Aydınlanma döneminden sonra Rönesans ve aydınlanma hareketlerinden sonra da birey ve bireycilik önemli bir şekilde Avrupa dünyasında parladı. Bu bireycilik sorunsalı toplumculukla dengelenmiştir ve birey ve birey olma kalıcı modernitenin temel ilkesi olmuştur. Özgürlük, eşitlik ve dayanışma, üç temel ilke, aydınlanmanın doğurduğu ilkelerdi ve bunların topluma yansıması, toplumda karşılık bulması tabii ki bir devrim niteliğinde olmakla birlikte tarihî bir birikimi de gösteriyordu. Ben, toplum ve teori arasındaki ilişkiyi anlamak bakımından, “değişme yeteneği olmayan toplumlar değiştirilemezler” ifadesini şiâr edinmişimdir; yani keyfî bir irade ile toplumlara istediğimizi yaptıramayız.
Nasıl ki doğa karşısında insan iradesi, doğanın dirençlerini doğanın kendi yasaları ile işbirliği yaparak aşabilirse ve kendi için kılabilirse, bu toplum için de geçerlidir. Toplum her ne kadar doğa kadar bir sebep-sonuç zinciri, determinasyon kilidi içinde değilse de, bir yanıyla doğaya bir yanıyla da özgürlüğe bağlı insan ilişkilerinde dirençler vardır. Bu dirençler tarihsel birikimlerle desteklenmiş de olabilir, yenilenmeye açık olmayı da tarihsel gelişim sürecinde elde etmiş olabilir. Eğer bu potansiyel bir toplumda yoksa, istediğiniz kadar üstten jakoben ya da devrimci nitelikte girişimlerde bulunun, o toplumda değişim olmaz. Hatta bunun için bazı filozoflar, “değişme niteliği geri kalmış toplumlara dış güçler müdahale etmedikçe kendi iç dinamikleri çalışmaz” diyerek sosyolojik bir kural önermişlerdir.
Avrupa’da bu bireyleşme hareketi –modernitenin ortaya çıkması– kilisenin egemenliğine karşı başlatılmış bir şeydir. Kilise (ekklisía), her ne kadar bir cemaat, bir inanırlar topluluğu anlamındaysa da, giderek kurumsallaşmış ve toplum üzerinde egemenlik sağlamış, tarih içinde bir kurum yani din kurumu haline gelmiştir. Bu bir inanç değildir. Din kurumu, hatta giderek de bugünkü biçimiyle Papalık bir devlettir aynı zamanda; hukuku, devleti, yaptırımları olan bir kurumdur. Şimdi, bu kurum Hıristiyanlık temelli kendi söyleminden dolayı Katoliktir, yani evrenseldir. Bu, söylemi ruhlanma temelli (Ruhu’l-Kudüs), insanların ‘Tanrısal ruhu’ alabilmeleri temelli bir öğretinin tüm dünyaya egemen kılınması anlamını taşıyor. Dolayısıyla, bunun için dünyevi güçlerle de işbirliğine ihtiyaç var. Nitekim Papalık, krallarla işbirliğine gitmiştir ve giderek kralları tayin eder duruma gelmiştir. Tarihsel sürece baktığımızda bu görünür ve artık tacı krallara giydiren Papadır, Papalık kurumudur. Bu evrenselci öğreti, kralların eliyle bütün dünyaya, Amerika’nın keşfinden sonra Güney Amerika’ya, Çin’e, Japonya’ya kadar, önce misyonerler, arkasından askeri güçler ve çeşitli etkileşimler yoluyla ─buna haçlı seferlerini de katabilirsiniz─ bu Katolik yani evrensel inancı yayma girişiminde bulunmuştur.
Fakat modernitenin, Rönesans’ın sanatsal ruhunun giderek felsefî söyleme, sonra ideolojilere dönüşmesi, toplumda karşılık bulmuştur. Kilise, topluma vadettiği cennet hayalini topluma zindan etmiş, tarih içinde de görüldüğü gibi, özellikle engizisyonla karşı-inançları telef etmiştir. Özellikle, Yahudi toplumunu aşırı derecede taciz etmiş, hatta “kabalist” oldukları için Yahudi kadınları cadı diye direklere bağlayıp yakmışlardır. Şimdi bu, üzerine çok çalışma yapmak gereken bir konu ama egemen güçlerin birlikte organize olarak yaptığı bu toplu hareketin karşısında tek tek bireylerin ne gücü olabilir? Bu bir inanç ve bir tutku meselesidir. Yani insanların sadece düşünerek, tefekkür ederek, fikirlerini geliştirerek toplumsal etkileşimde bulunmaları, bir nevi, düşünceyi pratiğe dökecek kişileri aramayı gerektirir.
İşte, Avrupa’da bunun bir inanç hareketine dönüşebilmesi için fikirlerin felsefe boyutunda kalması yeterli değildi. Bunu ideolojiye dönüştürmek lazımdı, yani bu fikirlerin etrafında insanların toplanması ve bunu eyleme koyup hayatlarını değiştirmeleri gerekiyordu. O zamana kadar, hayatlarını değiştirme fikri insanların kendilerinde yoktu; çünkü yöneticiler, krallar, Papalık vardı, kararları onlar verirlerdi. Ne istiyorlarsa öyle olurdu, ama halk da böyle bir değişimi kendisi üstlenecek yetkinlikte, düzeyde değildi. Ta ki bu modernite ve onun temel söylemi olan Immanuel Kant’ın söylemine dek: “Aklını kullanma cesaretini göster.” Tek tek her bireye söylüyor bunu; “aklını kullanma cesaretini göster ve düştüğün çukurdan kendin çık. Başkası seni oradan çıkaramaz. İnsan kendi düşüncesiyle, eylemiyle, düştüğü yerden kendisi ayağa kalkarsa aydınlanmıştır,” diye düşünüyor Kant. Dolayısıyla, aydınlanma insanlara dışarıdan verilemez. Bu ideolojilerde de böyledir biliyorsunuz; Marx’ın öğretisinde de başlangıçta böyleydi, ama daha sonra Lenin, aydınlanmanın aydınlar tarafından proleter sınıfa dışarıdan verilmesi önerisinde bulunmuştur.
Burada söylemek istediğimiz, felsefenin o verimli düşünce sahasından eylem sahasına çıkabilmesi için fikirlere tutku ile bağlanmanın gereğidir. Ama tutku ile bağlanılacak fikri içselleştirmiş olmamız gerekir. İçselleşmemiş bir fikir; dışımızda bir obje gibi duran, varlığımızla katılmadığımız, varoluşsal olmayan bir lojik, rasyonel bir kuram eyleme dönüşemiyor. Bu bakımdan modernitenin başlangıç noktasındaki düşünürleri, özellikle Fichte, o zamanın gençlerini ateşleyen konuşmasını yapıyor üniversitenin açılışında: “Siz yapacaksınız” diyor, “gençler siz yapacaksınız.” Neyi? “Bütün bu aristokrasinin baskılarını, kilisenin evrenselci baskılarını siz kıracaksınız ve özgürlüklerimizi, kendi kendimizi idare edebilme özgürlüklerini siz kazandıracaksınız,” diyor. Bu ünlü bir konuşmadır ve ateşler Avrupa gençliğini. O kanları kaynayan gençler akıllanır, üniversitede eğitim görerek dünyalarını değiştirmeye karar verirler.
Hatta Immanuel Kant’ın o dönemdeki kilise karşıtlığı ─kendisi de oradan geliyor, yani teolojiden geliyor─ saf inancın öğretisine karşı değil, bunun bir kurum haline gelip totaliter bir şekilde birilerinin eliyle uygulanmasına karşı. Bunun karşıtı olarak nasıl başa çıkılacağını çözümlerken üniversiteyi öneriyor. Dünyanın her yerinde üniversiteler açılacaktı, yani eğitimi bütün dünyaya yayma; bu da bir anlamda kilisenin, katolisizmin karşıtı bir davranıştı. Universal city; evrensel devlet, evrensel şehir, evrensel ülke modeli üniversite olacaktı ve dünyanın her yerinde bu açılırsa, orada eğitime girmiş insanlar birbirleriyle doğrudan tanışmasalar da, aynı kilisenin üyeleriymiş gibi ortak bir şuur, ortak bir akıl elde edebileceklerdi. Bunun için Kant şöyle der: “Görünmez kilisenin üyeleri olacağız.” Bu görünmez kilise üniversite, ama üniversitenin kurumu değil de onun arkasındaki akıl. Bu akla iye olmak, o akıldan pay almak, o akla katkı vermek… Nedir bu akıl? Ortak akıl. İşte bu ortak aklın ilk tezahürü insanların kendi kendilerini yönetmeleri ile ilgili, baştan beri söylenen bu. Söz kurallara bağlanmalı; işte bu kurallar hukuk. O halde, ortak aklın söyleme çıkışı hukuk, görünüşe çıkışı da bu hukukun kurumlarıdır.
Peki, kilise ne yapıyordu? Kilise, “Tanrı buyruğunu egemen kılacağım” diyordu. Bu çok sempatik bir söz ve insanlar da inanıyor. İyi de kim? Birtakım din adamları diyor ki: “Tanrının buyruğunu biz egemen kılacağız”; yani ruhban sınıfı. Peki, Tanrı sizi nereden görevlendirdi, nasıl oluyor bu iş? “Efendim, İncil’i biz iyi okuyoruz; siz okuyamazsınız, bu çok yüksek bir kelamdır. Bunu teoloji, felsefe alanlarında eğitilmiş insanlar ancak anlayabilir, hatta Ruhü’l-Kudüs’e mazhar olmuş olması da lazım. Siz öyle misiniz? Hayır. Ama biz öyleyiz.” Buna Klarikos diyorlar; yani ruhbanlar ve bu ruhbanlar Tanrı’nın sözcüleri. Tanrı’nın sözcüleri ama Tanrı’yı onlar konuşturuyorlar: Tanrı şunu demek istiyor, Tanrı bunu istiyor, Tanrı şunu istiyor vb. Bunu söyleyen onlar. İnsanlar aslında “Tanrı” diye görünmez bilinmez bir mefhuma, görünür bilinir despotlardan aldığı fikirle, bilgiyle ulaşmak istiyorlar. “Meyancılık” da denir buna. Şimdi bu masum da olabilir, kasıtlı da olabilir. Ama her iki durumda da, ister masum olsun ister kasıtlı olsun, her iki durumda da insanın kendi inisiyatifini, kendi iradesini kullanması söz konusu değil.
Şimdi, bu ayrım İslâm dünyasında, bu uygarlığın içinde pek anlaşılır bir şey değil. Yani bizde, dini dogmamızda klarikos yok. “Lâ ruhbâne fiddîn”, “lâ klarikos” demek; klarikos’u reddediyor İslâm dini Kur’an’da. Klarikos’u reddedince aslında dini halka kim anlatacak, halk ile din arasındaki ilişkiyi kim üstlenecek, madem klarikos yok? Klarikos Hıristiyanlıkta bunu yapıyordu, İslam’da bunu ulemâ yani âlimler yapıyor. Şimdi bu bir sorunsal. Kimler kast ediliyor? Âlimler. Kur’an’ın öz metninden destek alınmaya kalkıldığında ulemâ tanımlanıyor: “ulemâ-i râsihûn” yani kök salmış âlimler. “Âlim” dediğim Arapçası, Türkçesi ise “bilgin” olan bir söz. Bugün “bilginler” diyoruz ama rusûh bulacak, kök salacak. Bugünkü anlamı “uzmanlık”. Kur’an “ulemâ-i râsihûn”a danışın” diyor; sadece danışın. “Onların emri altına girin,” demiyor; “danışın”. Danışmanlık alabilirsiniz; buna fetva deniyor. Şimdi, modernler bunu bilmediği için, Batı aydınlanmasını, Rönesans’ı okuyup oradaki gelişmeleri, oradaki kurumsal dine yapılan karşıtlıkları baz alarak, aynen dönüp İslâm dini için de aynı bunları kullanıyor. Hâlbuki İslâm’da klarikos yok, ruhban reddediliyor. Zorlama yok; hâlbuki Hıristiyanlıkta var. “Lâ ikrâhe fiddîn”; dinde zorlama yok. Bu danışmanlık, yani “fetva” dediğimiz şey, bugün bütün bilim dallarında var. Yani danışırsınız yazılı şekilde, size yazılı şekilde cevap verilir; o danışmanlık illa benim dediğimi gidip yapın anlamına gelmez.
Ama klarikos öyle değil; klarikos emir kipinde. St. Augustine’e kadar dağınık olan ve bir anlamda yaptırımı olmayan kilise inancı, St. Augustine’den sonra karşıtlarını, karşıt görüşleri tasfiyeye giderek, “bunlar yanılsamalı bilgi” diyerek diğer görüşleri ortadan kaldıran kilise, sonra tek tip düşünceyi egemen kıldı ve onu bütün dünyaya yaymaya kalktı. Aztekler katledilirken oradaki İspanyollar, Portekizliler çok insan öldürüyor; askerler rahatsız oluyor, duyarlı davranıyorlar ama Cortés, Aztek kralının ağzını iki eliyle açıyor, “Onun içinde ruh yok” diyor; Ruhu’l-Kudüs’ü kast ederek. Yani Ruhu’l-Kudüs bir insanda yoksa o hayvan mertebesindedir; dolayısıyla, İsa’nın öğretisinden anladıklarına göre o, çöpe atılabilir. Ruhu’l-Kudüs almayanlar, daldan kopmuş yapraklar gibidir. Kuruyan yaprakları da ne yaparlar? Gehenna’ya atarlar. Bu gehenna biliyorsunuz, Kudüs’te çöplerin yakıldığı yerin ismi. İşte “cehennem” sözü oradan geliyor. Gehenna, çöplerin yakıldığı yer. Bu demek ki sembolik bir anlatım: gehenna, cehennem.
Şimdi, “Ruhu’l-Kudüs’ü biz veriyoruz, birileri de alıyor” olması durumunda, ruhbanlar kendilerinde, ruhlama, affetme, bağışlama yetkisini görüyorlar ve şirk dediğimiz şey ortaya çıkıyor. İslâm dininde “şirk” diye söylenen budur. Aforoz edebiliyorlar, kabul ediyorlar, reddediyorlar, ruhluyorlar; işte bir üniversite hocası gibi eğitim veriyorlar. Üniversitede eğitim veriliyor ve sınıf geçip geçmemeye de hocalar karar veriyor; doğru, ama bir yöntemle. O yönteme bağlı olarak, keyfi değil. Şimdi diyeceksiniz ki, “Hıristiyanlıkta da böyle, bir yönteme bağlı, tek tek papazlar kendi keyiflerine göre bir şey yapmıyorlar.” Benim bir dönem papaz efendiye sorduğum gibi: “Efendim, siz günah çıkartıyor musunuz?” “Evet,” dedi. “Peki, aynı günahtan insanlar tekrar geliyor mu?” “Ohoo,” dedi, “hem de kaç kere.” “O zaman çıkartamıyorsunuz,” dedim; çünkü İsa çıkartıyordu. İsa’nın günahını çıkarttığı ünlü Maria Magdalena bir daha günah işlemiş değil. Demek ki o çıkartıyormuş. “Ben dua ediyorum, O ise Rabbi, günahı O çıkartır.” O zaman seni tayin eden birisi mi var? Yani Tanrı mı, peygamberin kendisi mi? Hayır. Sen kendini tayin ediyorsun bir örgüt olarak. Toplanıp karar veriyorsunuz ve o hakkı kendinizde görüyorsunuz. İşte buna İslâm hareketi çok önceleri karşı koyuyor, ruhbanlığı yadsıyor. Tanrı ile kul arasına kimse giremez. Kur’an’ın kendisi de yaptırım gücü taşımaz. Kendisi, kendini tanımlıyor; Kur’an bir nasihattir yani danışmanlıktır. Âlimi varsa ondan danışmanlık alabilirsin ama fiili sen yaparsın. Sorumluluk doğrudan doğruya bireyin kendisindedir.
Batıda 18. yüzyıl ve daha sonra günümüze kadar gelen bu modernite hareketi ─modernizm biçiminde sistematize olmuş tarafı sorunlu da olsa─ aslında ruhbanlığa, dini zorbalığa ve klarikos-laikos ayrımına karşı yapılmış bir harekettir. İslâm’ın kendi ruhunda bu yok; böyle karşı koyacak bir kurum, bir baskı bu anlamıyla yok. Mahalle baskısı var, yöneticilerin baskıları var, ama dinin kendi içinde herhangi bir baskı unsuru yok. Modernitenin söyleminin kökleri aslında Medine Sözleşmesinde var, Kur’an’ın söyleminde de var. Biz bugün böyle mi anlıyoruz? Hayır. Çünkü aynı Batıdaki gelişmeler gibi… İncil’de yoktu bunlar; kurumlaştıktan sonra oluştu. İncil’de söylem olan, kurumda yaptırıma dönüştü. Din adamları yok deniyor Kur’an’da; “lâ ruhbâne fiddîn.” Din adamı yok, evet ama maaşlı din adamlarımız var; dini onlar öğretiyor, yani ruhbanlığın bir nevi kopyası. Öyle bir yetkileri yok, bu konuda maaş almaları imkânsız Kur’an’a göre; birçok yerde şöyle deniyor: “Bu ayetleri ücret karşılığı satmayın.” Bitti. Açık, net ama birileri bu görevi üstleniyor ve bunun ücretini alıyor, bunun eğitimini veriyor, bunun fetvasını yaptırım biçiminde vermeye çalışıyor. Yani demek istediğim şu; söylemin kendi özü ideal de olsa, uygulama onu bozar.
İncil Latince yazılmıştı, diğer dillere çevrilmemişti biliyorsunuz. Halk da Latinceyi bilmediği için bu aracı kurumlar İncil’i onlara anlatıyordu, halk da öğreniyordu. Aynısı İslâm âleminde de var. Arapça bilenler, aracı kurumdan, tercümanlıktan giderek ruhbanlığa, giderek otoriteye dönüştüler. Şimdi bu diğer dinler için de söylenebilir, ama özellikle Batı dünyasında bu iki din hem çatışır hem ortaklaşa yanları ile birleşir. İki din, yani Hıristiyanlık ve Müslümanlık tartışmanın göbeğinde yatar. Yahudilik burada rol almıyor mu? Yahudilik her ikisinin de ilk söyleyicisi, eski kadim söyleyicisi olmasına rağmen, dinde yayılmayı istemediği için, başkalarının o inancı benimseyip aralarına katılmaları söz konusu olmadığı için ─yani Yahudi doğan Yahudi olur aileden gelen genetik bir kodlamayla─ Hıristiyanlık ile Müslümanlığın taşıdığı iddiayı taşımıyor. Onlar diyorlar ki: “Biz Tanrı’nın seçkin evlatlarıyız, bizim yaptığımız kimseyi ilgilendirmez. Tanrı’ya şöyle taparız, böyle taparız, bu kimseyi ilgilendirmez.” O zaman sorun değil, kendi inancı. Grup tek bir kişi imiş gibi kendi vicdanının hareketlerini yapıyor, başkasına dayatmıyor, başkasına bunu zorlamıyor.
Ama Katolik olan, evrenselci olan din ve ideolojiler bunu dayatır. Şimdi bu, totaliterizme karşı birey, kurumların totaliter egemenliğine karşı birey. İslâm’da Kur’an’ın bireyi öne çıkaran söylemi, Emevî saltanatı ve daha sonra gelen saltanatlar yoluyla gölgelenmiştir; birey, ferdî hikmet gölgelenmiştir. İslâm’ın kaynağında ferdî hikmet var, birey var, ama giderek gölgelenmiştir. Batıda ‘ben’ felsefenin doğurduğu bir şeymiş gibi görünüyor, Rönesans’ta sanatçılar ve filozofların bireyi ortaya çıkarttıkları varsayılıyor, ama hâlbuki bireyin motivasyonu İncil’den geliyor. İncil’de, İsa’nın öğretisi, doğrudan doğruya ruh-bireyi, bireyselliği anlatıyor. O yüzden İsa milattır. O güne kadar bütün dini, ideolojik hitaplar kitlelere yapılırken ilk defa İsa ile bireye hitap başlıyor, sonra İslâm bunu sürdürüyor. Daha önce baktığımız zaman Tevrat belirli bir kavme hitap eder, öğretisi evrensel değildir. İncil ise tüm insanlığa hitap ettiği için bireyi aidiyetleri ile değil kendi edimleri ile sorumlu tutmuştur. Dolayısıyla, din vicdana bırakılmıştır. Kilise kurumu ise sistematik olarak bu vicdanları ele geçirme projesidir; despotizmdir.
Şimdi, “kendi aklını kullan” ne demek? Ruhbanlar sana bir şey söylüyor; öyle yaparsan hayırlı, iyi olur, cennete gidersin, Tanrı seni beğenir vs. Bunlara sen karar ver; karşı da durabilirsin takip de edebilirsin, kendi vicdanında bunu oluştur demek. Bunları sana ebeveyn gibi sürekli birileri öğretmesin. Yani bir nevi rüşt, gelişmişlik düzeyi ortaya çıkmış olmalı ki modernite değişme olanağı olan toplumda karşılık bulabilsin, taraftar toplayabilsin. Bunun da o dönemde, sanayinin başlangıcı, eğitimin yaygınlaşması ve sanat ve felsefenin de yaygın olması ile hakikaten insanlığın belli bir düzeye geldiği söylenebilir ki bu maya orada tutabilmiş.
Şimdi, bu görüşler eyleme geçtiğinde, Fransız devrimi ─Amerikan devrimi de söz konusu ama─ üç ilke ile bütün hayatı yeniden örgütlemeye kalkışıyor. Nedir? Kanun önünde eşitlik bununla başlıyor; ilk önce égalité ile başlıyor. Üç tip insan var: ya aristokratsınız, ya ruhbansınız ya da üçüncüsü. Avrupa’da böyle bir terim kullanıyorlar: üçüncüsü. O kim? “Ayak takımı” diyor, halkın tamamı. Ruhban niye bu kadar yüksek? O, eğitimli, belirli yasalar içinde örgütlenmiş bir kaliteyi ifade ediyor. Aristokrat, miras yoluyla tarihte yüzyıllar boyunca, yemeyi içmeyi, oturmayı kalkmayı, sanata değer vermeyi vb. öğrenmiş kişiler. Halk dediğin zaman, o dönemde köylü ve küçük el sanatları. Bunlar serseri kabul ediliyor. Eğitimli değiller, aristokrat değiller, miras almamışlar, eğitim de görmemişler, “üçüncü kişi”. İşte bu üçüncü kişi büyük ölçekte köylü. Ne üretiyorsa aristokratlar el koyuyor, kilise el koyuyor. Kendisi çalışıp çalışıp kendi yiyeceğini onlara veriyor, o kadar acıklı durumlar var ki… Avrupa’nın neredeyse tamamında var bu. Şövalyelik oradan türüyor. Derebeyleri evliliklere de el koyuyor; gelinler gerdek gecesinde derebeyleriyle yatmaya zorlanıyorlar. Şimdi, buna şövalyeler karşı çıktı. Şövalyeler, yasaların olmadığı, bir yönetimin olmadığı yerde tek tek bireyler; halkın yanında aristokratlara karşı, ruhbanlara karşı, kötülere karşı savaşıyorlardı. Bu romantik dönem; romantik dönem şövalyelerin dönemidir ve incelemeye değer.
Şimdi, modern insanın, bireyin kendi aklını kullanma cesareti hem eğitim gerektiriyor hem örgütlenme gerektiriyor. Bunun hayata geçirilişinin başlangıcında eşitlik istiyoruz, sonra bu eşitlik için özgürlüklerin genişlemesini istiyoruz. Bunları nasıl yapacağız? Dayanışarak. “Kardeşlik” sözcüğü, Türkçeye öyle çevrilir; kardeşlik aslında böyle brotherhood anlamında bir kardeşlik değil, belki bir sendika gibi dayanışma. Örgütlü bir dayanışma olmadan fikirler hayata geçmiyor. Bu Fransız devrimi ile o serseri ayak takımı dedikleri, üstelik de hapishanedeki siyasi tutukluların da salıverilmesiyle hayata geçirildi. Çok kanlı oldu Fransız Devrimi; fakat bireyi ortaya çıkartan çok güçlü bir devrim. Bunun öncülü Napolyon Bonapart; yani bugünkü Avrupa’yı, bizim bugünkü yaşam biçimimizi dizayn edenlerin bir tanesi de Napolyon Bonapart. Aristokrat değil, ruhban değil, bir general. Halkın içinden gelmiş fakat muzaffer bir general. Ta Mısır’a kadar gidiyor, büyük bir fatih, zenginlikler de getiriyor, herkesi memnun ediyor. Bugünkü Paris’i inşa ettiriyor; olağanüstü bir kent kuruyor. Fakat asıl mühim durum şu: Papaya diyor ki “Ben kral olacağım,” yani “tacı benim kafama koyacaksın.” Papa da diyor ki “Sen asil değilsin, aristokrat değilsin, bu mümkün değil.”
Peki, nedir mümkün olmayan aristokrat meselesi? Merovenj diye bir aile var, bu aile İsa’nın soyu olarak kabul edilmiştir. Kaybolmuş kutsal kâse, sembolik yorumunda, Mecdelli Meryem’dir. Mecdelli Meryem’in rahmi kadehtir ve İsa’nın kanını yani çocuğunu taşıdığına inanılmaktadır. Şövalyeler İsa’nın çocuğunu buldu ve Avrupa’ya getirdi, yani o soydan gelen kutsal kâseyi bulup getirdi. İşte, bu Merovenj ailesi ve bütün Avrupa kralları onun kanından olmalı. İsa’nın kanından oldukları için kutsal oluyorlar, buna “mavi kan” deniyor ve bütün Avrupa kralları birbirleriyle akraba oluyor bu yöntemle ve bu gizli tutuluyor –Dan Brown da buna benzer şeyler yazdı biliyorsunuz. Şimdi, burada “Sen aristokrat değilsin” derken bunu kast ediyor Papa. Sende İsa kanı yok ki sen yönetemezsin. Yönetici ancak Tanrı’dır. İsa da Tanrı adına yönetiyor, İncil-i Şerif böyle der. Böyle olunca sen yönetemezsin, sen sıradan bir adamsın, sana taç yok diyor. O sırada Papalık borç içinde ve Napolyon da haber yolluyor; borçları ben öderim. Tacı satın alalım, borçları ödeyelim, biraz da fazla verelim, şu tacı giyelim. Tamam, anlaşıyorlar. Çok önemli olduğu için anlatıyorum, bugünkü hayatımızın inşa edildiği bir nokta. Tören düzenleniyor; Papa tacı tam Napolyon’un başına giydirecek, Napolyon Papanın elinden tacı alıyor ve herkesin önünde kendisi başına geçiriyor. Olağanüstü bir şey; birey doğuyor, dünyaya kafa tutuyor: “Kendi tacımı kendim giyerim.”
Kant’ın “Aklını kullanma cesaretini göster” dediğini Napolyon bilfiil yapıyor; tacı koyuyor başına ve Papanın bütün otoritesini kırıyor. İşte fitilin ateşlendiği nokta budur, ondan sonrası çığ gibi… Papanın tavassutuyla kral olmuş imparatorlar, yani çoklu halklara hükmedenler çözülüyor. Fransız Devrimi de bunun en büyük örgütçüsü. İmparatorluklar çöküyor, imparatorluklar çökünce ulusal hareketler başlıyor. Ulusal hareketler temelde dil birliği istiyor ─ dil ontolojisi. Dil birliği, kültür birliği, tarihi macera; yani kaderde, kıvançta, tasada bir olmak. Bu kültür dediğimiz şey; yani o imparatorluklar ve din temelli dünya tasarımı, yerini kültür temelli dünya tasarımına bırakıyor ve bugünkü uluslar doğuyor.
Şimdi, bu bütün dünyaya sirayet eden bir hareket olduğu için Osmanlıya da geliyor. Osmanlı ─kendi dışından, tamamen kendi iç dinamiklerinin zayıflıkları, borçlanmalar vb. birçok neden biliyoruz ama─ imparatorluk olarak kendini sürdürebilme gücünü belki gene kendi içinde değişimlerle bulabilirdi, ama Birinci Dünya Savaşı onun parçalanmasına sebep oldu; bütün dünya saldırdı ve parçalandı. Arkasından tekrar imparatorluk var olabilir miydi? O günkü koşullara dönüp baktığımızda, bütün dünya için ─sadece onlar için değil yani─ Rusya’daki Çarlık aynı dağılmaya uğradı, Avusturya aynı şekilde, Cermen İmparatorluğu çökmüş, İspanyol İmparatorluğu… Yani imparatorluklar çöktüler; dolayısıyla, Osmanlı’da imparatorluk çöküyor. Fakat burada ebedî devlet sözü vardır: Rejim değişir, kültürü taşıyan halklar, rejim değişebilir, yeni rejimle devlet gene sürmektedir. Devlet devam eder, devletin sürekliliği var orada. Biz rejimi devlet zannettiğimiz için o devlet yıkıldı yerine başka devlet kuruldu diyoruz… Öyle bir şey yok. Bir rejim değişikliği var, fakat bu rejim ulusal kültüre dayalı rejim. İmparatorluğun hanedanına dayalı veya Batıdaki gibi dogmaya dayalı bir görüş değil. Şimdi bu anlattığımı, kendi tarihsel referans sistemi içinden bu toplum doğurmuş mudur, yoksa hakikaten jakoben, Batıdan bir taklit olarak Fransız Devrimi’nden ithal mi etmiştir? Bu tartışma çok var. Cumhuriyetin ilk yıllarından bugüne kadar felsefî tartışmalarda, teolojik tartışmalarda da var, siyasi tartışmalarda da bu süregidiyor.
Ben size doğrudan doğruya kaynağından, devrimlerin önderi olan Kemal Atatürk’ün kendi sözlerinden örneklerle bazı hatırlatmalar yapmak istiyorum. Batıyı şu şekilde tanımladıktan sonra burada nasıl bir devrim yaşandı, bir daha anımsayalım. Daha özlü bir anlatım için kısaltmalar yapacağım. Şimdi Kemal Atatürk’ün önemli gördüğüm bir tespiti var. Temelde bu görüşler var; çok basit, üç beş paragraftan oluşan ama çok derin, benim üzerimde etkileri büyük olan görüşler. Yazının tamamını bulabilirsiniz, yazılı belgeler de var ama ben içlerinden ─böyle anlam kaydırma çabasıyla değil ama daha özlü anlatım için, kısaltmak için─ alıntılar yaptım. Bizzat kendi ifadesi:
“Efendiler! Tanrı birdir ve büyüktür! İnsanlar iki sınıfta, iki devirde incelenebilir. İlk devir beşeriyetin çocukluk ve gençlik devridir. İkinci devir beşeriyetin rüşt ve kemâl devridir.”
Bakınız, Batıyı anlatırken bireyin ortaya çıkabilmesi için rüşt demiştik. Reşit demek, kendi sorumluluğunu alabilen insan demek; vesayetten çıkan, velayetten de hatta. Şimdi, biz mesela vesayeti, velayeti çok abartıyoruz. Tasavvuf terimleri dini angajmanlarımız: “Veli, efendim o çok büyük veli.” Veli, koruyucu demek. Hani okula gidersiniz, bir veliniz vardır orta öğretimde, ama aslolan reşit olmaktır. Reşit olduğunuz zaman velayetten kurtulursunuz. ‘Vali’ ile ‘veli’ aynı terimdir. Vali, zâhir dünyada, dış dünyada, koruyucu kollayıcı demek. Veli de manevi koruyucu kollayıcı demek. Ama velayetten mezun olmak icap eder. Velayet altındaki bir insan reşit değil, rüştünü ispat etmemiş. Ne demek? Sorumluluk alamaz, hep danışmak zorunda. İnsan hakikaten reşit değilse, reşit olmadan reşitmiş gibi yaparsa ne olur? Kakofoni olur. Gerçekten reşit olan bir toplum veya bir birey, reşit olduğu zaman sorumluluğu alabilir. Yoksa daha çocuk bilincinde olan bir topluma sorumluluk verseniz ne yapar? Tarih gösteriyor. Şimdi burada ─bir de ben espri yapıyorum, kendisinin böyle bir kastı yok─ “beşeriyetin rüşt ve kemal devri” diyor. Bir de kendisine “Rüştiyeli Kemal” derler. Böyle miladî bir şey de var; orada bir nokta koyuyor.
“Beşeriyet, birinci devirde tıpkı bir çocuk gibi, tıpkı bir genç gibi, yakından ve maddi vasıtalarla, kendisiyle iştigal etmeyi istilzam eder.”
Yani insanlığın çocukluk ve gençlik dönemine dair tespiti; vesayet ve velayet işte. Korunmaya kollanmaya ihtiyacı vardır ama maddi vasıtalarla da. Hem bilgi hem maddi bir şey hem otoriteler olacak ki, o toplum toplum olabilsin. Ama reşit olunca da onu sırtından atmaya kalkmıştı. Şimdi Atatürk devam ediyor:
“Allah, kullarının lâzım olan nokta-i tekemmülüne vusûlüne kadar, kullarıyla iştigâl-i lâzımeyi, ulûhiyyetten addeylemiştir.”
Bakın çok net bir şey söylüyor. Şimdi bu din adamı değil, asker. Muzaffer bir komutan olduğunu biliyoruz, devlet adamı olduğunu biliyoruz, devrimci olduğunu biliyoruz, dünyanın en şık insanı olduğunu biliyoruz, fakat öyle derin teolojik kelâm ediyor ki burada, şaşırtıcı.
Nokta-i tekemmül: reşit olmak. Sorumluluk alıncaya kadar, kullarına peygamberler, veliler, azizler vasıtasıyla yardım etmiştir diyor. Peki, nokta-i tekemmül, yani reşit olunca ne olacak? İşte o zaman şöyle diyor:
“Artık, beşeriyetle bilvâsıta temasta bulunmaya lüzum görmemiştir.”
Ne zaman? İkinci devir, “Rüştiyeli Kemal” devri, rüşt. Reşit olan, sorumluluk alan halk, kendi yönetimini kendisi üstlendi; bakın reşit oldu, “reşit olmak” bu. Halk kendi yönetimini kendi seçmeyi kabul etti. Bütün o geçişin zorluklarına rağmen, alışkanlıklara rağmen, tarihsel birikimin büyük bir devrim ile sarsılmasına rağmen halk bunu kabullendi. İşgal altında, hayatî noktaya gelmiş bir toplum, ölüm-kalım noktasına gelmiş bir toplum oradan kendi çabasıyla çıktı; birileri gelip kurtarmadı, padişahın orduları gelip kurtarmadı ya da dışarıdan başka güçler gelip kurtarmadı. Kendileri çete haline geldiler ve bu çeteler Kuvâ-yı Milliye’ye dönüştü, sonra bunlar örgütlendi ve halk kendi kendini kurtardı. Kant’ın söylediği, Napolyon’un başına taç olarak giymesi gibi, halk kendi egemenliği için kendisi savaştı ve dünyadaki güçlerle de savaşarak kendini yönetmeye, bir meclis ile kendini yönetmeye karar verdi. Şimdi bu noktainazarda Atatürk diyor ki: “Artık beşeriyet vasıtasız temas edecek” diyor, vasıtaları kaldırdı diyor. Kim? Cenâb-ı Hakk. İlginç değil mi? Devamına bakın:
“Beşeriyetin dereceyi idrak, tenevvür ve tekâmülü, her kulu doğrudan doğruya ilhamat-ı ilâhiyye ile temas kabiliyetine vasıl olduğunu kabul buyurmuştur.”
Ben dünyada hiçbir teologdan, hiçbir ilahiyatçıdan böyle net bir tespit görmedim. Şimdi, bu ferdî hikmet konusu Kur’an’ın özüne, ruhuna tam uygun. Ama Emevî, Abbasî, Selçukî, Osmanlı gölgesi altındaki İslâm dini, bu ferdiyetini, başlangıcında var olan özgürlüğünü yitirmişti. Ona bu özgürlüğü hatırlatıldı. Kendi özgürlüğü için bizzat halkın kendisi savaşarak kendi egemenliğini eline aldı, reşit oldu. Şimdi o zaman ilginç bir nokta başlıyor; artık hiç kimse senin vicdanını yönetemez diyor. Vicdanın doğrudan doğruya “ilhâmat-ı rabbaniye” ile temas halindedir diyor. Şimdi artık sen bir sorumluluk aldın ve bireysin. Bakın ilahiyat ile de temellendiriyor. Fransız Devrimi kopyalayıcısı bu kelamı etmez, edemez. Kendi tarihsel köklerinden besleniyor.
Bu toplum tipolojik hermeneutik ile tanışıktır. Tipolojik hermeneutik her ne kadar Dilthey’den sonra disipline edilmişse de peygamberler tarihi tamamen budur. Kur’an da bir bakıma peygamberler tarihi gibidir; içinde yirmi yedi tane ad geçer ─yorumla da çoğaltılabilir─ yirmi yedi peygamber tiplemesi vardır ve bu tipolojiktir. Örnek kişiliklerle eğitim kavramsal değil, felsefî değil, tipolojiktir; örnekleme iledir çünkü bu toplum, sezgisi ile bu tipoloji üzerinden anlamaktadır. Bakın, tek tip değil, dikkat edin; peygamberler çoklu, her biri farklı bir tipi temsil ediyor, her biri farklı bir tanrısal ismin mazharı kabul ediliyor. Kur’an-ı Kerim’de bu tipolojinin toplumu nasıl oluşturduğu veya topluma nasıl etki ettiği anlatılıyor. Bunu Atatürk içlerinden iki tane önemli figürü öne çıkartarak bu konuşmasına ekliyor:
“Musa, Mısırlıların kamçıları altında inleyen Yahudilerin, bu baskı ve esaretten kurtulmaktan ibaret olan eğilimlerini açığa vurdu.”
Gene biraz önce vurguladığım gibi, değişme yeteneği olmayan toplumlar değiştirilemez. Bunu tekrar anımsayalım. Yani Mısır dönemini hatırlayın; Mısır dünyada o dönem için dünyada tek egemen devlet. Bugün Amerika Birleşik Devletleri bile onun gücünde değil, çünkü karşısında Çin var, Türkiye var, bir yığın. Ama o zaman Mısır’ın karşısında daha sonra biraz Hititler kafa kaldırıyor ama onlar dünya hâkimi. Bu toplumun içinde kitleler köleleştirilmiş ─o köleleştirilmiş olanların içinde bürokrasiye de geçebilenler olmuş tabii─ ama geniş kitleler köleleştirilmişti ve efendilerine çalışıyorlardı. Şimdi, bu insanların özgürlük isteminin kendi üzerinde temsil eden Musa ile gerçekleştiğini ve onun o toplumdan çıkıp 40 yıl çölde yolculuk yaparak ve nehirleri, denizleri aşarak Kenan diyarına gittiğini biliyoruz. Bunu, Atatürk, dinî bir şey olarak bilmiyor mu? Biliyor. Hazreti Musa’nın peygamber olduğunu biliyor. Bu kavme Allah tarafından gönderildi ve o kavme Allah emirlerini verdi. Bunları zaten herkes biliyor ama Atatürk bambaşka bir yerden bakıyor: Gerçeklikten almış; o insanlar köleydiler, eziliyorlardı ve özgürlük istemi ile yanıp tutuşuyorlardı.
İşte, esaretten kurtuluşun önderi oldu Musa. Şimdi böyle bir okuma, böyle bir tipolojik okuma. Kurtulanlar neyi kurtardılar? Nelerini kurtardılar? Bugünkü dil ile söyleyecek olursak, kendi yaşamlarını, varoluşlarını kurtardılar; kendi özgürlüklerine göç ettiler, kölelik evinden özgürlük evine göç ettiler. Tamam, ama dinî öğretinin içinde ilginç bir şey var. Neşemah diye bir şey var. Neşemah, ruah değil, yani ruh değil. İşte bu daha sonra İsa’nın söyleminde “Ruhu’l-Kudüs, kutsal ruh” diye bildiğimiz şey o zaman neşemah diye söyleniyor. Bu ne demek? “Tanrı’nın emri” demek. Ruhu’l-Kudüs; Tanrı’nın emri, Tanrı’nın iradesi. Kim Tanrı’nın iradesini kabul ediyorsa onun neşemah’ı var. İbranicesi nefeş, Arapçası nefs; nefslerini kurtarmadılar. Bedenlerini tabii ki alıp gittiler, tabii ki nefsleri vardı; evleniyorlardı, yiyip içiyorlardı; nefsleri vardı. Bireysellikleri de vardı ama neşemah’larını kurtardılar, yani imanlarını kurtardılar bu insanlar. Aynı kurtuluşu Musa’nın önderliğinde bir toplum yapmışken bu kez İsa örneğinde birey yapıyor. İşte, bireyin doğuşu ve Atatürk şöyle söylüyor:
“İsa; zamanının nihayetsiz sefaletlerini idrak ve umumi ıstıraplar devrinde, âlemde tahakkuk etmeye başlamış olan şefkatseverlik lüzûmunu, din halinde anlatmak yolunu tuttu.”
Nasıl tespit? Nihayetsiz sefalet var, zulüm var. Romalılar bütün her tarafı darmaduman ediyorlar. İnsanlar inim inim inliyor. Mısırlı kendi içine aldığı kölesini zalimce kullanıyor. Roma her tarafa gidip köleleştirip aynısını yapıyor. Oradaki sefaletin içinde, Musa’nın yaptığı gibi yeni bir toplum, bir devlet oluşturma, hukuksal bir bağlam ile yönetim kimin olursa olsun o baskı altında ruhların serbest bırakılabilmesi, özgürleştirilmesi olanağını arıyor İsa. Atatürk bunu böyle okuyor ve İsa için diyor ki: “Zamanın nihayetsiz sefaletini idrak ve umumi ıstıraplar devrinde, âlemde tahakkuk etmeye başlamış olan şefkat severlik lüzumunu, din halinde anlatma yolunu tuttu.” Din, yaşam biçimi demek. Din halinde demek ki yaşam biçimini şefkatseverlik üzerine kurmak istedi. Yaşam biçimi şefkat. İncil-i Şerif’e bakarsanız, din tanımı orada üç ilkeye bağlanmıştır: “İman, ümit, sevgi” diye yazmışlar, şefkat olması lazım. Şimdi, onu sevgi diye söylediniz mi, Türkçede özellikle anlamını yitiriyor. Oradaki charity aslında; Meryem Sûresi’nde var, feminen şefkat, anne şefkati demek. Mesela Kur’an-ı Kerim, Meryem Sûresi’nde Hazret-i Meryem’i “kadınların en hayırlısı” diye söylüyor. İsa “Rûhullâh”tır; Kur’an’a göre bireyselliktir. O’nun annesi, özgürlüğün doğurucusu olan annesi yani şefkattir. Annenin şefkatidir ki tanrısaldır, yani öğrenilmiş değildir. İster tanrısaldır deyin, ister doğasaldır deyin, içgüdüdür deyin, öğrenilmiş değil. “Kadınların en hayırlısı anne olandır”; Meryem Sûresi budur. Ama Meryem diye bir kadın var, o en hayırlıdır diye düşünürsek o zaman tipolojiden çıkıyoruz, hermeneutikten çıkıyoruz, mutlaklaştırıyoruz. Bir peygamber; bir tip, bir karakter… Her birimizden o karakter üzerinden onun fiilleri gibi fiiller yapmamız isteniyor. Biz onu kutsayıp kendimizi o fiillerin dışına attığımız zaman şirke düşüyoruz. Şirk onu yüceltip kendinin katılmadığı bir hal. Şimdi sonuç, Atatürk bu konuşmasının sonunu şöyle bağlıyor:
“Hülâsa, insanları istediği gibi kullanan kuvvet; fikirler ve bu fikirleri şekillendirip yayan kimselerdir.”
İşte Atatürk bu. Bakın, fikirlerin bütün dünyayı yöneten ana unsurlar olduğunu ve bunu yayanların eğitimciler, filozoflar, ideologlar olduğunu ─bunlar en güçlü olanlardır─ aslında çok önemli bir şey söylüyor. Yani siz tanklar, tüfekler, uçak gemileri, bunlardan korkuyorsunuz, ne yapabiliriz diyorsunuz, hâlbuki fikirler daha güçlüdür diyor. Nitekim kendisi çarıklı kişilerle İstiklal Savaşını kazanıyor. Fikri inceliyor; bir filozof değil biliyoruz ama fikri inceliyor, bakın diyor ki:
“Fikrin hassâsı da (hususiyeti) hiçbir itirazın bozamayacağı mutlak bir şekilde kendini kabul ettirmektir; bu ise, fikrin yavaş yavaş duygulara dönüşerek inanç haline gelmesiyle mümkündür.”
Çünkü diğer fikirler tartışmalıdır, değiştirebilirsiniz, başka fikir alabilirsiniz; felsefe böyle bir şeydir, ama ideoloji o fikrin inanç ya da din haline gelmiş biçimidir. Edebiyatla, şiirle, romanla, diğer edebi eserlerle insan duygularına bürünmeyen felsefe yaşama adım atamaz. Onun için Jean Paul Sartre büyük bir felsefî metin yazmasına rağmen, edebiyat eserleri, şiir, tiyatro eserleri yazarak toplumu felsefî kavramların dirimli biçimleriyle, imgelem ile buluşmuş biçimleriyle de tanıştırıyor. İşte ancak tahayyülât ile ma’kûlât buluşursa gücü olur. Ma’kûlât, akılsallık, sadece yargılarımızı besler, hayata geçiremeyiz. Tutku gerekiyor; tutku için de inanmış olacaksınız, o fikre güveneceksiniz. O fikre inanmak, güvenmek… Bir kez daha burayı alayım:
“Fikrin hassâsı da (hususiyeti) hiçbir itirazın bozamayacağı mutlak bir şekilde kendini kabul ettirmektir.”
Mutlak lafı burada koşullu değil, hani Kant’ın “kategorik emperatif” dediği; hiçbir zorlama olmaksızın, kendi iradeniz ile ahlâklı olmayı istemek. “Özgürce ahlâklı olmayı istemek erdemdir. Dinin vaaz ettiği ahlâkı benimsemek erdem değildir,” diyor Kant. Şimdi, bakın sanki dine hakaret ediyor, dini reddediyor. Hayır, bir ideolojinin, bir dinin yani bireyin kendi dışında kendisine vaaz edilmiş, kendi vicdanında bulmadığı bir ahlâka uyması erdem değildir diyor. Anlaşılmaz bir şey mi? Tam da anlaşılır bir şey. Erdem, kendi vicdanında bulduğuna bağlanmaktır. Erdem, kendi vicdanında kaynağını bulduğun değerleri hayata geçirmektir. Erdemli olmak, bilge olmak budur. Şimdi bütün bu anlatımları yaptı, “bu ise fikrin yavaş yavaş duygulara dönüşerek inanç haline gelmesiyle mümkündür.” Böyle olduktan sonradır ki onu sarsmak için, bütün başka mantıkların, başka muhakemelerin hükmü kalmaz.
“Şimdi, bizim sevk ve idâre edeceğimiz insanların emelleri, fikirleri ve ruhlarında saklı kuvvetler nedir? Bizim idare edeceğimiz insanların, hangi emellerini şahıslarımızda tecellî ve tecessüm ettirerek, onların kalplerini ve onların güvenlerini kazanacağız ve onlara mânevi kuvvetler ilham vasıtalarını tavsiye edeceğiz? Ve insanlarda ancak, hayalinin, ülkünün merkezleştireceği görünmez hassalara görünür vasıtalarla mı hitap edeceğiz?”
Şu analizi her Türk gencinin incelemesi ve belki de makale ya da kitap yazması benim arzularımdan biridir.
“Herhalde insanlarımızın ruhunu kazanmak bir vazife olduğu gibi, önce onlarda bir ruh, bir emel, bir karakter yaratmak…”
Bakın üç şey: “ruh” bireysellik; “emel” toplumsal katılım ve “karakter” güvenilirlik.
“… bir ruh, bir emel, bir karakter yaratmak Tanrı’dan ve Medine’de yatan Cenab-ı Peygamberden sonra bize düşüyor.”
Bu alıntılar Zabit ve Kumandan ile Hasbihal’den, Türkiye İş Bankası Yayınları, cilt iki. Açıp kendiniz de okuyabilirsiniz. Türkiye’de son yirmi yıldır bunu çevremizle paylaşırız, ama en az bilinen fikirlerindendir. Kendisi 33 yaşında Sofya ateşe militeri iken bunu kitapta yazıyor ve yayımlanıyor. Bunu alın, çalışın; bakın bu kadar derin, bu kadar özlü, teferruata dalmadan, yormadan ne yapılması gerektiğini ifade eden çok nadir bir anlatım var. Şimdi bakınız:
“Bilinen hakikat olarak kalbi vicdanında, manevi ve mukaddes hazlardan başka zevk tanımayan insanlar için, ne kadar yüksek olursa olsun maddi makamatın hiçbir önemi yoktur.”
* Bu yazı Metin Bobaroğlu’nun 30 Ekim 2017 tarihli Anadolu Aydınlanma Vakfı’ndaki konuşmasından alıntılanmıştır.