demek? Kültür, alışkanlıklarımızda yaşar ve güvenlidir. Uygarlığın kavramlarından ve dilinden yorulduğumuz zaman, kültürümüzde dinleniriz. Her kültürün insanı, kendi kültüründe dinlenir. Başka kültürlere seyahate çıkmayı çok severiz; onları paylaşmayı, onların yemelerini, içmelerini… Geldiğimizde de bangır bangır anlatırız, ama bu heyecan bittiğinde işler değişir. Demek istediğim; bir yandan farkındalığı geliştirirken, bir yandan bilinçdışı ile asıl köklerle, yaşamın gerçek kökleriyle bağlarımızı tesis edersek, dirimli, yaratıcı bir alana girebiliriz, yoksa öğrenici olarak kalırız. Bilinç, salt bilinç öğrenicidir. Salt bilinç öğrenici olduğu için bilinç alanında sanat olmaz. Sanatı bıraktık, sanatı terk ettik.
Batı dünyası için, bizim için hiç yabancı değil; biz bir Jung okuduğumuz zaman bize hafif de gelebilir! Jung her ne kadar bir metot işliyor, metotla bu işe bakıyorsa da bize hafif gelir. Niye? Bizde, koskoca derya gibi bir tasavvuf var. Jung, onun kenarlarında çakıl taşları toplamıştır benim için. Onu küçümsemek adına söylemiyorum, büyük bir iş yapmıştır, ama Batı için. Batı onu bir edebiyatçı olarak bile kabul etmiyor, bir bilim insanı olarak kabul etmiyor. Psikiyatride yeri yok, psikolojide yeri yok; adı geçiyor, o kadar. Metodolojiye girmiyor. Niye? Ne diyor bu adam? Kolektif bilinçdışı filan… Ama libido var, ego var, süper ego var, arada da zihin bunları barıştırmak için basit bir mekanizma, yani standart aklın sistemi bu. Bununla ancak makine tamir edersiniz. Orada, Jung büyük bir alan açmıştı ama kullanmak cesaret ister, oraya girmek ister.
Buna girebilmek için geçenlerde size örnek verdim. Batı’yı sorgulayan yeni düşünürler çıktı; “yedi bilge” diyorlar şimdi Batı’da. Yedi tane, kadim bilgeliği yeniden diriltme çabasında düşünür var. Şimdi onlara sekizinci de katıldı, Peter Kingsley, Türkçeye de bazı eserleri tercüme ediliyor. Parmenides’e başvurarak, Parmenides’teki bilinç ile bilinçdışı ilişkisinin şiirsel felsefe yoluyla yapıldığını, fakat Aristoteles’in bütün bunları salt mantık dizgeleri üzerinden dışladığını ve Batı’nın lojiğinden çıkarttığını söylüyor ve “Bu yüzden biz makineleştik” diyor. Bunu itiraf ediyor: “Biz, makine bir toplum olduk. Çok düzenliyiz, kuralcıyız, her şey yolunda, rasyonalizm müthiş, teknoloji müthiş ama mânâ yitmiş durumda. İnsanlar birbirlerine anlam üzerinden dokunamıyorlar. Çok düzenli, her şey çok güzel. Dış dünya, rasyonel dünya, mükemmel. Peki iç dünya?” Bunu kendileri söylüyorlar, ben bir yafta yapıştırmıyorum. Diyeceksiniz ki: “Batı diye birilerini söylüyorsun, burası ne?” Burası da Batı, şu anda Japonya da Batı. Niye? Üniversiteler bütün dünyayı Batı yapmıştır. Bu Batı’dan kastımız rasyonalizm, salt rasyonalizm. Peki, ihtiyaç yok muydu? Olmaz mı? Doğu vıcık vıcıktı, düzen yoktu. Şimdi, bir taraftan dünya düzeni, insan düzeni, akıl, bunu terk edemeyiz; ama diğer yandan iç dünyamızın o hukukun karışmadığı gönül dünyasında, yaşamda, o berzahın da bir biçimde ele alınması gerektiğini düşünüyorum.
“Birey” Aidiyetten Doğan Kimlikle Tanımlanamaz
Şimdi, bu bakımdan bir öneri daha. Çeviriden söz etmiştik. Bu, kültürlerarası ilişkinin bir aracıdır ve bu çevirileri, dediğim gibi, bir bilinç yönünden ele alacağız ve felsefe bunun tek aracıdır. Felsefe yoluyla bu çevirileri yapacağız. Fakat kültürü çeviremiyoruz, o zaman, kültürü çeviremediğimiz için –bir de çeviri kültürü diye bir kültürümüz var malum– çeviri kültüründen yaratıcı kültüre geçmemiz gerekiyor. Bu dil açısından –bu kültür sözü hep dile yönelik, sürekli dili kullanıyorum burada– yaratıcı kültürde olay şudur: Çeşitli ilişkiler kurulur, kültürlerarasılık yapılır, ama bunlar özgün bir biçimde, kanaviçe gibi dokunarak yeniden üretilirler. Demek ki çeviri değil, çeviri ortak aklın işidir. Onun için felsefe diyorum. Felsefe, ortak akıldır; bir ortak akıl koyarsınız, bunun üzerinden çevirileri yaparsınız. Ortak bir dildir, üst bir dildir. Felsefe metadildir biliyorsunuz, ama kültürleri ilişkilendirmez bu. Kültürleri ilişkilendirebilmek için bir anlamda, bilimsel konuşacak olursak, fenomenoloji yöntemini kullanmalıyız. Ne demek bu? Hem ortak akılla dıştan bakmalıyız hem de deneyim yoluyla, paylaşım yoluyla içten bakmalıyız. İkisini dengeleyebilmeliyiz.
Bunu Batılı fenomenologlar yapıyor. İşte, Jung da onlardan biridir, bir anlamda o da fenomenologtur. Gitti, Uzak Doğu’da yoga yaptı, meditasyon yaptı, ondan sonra sonuçlarını bilimsel verilerle karşılaştırarak denetledi. Gitti, İslâmi doktrinlerin içindeki tasavvufla ilgili bazı şeyleri deneyledi; kendi anlatımlarında var. Bu, René Guénon’da da var. René Guénon için masonlar diyor ki: “Zaten o koskoca bir mason üstadıydı. Bravo! Bizim adamımız.” Uzak Doğulular diyor ki: “Adam geldi, en nihayet hakikati öğrendi, meditasyon ve yoga yaptı, işte bildi, bitirdi işi.” Batı diyor ki: “Zaten ilahiyatçıydı, bizim burada Hıristiyan ilahiyatçısıydı, hidayete burada erdi.” Müslümanlar diyor ki: “Yok, en sonunda geldi, bu işler baktı ki hikâye, gayet güzel geldi tasavvuf ehli oldu.” Hayır, o birey; o hiç kimsenin malı olmadı, o birey. Farklı kültürlerdeki gnos, hikmet ve onun deneyimle, şuurla bütünleşmesiyle, ancak muvahhit olarak bu yolla gerçekleşir; bir aidiyetle olmaz. Aidiyetlerin doğurduğu kimlik, bireyi yok eder.
Şimdi, böyle bir problematik üzerine, bilinç ve bilinçdışı ilişkilerin aracı –yani yakazası, berzahı, ara durumu– olarak bu sefer felsefe değil artık, sanat, gnos, ikisini birlikte ele almaya çalışıyorum; böyle bir dili konuşacağız birlikte. Bir de daha önce söyledik ama bir kez daha altını çizmek istiyorum; her uğraş kendi dilini yarattığı için, bir felsefi dil yaratabilmemiz için, bir felsefi uğraş, yani çevre, diyaloglar, ilişkiler beslenmelidir. Bunu felsefe fakültelerine terk edemeyiz. Aklımızı ihale edemeyiz. Felsefe fakülteleri felsefe üretsinler, sonra da bize öğretsinler. Öğrenilemeyen bir şeyden söz ediyoruz. Yine, felsefenin büyük sözcülerinden Kant, “Felsefe öğrenilemez, felsefe yapılır,” der. Wittgenstein, “Felsefe bir faaliyettir, bir etkinliktir; toplu katılımlarla olur, Sokratyendir,” Isaiah Berlin ise “Felsefe, filozofla konuşmaktır,” der. İnsan bilinci tarihseldir. Tarihten kopmadan, tarihi reddetmeden, tarihi her defasında yeniden üreterek, ancak hermeneutik yoluyla biz kendimizi anlamlandırırız; bu yolları kaçırmadan, bütün bunların içinde, dediğim gibi, hepsine açılarak ama başkasından kendine dönerek…
* Metin Bobaroğlu’nun 6 Aralık 2011 tarihindeki “Dil ve Dilin Farklı Boyutlarda İncelenmesi” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.