Türk devrimi normal koşullarda gerçekleşmiş bir devrim değil, İstiklâl Savaşı’nın içinden muzaffer çıkan bir toplumun kendi bilincine varmasıdır. Yani aydınlanma burada edimsel olarak (fiilen) gerçekleşmiştir. İnsanlara aydınlanmayı fikren anlatmak, onları bir eyleme yönlendirmek içindir.

Ama Anadolu halkları, bunu ölüm-kalım savaşı üzerinden, yani başka güvenecek kimsesi kalmadığı için kendine güvenerek, muzaffer bir biçimde kendi kazanmıştır. Ben bunu böyle anlıyorum.

Kendini yönetmeyi kazanmak, kendini kazanmaktır. Bu artık başkasına ihale edilemezdi. Efendim, tekrar dönüp monarşi olsaydı, olmaz mıydı? Tarihimiz de güzeldi… Hayır, olmazdı. Çünkü İstanbul’u işgal eden İngilizlerle henüz aramızda ateşkes (mütareke) yok, barış yapılmamış ve o zamanki koşullarda düşmanın gemisine binerek ülkeyi terk eden bir padişahtan söz ediyoruz. Bu, tüm padişahları karalamayı gerektirmez, hepsi aynı tür olaylar değildir ve Vahdettin’in bu tutumunu genişleterek Abdülhamit, Abdülmecit vb. öteki padişahlara da yönlendirmek haksızlıktır.

Sonuç itibariyle, Abdülhamit’in aleyhinde konuşan bir vekili Mustafa Kemal uyarmıştır. Aleyhinde konuşulmayacak bir kişidir, ülkeyi ayakta tutmak için çok zahmetler çekmiştir ama Vahdettin için bu söylenemez. Uzlaşılamazdı, çünkü Mustafa Kemal için ölüm fermanı çıkarmıştı. Efendim, gizli gizli destekliyordu, altından para yolladı vb… Ölüm fermanı çıkarmış! Bunlar artık geri dönülemez şeyler. Nitekim Halifelik meselesi de dinî bir otoriteyi reddetmekten öte, ümmeti bir arada tutmak için Osmanlının kullandığı bir enstrümandı. Ümmet dağıldı, hepsi ulusal bağımsızlıklarını ilan ettiler. En son Anadolu ilân ediyor. Osmanlının boyunduruğu altında bulunan topluluklar, toplumlar kendi bağımsızlıklarını ilan ettiler. Şimdi, onları siz halife bizdedir, bize bağlısınız diyerek bir araya getiremezsiniz. O zaman halifelik çoğu yerde var, yani çok özel bir durum da değil.

Bilim, araştırmayı, nesnel koşulları yasalı düşünmeyi gerektiriyor. Bu bakımdan Türk devrimi sahici bir devrimdir. Toplum kendi varoluşunu kazanırken kendi bilincine varıyor, kendi meclisini onaylıyor ve kendi kendini yönetiyor. İşte aydınlanmanın birinci basamağı bu, ama eğer bilim, sanat, felsefe içini doldurmazsa kalitesi bir yere de gitmez, çürür. Çünkü Batıdaki Avrupa Aydınlanmasının kökeninde sanat var. Bunları fark ediyor Mustafa Kemal ve diyor ki: “Sanat, bir toplumun yaşam damarlarındandır. Sanatı olmayan bir toplumun yaşam damarı kesilmiştir.” Yaşayamaz demek istiyor.

Bu hareketin kökeninde köy enstitüleri var ve bu enstitülerde sanatı destekleyen son derece önemli çalışmalar var, ama köy enstitüleri kaybedilmiş bir enstrümandır. Aydınlanma sözel olmaz, eylem ile olur ve bunun kurumları oluşmalıdır; sivil kurumları da oluşmalıdır, resmî kurumları da. Bu köy enstitüleri, köyden kalkınmayı, köyden aydınlanmayı esas almış bir kurumdur ve kesinlikle incelenmelidir. Bu son derece önemli bir kurum tamamen Türk tezidir, hiçbir yerden taklit edilmemiştir, kopyalanmamıştır. Biliyorsunuz, Hasan Âli Yücel ve İsmail Hakkı Tonguç birlikte bu büyük işi kotardılar ve ne yazık ki Amerikalılar tarafından güya komünist yuvaları oldu diye tehlikeli bulundu ve kapatılma emri verildi, Demokrat Parti de kapattı.

Bu toplumun aydınlanması, o kadar ilginç bir mesele ki bu Kant’ın dediği, “aydınlanma kişinin kendi hatalarıyla düştüğü yerden kendi çabalarıyla çıkmasıdır” anlamında… Köy enstitülerinde köylüler, öğrenciler ve öğretmenler okullarını kendi çabalarıyla birlikte inşa ediyorlar.

Geçen gün köy enstitülerinde kalan bir şahsiyet; Osman Şahin’i dinledim. Çok da güzel yazar, okuyun; diyor ki “sabunla ben köy enstitüsünde tanıştım, ah keşke annem de görse, sabun diye bir şey var, onunla yıkanıyorum, köpürüyor…” Mersinli Osman Şahin, Yörük çadırında yaşamış, sabunu orada görmüş ve bize Beethoven dinletirlerdi diyor. Köy enstitüleri köyler için tasarlanmış, ama köylünün bizzat katıldığı bir şey.

Şimdi bu “bizzat katılma” meselesi çok önemli, John Dewey buna retrodüksiyon diyor. Bir endüksiyon (tümevarım) var, bir dedüksiyon (tümdengelim) var Aristoteles’in önerdiği; bilim analitik olarak tek tek olaylardan genellemelere gider, yasalar bulur ve o yasalar zaman içinde değişebilir ama o yasalar ile iş yapar dediği. Felsefede tümdengelir, tümelleri-kategorileri alır ve onlarla bakış yapar, teoria dediğimiz şey. John Dewey diyor ki: “Bunlar mantık oyunudur, yaşama doğrudan doğruya müdahale etmiyor. Yaşama etki etmesi için, eyleme bağlı bir düşünce sistemi olmalıdır.” Üçüncü bir önermedir bu, buna retrodüksiyon diyor.

Yani devlet kendisi köye gidip bir okul yapıyor, merkezden bir öğretmen tayin ediyor, oradaki öğrencileri de alıyor ve onları kara tahta önünde eğitiyor gibi değil, bu başka bir hikâyedir. Bir de köylüye, çocuklarınızın eğitimini istediğiniz bu köyde, köyün verimliliğine uygun tavukçuluk mudur, zeytinlik midir, şeftali mi ekilecektir kararını siz verin, yer de gösterin, biz mühendis gönderelim, inşaat projesini getirelim, ama siz bizzat kendiniz yapacaksınız demek başka bir şeydir. Retrodüksiyon; kendine dönüş, yani eylem, yani köylünün bizzat kendisinin katıldığı bir projedir demek istiyorum.

Asıl aydınlanma bu; “İstiklâl Savaşı aydınlanmanın kökenidir” derken bunu söylemek istiyorum. Toplum bizzat kendisi örgütleniyor ve kendi bağımsızlığını kendisi yapıyor. Birçok önder ve yurtsever insan, vatanı kurtarmak için Atatürk birliğinde bir araya gelerek örgütlendiler. İşte, birbirinden bağımsız birlikler halindeyken, Atatürk önderliğinde Kuvâ-yı Milliye adı altında birliğe gelen, halkın kendiydi. Osmanlının düzenli orduları dağıtılmış, bütün silahlarına el konulmuş, her taraf işgal edilmiş, ama halk teslim olmuyor. Bunun dünyada hiç örneği yok. Halk teslim olmuyor, kendi içinde örgütleniyor, sonra örgütler birliği ile kendi rüştünü kendisi ispat ediyor ve yönetimini de Cumhuriyet olarak sonuçlandırıyor. İşte, bu böyle bir tarih…

Eğer biz bunu eğitimde de başarabilseydik bu kazanımı kalıcı kılardık. Köylerde köy enstitüleri ve aynı zamanda şehirlerde şehir için tasarlanmış halk evleri vardı ve çok önemliydi. Aydınlanmanın enstrümanları bunlardı. Bu enstrümanı kaldırırsanız, Atatürkçülük de boş bir lâf olur ve inancaya dönüşür. Dolayısıyla, ideolojilerin içinin boşaltılması fikirden çok eylemden koparılması ile olur.

Hep söylerim, Karl Marx ezen-ezilen problematiği üzerine dünyada çok önemli, büyük bir ideolojik hareket başlattı ve dünyada bu devrim ruhu özellikle gençlik tarafından benimsendi. “Dünya işçileri, emekçileri! Zincirlerinizden başka kaybedeceğiniz bir şeyiniz yok, birleşin ve kendi hayatınızı kendi ellerinizin yönetimine alın,” dedi ve bu söylem aynı zamanda sırrı da ele verdi: “Kaybedecek bir şeyiniz yok.” Böylelikle kredili yaşam insanları kaybedecekleri şeylere sahip kıldı ve devrim engellendi. Bütün Amerikan toplumu borçlu, Türkiye’nin de tamamı borçlu. Herkes kredi kartı ile yaşıyor, haydi muhalif ol bakayım, boykot yap, haydi yapabilir misin? Yapamazsın çünkü borçlusun, çoluk çocuk var, yapamazsın. O yüzden Herbert Marcuse, “İşçiler bir şey yapamaz, onlar zaten emeklerini kiralıyorlar. Ailesi var, kaç gün aç durabilirler de boykot yapacaklar? Vahşi kapitalizm dönemi, dışardan destek yok, bir sendika da yok, bunlar devrim yapamaz,” dedi. Kim yapar? Öğrenciler yapar, çünkü kaybedecek bir şeyleri yoktur. Nitekim, dünyayı 68 kuşağı değiştirmiştir. Hakikaten Marcuse o dönem, o koşullar altında haklıydı.

Atatürk de bir sır verdi ve kendi sırrını ona karşı kullandılar. “Cephelerde kazandığımız zaferlerle sonuçlandıramayız uygarlığımızı, aydınlanmamızı. Eğitimde kazanacağımız zaferlerle ancak uygarlığı yakalayabiliriz,” dedi ve sırrı verdi. Karşı devrim; eğitimi boz, kaldır köy enstitülerini, kaldır halk evlerini, kaldır okullardaki o günkü ateşli tutkulu öğretmenleri, bitti. O dönemin öğretmenlerine inanamıyorsunuz; 80-90 yaşına gelmiş, hâlâ 18 yaşındaki heyecan ile konuşuyor, ikna edici anlatımlar yapıyor, aynı o günün coşkusu ile konuşuyor.

O kadar materyal bir dünya tasarımı yarattık ki özveriler, ideal fikirler kalmadı; idealize olmuş her şeyi materyalize ettik. Ve bunlar bedelleri üzerinden düşündürüldüğünde, özveri yiter. Özveri dinsel bir tutum ama dine ait değil, insana ait. İnsanın dinini de insan ortaya koymuştur ve dinin asıl ana teması şefkat yani özveridir. Birinci aşaması hakların tayini, hak edenlerin hak ettiklerine kavuşması; “adalet”. İkinci aşaması hak ettiklerinden vazgeçebilmek, haksızlıktan değil; “hak ettim, bundan vazgeçiyorum” demek. Bu özveri. Aile böyledir, komün dediğimiz ailedir, ailede komün yani özveri vardır. Anne-baba dışarıda kazanır, eve gelir, kazandığını özveriyle çocuğu ile paylaşır; çocuğuna “sen kazanmıyorsun, sana vermiyorum, git kazan gel” demez, komündür. Ama aile dışına çıkıp toplumsallaşma sürecine girdik mi hakların yerli yerine konması gerekir, yani adalet egemen olur. Bir başka deyişle, toplum adalet üzerine inşa edilir. İşte Cumhuriyetin kurulumunda, devrimler tamamen bu bakış açısıyla ele alınmıştır.

Laiklik ilkesi, devletin inançlardan arındırılarak –devletin, bireylerin değil– bütün inançlara, kültürlere eşit mesafede durması anlamına gelir. Hatta, buna en çok gereksinimi olan Türk toplumudur, çünkü Osmanlı döneminde kozmopolitan bir toplumduk; ırk, din, mezhep, dil farklılıkları o kadar çoktu ki herhangi bir iktidarın bunlardan bir tanesini yanına alıp diğerlerini karşısına alması zulümden başka bir şey değildi. Adalet tesisinin kurumsal bazdaki ilkesi laikliktir. Laiklik adalet ilkesidir ve inançlara, kültürlere yaklaşırken eşit mesafede durabilmektir. Nötr bir kurum, ama toplumun kendi inançlarına saygılı. Toplum, kendi inançlarıyla birbirlerine saygılı olabilmenin ve bunu korumanın yolunu devlette laiklik ile bulabilir ve onun için devrimin asıl ruhu budur.

Bu, dinî duyarlılıkla sanki bağdaşmıyormuş gibi bir düşünce var. Seyyid-i sâdattan olduğu bilinen Şemsettin Yeşil Efendi, lâiklik üzerine yaptığı konuşmasında diyor ki: “Bize laikliği Batı uygarlığı öğretemez, laiklik Kur’an’ın özüdür.” Kur’an’da, “senin dinin sana, benim dinim bana” ilkesi vardır; senin mabudun senin, benim mabudum benim. Sen kendi düşüncende, kendi inancında serbestsin, ben de böyleyim ama bir arada yaşayacağız. İşte, bir arada yaşama kültürünün en tümel kavramı Platon’dan beri adalettir. Dinler de bunu söylemiştir, felsefe de bunu söylemiştir; ideolojiler de bundan başka bir şey söylemiyor, adalet diyorlar. Ama adalet tümel bir kavram; hakların eşit şekilde paylaştırılması bazında hep söylenir. Hâlbuki kurumların devlet oluşturma, devlet kurumlarının da birbirlerine egemen olmamasının ilkesi olarak adalet olmalıdır; işte laiklik odur.

Önceki yönetimlerde, yalnız bizde değil bütün Avrupa’daki gibi imparatorlukların hanedanlar üzerinden yönetimlerinde bu olanaklı değil. Monarşik olan güç, diğer bütün şeylerin, halkın da her şeyin üzerindedir. Bu, hanedanın keyfî yönetimidir, yani tüm toprak onlarındır, vatan fikri yoktur. Vatan fikri Osmanlı döneminde memleket anlamında kullanılırdı; yani “Vatanın neresi?” dediğiniz zaman, “Doğduğun yer, köyün neresi?” diye anlaşılırdı. Hâlbuki vatan kavramı daha sonra Namık Kemal, Ziya Paşa ve birçok düşünürle düşünce dünyamıza girdi.

Peki, Osmanlının vatanı neresi? Eğer bu toprak ise vatan neresiydi, neresiydi “Vatan bölünmez, vatan kaybolmaz” denilen yer? Trablusgarp vatan değil miydi? Mısır, Irak, Suriye bunların hepsi Osmanlı hanedanının mülkü değil miydi? Ama vatan değil, çünkü vatan olabilmesi için halkın kendini yönetiyor olması lazım. Bir halk kendini yönetiyorsa, o kendi töresine bağlıdır. Bu törenin toprağı şu kadar genişlikte olur, bu kadar genişlikte olur, bunun toprağın büyük ya da küçük olması ile ilgisi yoktur.

Şimdi, şöyle kısaca neler olduğunu anımsayalım. Birinci olarak, teokratik düzenden laik yaşam düzenine geçiş… Biraz önce anlattığım gibi laiklikten kastımız inançlara, fikirlere yönetim erkinin eşit mesafede durması ve kurumlar arasında hiçbir kurumun diğer kuruma egemen olmaması; yani kuvvetler ayrımı prensibi bağlamında bir kavram laiklik.

Önce teokratik düzen diyoruz, Batıda teokratik düzen denilen bu kavramın içeriği farklı. Bizim teokratik düzen dediğimiz, Osmanlının son döneminde ortaya çıkmış. Dağılmakta olan imparatorluğu koruyabilmek için Türkçülük akımları, Turancılık akımları, dincilik akımları teklif edilmiş; siyasi bir teklif bu. Yani bu milletleri bir arada biz nasıl tutabiliriz? Bunlardan bir tanesi de halifelik. Halifeliği daha önce istimlak eden kişi, Yavuz Sultan Selim, hiç kullanmamış. Mısır’dan halifeliği alıp geldiği söylenen kişi; sadece oradaki “kutsal emanetler” dedikleri birtakım hatıra eşyaları alıp Topkapı Sarayı’na koymuştur. Bunu, “Halifeyim ben, halife olarak dinî bir liderim,” demek için kullanmamıştır. Sonuna kadar bu kimse tarafından kullanılmıyor, ta ki Abdülhamit döneminde imparatorluk dağılmak üzereyken, padişah onu bir arada tutabilmek için diğer Müslüman ülkelerinin bağlılıklarını istiyor ve bu kozu kullanıyor. Sonunda bunun taraftar toplamadığını, hiç kimsenin itibar etmediğini, herkesin ulusal kimliğine, kendi kimliklerine geri dönüp bağımsızlıklarını ilan ettiklerini görünce bu tutkal tutmadı. O yüzden laiklik, ulusal egemenliğin de temeli.

Bu toplum Kemal Atatürk’ü sembol olarak da kullansa, gerçeklik olarak da kabul etse, neticede kendisinin ifadesidir: “Türk milleti bağımsızlığını kendi kazanmıştır. Biz sadece ona önderlik ettik.” Bu toplum reşittir, gene söylüyorum, düzenli bir ordu ile yapılmış bir iş değil, tek tek parçalı kuvvetlerden bütünlenerek orduya dönüşmüş; halkın kendisi yapmıştır bunu. Bu çok mühimdir, o nedenle monarşik bir düzene o halk geri dönmezdi, nitekim dönmedi. Dogmatik hukuk düzeninden akla, bilime dayalı parlamenter hukuk düzenine geçilmiştir. Bu çok önemli bir tarihtir, yani aklını kendi kendine rehber edinmek…

Eğitime gelince, büyük şehirlerimizde liselere kadar okullar vardı, yaygındı ve üniversiteler de vardı, ama herkesin eğitimden zorunlu olarak geçirilmesi ve ortak bir eğitim şuuru yaratmak için tevhid-i tedrisat yani eğitim birliğine geçilmesi son derece önemli bir devrimdir. Dağınık mahalle mekteplerinden ulusal kimlik veren, ulusal eğitim birliğine geçiş yapılmıştır. Medreselerde o zaman teknoloji neredeyse hiç okutulmuyor, matematik yok. Hâlbuki önceki medreselerimizde var; Selçuklu medreseleri bugünkü üniversiteler ayarında. Osmanlının ilk dönemindeki medreseler de öyle, sonra giderek sadece dinî metinleri yorumlayan, sadece din üzerine fetvalar veren bir medrese eğitimi başlamıştı. Ordu olmasa mühendislik ve tıp Osmanlıya hiç girmeyecekti. Bakınız, resim sanatı paşalarla girmiştir Osmanlıya; yani eğitimli olan ordu idi ve bütün devrimlerin kökeninde ordunun tarihsel süreci de var. Atatürk gökten indirip de bir devrim yapmıyor; bir birikimi kullanarak, halkın da isteğiyle ve kendi kazanımlarıyla bütünleştirerek bir Cumhuriyet içeriği oluşturuyor.

Çok daha önemli bir şey; Osmanlı İmparatorluğu’nda ekonomiye dönüp bakın, yüzyıllar sürmüş koskoca imparatorluk yıkılıyor ama toplum duruyor. Yıkılan dediğimiz burada devlet, yönetim. Yönetim değişiyor ama neticede onu da yapan Osmanlı paşaları; sonuçta devlet devam ediyor, rejim değişebilir. Fakat İstanbul’da bile –ki Osmanlının en önemli iki şehri Selanik ve İstanbul’dur, çünkü bunlar Batı uygarlığına entegre olan kentlerdir– bırakın fabrikayı atölye bile yok. Sanat yok. Hâlbuki Abdülhamit Yıldız Sarayı’na opera açıyor; kendisi opera seviyor, sarayında opera var, bale var. Padişahın kendisi bunu istiyor; ikinci Mahmut’tan itibaren başlayan yenileşmeye katılma yani diğer toplumlarda oluşan değerleri kendi toplumuna katma gayreti var. Zaten bu birikimler sonuçta Cumhuriyet’te kazanımlar olarak ortaya çıktı ama halk bunlardan yoksun. Biraz ordu yani paşalar bu mevzu ile tanışıyorlar. Kültürü üretebilecek, daha yüksek değerlere, uygarlığa yükseltebilecek, eğitim görmüş olan elitin katkısı üretken bir ekonomi yaratmıyor.

Ekonominin adı talan ekonomisi, Avrupa’ya seferler vb. dört buçuk senede bir ortalama savaş var, sürekli sefer dedikleri. Ordu sürekli dışarıda, peki gençler? 12 yıl askerlik var, sonra yedi yıla düşüyor. Yani gençler gitmiş; üreten ne üretecek? Azınlıklar var, onları askere almıyorlar. Süryaniler, Ermeniler, bunlar zanaatı geliştiriyorlar. Yahudiler ticareti geliştiriyorlar. Rumlar yaşam biçimini üretiyorlar; evleri falan Rumlar yapıyorlar. Türkler savaşıyor. Böyle liyakat üzerinden bir Osmanlı oluşumu var, ama Türklere sadece savaşmak kalınca imparatorluk dağıldı. Türkler zanaat bilmiyor, ticaret bilmiyor, rençperlik yok, sürekli sefer…

Üretim insanın kendi emeğinden doğmuyorsa, güç kullanarak başkalarının emeğinden doğanları topluyorsa, kıymet bilmez, emeğin değerini bilmez, adalet bilmez, öfkeden başka bir şey bilmez. Öfkeli olmak zorunda, savaş yapması başka türlü olanaklı değil. İşte böyle bir ekonomiden üretime yönelik bir ekonomiye geçilmiştir aynı zamanda. Bu çok ciddi bir devrimdir.

Karmaşık, anlaşılmaz, halktan kopuk, yabancı ögelerin işgali altındaki dilden özüne ve köklerine dönülmüş, işlerlik-türetebilirlik olanağı olan bir Türkçe inşa edilmiştir. Osmanlı döneminde etrâk-ı bî-idrâk, idraksiz Türkler diye aşağılanan Türkler, Oğuz boyları, Türkmenler, Yörükler ve bunların çoğu alevîdir. Bu kökten gelen insanlar Türkçeyi pırıl pırıl konuşurlar, dedelerin hepsi Türkçe konuşur, Türkçe ibadet ederler. Bu, Türkçenin diğer dillerden üstün olması değil, her bir toplumun kendi dilini türetilir-kullanılır bir düzeye taşımasının zorunluluğudur. Bu dili 94 yılda inşa ettik. Zannediyorduk ki bütün tarihimiz boyunca Türkçe konuşuyorduk; yok böyle bir şey. Karamanoğlu Mehmet Bey ilk defa resmî olarak Türkçeyi kullanıyor. İkincisi Atatürk’tür. Bu toplumun dilini alıp, geliştirip onunla felsefe yapılabilir, onunla sanat yapılabilir, onunla siyaset yapılabilir bir düzeye taşımıştır. Onunla şuurlanabiliyoruz.

İşgal altındaydı bu dil; bu işgal sadece Arapça ve Farsça değil, Fransızca, İngilizce, Almanca, İtalyanca sözcüklerin işgaliydi ki bunlar türetilir şeyler değil; kökleri sende değil, dolayısıyla düşünebilme yeteneğini ortadan kaldırıyor. Bunun için, Orhan Hançerlioğlu’ndan söz etmek isterim. Örnek olarak, bir konuşmasında söylemişti, “İstiklâl Arapça bir sözcüktür, Arapça değil Farsça veya İngilizce de olabilirdi, fark etmez ama istiklâl Türkçe değil. Evet, istiklâl harbimiz var, değil mi? İstiklâl Savaşı verdik demiyor muyuz? İstiklâl Marşımız var, İstiklâl üzerine Atatürk’ün öyle bir sözü var ki; İstiklâl benim karakterimdir, güzel ama istiklâl ile düşünemeyiz,” dedi Orhan Hançerlioğlu. Bu sözcükle düşünemeyiz, bu virüs gibidir dedi. Türkçede istiklâl türetilemez, kökü bizde değil alıntı. Ama bunun Türkçesi bağımsızlık. Bağımsızlık “bağ” kökünden türer ve Hançerlioğlu’nun kendi kitabında da belirttiği gibi, “bağ” sözünden bağımlı, bağımsız, bağlaç, bağdaş, bağlılaşık gibi 32 tane sözcük türetilebiliyor.

Bir ağaç gibi kökünden türetildiği için bir sözcüğü kullanırken diğerleri çağrışımsal arka fon, anlam fonu olarak ortaya çıkar. Yani önde dikkatimiz bir sözcükte iken, bilinç diğerlerini çağrıştırıp arkada derinlik verir, fon verir ve o dilde sezgi uyanır ve birbirimizi anlayabiliriz. Atatürk, bu yabancı sözcüklerden dili arındırmak için tarih, coğrafya ve dil fakültesini bir araya topluyor. Devrimin ruhuna bakın, nasıl değerli şeyler bunlar, nasıl doğru hareketler…

En önemli noktalardan biri, yaşamdan soyutlanmış, kafes arkasına kapatılmış, reşit kabul edilmeyen, şahitliği kabul edilmeyen kadından özgür, kendi kararlarını kendi verebilen, yasa önünde erkek ile eşit kılınmış çağdaş bir kadın projesine ve yasal güvencesine geçilmiştir.

Ve günümüzde bu devrimin ruhu, yani insanın kendi ayakları üzerinde durabilmesi, kendi kendini yönetebilmesi, kendini yönetirken değerlerini yükseltebilmesi ile dirilebilir. Bunun için de sanat, felsefe ve bilime ihtiyaç vardır.

Aydınlanma her an ateşlenebilir ama köklerinden kopartılarak değil, ithal edilerek değil; köklerine bağlı olarak her an diriltilebilir. Ama Batı aydınlanması ile bizdeki aydınlanmayı ayırt etmek lazım. Batı aydınlanması aristokrasi ve din kurumuna ve onun yönetim erkine müdahalesine olan karşıtlıktır. Oradaki din kurumsaldır; ruhbanı var, yönetime yani siyasi erke karışıyor, hükmediyor, yani karşı çıkılan bir kurumdur. Oysa bizdeki dine ya da dinsel bir kuruma değil taassup ve cehalete karşı bir harekettir. Dolayısıyla, Batı aydınlanması bizim aydınlanma süreçlerimizle örtüşmez.

Bizim aydınlanma sürecimiz Basra’dan başlar. Orta Asya temelli Türklerin taşıdığı değerler ayrı; çok özgürce, kadın erkek eşitliği olan, Ece ile Hünkâr’ın yan yana hüküm verdiği bir toplum olarak geliyor, sonra kadının elinden alınan, Arap âdetleri ile yok edilen bir Türk toplumu var. Ama bir yandan Arap dünyasından da Basra’dan gelen aydınlanmacı o İhvân-ı Safâ yayınları, onun arkasından Karmatîler, onun arkasından Anadolu Ahileri, Bektaşileri… Bunlar örgütlü, aydınlanmacı toplumlar, yani aydınlanma orada bilfiil eylemle yapılıyor. Zihinsel, birbirine birtakım özlü sözler söyleyerek değil, bizzat üreterek.

Kanaatime göre tasavvuf bu bağlamda çok önemli. Taassubu tasavvuftan başka bir şey yok etmez. Tasavvuf taassubun tam anti-tezidir, dinin özüdür. Tasavvufta musiki var, raks var. Mevlâna’ya bakın lütfen, hem dans hem şiir var. Musiki doruktadır, en yüksek formları kullanmışlar. Mevlevî ayini, kendisi başlı başına dünyada ender bir törendir, ritüeldir. Törenin kendisi bir senfonidir. Dört selâmlı büyük formlar, Dede Efendi’nin özellikle kullandığı formlar… Musiki var, raks var, şiir var, felsefe var; hepsi bir arada yani sanatsal felsefî bir öz ve insanî, merkezinde insan var.

Yani bu toplum kendi kaynaklarından aydınlanmıştır ve gene kendi kaynaklarından aydınlanmasını körükleyebilir. Benim kanaatim böyledir efendim.


* Bu yazı Metin Bobaroğlu’nun 30 Ekim 2017 tarihli Anadolu Aydınlanma Vakfı’ndaki konuşmasından alıntılanmıştır.