Pitagoras Çağı Bitiyor, Platon Çağına Giriyoruz…

Ayşe Acar: Yapay Zekâ denildiğinde en çok konuşulan konuların başında Teknolojik Tekillik geliyor. Süper bir Yapay Zekânın gelecekte tüm dünyayı ele geçireceğine ve insanlığın sonunu getireceğine dair bir kaygı bu. Benim “teknolojik tekillik”ten anladığım bu değil. Süper bir bilgisayarda değil internette bir tekillik olabilir diyorum. Burada önemli olan ağ ve veri. Gelecekte Süper Yapay Zekâ olarak karşımıza çıkacak olan şeyin ‘Biz’ olduğunu düşünüyorum. Örneğin, Google’da her arama yaptığımızda Google yapay zekâsı gelişiyor; bizden aldığı verilerle evet ama bu gelişen şey ‘Biz’in kendisi. İnsanlık geçmişine ait veriler var ve şimdi de Google’ı aktif olarak kullanan bizler varız. Tüm insanlık veri olarak bir şeyi var ediyoruz, var ettiğimiz şey bizden başka bir şey değil. Ben buna teknolojik tekillik diyorum. Ne diyorsunuz?

Metin Bobaroğlu: Zaten bütün tarih boyunca olan şeylerdir bunlar. Bütün bunları açıklayabilmek için dilbilim açısından bakmak lazım. Düşünceyi denetleyen, üreten, sınırlayan, geliştiren ve düşüncenin malzemesi olan, bilincin malzemesi olan en temel şey “dil”dir. Dolayısıyla, dil olgularını Habermas’tan, Wittgenstein’dan, Ferdinand Saussure’den çalışmak lazım. Anlamamız gereken şöyle bir şey var: Malzeme toplanır, depolanır, ilişkiye sokulur ve bir net (ağ) oluşur. İlişkinin kendisi önemlidir. Bilgi aktarımları olarak her malzeme bir bilgi ile temsil edilir ve birbirlerine akışları olur. Burada net’in kendisi bilgi işlem hızı. Aynı zamanda onun bir manevi anlamı var; maneviden kastım, kavramsal anlamıyla bir maddesi, yükü var demek. Ne demek istiyorum? Data olarak bilginin kendisi, bilgi olmadan önceki bilgi olanaklılığı, bilgi yapıtaşları olan dataların kendisi, bütün net’in içinde ve server’larda korunan malzeme yığınlarıdır. Bu malzeme yığınlarının orada olması, onların birbirleri ile ilişkiye sokulup sokulmayacağı, hatlarının, line’larının yaratılmış olup olmaması bizi doğa gibi bir şeyin karşısına getiriyor. Aslolan, orada nelerin olduğundan, nelerin yüklü olduğundan çok onları edimsel olarak o anda bir iş için kullanmaya kalktığımızda ortaya çıkıyor, gerçeklik ortaya çıkıyor.

AA: Özgürlük de tam orada değil mi?

MB: Hem özgürlük, hem sorumluluk, hem gerçeklik. Gerçek önemli burada. Gerçek dediğimiz şey act; aktüel olan şey gerçektir, onun dışında hiçbir gerçeklik olamaz. Bu en temel öge. O zaman birikimler, bilgi bankaları bütün bunlar potansiyeldir. Aktüel olan gerçek olduğu için o anda yapılan işin kendisi ne yapıyor; bir şey mi arıyoruz, bir server üzerinden ya da bir bilgi aktarımı, download mu yapıyoruz, onu alıp kullanıyor ve yolluyor muyuz, ne yapıyoruz? Yani burada mouse oku vardır ya o ünlü ok, o aslında insanın iradesidir. İradenin makinedeki karşılığı mouse’un okudur. Dolayısıyla anlamı şu: Makinenin iradesi kendinde değil. Malzemesi, donanımı, yazılımı, olanakları, haritalar her şey var ama mouse nereyi tıklarsa, ne ile neyi ilişkilendirirse o zaman ilişkiler ortaya çıkıyor. Demek ki irade makinede dışsal. Ama bugün TeamViewer diye bir program var. Bu kez başka bir makinadan, başka bir kişi bizim makinemizde mouse’u kontrol ederek iradeyi yine dışarıdan veriyor, ama bizim elimizdeki makinenin iradesi onun elinde oluyor, bizim elimizden çıkmış oluyor. Bu, makinenin kendisine yüklenebildiğinde, makine kendisini otonom haline getirecek.

Şimdi burada asıl ayırt edeceğimiz olgu, irade ile düzen. Felsefe açısından bakarsak düzen kısmı akla tekabül eder, akla karşılık gelir yani akıl düzen verici bir yeteneğimizdir. Düzen vericilikten kastı anlamak için örnek olarak trafiği verebilir, bir trafik ağını düşünebiliriz. Bütün dünyada bir trafik ağı var. Nereye gidersek gidelim, otomobil kullanırken oradaki işaretleri tanıyoruz. O semboller bize ne yapacağımızı ne yapmayacağımızı söylüyor ve bir ortak akılla trafikte yaşıyoruz. Trafiğin total olarak kendisi bir siber uzaydır. Dışarıdan nesneleri olmasına rağmen, işaretler dış dünyadan duyular yoluyla beynimize gelmesine rağmen, beynimiz kendi içinde o sembolleri birbirleriyle ilişkilendirerek kararlar alıyor. Otonom bir tavırla yapacağını yapıyor. Fakat onu yaparken nerede hata yaptığının, nerede suç işlediğinin bilincinde; çünkü o sembollerin hepsi orada bunu veriyor bize. Bunu aynı zamanda Moskova’da yapan birisi de trafikte var olabilmek için aynı biçimde zihnini örgütlemek zorunda, o netin içine girmeli. Aynı zamanda netin illüzyonu gibi görünen, netin olanaklılığı olarak bir düzen var, işte akıl bu. Bizim akıldan anlamamız gereken şey düzen vericilik ve düzen ve birbirleriyle olan ilişkileri, bağları ve bunların total bütünsel, bütünleyici bir ilke altına alınmasıdır.

AA: Trafik çok iyi bir örnek oldu!

MB: Trafik iyi bir örnektir. Dünyanın her yerinde, diyelim herhangi bir adaya gittin orada bile bir otomobil kullanacaksan aynı şeyin içine, matrisin içine girmiş oluyorsun. Beyinler ortak tavırlar geliştiriyor bununla ilgili, birbirlerine hatırlatmalar yapabiliyor; “yanlış yaptın, doğru yaptın” diyor. O net, dışarıdaki işaretlerle birbirleri ile ilişkisizmiş gibi görünen yol işaretleri, trafik levhaları, ışıklar ama beynin içinde onların hepsi birbiriyle ilişkili bir simülatif zihin durumu yaratıyor; bu önemli. Aklımız, insanın kendi bilincinde olduğu alanda simülasyonun kendisi var, dışarıda onun sadece göstergeleri var. Göstergeler içerde kurgulanıyor ve net oluşturuluyor. Trafiğe çıkan her birey aslında bunu yapıyor, ortak bir akılla hareket ediyor. Bu anlamıyla trafik de bir dildir. Bütün dillerin temel dili, günlük konuşma dili olan sözcüklerin sembolleri üzerinden anlam ilişkileridir. Bu konunun felsefesini yapmak ayrı bir konu. Biz günlük, duyusal dünya ile hemen örneklersek; bir ses bir objenin imgesi ile buluştu mu ya da bir işaret objelerin imgeleri ile buluştu mu anlam meydana geliyor, anlamın en temel özelliği bu. Şimdi burada ilginç olan, anlam bir imge ile bir simgenin buluşmasıdır. Dilin tamamı simgedir yani işaretlerdir. “A” diye bir işaret yapıyoruz, başka bir dil başka bir işaretle “A” sesini karşılıyor. Yani o işaretler “A” sesini çıkartmıyor, “A” sesi bir işaretle uzlaşıma sokuluyor, çeşitli diller oluşuyor; Çin dili gibi, ama hepsinin arkasında anlam dili var. Anlam dili; simgede serbest, imgede serbest olmayan demek. Yani bir bardak imgesi “glass” sesi ile de buluşturulabilir “bardak” sesi ile de buluşturulabilir ve imgesi aynı simgeleri farklı olmakla anlamı yine korur. Bu önemlidir.

Niye bunu söyledim? Farklı sembolik dillerin ortaklaşa bir Esperanto dile dönüşmesi şart değil. Kendi simgeleri ile imgelerinin buluşmasından meydana gelen anlamları birbirine aktarabilmesi önemli. Bir Çinli’nin İngiliz’e, İngiliz’in Türk’e, Arap’a aktarabilmesi için bunu transfer etmesi, tercüme etmesi lazım; o dilde onun karşılıklarını bulması lazım. Nitekim çeviriler yapılan dünyadaki diller –akademizm bunun en yüksek, doruk noktasıdır– bu dil siber uzayını, ama dilden oluşan siber uzayı kullanıyor. Bu siber uzayın içinden birey, kavramları, anlamları hem depoluyor hem kullanıyor. Platon’un dediği gibi her birey ondan pay alıyor. Ne kadarını kullanıyorsa, ne denli kullanıyorsa o gerçekliğe taşınıyor, ama diğer depodakiler olanaklılık olarak duruyor. O zaman, hem siber uzay durumları için hem de insanın kendi bilinç durumları için şu önem kazanıyor: bir theoria, bir kuram oluşturabilmek veya bir kurama ait olmak, o kuramı anlar olmak. Bu çok önemli bir mesele bilinç için. Yapay Zekâ çalışmaları için de önemli. Tasarlayacağımız, kendi bilincimizi görmektir çünkü. “Nasıl yapıyoruz?”un orada görülebilir, denenebilir olup olmadığını araştıran bir sürece girdi insanlık.

AA: Yapay Zekâ şu anda sizin dil ve temsilin, söz ve temsilcisinin uzlaşmasından doğan “anlam” dediğiniz şeyde hareket ediyor.

Georg Wilhelm Friedrich Hegel

MB: Aynen, insan da böyle çünkü, kendisini yaratıyor. İyi bir örnek olacak diye söyleyeyim; Aristoteles felsefe yapabilmenin, felsefi düşünebilmenin yolunun Grek dilini bilmek olduğunu varsaymıştır. Çok ilginçtir bu. Dâhi düzeyinde, kendisinden sonraki bütün felsefeyi belirleyen, etkileyen hatta ilk filozof denilebilecek kalitede biridir Aristoteles. O kalitede, o ayarda felsefeye hizmet eden ikinci kişi bana göre Hegel’dir. Marx ideologdur, ayrılır; Foucault gibi isimlerse hususi alanları çalıştılar. Sistematik felsefe anlamında Aristo ile Hegel’den başka isim yok. Dolayısıyla, Aristo bu kadar usta olmasına rağmen, aklın kavramları olduğunu düşünememiş, dilin kavramları aklı yaratıyor diye düşünmüş. Bunun anlamı şu: Aristoteles’in, “Diğerleri barbardır, biz sophia’ya, hikmete sahibiz” demesi, “onlar yapamazlar, onların dillerinde yok” diye düşündüğü içindir. Bu bir gerçeklik olarak, o günün gerçekliği olarak doğru bir tespit, ama Farabi ilk kez Aristo’nun bütün kavramlarını Arapçaya çevirerek üretebildiklerini ve Arap dili ile de felsefe yapılacağını ispat ettiği için “Hayır!” demiş oluyor. Farabi’nin iddiasına göre Aristoteles burada yanılıyor, dil belirleyici değildir, aklın kavramları vardır, bunları dilde üretebiliriz, her dilde üretebiliriz. Bu çok önemli. Neden bunu söylüyorum? Çünkü gelecekte yapay zekâ yoluyla aslında ortak bir kültür, ortak bir uygarlık, ortak bir hukuk oluşma zorunluluğu var. Gelecek demişken ayrıca bir şeyin altını çizeyim: Sadece bugünkü yapay zekânın daha ilerideki gelecek pozisyonları, konumları çok gündemde; bu bence çok gerçekçi değil. Otomobil de bir yapay zekâdır. Bir donanım vardır, o donanıma emir vermekteyiz ve o donanım bizim irademizi alıp kullanmaktadır. Kullanım dünyasının oluşturduğu bir mental durum ile buzdolaplarına aynı biçimde yaklaşarak buzdolabının bir varlık alanı oluşturduğunu söylemeliyiz; belli sınırlar içinde otonom, dolayısıyla belli sınırlar içinde canlıdır. Bizim yapay zekâ diye söylediğimiz şey aslında insanın keşfedilen kendi doğal zekâsından başka bir şey değildir; onu keşfediyoruz, doğamızı keşfediyoruz.

AA: İnsan kendi doğal zekâsını keşfediyor dediniz. Zekâ nedir? Bilinç nedir? Bu konular üzerine epeyce yeni makale yayınlanmaya başladı. “Yapay zekâ bilinç sahibi mi? Bilinç sahibi olabilir mi?” gibi pek çok soru var gündemde. Yanıtlar da “İnsan bilinci nedir?” sorusuna verilen çeşitli yanıtlarla şekilleniyor. Eğer biyolojik determinist bir bakış açısına sahipseniz, verdiğiniz yanıtın sınırlarını bu belirliyor; bilinci beynin bir faaliyeti olarak tanımlayabilirsiniz yani. Fakat yine de bir muamma var, insan beyni ve bilincin kaynağı tam anlaşılabilmiş değil. Yapay zekâyı var ederken insan kendi bilincini mi keşfediyor?

MB: Zekânın kendi üzerine düşünmesi, insan bilincinin kendisinin farkına varabilmesi daima eşyalar, nesneler üzerinden olur. Nesnelere isim verip, onları birbirleriyle kıyaslayıp, alıp kullanmayı öğreniyoruz; bir dil oluşturuyoruz. Bunu yaparken aslında onun içinde biz kendi düşüncemizi ve zekâmızı nasıl hareket ettiriyor olduğumuzu kendimize örtük tutarak yapıyoruz. Biz aslında dıştaki nesnelerle uğraştığımızı varsayıyoruz. Daha sonra dıştaki nesnelerle uğraşırken nesnenin kendisi bizim beynimizin içine girmiyor, bunların temsilleri –imge bir temsil, ses bir temsil, bir işaret– bütün bu temsiller zihinde dış dünyayı değerlendiriyor ve anlamlandırıyor. Aslında hepsi simülatif, başından beri simülatif. Yani sanayi sonrası değil, yapay zekâyı ortaya koyduğumuz günden itibaren simülatif bir dünyada yaşamaya başlayacağız görüşü yanlış, başından beri simülatif. Onun için Tasavvuf denilen akımlar –ki Yeni Platoncudur bunlar– “gölgeler âlemi” diye dış dünyaya, duyusal dünyaya, şimdi fenomen dediğimiz şeye “gölge” diyorlardı ve gölge aslından ayrılamadığı için gerçeği gösteren bir gölge gerçektir.

AA: Simülasyon kavramını anlamadan yürüyemem şimdi. Sizin simülasyonla kastettiğiniz şey nedir, biraz daha açar mısınız?

MB: Dilin kendisi.

AA: O zaman var olan bir şey.

MB: Var dediğimizde, genel olarak varlığı var dediğimizde, neye göre var? Duyumsuyorum. O zaman duyu referansına göre “var” diyoruz. Ama duyu referansı bize sadece görünüşleri veriyor, bürünüşleri vermiyor. Varoluş biçimlerini, arkadaki ilişkileri, kuvvet olgularını bize aktarmıyor. Duyularımız bize nesnedeki kuvvetleri bildirmez. Dolayısıyla, bizim dış dünyada duyusal gerçeklik diye söylediğimiz her şey “gölge”, kullanabileceğimiz bir şey de değil.

AA: Dolayısıyla gerçeklik kavramı ile ilişkilendiremiyoruz.

MB: Gerçekliğin duyusal görünüşü diyebiliriz. Bir de duygusal görünüşü var. Bir haber geliyor, haberde “filanca düşmüş ayağını kırmış” deniliyor; bir haber –enformatif– telefonla geliyor. Beyin bunu alıyor, o kişiyi tanıyor, tanımlıyor, onu birleştiriyor, onunla ilişkilerini göz önüne alıyor ve bu söz, “ayağı kırıldı” sözü kendi iç dünyasında duygulanımlara dönüşüyor, belki gözyaşı döküyor. Şimdi, bu duyusal bir gerçek değil, sanal, değil mi?

AA: Sanal evet.

MB: O anda o kişi orada değil, kişinin travması ile doğrudan doğruya karşı karşıya değil; sadece bir data –bilgi de değil– o datayı biz bilgi haline o kişiyle olan ilişkilerimizi hatırlayarak, onunla olan sorumluluklarımızı veya sevgimizi hatırlayarak birbirine bağlıyoruz ve sonuçta bir karar oluşuyor. İşte bu, yapay zekânın ta kendisi. Zekâ için konuşurken “yapay” dediğimiz zaman sanki çok olumsuz, “doğal” dediğimiz zaman çok olumlu bir şeymiş gibi konuşuyoruz ama bence yapay zekâ asıl insanın denetiminde olan zekâdır ve insan ancak yapay zekâ yoluyla kendi olabilecek. İnsan onto’su başlangıçta maymunsudur. Maymunsudan kastımız, illa genetik bir maymun aktarımı açısından kullanmıyorum –ki beden öyle olmasına karşın onu söylemiyorum– taklidi kastediyorum. Çocukluk dönemimizde her şeyi taklitle öğreniriz, katiyen anlamlı öğrenemeyiz. Sonra bu taklitleri kullanarak, ilişkiye sokarak, mukayeseler yaparak anlamlı bir dünyaya doğru gideriz ki akla o zaman gidiyoruz; duyusal olandan, sezgiden akla gidiyoruz. Şimdi benim anladığım şey şu: İnsan en başından beri doğada kendi aklını arıyor ama böyle bir niyetle değil, “hadi aklımı arayayım” diye değil. Doğayı kullanmak istiyor, kullanırken onun görünüşleri ile onu kullanamadığını kavrıyor. Doğadaki her nesnenin bir direnci var; örneğin demiri alıp bir şey yapmak istiyor, veya kılıç yapacak, onu eritmek zorunda olduğunu, erittiği zaman şu derecede eridiğini, bu derecede donduğunu, nesnenin dirençlerini, yasalarını kavradıkça onu kullanabiliyor. Kullanma esnası gerçekliktir, onun dışında sadece duyusal bir gerçeklikten söz edebiliriz.

AA: Siz tarihte akla yöneliş serüvenimizi söyleyince Hegel’in “Tin” dediği şeyi hatırladım. Bir network’ten bahsediyor gibi, network diyebilir miyiz?

MB: Tabii. Çok basit. Bir dille konuşmuyor muyuz biz?

AA: Evet, konuşuyoruz.

MB: Şimdi, o dilin tüm olanaklarını kullanabiliyor muyuz? Hayır. Shakespeare eserlerini 40 bin sözcükle yazmış, bizdeki bir yazar 5-6 bin sözcükle kitap yazabiliyor. 40 bin sözcükle yazılması onu edebi anlamda çok zengin gösterebilir, ama felsefi anlamda ne kadar az sözcükle ne kadar kavramı net anlatabilirsek, çoğaltılmış olan sözcüklerin boğuntusundan yalın düşünceye doğru evriliriz. Bu yalın düşünce dediğimiz işte aklın kendisi. Demek istediğim şey şu; doğadaki kuvvetler, insandaki kavramlar olarak akıldır. Akıl dediğimiz şey doğanın kendi içindeki kuvvetlerdir. Bunu tarihte ilk alıp kullananlar da yapı ustalarıdır. Örneğin, Mısır Piramitleri. İlginç bir şey; insan doğada yaşarken giderek akılda yaşamaya başlıyor. Burası hassas. Doğa nesnelerinin içindeki insan, doğa varlığı olarak –ontolojisini konuşuyorum– insandır diyoruz. Peki, tamamen aklın ürünleri içinde yaşayan, kültürün içinde yaşayan insan –bugün kentli bir insan– doğada yaşamıyor, tamamen aklın dizayn ettiği ortamda yaşıyor. Buna da “insan” mağaradakine de “insan” diyoruz. İnsan ontolojisi dediğimizde sanki bir tek insan; olanaklılık olarak, donanım olarak, beden olarak bir tek insan var ve o çağlar boyunca öğrenerek iş yapıyormuş gibi anlıyoruz. Bu yanlış. Doğru olan şu: İnsan kendi ontolojisini kendi epistemik aksiyonuna bağlayan varlıktır. İnsan kendi varoluşunu kendisi yapar; ne doğa ne de Tanrı dışarıdan insanı inşa eder. Donanımın kendisi dıştan verilidir insana; beynini hazır buluyor, doğayı hazır buluyor ama kültür varlığı haline gelip ev yapma, evin içinde yaşama, mutfak yapma, buzdolabını oraya koyma, çiçeği şuraya koyma vb. evet doğadan alınıyor, ama doğanın kendi sunumundan farklı istediği sunum için, yani kendi için.

AA: Doğa ona malzeme.

MB: Doğayı malzeme yapıp yeniden doğayı üretiyor. İşte bu yeniden üretme bir nettir; dil olarak öyledir, müzik olarak öyledir… Müzik yapmaya kalk, ister istemez dünyanın her yerinde o seslerle müzik yapacaksın, aynı seslerle müzik yapacaksın. Dolayısıyla, tarihte ilk aklı kullanan yapı ustalarıdır derken bir örnek olsun diye –illa oradan başlatmak için değil– Mısır Piramitleri dedim. Piramitler önemli, başka türlü yapılardan farklı. Mesela Harran’da evler yaptılar, insanlar yaşadılar içinde; Mısır’dan önce de vardı, bunlar yapı değil mi? Tabii ki yapı, içinde barınabileceğinin bilinciyle mağarayı yeniden üretmiş olan bir insan var. O evi üreten insan ontolojisi ile sabanı bulup ziraatı başlatan insan ontolojisi birbirine yakındır. Toplayıcı, avcı insan ontolojisi bunlardan çok uzak. Yani toplayıcı bir insanın çekirdeği ekip ondan sonra çıkan meyveyi yiyen insanla arasında varlık olarak, ontoloji olarak düşünürsek uçurumlar var. Ziraat ile insan ilk defa kendi emeğine bağlı varlık haline geliyor, kendi ürettiğini yiyor; evet doğadan öğreniyor ama doğayı malzemeleştiriyor. Hâlbuki antik dönemde doğa, Kibele, anne yani doğa bizi besliyor, çocuk durumuna düşüyoruz.

AA: Biz ona içerik oluyoruz, tam tersi oluyor.

MB: Evet. Anaerkillik bitti ataerkillik başladı; erkek egemen toplum gibi meseleler ayrı bir konu, kadın egemen toplum ayrı bir konu. Burada “işlenen” ve “işleyen”, anlamlarını da pasif-aktif olarak düşünürsek, o zaman doğayı kendi amaçları için dönüştüren irade, insanı insan olarak yaratıyor. Yani Kibele değil, Afrodit. Kibele, doğanın bedenlenmiş doğurgan bir kadın simgesi, doğanın kendisi ama Afrodit “modern” kadın. Yani kendisine biçim veren ve cazibesi ile erkeği kendine çeken. Anne, himayesi ile erkeği tutuyordu ama Afrodit cazibesiyle çekiyordu. Afrodit tırnak içinde modern. Doğanın bize verdiği değil bizim biçim verdiğimiz. İnsan ontolojisi insanın kendini ürettiği biçimle, yarattığı biçimle, kreatif biçimle çok alakalı bir şey. İnsan kendini doğada hazır bulmuyor, maymunsu ya da insanımsı olarak buluyor ama kendisi, kendi emeğiyle, kendini insanlaştırıyor.

AA: Ama bu o zaman her birey için geçerli.

MB: Evet!

AA: Sürekli geçerli olan bir şeyden bahsediyorsunuz.

MB: Evet, onu diyorum, insan ontolojisi böyle. İnsan bilinci dış dünyayı alımlarken onu imge ve simge yoluyla alıyor, bu başka hiçbir yolla bilincimize ulaşmıyor, bu önemli. Buradan bir dil oluşuyor, buradan anlam dünyası oluşuyor, buradan duygulanım dünyası oluşuyor ve biz o dünyanın içinde yaşıyoruz. Pozitivist görüş –ki bu görüşü ben yanlış buluyorum– şöyle diyor: “Bizim aklımız olan bir beynimiz var”; yani beyin esas, düşünce ve bilinç onun birtakım salgılarıymış gibi bir şey ortaya çıkıyor. Bilinç beynin ürünü zannediliyor, hâlbuki biz yapay zekâ ile şunu keşfetmeye başladık: Beyin değil, beynin içindeki iletişim ağları ve oradaki akan elektrikler, elektromanyetik ortam önemli. Biz “beynimizde aklı olan insanlar” olarak yaşamıyoruz, “aklında beyni olan insanlar” olarak yaşıyoruz. İnsanın bilinci fizik anlamda –gelecekte yapay zekâ ile kanıtlayabileceği– bir süptil fizik enerji ortamıdır. Yapay olan kıymetli ya da asıl olan yapay. İnsan kendisini beden olarak değil, bir enerji ortamında belleğini depoladığı anda iradesi ile birlikte kendisini kopyalamış demektir.

AA: Sizin “yapay olan asıl olandır” ifadenizi çok önemsediğimi belirterek bugün pratikte yaşanan bir bulanıklaşma halinden bahsetmek istiyorum. ‘Chatbot’lar var bilgisayarda, birtakım yapay zekâ yazılımları. Müşteri temsilcisi olarak çalışan ‘chatbot’lar da var. İnternetten alışveriş yaptığımda ekranda, sağ alt köşede hemen bir şey çıkıyor, “Size nasıl yardım edebilirim?” diyor ve ben iletişime geçiyorum. Aklıma karşımdakinin bir yazılım olduğu bile gelmiyor. Tişört satın almak istiyorum diyelim, ‘small’ bedeni ya da beyaz rengini soruyorum. Müşteri temsilcisi gibi orada hizmet veriyor ve bir insanla diyalog kuruyormuşum gibi iletişim yaşıyorum. Bulanıklaşıyor her şey. Ya benim “insan” dediğim tanımda bir problem var ya da tamamen neyin insan neyin makine olduğunun iyice bulanıklaştığı bir ortama doğru gidiyoruz.

MB: Çok doğru ama bunun cevabını bir tek felsefe verebilir. İnsanın yapay zekâ ile ilişkisi olarak değil insanın kendi üzerine, kendi varoluşu üzerine verdiği ürünlerde bu sözünü ettiğimiz alanı bilim halen açıklayamıyor. Din kanıtlamadan birtakım sezgiler veriyor. Sanat birtakım sezgiler uyandırıyor; dışavurumlar yoluyla sezgiler uyandırıyor ama bu “İnsan nedir?” sorusuna yanıt değil. İnsan ontolojisi, epistemolojinin sonucu mudur yoksa karşılıklılık mı içerir? Meslek deformasyonları vardır; biz deformasyon üzerinden formasyonu görürüz. O zaman meslek formasyonları da var. Yani 40 yıldır öğretmenlik yapan bir insanın ontik kişiliği ile mühendislik mimarlık yapan kişinin ontik kişiliği farklıdır. Bir ortak kimlikte, aidiyet olarak insan tanımı burada “özbilinçlilik” kendinin farkına varıyor olmaktır, en temel şey budur.

AA: Peki, “kişilik” için ne diyorsunuz?

MB: Kişilik, belli konularda değerlendirme yapan, o değerlendirmeleri kendine göre benimseyen bir bilinçtir. Ruh ve bilinci eşdeğer olarak kullandığımızda –ki “ruh” kelimesini dinsel çağrışımı ile hiç ilgisi olmayan bir anlamda kullanıyorum– benlik bilincine “ruh” dersek, bu sabit midir, devingen midir, giderek kendisini başkalaştıran mıdır? Bir önceki biçimi ile başka bir biçime dönüşüp bir tırtıl-kelebek farklılığı kadar bilinç dünyasında kendini başka bir şey mi yapmaktadır, yoksa doğanın uzantıları gibi doğayı mı geliştiriyoruz? Şöyle bir şey düşünebiliriz: Bir mağara devri insanı, hatta bırakalım onları, bugün aborjinlere bakalım, oradaki kişinin beden yapısına bakalım ve aborjinlerin torunlarının beden yapısına bakalım; kent görmüş, eğitim görmüş, yüzleri, görünüşleri değişmiştir; yani organik değişikliğe sebep oluyor. Ne sebep oluyor? Bilgi. Bilgi insanın organik yapısını değiştiriyor. Bu bir tek İsa’da vardır; İncil’de diyor ki: “Bilgi sizde et ve kan olmadıkça Allah’ın melekutuna giremezsiniz.” Bilginin et ve kan olması bugün kanıtlandı, protein çöküyor.

AA: Bu arada protein tabanlı bilgisayar yapıyorlar.

MB: Yapılabilir, beynin kendisi protein veriyor. Bir bilgiyi protein üreterek depoluyor. Bilgi dediğimiz şey bir moleküler diziliş anlamına geliyor burada ve o moleküller protein molekülleri olarak beyinde saklanıyor ve tekrar geri bildirim yapılabiliyor. Şimdi, dolayısıyla burada yapay zekâ ile insan beyninin dil üzerinden kendi kendini kodluyor olması arasında ne fark var?

AA: Hiçbir fark yok bence.

MB: Hiçbir fark yok, hâlâ aklın içinde deviniyoruz. İnsanı insanla karşı karşıya getirelim, iki insan iletişime girdiğinde, bildirişim üzerine konuşmaya başladığında birbirlerini anlıyor olmalarının anlamı nedir?

AA: Dil üzerinden bir anlam, bir uzlaşı.

MB: İletişimde yepyeni bir bilgi varsa, bir taraf o bilgiye mâlik diğer taraf değilse, o zaman orada uzlaşılabilmesi, o bilgide birlik, ortak bilinç oluşturabilmesi için eğitim gerekiyor. Eğitim dediğim; o kişinin o bilgiye nasıl ulaştığını diğerine aktarması lazım. Diğerinin de ona ulaştığında, “A evet, senin dediğin gibiymiş!” diyebilmesi, sanki laboratuvarda bir deney yapıp sonucunu almış gibi bilincinde ve birbirinden yaptıkları ettikleri, hafızalarıyla vb. kendini ayırt edebilmeleri değil mi? Burada beden ve akıl karşı karşıya geliyor. Ruh diye söylediğimiz “özbilincin tekilliği”, ruh diyeceğimiz budur. Yani kendinden kaynaklı hareket. Kendinden kaynaklı ama özbilinç olarak, kendisinin bilincinde olmuş olarak. Hayvanlar “şey”lerin bilincindedir ama kendilerinin bilincinde değildir. Biz hayvanlara isim takıyoruz, o isimle sesleniyoruz ve bize cevap veriyorlar; yani özbilince sembolik olarak dönüşmeye başlıyorlar. Bir köpek 32 kelime öğrenebiliyor ve kendisini çağırdığım zaman “buradayım” diye geliyor, o ismi duyduğunda kendisinin çağrıldığını anlıyor. Şunu demek istiyorum: Sadece insanla başlamıyor özbilinç; doğadaki, bilebildiğimiz, tanık olduğumuz dünyadaki ürünler açısından her varlıkta bir direnç varsa bir öz durum vardır. Bu öz durumun özbilinç olabilmesine “insan” diyoruz.

Yapay zekânın içinde bir özbilinç var ama dışı teneke, “o zaman insan değil” diyemeyiz; biz bir insanla karşı karşıyayız, tenekenin hiçbir kıymeti yok. İnsan akıldır. Bence gelişen dünyada bunu göreceğiz, zaten içindeyiz ama çağlar diye ayırıyor insanlar. Felsefe adına, bilim adına, antropoloji adına çeşitli çağlar tespit ediyoruz. Ben bir de Pitagoras ile Platon Çağı diye kendimce bir ayrım yapıyorum. Pitagoras, düşüncenin soyutları üzerinden, yani matematik üzerinden bilincin farkındalığını ortaya koyan ilk kişi. Pitagoras felsefenin mucidi. İnsanın kendine ait bilincinin yöntemli başlangıcını yapmış kişi. Pitagoras ve Pitagorascılar diyorlar ki bütün evrende var olan her şey sayısaldır, dijitaldir; ilişkiler vardır ama bu ilişkiler oranlıdır. Bunların bilimini yapabilmek, yasalarını bulabilmek için en iyi sayısal uygulama –bilincin matematik üretebilmesinin pozitif uygulaması anlamında– müziktir diyorlar. O kadar ilginç ki müzik. Müzikteki sesler, birtakım metallerin belirli kalınlıkta ve belirli uzunlukta ve gerilimde oluyor olması. İşte bunların olup olmamasını temel alan Pitagoras, birbirleriyle tınılarının titreşmelerinden ortak bir tını elde ettiğini görüyor. Oranlar var. Mesela bir tel düşünelim, birisinin tınlaması, onun yarısının tınlaması onun oktavıdır; dolayısıyla buna benzer farklı boyutlar, farklı titreşimler birbirinden ayırt edilerek 7 nota oluşuyor. Bunu yapan Pitagoras. Sembolik bilinç üretimi için şiir dersi veren de aynı kişi.

Matematik insanın kendi aklının keşfedildiği ilk biçimdir. Matematiğin içinde iki şey var; aritmetik var, yani ritim, bir de geometri var, yani ölçüm. Ritim ve ölçüm dış dünyada duyusal olarak yok, ama dış dünyadaki bütün doğa nesnelerinin arkasında onlara enerjetik olarak sahip olan fizik gerçekliğin kavranması için geometri ve ritim yani matematik bilgisi lazım. Matematik bilgisi dış dünyada olmadığı halde aklın kendinden türetildiğinde, bütün doğanın nasıl çalıştığını ve bir binanın o çalışmayı, o kuvvetleri hesaba katarak nasıl yapıldığını görüyoruz. Üçgen bir akıldır. Burası hassas, şunu demek için: Akıl düzen vericidir dedim, mevcuttaki kuvvetleri belli ilişkilere sokarak düzen oluşturur ama akıl yaratıcı değildir, akıl düzen vericidir. Yapay zekâ da programlar arasında ilişki kurma biçimleridir, onlara akıl diyebiliriz. Akıl, programlara diyoruz, zekâ ise onların arasındaki ilişki kurma iradesinin bulunması. Aslında ‘mouse’ bizim irademiz, dikkatimiz ve zekâmızdır. Bir de intelligence var. Intelligence; işletim, bilgi akışları, hızlar. Depolanacak, akış yapılacak, ilişkiye sokulacak, ilişkiye sokunca aç kapa aç kapa… Bu binary dediğimiz, yapay zekânın, bilgisayarların en temel sistemi Pitagoras için en temel belirlenimdir. Der ki: “1 sayı değildir. 2 ayrımdır, farkındalıktır, çünkü bir şeyi böldüğümüz zaman farkındalık ortaya çıkar. O zaman 2 başlangıçtır ama sonsuza gider, onun cisim haline gelebilmesi için 3 lazımdır.” İşte üçgen! Üçgen akıldır. Akıl gözüyle görmek, geometri ve matematik ile görmek demektir. Peki, bugün pozitif bilimlerin dili apaçık matematik değil midir? Peki, matematiğin kendisi simülatif değil mi?

AA: Simülatif elbette.

MB: Yapay zekânın ne olduğuna dair bugün çok yeni bir şey bulunmuş gibi büyük hayretler içinde söylenen şey, yeni yeni farkındalıklar anlamında doğru, ama işin özgün yapısına döndüğümüzde, en baştan beri felsefenin “Bilinç nedir? İnsan nedir?” sorusuna aradığı yanıtların bugün kendi dışında örgütlenmesini görüyoruz, o eşikteyiz. İnsan artık başka bir bedende, organik olmayan daha başka bir bedende kendi aklını oluşturabilme yoluna girmiştir.

AA: Bu “Kendi halifemi yaratacağım” ifadesini de çağrıştırıyor, yani insan kendi halifesini yaratıyor gibi de duruyor.

MB: Evet, insan kendi gibi bir varlık yaratmadan kendine ait bilme istemini durduramaz.

AA: Söyleşimize yapay zekâ konusunda genel kitlenin bazı yaygın kaygı ve reflekslerini de taşımak istiyorum. Bu kaygılar için neler söyleyeceğinizi de merak ediyorum. Kaygılanan insanların sayısı hiç de az değil, çok fazla ve distopik söylemler çok popüler. Biz uzun zaman önce Hollywood filmleri üzerinden ya da edebiyat üzerinden, distopik romanlar üzerinden, bilmediğimiz bir şeye karşı duyulan bir refleks olarak korku taşıyoruz. Ne zaman bir yerde yapay zekâ ile ilgili bildiklerimi anlatmaya ya da romanımla ilgili konuşmaya gitsem, bana ilk olarak sorulan soru “Bizi yok edecekler değil mi?” oluyor. Karanlık (lights out) fabrikalar, insansız üretim yapan otomasyon modelleri yaygınlaştı. İnsanlar işsiz kalma kaygısı yaşıyor.

MB: Distopya, genellikle tasarımı belirli bir konuda –herhangi bir konu olabilir bu– yeterince bilgi ve bilinç sahibi olmayan insanlarda olur. İnsanlar bilmediklerinden korkarlar ve geleceği bilemedikleri için gelecek korkusu hep distopyadır. İnsanın kontrol edemediği bir doğanın içinde duyduğu sigorta eksikliği gibidir. Doğu toplumlarına bakın hepsi dine abanır ve her gün Tanrı’yı çağırırlar. Neden Batı toplumlarında bu giderek kalktı? Tanrı’yı artık sadece güzel bir sunu yapabilmek için hatırlıyorlar. Tanrı’dan sürekli isteyen, mesela korunma isteyen bir şey kalktı. Neden? Çünkü sigorta sistemi girdi devreye. İnsanlar yarınlarından emin olunca artık dilencilikten kurtuldu. “Tanrı, Tanrı” diyoruz ama kimin ve hangi fonksiyonun tanrılaştırdığı bir imgeden söz ediyoruz? Dilencinin tanrısı, bir de kendisine sunaklar, teşekkürler sunulan bir tanrı. İnsan her icadın karşısında korkmuştur, bilmediği için. Distopya korkusu, “makineler bizi yok edecek, insanlık ortadan kalkacak” falan bunların içinde biraz Hollywood dayatmaları da var. Bir de distopya insanı korkuttuğu için, korku da sanatın bir estetik ögesi olduğu için, biraz da tabii pazarlama çıkarlarını işin içine katarsak görürüz ki distopya sürekli desteklenir. İnsanlar ütopyaları çok olumlu bulmazlar, olumlu şeyler insanlarda fazla merak uyandırmaz.

AA: Neden peki?

MB: Varoluşsal bir dokunuş gerekli. Distopyanın aşılamadığı ütopya yoktur. Aşıldığında, ütopya bir ümit güneşi olarak doğar. Distopya dışsal belirlenimlerden doğar, oysa ütopya insanın kendi eylemine güvenmesinin bir sonucudur. İnsan o zaman bir devrim yaşar kendi içinde, ruhunda başkalaşım yaşar ve büyük bir enerji, büyük bir potansiyel ortaya çıkar ki her şeyi yapabilirim duygusudur o. Ütopyayı yaratan ümittir. Ümit, gelenek içinde dindir, dinin özüdür. Din aslında ümitten başka bir şey değildir. İnsanların geleceğe dair ümitleri, onların o imgelere bağlanıp inanmaları yoluyla dinleştirilir. Bir de düzen dinleri vardır; mevcut toplumu belirli imgeler altında toplayıp o imgeler üzerinden kontrol etmek. Bu da bir dindir ama bu sosyolojik bir dindir, yani toplumu kontrol için beslenir, memurları vardır, ibadethaneleri vardır, ama öteki, umut olan din, hakiki dindir. Kur’an’da da vardır bu, ayettir; insanların çoğu bunu bilmezler, fıtratında vardır. Fıtratı, geleceğe dair bir ümit. Ümidi olmayan insanın geleceği yoktur ve ölür.

AA: Sözünü ettiğiniz bu ümit, dinî metinlerde biraz Tanrı’nın eline bırakılmış değil mi? Cennet tasarımları bu dünyada değil de öteki dünyada ümit edilen bir şeydir mesela. Oysa modern dönemler ile birlikte artan modern toplumlarda cennet Tanrı’nın eliyle değil de bizim kendi emeğimizin sonucu olarak yeryüzünde gerçekleşecektir.

MB: Hedef kitle sorunu bu. Bir köylünün düşüncesi ile bir kentlinin düşüncesi aynı olamaz. Bir akademisyenin bu olaya yaklaşımı ile toplumun diğer kesimlerinin yaklaşımı aynı olamaz. O nedenle genel konuşmalar insanı yanıltıyor. Dünya şuraya gidiyor, hangi dünya? Hangileri, hangi tür düşünenler? Bunlar önemli. Mesela tarım dönemi girdiği zaman “Tarımdan anlamayanlar yok olacaktır” denildiğinde, “İnsanlar mahvolacak, ortadan kalkacaklar, vah vah!” denilmiş olabilir. Öyle bir grup insan var, bekliyorlar, tarım çıktı ve onlar yok oluyorlar – öyle değil. Şöyle yok oluyorlar: Onların çocukları, torunları tarım yapmaya uyumlu hale geliyorlar ve kendileri devre dışı kalan bir bilinç tipi olarak yok oluyorlar. Sanayi de öyle. Sanayi istimlâk eden, alımlayan toplumlardaki ontolojik varlık, akılda yaşayan varlıktır. Köylü bunu anlayamaz. Bu akılda yaşayan kentli insanın talepleri, köylünün talepleri değildir. İki aynı insandan söz etmiyoruz. İşi ile belirlenen ve işinin olanaklılıklarıyla koşullanan insandan söz ediyoruz. Tek bir ontolojik varlık olarak insan tanımı hatalıdır. Hiyerarşi vardır. Hiyerarşik dememin nedeni de şu: Bir üst bilinçte olan bir alt bilinci belirler, etkiler ve kontrol altına alır. Bu ister istemez böyledir. Akademizm diğer bütün insanları eğitmekle yükümlü değil mi, niye eğitiyor onları? Başka bir insan yapmak için, sanayiye eğitiyor. Çünkü eğitim bir yere eğitimdir, bir şeye eğitimdir, bir duruma eğitimdir. Bugünkü eğitim artık sanayiye eğitim değil. Bilgi çağında yazılım, donanım bu tür bilgilerin alanı daha çok genişledi. Sanayi yine var, sanayiye de eğitiliyoruz tabii. Aynı zamanda çiftçiliğe eğitilen, hayvancılığa eğitilen kesimler de var. Sanayi dönemi zaten sanal dünyanın gerçekliğinin egemen olduğu bir dünyadır. İnsanın hayalleri gerçekleşti ve yeni hayaller yaratıyor. Pitagorasçı bir biçimde akıl, geometri, matematik bilimin dili, hangi bilim? Deney bilimleri, hatta istatistik bilimler… Tamam ama hayal? Hayal başka bir hikâye. İnsanın en temel iki yetisi; biri akıl biri hayaldir. Akıl düzenleyici; hayal yaratıcı. Yapay zekâ tamamen rasyonel şu anda. Yani dijital. Dolayısıyla hayal yok. Hayal olmadığı için umut yok. Umudu olamaz, umut hayalden çıkar, sanat hayalden çıkar. Onun için bugün bir robota sanat yapıtı yaptırma, daha önce yapılmış sanat yapıtlarını programına yükleyip onların içinden bir biçimde röprodüksiyonlar ve kolajlar yaptırma olanağı var.

AA: Tabii, taklit yapıyor yani mimesis.

MB: Her zaman mimesis yapmak zorundadır yapay zekâda ki adını zaten yapay zekâ koymalarının bir nedeni de bu. Yapay zekâ tamam, “yapay hayal” nerede? Zekâ aklî ve zihnî donanımların merkezidir ama hayal, tahayyül, imgelem yetisi? Kant’ın dediği gibi kreatif olan imgelemdir. Yaratıcı, insanın imgelem gücüdür. Einstein’ın söylediği de budur; “Bu fizik kuramlarını hayalimle yarattım,” diyor. Bu çok mühim. Ben “Pitagoras Çağı”nın sonuna gelinmeye başladı diyorum. Şu anda bilgisayarlar, dijital bilgisayarlar, sibernetik bilimi ile kavranılabilecek bir biçimde, bir ağın hızlarıyla çok yükseltilmiş bir biçimde karşımızda duruyor. Ama bunu ne kadar geliştirirsek geliştirelim hep nicelik geliştirmesi olacaktır, yani rasyo olacak. Ama irade, yani karar verme, öğretilmiş karar verme olarak kalıyor. Yaratıcı imgelemin devreye girmesi, ancak insan modelli yapay zekâ demeyelim de onlara başka bir şey denilmelidir.

AA: Belki kendi isimlerini kendileri koyarlar o aşamada.

MB: Olabilir. Ama bunu “bir makine var, bir insanlık var ve o makineyi insan problematiği içinde ele alalım” şeklinde yapmayalım.

AA: Bunu aşmamız mı lazım yani?

MB: Ondan önce insanda bunu aramamız lazım. Tahayyül dediğimiz şeyi her insan yapabiliyor mu? Yapanlarla yapmayanlar arasındaki ayrım nedir? Yani istese de istemese de taklit düzeyinde kalan insan ne yaparsa yapsın hâlâ taklit düzeyini aşmamışsa, o insanla sanat, bilim, felsefedeki keşiflere sebep olan yaratıcı imgelemi olan insanlar arasında tür olarak farklılık yok mu? Yüzde oranı verilirse bana göre belki yüzde 90’ın üzerinde insan halen otomat yaşıyor. Eskilerin “beşer” dediği aslında bir otomattır.

AA: İradesi olmayan.

MB: Evet, kendisine ne öğretildiyse ondan başka bir şeyi hayal edemeyen, onun dışına çıkamayan, o dili geliştiremeyen, o dilden başka dillere kendisini dönüştüremeyen insan tipi dünyanın yüzde 90’ıdır. Yani bu “tür” anlamıyla kendinin bilincinde olup kreatif imgelemi kullanan insan türünü diğer insanların arasında görünüş olarak, beden görünüşü olarak aynı görüp aynı zannetmek hatasına düşmemeliyiz. Onlar farklı bir tür. “Öldük, yok olduk, mahvolduk” meseleleri beden üzerinden düşünülmüyor mu? Peki, habire beden üretiliyor, ne olmuş yani? Dünyada köylü de üretiyor şehirli de üretiyor, habire beden üretiliyor. İçgüdüsel olduğu için, haz da içinde olduğu sürece o bedenler üretilir. Şimdi bu bedenler insan mı? İnsan tanımı üzerinden, antropolojisi üzerinden, antropolojik ontoloji üzerinden düşünmek lazım, doğal ontoloji üzerinden değil. Doğal ontoloji hayvanlık ve hayvan sınırları içindedir. İnsan doğal ontoloji varlığı değildir. İnsan doğanın bir ürünü değildir. Doğanın ürünü olan beden insansıdır, sadece insan olanaklılığını taşır. İnsanın bedensel varoluşu doğa içinde, doğa güçlerince belirlenirken, tinsel varoluşu kendi bilgi, beceri ve eylemleriyle belirlenir. İnsan kendinden doğan varlıktır. İnsan en başta dil ile, sanal bilincini dil üzerinden yaratarak o sanal âlemde, iç âlemde kendini inşa eden bir varlıktır.

AA: Ben ilk defa sanal ve simülasyon kavramlarını olumlu anlamda kullanan birisi ile karşılaştım. Şu ana kadar literatür üzerinden yaptığım okumalarda genelde ya gerçekliğin karşısında ya da hipergerçeklik olarak konumlanıyor bu kavramlar, birer gerçeklik biçimi olarak değil.

MB: Onların gerçek dediği şey sadece duyusal gerçeklik. Bir örnek vereyim; diyelim bir bina yapacağım, dört tane duvar yapacağım, üzerine çatı koyacağım, içine bölmeler yapacağım, ev olacak şimdi bu. Dört duvarın üzerine çatıyı koyup onu taşıtabilecek hesap, geometrik bir hesaptır. Yani o duvarlar, belirli taşlar veya betondan oluşan duvarlar bir yük taşımaktadır. Diyelim ki yüksekliği 3 metre olsun, genişliği 35 santim, uzunluğu da 10 metre. Bu bir ağırlık taşıyor ve yanına başka bir duvar koyduğum zaman, burada malzeme taşlar, betonlar, demirler olabilir, cam da olabilir; malzemenin türü önemli değil, onların birbirine yaptığı basınç önemli. Bu basınç birbirini dengelediği yerde bina çökmez. Açı dik açı olmaktan, tam dik açı olmaktan her türlü uzaklaştığında kuvvetler birbirini dengelemediği için çöküyor. Tam dik açı haline geldiği zaman –buradan da hipotenüsünü alıyorum, bu tarafa da aynısını yapıyorum– ortaya çıkan iki üçgenden bir dörtgen çıkıyor. Aslında dörtgen dediğimiz iki üçgendir. İki üçgen kuvvet dengelerini anlatır bize, kuvvetler var. Bu açılarla yaptığımız, bu uzunluklarla yaptığımız hesaplar tamamen akılda olmaktadır. Farklı malzemeden yapıyorsam özgül ağırlıklarının da aynı olmasına dikkat ederim, aynılaştırırım. Buradaki aynılaşma, farklılaşma dediğimiz, kuvvetlerdir. Doğada kuvvetler duyular yoluyla bize gelmiyor, sadece akılla kavranıyor. Dolayısıyla, yapay zekânın alanı zaten akıl alanı olduğu için, ileride yapay zekâ bunları bize, insanlığa daha çok sunacağı için, bu yaratıcı imgeleme gelmemiş olan insan bedeninden insana daha yararlı bedenler haline gelecek bilgisayarlar. Robot diyelim daha doğru. Robot deyince hep tenekeyi düşünüyoruz ve “Dokunma temelli dış, bedensel hazlar, korkular nasıl olacak?” diye hep teneke olarak düşünüyoruz. Ama silikon şeyler çoğalmaya başladı, ileride silikon içinde kullanılacak olan elektrik akımlarıyla, sinir ağları biçiminde bedene yayılacak olan sinir ağlarıyla, duyu sorunu da çözülecek.

AA: Robotlar için yapay kas yaptılar ve hatta son bir gelişme, canlı kas hücresini robotik bir parmak üzerine eklemlemeyi başardılar. 

MB: Evet, insan dışsal olarak beyinden ve içsel olarak da düşünceden ibarettir. Bu dışarıdaki beden dediğimiz kısım, beynin dışarıya doğru açılmasıdır. Şöyle düşünün; beyin kendi içindeki organelleri dışarıya veriyor gibi düşünün. İnsan beyinden ibarettir, fakat beyin monitördür. Felsefi bir bakış açısı ile baktığım zaman beyin bir monitördür, beyin bir üreteç değildir. Akıl ve zekâ açısından söylüyorum bunu. Akıl ve zekâ kuantum boyutunda, atom altı enerjetik alanda, kaotik ortamda oluşur. Atom üstü kozmostur. Kozmosta moleküller özgür hareket edemediği için; kaotik, yaratıcı imgelem yapamadığı için, kozmosta sadece düzen vericilikte kaldığından bilinç atom altındadır. Bu benim savım.

AA: Bilim dünyasında bazı yayınlar çıktı bu sava benzer.

MB: Bu kanıtlandığı ölçüde insan kendinin bilincine varacak. Ama bunun kanıtlanma yolu yapay zekâ üzerine yapılan çalışmalarla olacaktır, başka türlü olmaz.

AA: Peki, yapay zekâ hayal kuracak mı?

MB: Evet. Daha önce yaptığım bazı konuşmalarda belirtmiştim, sonradan kanıtlandı; ışıkta bilgi depolanıp geri alındıktan sonra hayal olanaklı olacak. Şunu demek istiyorum: Şimdi artık likit kristalde bilgileri elektrik yoluyla depolayabilmeyi başardı bilim insanları. Hâlbuki ışıkta depolanırsa iş değişir. Bağıl ışık yalnız. Bir serbest ışık var, uzayda yayılan fotonlar, bir de bağıl ışık var. Elektronlar bağıl ışıktır. Çekirdeğin etrafındaki elektron hareketleri aslında ışıma hareketleridir, sadece fotona ışık dersek yanılırız. Işıma içindeki fotonların alanı bir buçuk metre bandında yalnızca birkaç santimdir. Geri kalanı, X ışınları, gama ışınları, kızılötesi ve benzeri birçok ışınlar bir buçuk metrelik bir bant içinde tespit edilmiş bilimsel bir bilgidir – data anlamında söylüyorum bilgiyi. Datalar likit kristallerde de değil, bağıl ışık ortamlarında depolanabildiği zaman hayal üreten bilgisayarlar yapılacak. Benim aldığım haberlere göre, deneysel sonuçları doğrulanmış ama daha teknolojiye sokulmamış bu durum. Yapay zekâ hayal de edebilecek, aklı da daha mükemmel bir biçimde kullanacak. Hatasız akıl kullanma olanağı olan bir dünyaya doğru gidiyoruz ve insan türü değişecek. Dolayısıyla bu tür insan, kendisinin kalkacağına dair endişeleri taşır, doğrudur. Tür olarak kalkacak, bu tür insan artık var olamaz. Şöyle bakanlar vardır tarihte, ben de onlardan biriyim: İnsan doğal bir varlık olarak insan hayvanından –insan hayvanı olarak bedenini tanımlıyorum– sadece kendi ürünü olan aklın bedeninin dünyasına doğru evrilmektedir. Doğal olandan kurtulduğu sürece –ki yapay diye söylenen aslında yapay değil doğanın arkasındaki güçleri, enerjileri harekete geçiren daha temel bir doğa, daha yüksek bir doğa anlamında ele alınacak olursa– insan gelecekte bu hayvan bedenini atacak, bambaşka bir bedende var olacaktır. Bunun zihinsel çağrışımı da vardır, çok severim, İsa için kullanılır, bir tek de onda vardır. İncil’de İsa “çarmıhtan sonra, üç günden sonra dirileceğim” der ve havarilerine ışık bedenle göründüğü söylenir.

AA: Bir hologram mı?

MB: Bir hologram gibi ışık bedenle göründüğü –nur beden diye yazar, nur beden, ışık beden– ölümünden sonra havarilerine göründüğü, hatta havarilerinin kendisini tuttuğu, dokunduğu, “evet, gerçek” dedikleri, onlarla konuştuğu, birlikte olduğu söylenir. Bu bir hayal ürünü olsa bile –ki öyle görünüyor– işte insanın bu hayal gücü bilimi yapacak olan şeydir. Ama aklı da onu düzenleyecek olan, onu genelleyecek, herkes için kılacak olandır. İrade bu iki yetinin ortasındadır ve insan aslında iradeden ibarettir. Kendisine impuls verildiğinde bir ritüel gibi belli hareketleri yapıp, tamamlayıp durabilen robotlar var. İşte bu bir iradedir; irade belli bir izlemi, belli bir programı başlatıp sonlandırmaktır. İradenin özgürlüğü sorunu var ama yine tekrar edeceğim; insanların hangisinde irade özgürlüğü varsa diğerleri ona göre otomattır. Otomat insanların yerini robotlar alacak ki bu insanlar için et robot da denilebilir.

Burada en önemli şey hukuki düzenleme. Şimdilik robotlarla insan ilişkisi bir tür ebeveyn-çocuk ilişkisi gibi olacaktır. Robotları kim sahiplenmişse onun sorumluluğunu alacaktır. Fakat hayal kurabildikleri gün, kendi tercihlerini yapabildikleri gün bu da kalkacaktır. Kendileri kendilerini tanımlayacaklardır. Şimdilik böyle bir durum yok. İrade seçmedir, ama aynı zamanda bir direnmedir.

AA: Seçme evet, ama direnme yok yapay zekâda.

MB: Biz seçmeye “irade”, direnmeye “ihtiyar” diyoruz. İnsanı insan yapan şey “hayır” diyebilmesidir. İnsan iki türde insan olur. İnsan kelimesi “nisyan” sözü ile bir de “ünsiyet” ile bağlantılıdır. Bu bir dil üzerinden bakış: İnsan, ünsiyeti hak yani hukuka yakınlık duyana deniyor, bir organik varlığa denmiyor. Hukuka boyun eğmiş bir insan hak ile ünsiyet kurduğu için adına insan deniyor. Bir de “nisyan” diye bir kavram var, o da “insan” sözcüğünün temellerinden biridir. Nisyan; unutmak demektir. İnsan unutabilen varlıktır. Bir robot unutmaz. İnsan unutan, yalan söyleyen, “hayır” diyebilen, direnen, reddeden varlıktır. Tabii bunlara karar veren mekanizmalardır. İnsan aslında ebeveynlerinin, okuldaki öğretmenlerinin, çevredeki insanların kendisine yüklediği ve kendisine inandırılmış olan değerlerin sonucu olan insandır ve aslında ortada kimse yoktur. Bu sebeple mutasavvıflar, o tür insanların ölümlerinde “Onlar doğmadı ki ölsünler” derler. Otomatlardır, kendisine ne inandırıldıysa o irade biçimine gelmiştir. Şu ekmek yere düştüğünde alıp başına koyar ve bu o kadar değerli hale gelmiş olabilir ki o anda sevdiği bir insan o ekmeğe ayağı ile vursa aralarındaki sevgi bitebilir. Bu bir değerdir. Başka bir toplumda böyle bir değer yüklenmemişse o insan öyle davranmamaktadır. Dolayısıyla, yükleyeceğimiz değerler sisteminde bir robot o değerler ile uyumlu bir biçimde davrandığı sürece toplumda kabul görecektir. Bu arada robot denilince ben metroyu da düşünüyorum.

AA: Nasıl?

MB: Ortak ulaşım ağı metroyu kullanmaya başladığımız andan itibaren, turnikeden içeri girdiğimiz andan itibaren bir sisteme dâhil oluruz.

AA: Evet, bir yazılım var.

MB: Artık o yazılım içinde varlaşırız. Onun dışındayken o yazılım içinde var olmadığımız için onun iradesi bizim üzerimizde egemen olmuyor, ama girdiğimiz andan itibaren bizim irademizle, nerelere gitmek istediğimizin seçimleriyle metronun olanaklılıklarının zorunluluğu bir araya geliyor. İkisi birlikte gerçektir, gerçek öyle bir şey.

AA: Biz muhtemelen okumalarımızı ya da değerlendirmelerimizi bu “gerçek” kelimesini doğal gerçeklik üzerinden anladığımız için doğru yapamıyoruz ve olguları ıskalıyoruz.

Platon

MB: Genellikle, çağdaş bilim insanlarının sorunları insanı nasıl tanımladıkları ile ilgilidir. Sadece bilimin antropolojisi, eş deyişle pozitif bilimin antropolojisi ile yetinmemeliyiz. Tabii ki onu da bedeni anlamak için bilmek zorundayız ama felsefi antropolojik insan tanımına da dikkat etmemiz lazım. Bu tanım yapay zekâyı bize daha çok açıklayabilir. Çünkü yapay zekânın donanım üzerindeki olanaklılıklarını aramak, yapay zekânın bedensel fonksiyonları içindir, iradesi için değildir. İradesi söz konusu olduğunda artık iş bilim olmaktan çıkıyor, felsefeye ihtiyaç var. Platon’un ideaları bana göre görüler ve iradelerdir. Ama oradaki iradeler, görüsel iradeler hayaldir, tahayyüldür. Ben böyle okuyorum. Literatüre baktığımız zaman felsefede Platon’un ideaları fikir olarak açıklanıyor. Fikir değildir diyorum, proje olarak fikirdir evet çünkü proje hayaldir, hayalin bir ürünüdür. İdeler, proje ile görmek demektir. “İdea” ile görmek demek bir “proje” ile görmektir. Diyelim ki restoran işletiyoruz ve işletmemize bir garson arıyoruz. Garsonda zorunluluklarının bilgisi, uyumu, eğitimi olsun istiyoruz. Şimdi burada o garsonun talep edilmesi, neyin talep edilmesidir? Bir organik varlığın talebi değildir; bir beceri, bir ustalığın talebidir. İşte o ustalığın kendisi insan olarak tanımlanırsa, onun bedeninin şu veya bu biçimde olmasının hiçbir önemi yoktur, kurbağa biçiminde de olabilir. Ama öz benliği olsun; kendi üzerine düşünüyor olsun. Simgelerle düşünebilmek insanı insan yapıyor. Yapay zekâda en çok kullanılacak olan –ki kullanılıyor– simgelerdir. İmge-simge ilişkisi anlamı verdiği için esas bu noktaya dikkatimizi vermemiz gerekir. Simgesiz imgeler bilinçsizlik yaratıyor.

İnsanın bugün güvenilir bilgi olarak kullandığı bilgileri, akademik eğitim veriyor insanlara. Tüm dünyadan ortak onay almış bu bilginin kendisi nerede depolanıyor?

AA: Literatür mü?

MB: Evet.

AA: Dijital ortamlarda ve kitaplarda.

MB: Ansiklopedilerde. Üniversiteler, ansiklopedik bilgileri öğretmek ile mükelleftirler. Ansiklopedi dediğimiz şey, editoryal toplumun yani akademisyenlerin ortak kararları, onayları ile yazıma geçip korunan bir şeydir. Dünyada Americana, Britannica, Larousse gibi başat üç ansiklopedi var, diğer bütün ansiklopediler onlardan alıntıdır ve dünya akademizmi, university dediğimiz şey, o bilgileri aktarıyor işte.

AA: Yine bir ağ kurdunuz.

MB: Ansiklopedinin içindeki bilgiler doğa gibidir, kullanmadığımız sürece onlar var değildir. Literatürde duruyorlar, ama bir konumuz var ve o konu ile ilgili güvenilir bilgiye, onanmış bilgiye başvurduğumuz andan itibaren aksiyon olur. Başvurma da bir aksiyon, yani fiil, alıp onu işime koşmak da. Gerçek sadece oradadır. O an gerçek var. Ansiklopedinin içindeki bilgi bütün dünyada, bütün üniversitelerde, Japonya, Avustralya, Türkiye, Kanada vb. üniversitelerinin öğretmekle yükümlü olduğu bilgidir; onun dışında kimsenin bir bilgisi yok zaten. İşte bu ortak akıldır. Şimdi bizi o akıl mı yönetiyor, biz mi o aklı referans olarak alıp kendi işlerimizi yaparak birbirimizi yönetiyoruz, nasıl yapıyoruz? Bunu düşünmek de yapay zekânın insanla olan ilişkisini anlamak açısından bir model olabilir. Bu ortak akıl bütün dünyada simülatif bir egemenlik kurmuyor mu?

AA: Hep kuruyordu değil mi?

MB: Evet. Robotlarla çok güncel oldu, halkın dikkatini çekti. Ortalama halkın endişelerini veya heyecanlarını uyandırdı ama baştan beri bilim çevreleri, felsefe çevreleri hep bununla meşguldür: İnsan nedir, bilinç nedir, ruh nedir?

AA: Hegel fena halde haklı çıktı!

MB: Hegelyenler problemli yalnız; çünkü onlar Hegel’in o dengeli anlatımında ya özne tarafına ya da nesne tarafına kayıyorlar, Saltık Tin üzerine düşünmeyi başaramıyorlar. Saltık Tin üzerine düşünmedikçe de insanı kavrayamıyoruz. Bana göre Hegel’in bütün felsefesi ansiklopediktir. Felsefesinin içine bütün felsefi kavramlar giriyor. Buna rağmen Hegel’in bütün felsefesi Anadolu’da bir sözde tanımlıdır: “Âyinesi iştir kişinin, lafa bakılmaz.” İnsanın aynası işidir, sözüne bakmayın işine bakın. Hegel bunu söyler. Onun “spekülasyon” dediği ve maalesef ondan sonra gelenlerin “boş konuşma” anlamında –spekülatif düşünce, boş konuşma, karşılıksız konuşma– anlamında kullandıkları bu kavramı Hegel tam da karşılığı olan düşünce, yani iş üreten düşünce olarak ele almıştır. Hegel’de gerçek, daima bir iştir. İş dışında hiçbir gerçek olamaz. Ama Hegel karşıtları Hegel’in bir hayalete taptığını ve aslında gerçekten uzak olduğunu ileri sürerler. Bu felsefi değil ideolojik bir tartışmadır. İdeolojik yanılsamalı tartışmanın içine girersek Hegel’i yadsımak zorunda kalırız. Hegel’in kendisini felsefi bir boyutta kavramakla ideolojik karşıtlıklar içinde kavramak arasında ayrım vardır. Başka şeyler için de bu geçerlidir. Örneğin, ben Kur’an’ın kendi öz anlatımının Tasavvuf ekolü içindeki anlamlarıyla haklı çıkarabileceğim bir görüşü olduğunu ileri sürüyorum. Ama şu andaki Müslüman toplumlarda kabul gördüğü biçimiyle karşıtı olmak zorundayım. Şu anda Müslüman toplumlarının Kur’an’ı anladığı biçim olan dine karşıt olmak zorundayım; Kur’an’ın kendi özbilinç önerisi ile çelişiyor ve köleleştiricidir, Kur’an ise özgürleştiricidir. En temelde insanı ayırt eden şey, hukukla da belirlenecek olan psişik süreçlerde de karşılığını beklediğimiz bilinç, yani felsefi süreçlerde de görmek istediğimiz şey insanın iki özelliğidir: Özgür ve özgün olması. Özgürlük yetmez, özgürlük olanaklılıktır, özgünlük esastır. Bir insan kendini diğer bütün insanlardan ayrımlı gösterilebilecek bir biçimde, “o” diye gösterilecek bir biçimde yaratıp düzenlemişse İnsan odur, diğerleri insan olma sürecinde olan varlıklardır. Yolunda olmak da süreçte olmak da tabii insan olmaktır. Dolayısıyla insan bir süreç varlığıdır, bitmiş bir varlık değildir. İnsan ontolojisi süreçle ilgili olduğu için, bitmiş de olmadığı için, insan tanımı her yapıldığında insan dönüşmüş olur, yine tanımsızlaşır.

Aklın düzen vericiliği ile imgelem yetisinin kreatif, yaratıcı olmasının karşılıklı dengeleri içinde insan var oluyor. İnsanın varoluşu problemi dışında, yapay zekâ ile ilgili söylenecek olan şeyler çok anlamlı olmaz. Felsefi bir sonuç istiyorsak, felsefeyi “özbilinç” anlamında temel alıp insanın kendi bilinci üzerine bilinç oluşturmasını dikkate almalıyız. Bir de nesneler üzerine bilinç, yani bilim var. Bilimsel bilinç ile felsefi bilincin ayrımı: Bilimsel bilinç, nesneleri üzerine yöntemli bilinçtir; felsefi bilinç bilincin üzerine bilinçtir, bilinci nesne yapan bilinçtir. Felsefe özbilincin yoludur ve eğer bir gün “İnsan nedir? Human nedir?” diye sosyolojik bir kavramla değil, “Bilinç nedir?” sorusunu aynı denli kendisi için sorabilen bir yapay zekâ olursa, o insan olma yoluna girmiştir. Çünkü bugün beşeriyetin çoğu insan olma yoluna girmemiştir, bu anlamıyla karşılaştırıyorum. Doğa insanlaştıkça yükselir. Doğanın miracı insandır. Doğanın son ucu insandır. İnsan terimi özbilincin olduğu yerdir. Özbilinç sahibi olmayan, sûreta insan olsa da sîrette hayvandır. İnsan; akıl gücü, imgelem gücü ve irade gücünün birliğidir.

AA: Eserlerinizde ya da konuşmalarınızda İslam tasavvufu ya da genel olarak tasavvuf gelenekleri üzerinden de okumalar yapıyorsunuz. Peki, vicdanı nereye koyuyorsunuz? Akıl, imgelem ve irade gücü dediniz, vicdan burada nerede?

MB: Vicdan tamamen değerlerle alâkalıdır. Değerler ahlâk üzerinden kurulur. Bir toplumda, toplumun ilişkilerinde, insanların birbirleriyle ilişkilerinde iş üzerinden, paylaşım ve üretim ilişkileri üzerinden düzenleyici kabuller vardır. Bunlar sözel kabullerdir, töreldir ve bu törellik ahlâkı belirler. İnsanlar tarihte, bu ahlâk içinde değerler oluştururlar. Bu değerler onların vicdanıdır. Fakat modern toplumlarda hukuk egemen olunca artık hukukun egemenliği devreye girdi. Ahlâkın değerleri üzerinden değil, hukukun vaz ettiği değerler üzerinden yaşamak devreye girdi. Kırsaldaki bir vicdan töreldir. Törel bir vicdan ile toplumda kentte yaşanan, hukuk altında belirlenmiş olan vicdan aynı vicdan değildir. Birinde vicdanlı olmak öbüründe kötü vicdanlı olmaya sebep olabilir. Hegel’in felsefesinde, modern toplumlar, hukuk toplumları oluşmadan önce, yani hak ve özgürlüklerin korunma altına alınmadığı dönemlerde vicdanın insanların yüreklerinde olduğuna değinilir. Yani insan acıma duygusuyla, kendi başına gelenleri değerlendirerek bir başkasına yapılan haksızlıklara karşı başkaldırıyordu. Bunlara “kahraman” ve “şövalye” diyor Hegel, dinî olarak da “aziz” diyor. Azizler, şövalyeler, kahramanlar kendi yüreklerinde değerleri, ahlâkı, faziletleri, erdemleri bulup, inanç haline getirip diğer insanları bu ahlâka yöneltmek ve onun dışındakilerden onları korumak işini üstleniyorlar. Hegel, “Modern toplumlarda bu, yasa egemenliği biçiminde devletin bir işlevi haline geldiğinde kahramanlar, şövalyeler ve azizler artık var olamazlar,” diyor. Hukukun vaz ettiği değerlere kendi alternatif değerlerini sokmak düzeni bozucu olacağından modern toplumlarda onlar devre dışı bırakılırlar, hapse atılırlar. Geçmiş dönemlerde aziz olanlar bugün hapsedilirler, çünkü kendi egolarını dayatıyorlarmış gibi, ortak uzlaşıma boyun eğmiyorlarmış gibi olur. Peki, onların yerini, modern toplumlarda vicdanı bir sorun olarak devralacak kimlerdir? Hegel’e göre sanatçılardır. Gidip yoksulları, ezilenleri fiilen korumak istiyorlardı, ama artık devletin hukuksal egemenliği olan modern toplumlarda sanatçılar bunu ilham olarak diğer bütün insanlara hatırlatırlar. Burada haksızlık var ve artık bunu devlet düzeltsin, gelip birileri düzeltsin değil. Devlet diye söylediğimiz aslında sanal, kurgul bir düşüncedir. Devlet denilen ile ne tanışmışızdır, ne görüşmüşüzdür, ne de “merhaba” deriz ama vardır ve edimseldir. Adaleti onun bir kurumu yönetiyor, yasa çıkarımını başka bir kurumu yönetiyor… Devlet dediğimiz mekanizmadır. Ama devlet diye bir şey yoktur ortada, sanaldır. Sanal, taklit değildir; gerçektir, somuttur, işleriyle somuttur. Kendi görünmez, işleri görünür bir varlıktır. Onu teorik olarak değerlendirmek ise teknik bir dilin, meta dilin ortamındadır ki o da görünmez, aklın görünmediği gibi. Aklın işleri de görünmez.

AA: Virtual (sanal) kelimesinin İngilizce anlamları arasında “asıl” anlamı da var.

MB: Yapay gibi olan aslında yapay değildir. Kültürün tamamı yapaydır. Yapay kelimesi Türkçe’de olumsuz bir anlam taşıyor, biz bunun Batı dillerindeki karşılığına geçelim. Kültürün kendisi için “sentetik” terimini kullanabilirim, artificial tam karşılamıyor. Kurgul olan, sentetik olan gerçektir; çünkü insan eylemi var içinde. Bilim analitik aklın işidir –ki zihindir– analitik akıl bilimi yapar, sentetik akıl ise felsefeyi yapar. Birisi bireşim; farklılıkları bireşime götürüyor, öbürü ayrımlara götürüyor. Ayrımlara giderek nesnelerin gerçeklerini daha derinden tanımlarız ve tanırız, ama onlarla iş yapmaya kalktığımızda sentetik olan devreye girer. İnsan daima sentetiktir. Kartezyen anlamda Descartes’ın söylediğidir bu söyleyeceğim: Bir yapı, yani inşaat yapacağız, dolayısıyla yapı ögelerine gereksinimimiz var. Ne yapacağız? Ev yapacağız. Bize ne lazımdır? Kapı lazım, pencere, temel, duvar, ahşap, cam lazım; malzemeler yani. İşte bu analitik ayrımlar “ne lazım, şu lazım, bu lazım”… Bütün malzemeleri –demir, çimento vb.– getirdik bahçeye koyduk ve birisi de yanımızda, diyoruz ki: “Bak şu arazi var ya!” “Evet?” “Şu malzeme ile orada, o arazide ben kendime ev yapacağım.” Ortada bir şey yok, bir ev yok, malzemeler var, yer var. O da diyor ki: “Nasıl bir ev yapacaksın?” Ona anlatıyorum: “Şöyle odası olacak, böyle çatısı olacak, böyle penceresi olacak vs.” “Sen bunları nereden görüyorsun? Burada yoklar” diyor. İşte onlar tahayyülüm benim. Bu ev tahayyülünü projelendirip bir kâğıt üzerine çizim olarak aktarabilirim, aklımda hayal olarak tutabilirim. Sonra o malzemeleri o hayalin görüntüsü biçiminde bir araya getirmemdir “sentetik”. Ev sentetiktir, okul sentetiktir, araba sentetiktir. Bir araya getirmek vahdettir. Tasavvufta “vahdet” dedikleri de budur; bir araya getirmek.

İnsan bir araya getirdiğini kültür olarak kendisi için yapar. Analitik olanları sentetik kullanım için başta ayırır, sonra onları bir proje doğrultusunda bir araya getirir. Bu proje “idea”dır. İdea önceden bir görü olarak vardır, insanda sonra da realize olur aktüel olarak, iş olarak ve gerçek olur. İnsanı tanımlarken bu analitik ve sentetik bölümlerine baktık mı halen yapay zekâda olan dijital ayrımlardır, algoritmalardır. Eğer hayal girebilirse, işte o zaman sentetik olanı hayal edecektir bilgisayar. Bir bilinç bu. Bazıları bunun olanaksız olduğunu, insanın doğada doğaüstü bir ruhla ruhlandığını ve bunun tanrısal ruh olduğunu, bilgisayarlara veya robotlara aktarılamayacağını ileri sürüyorlar. En başından beri bu tarz düşünenler, dijital fotoğraf makinesi çıktığında da aynı itirazları yaptılar. Dediler ki: “Dijital şey analog fotoğrafın yerini tutmaz!” Bugün analog fabrikaları kapandı. Demek ki öngörememişler. Peki, öngöremeyenler bu gelişmeleri yapanlarla aynı kişiler miydi? Değildi. Akademik çevrenin gördüğü, hani o malzemeden o evi gören insan gibi onların gördüğü gelecekteki yapay zekâ dünyasının hayali diğer insanlarda olamayacağı için onlar buna karşıdırlar. Kendi bulundukları bilinç durumundan olumlu ya da olumsuz sonuçlar çıkaracaklardır. Bunların toplum açısından tabii ki bir değeri vardır, bilim açısından hiçbir değeri yoktur. Onların taleplerine göre bir şey yapılmamaktadır. Mesela bugün iletişime sokulmuş bilgisayar olarak cep telefonları bir robot değil mi?

AA: Elbette, yazılım.

MB: Onsuz artık yaşamıyoruz ve herkes onunla birlikte dünyanın her yerinde birbiriyle ilişki kurabiliyor, değerlendirme yapabiliyor, ondan sonuç çıkartabiliyor, etkileyebiliyor. Ortak bir ağ demek ortak bir akıl demek; ortak bir iletişim, bildirişim alanı demektir. Siri’ye danışıyoruz: “Siri, şuna benim için baksana.” Orada bir karar verip bilgiyi bulup ortaya çıkartması bir irade değil mi?

AA: Kesinlikle irade bence.

MB: Tabii ve bunların sınırlarının giderek katlanacak olduğunu tahmin ediyorum.

AA: Yeni Google asistanlarına bakıyorum; bebek bakıcısını ayarlıyor, restoranda randevu alıyor ama sağduyu kullanıyor. “O saatler uygun değil” diyor mesela, “Tamam şu saatlerde olur mu?” denilirse “Tamam, şahane” diyor. Asistan olarak, özel sekreter olarak dış dünya ile ilişkisini sağlıyor insanların.

MB: Tabii, hatta ona yüklenmiş bilgiye bağlı olarak daha seri, daha çabuk, daha doğru kararlar verecek, bu kaçınılmaz. Biz etten oluşan varlığa insan dediğimiz sürece bunları anlamakta güçlük çekeceğiz, ama akıl ette değildir.

AA: İnsan gelecekte ‘cyborg’laşacaktır ve bu durumu yadırgayacaklarını düşünmüyorum insanların, kalçalarına takılan protezi yadırgamadıkları gibi. Şunu sormak istiyorum size: Bilinç transferinin olanaklı olup olmadığı konuşuluyor, ne diyorsunuz?

MB: Eğer bilinci bir bilgi belleği olarak alırsak bu bilgi belleği zaten şu anda bilgisayarlara aktarılıyor. Bilinç demek ki bellek değil. Söz konusu olan şey tamamen iradedir. Bellekten bir şey bulup, seçip çıkartan iradedir. İrade dikkat demek, irade zekâ demek. Zekânın davranışlarına diyoruz, seçtiği an irade diyoruz, direndiği an yine irade ediyoruz. Zekâ yapıyor bunları, özne zekâ. Seçiyor, ayırt ediyor, ilişkilendiriyor dediğimiz hep iradedir. Dolayısıyla, bizim bellek üzerinden bilinç nakli değil, “İrade nakli yapılabilir mi?” diye sormamız lazım. Hâlbuki her bilgisayar veya robot, yapay robot kendisine algoritmik bir ortak davranış iradesi yüklenmiş olarak öyledir ve bizim aktaracağımız bilgileri o irade altında ilişkilendirip yanıtladığı için münferit bir varlıktır. Bir kişiyi temsil edebilir, o kişiyle aynileşemez. Hiçbir zaman ikizler, aynı yumurta ikizleri dahi, yapay zekâlar dahi birebir aynı şeylerle yapılmış olsalar da act, eylem o andaki karşılaşmalara replik verirken, karşı davranışlarda bulunurken oluştuğu için, aktüel oluştuğu için hiçbir zaman aynı olmayacaktır.

AA: “Zekâ öznedir” dediniz. “Kişilik”i daha iyi anlamak için tekrar “Kişilik nedir?” diye soracağım.

MB: Kişilik dediğimiz şey değerlerin benimsenmesidir, yine zekâdır; zekâ insanın efendisidir. Bir de tümel zekâ var yani total, toplumun törel kabulleri var ya da yazılı metinler üzerinden anayasal kabulleri var. O iradeleri kabul ettiği anda kendi iradesi o irade ile bütünleştiği için toplumsal iradeyi taşıyan bir lider durumuna gelebilir. Toplumsal irade olmadan lider olamaz. Dolayısıyla bunu bilgisayar da yapabilir, nitekim yapıyor, işte Siri. Siri yapıyor bunu. Literal ve toplumsal bir iradesi var. Dünyanın neresinde olursa olsun, ona Japonca, Türkçe, İngilizce, farklı diller üzerinden soru sorulsa dahi arkada tercüme edilen ‘database’ herkese aynı bilgiyi veriyor. Yani Japonca olarak sorulduğunda, “Bana Google’da şu saati bul” denildiğinde o saati bulup o kişiye gösteriyorsa, ben de Türkçe sorduğumda Siri bana Türkçe üzerinden algıladığı halde aynı saati gösteriyorsa, ortak bir zekânın diğer zekâlarla talebinde işbirliği yaptığı bir yer var. Orada, o anda gerçek ortaya çıkıyor. Ne bizim zekâmız ne de onun total zekâsı gerçek.

AA: İkisinin birliği gerçektir.

MB: Gerçek o evet. O zaman gerçek hiçbir zaman, zamanda olamaz. Zamanda olan sadece zihindir. O halde zihin simülatiftir ama act, eylem andadır. Dolayısıyla, yapay zekâyı da, bireysel insan zekâsını da, total evrensel doğal zekâyı da aşan act. Act, zaman ötesidir, şimdidir. Şimdi zaman terimidir ama zamanda olmayan bir terimdir. Act şimdidir, o andadır. Gerçeklik hep andadır, biriktirilemez. Tüm birikimlerimizi değerlendirip, bir karar verip bir davranışta bulunuyoruz. Gerçek o anda ortaya çıkıyor ve bu insanın kaderi işte. Yazdığı şey kaderidir. Yaptığı şey yazdığıdır, yazdığı da kaderidir artık, onunla beraber oluşmuştur. Şimdi, bir kalp kırdık diyelim, bir daha o kalbi kırmamış hale gelebilir miyiz? Varlığımıza kattık, davranışımızla o gerçek oldu. Ortak bir gerçek var ve o gerçek giyinecek gibi bir şey zannediliyor. Hayır! Ortak bir zorunluluk var, her bireyin de sonsuz istekleri var. Ortak zorunluluk o isteklerden biri ile buluşup bir gerçekliğe dönüşüyor ve elde edilmiş bir gerçeklik oluşturuyor. Gerçek dediğimiz şey her act durumunda ortaya çıkan ve olgu haline gelen, kavranabilir yani iletilebilir ve eğitilebilir biçime dönüşen şeydir. Hep anda oluyor, ama ilginçtir, her öznenin kendi ilişkisi kendi anını, kendi act anını belirlediğine göre, bunların senkronizasyonu nasıl olabilir? Ortak bir beyin gibi, evrenin kendisinin bir beyin gibi tasarlanması bunun için de yararlı olabilir mi? Tüm evren bir beyin gibi çalışıyor olamaz mı? Bunlar fiziğin konusu olmak zorunda olan şeyler. Bunlar doğrulanmayabilir ama tasarım olarak insanın önünü açar. Yani şunu demek istiyorum: Şimdi biz burada bir araya geldik ve konuşuyoruz, “Japonya’daki şu firmadan şu ürünü satın alalım” diyorum, Japonya’daki firma bizi anlıyor, kredi kartımızdan parayı çekiyor ve sevkiyat yapılıyor. O sevkiyatı da robotların yaptığını artık görüyoruz, neredeyse çoğu alanda makinenin kendisi yapıyor her işi. Şimdi burada ortak bir şuur var ama o şuuru kodlamış olana bağlı olarak var. Zaten her birey öyle değil mi?

AA: Buna bütünlüğü ile katılıyorum.

MB: Kendi toplumunun diline mahkûm değil mi birey? Çince konuşayım burada bir çocuğa, ne anlayacak? Sesler duyacak, “Bu ne?” diyecek, anlamları duyamayacak. Bu tür sorgulamaların varsıllık üzerinden değil de yoksulluk üzerinden düşünülmesinden yanayım. “Bir şey yoksa ne oluyor?” sorusundan bilgiye gitmek. “Sağlıklılık nedir?” sorusunun cevabı ancak hastalıklar üzerinden bilinebilir. İnsanın bedeninde ağrı varsa dikkat oradadır; ağrı yoksa, engel yoksa insan bedenin farkında değildir. İnsan farkında değilse sağlıklıdır. Akıl da öyledir. Akıl nerede engelleniyorsa insan orada kendini sorgular, engellenmediği yerde sorgulamaz. Dolayısıyla, bu bizim sorguladığımız yapay zekâ sorunları gibi bilgilerin sorgulandığı düzeydeki bilinçler bunu gelecekte sanayi nasıl yapacak merakından yapmıyor. Kendi özbilincinin sorgulamasına bir aynalaşma olarak bunu ciddiye alıyor ve bunun üzerine düşünüyor. Bu sıradan bir insanın konusu değildir. Sıradan insan hiç de böyle bir endişe falan taşımaz. Gelecekte yapay zekâ dünyada ne yapacakmış? Sadece ona şöyle bir şey diyebilirler: “Fabrikada sen çalışıyordun, şimdi yapay zekâ diye bir şey çıkardık ve fabrikada senin işini yapacak, sen artık işsiz kalacaksın.” Fabrikadaki çalışmaya onu mahkûm eden sistem ona büyük bir şey vadetmiş ve onu elinden alıyormuş gibidir. Hâlbuki doğadaki insanın doğadaki o keyifli varlığını fabrikadaki o zorunlu varlığa feda etmesinin nedeni, ona birtakım oyuncaklar, modern oyuncaklar vaat edilmesidir; televizyon, araba vs. Onları elde etmek için bütün ömrünü 9-5 arasında fabrikada kiralıyor, değil mi? Hâlbuki boynundaki o ipi atıverse, “Ben doğada iki tavuk bir horozla yaşarım. Nedir bu patronların kahrını çekmem? Telefonum da olmayıversin, televizyonu da istemiyorum” dese çok şey kaybeder mi? Doğadaki varlığı ile yaşar.

Demek istediğim, hedef kitle, bütün bunları sorgulayan kitle toplumun geniş kitleleri anlamına gelmiyor. Hakikat sorunları bunlar ve demokratik hakikat olmaz, demokratik askerlik olmayacağı gibi. Askerliği hiyerarşiden çıkartalım, demokratik askerlik yapalım; seçim yapıyoruz başçavuş diyor ki: “Ben şu binbaşıyı seçiyorum, o generali değil, o yönetsin bizi.” Böyle bir şey olabilir mi? İşin akademik, demokrasi olabilir mi? “Fizik bilimi demokratik olsun” olabilir mi? Fizik kürsüsü fizik biliminin iradesidir; o irade altında duran bilgiler, yöntemler vardır. Ama coğrafya fakültesinde de başka bir irade var. İşte İdea o iradelere denir, o İdea görür. Hukuk fakültesi dekanı yöneticidir, dışarıdan da tayin edilebilir ama hukuk fakültesi anabilim dalı başkanı atama ile olmaz, atanır da akademik kariyerin oraya koyduğu birisidir o. Yönetici değildir o, bilimin, oradaki bilginin karşılığıdır, dolayısıyla o irade altındadır, o insan özgürdür ama o iradenin altında özgürdür. Hangi iradenin? Hukuk. Hukuk onun ideasıdır, o ideanın dışına çıktığı an, hukukun dışına çıktığı için kendi iradesi orada öznel çıkarlarıdır. Bakın Hukuk da sanaldır ve sanal olanı istiyoruz. O sanal olanın egemenliğini; görünmeyenin, ideaların, onun ilkelerinin, prensiplerinin egemenliğini istiyoruz işte. Bu hâlihazırda organik bedeni olan insanlar arasında bu ilişkiler kurumlaşırken de aynıdır, bunu robotlar da yapsa aynıdır.

AA: Doğal, yapay, sanal, gerçek, insan ve simülasyon… Tüm bu kavramlar oldukça anlamlı hale geldi.

MB: Simülasyon dediğimiz aslında kendi aldığımız kararların altında varlaşmak, yeni bir varlık alanı açmak demektir. Kendimize bir hayal üretiyoruz ve o hayalin altında bir toplum yaratıyoruz. Ulaşım, haberleşme, birtakım olayları bir gerçekliğe taşıyoruz. Onlar yoktu doğada. Bir örnek vereyim doğal zekâ-yapay zekâ konusunda; söyleyeceğim artificial ama aynı zamanda sentetik. Doğal zekânın doğada aradığı, müzik için aradığı ve bulduğu nedir? Seslerdir. Doğadaki sesler gelişigüzeldir, kaotiktir. Bu sesleri alıp, devşirip, sınıflandırıp birbirleriyle orantılarını hesaplayarak, enstrümanlar üzerinden uygulayarak ortaya çıkarttığımız şey doğadır, fiziktir. Müzik bir fiziktir. O fiziği, seçtiğimiz seslerin birbirleriyle uyumlarını arayarak, onları bir kompozisyon altında toplayarak bir yapıt yapıyoruz. Örneğin, doğada sesler vardır ama Beethoven’ın 9. senfonisi yoktur. Peki, Tanrı kavramı ile bu işlere yaklaşan, yani Tanrı’nın sözüne karıştık, Tanrı’nın işine karıştık gibi yapay zekâyı değerlendirmeye kalkanlar şunu diyebilirler mi? “Tanrı, Beethoven’ın 9. senfonisini dinleyemez mi? Zevk alamaz mı?” Dinler ve zevk alır. Ama o yapaydır, doğal değildir, doğada bulunmamaktadır. Beethoven’ın bestelediği o senfoni seslerinin fizik olarak karşılığı doğada ama onun kompozisyonu, onun bir irade altında toplanıp beğenisi, armonisi tamamen yapaydır, yapay bir zekânın işidir ve zekânın kendisi budur. Başka türlü bir şey değildir. Doğadaki kaotik sesleri dönüştürüp besteler yapan insan, insandır. Bir köylünün varoluşsal boyutu bir senfoniyi baştan sona dinleyemez. Onun için popüler müziklere baktığımızda şunu görürüz: küçük cümleler ve tekrarları. Ne kadar küçükse, cümle ne kadar çok tekrarlıyorsa o kadar akılda kalır; çünkü o insanların bellekleri uzun cümleleri, romanları, büyük anlatıları tutamaz. Eğitimsizdirler, ona eğitilmiş olmaları gerekir. Çoğu insan statüsü gereği müzik zevkinin yüksek olduğunu düşünerek –veya en azından çocukluğundan beri dinleyerek eğitilmiş olduğunu düşünün– operaya gidiyorlar, büyük senfonileri dinlemeye gidiyorlar. Ama çoğuna bakın, ister istemez uykuya giriyorlar. Niye? Zekâları o sesleri baştan sona kadar takip edemediği için, ona eğitilmediği, onun dışında kaldığı için doğal olana doğru terk ediliyorlar. Demek ki insanı insan yapan asıl alan doğal olan alan değil, doğayı dönüştürerek kendi eli, emeği ile ürettiği alandır, kültürdür. İnsan kültür varlığıdır. Kültür, doğanın kompoze olmasıdır; insanca, insan kılınması, doğayı insanlaştırmak demektir.


* Bu söyleşi Metin Bobaroğlu ile Temmuz 2018’de Ayşe Acar tarafından yapılmıştır.