Türkler

Anadolu kültür ve uygarlıklarına etki ve katkısı bakımından Türkler önemli bir yer tutar. Türkler, dünyanın en eski kavimlerindendir. Bu kavim, Hint kaynaklarında Turukha ve Turuşka, çivi yazılarında Turukku diye adlandırılmıştır. Proto-Türklerin anayurdu Ural Altay Bölgesidir. Türk, Turuk kuvvetli, güçlü anlamındadır.

Büyük Hun İmparatorluğu’ndan sonra, ikinci önemli Türk devleti Göktürk Devleti’dir. İlk kez Türk adı resmi devlet adı olarak Göktürk Devleti’nde kullanılmıştır.
Khun, Hun: Ateş
Gök-Türk halkı: Tanrısal halk, göğe ait halk

Proto-Türkler çeşitli boylara ayrılmışlardı: On-Oklar, Üç-Oklar, Boz-Oklar, Ok-Ur, Ok-Uz. On-Oklar, Altaylar’ın “Sır derya” (Seyhun) çevresinde yerleşik Otohtonlardı.
On: Kozmos
Ok, Oq: Boy, kabile, ırk
On-Ok: Kozmik Irk

Anadolu’ya gelenler Oğuz olarak bilinir. Oğuzlar bir boyun adı değil birleşik boylara verilen addır.
Ok, Oq: Boy
Uz: Birleşik, uzlaşık
Ok-Uz: Boylar birliği

Coğrafi bir ad olarak Turkhia’ya (Türkiye) ilk kez Bizans kaynaklarında rastlıyoruz. 9-10. yy.’larda Volga’dan Orta Avrupa’ya kadar olan bölgeye Turkhia denmekteydi. 12. yy.’dan sonra ise Anadolu, Türkiye (Turcia) olarak anılmaya başlanmıştır.

Proto-Türklerin geniş bozkırlarda yaşamaları ve sürekli “at” sırtında bulunmaları, onlara büyük özgürlük duygusu aşılamıştır. Yapılan araştırmalar, atın ehlileştirilmesi ve ilk atlı çoban kültürünün doğmasının Türklerle başlamış olduğunu göstermiştir. Özetle, merkezinde atın yer aldığı çoban savaşçıların bozkır kültürü, Proto-Türklerin temel karakteristiğidir. Daha sonra bu karaktere “demir” ve onun işlenmesi de katılmakta ve yaşamı biçimlendirmektedir.

Beslenme gereksiniminin toprağa (tarım) değil de hayvana bağlı olması, bozkırlı Türk’ün yer değiştirmesini kolay kılmıştır (göçerlik). Göçlerde, birey ve ailelerin yalnızca taşınabilir eşyalarını yanlarında götürmeleri, biriktirmeyi önlemiş ve mala mülke bağlanmayı engellemiştir. Bu sürekli hareketlilik, çevreden gelecek tehlikelere karşı, insanı eşyaya değil insana yaklaştırmış ve çok güçlü toplum bağları oluşmuştur. Çin’de, Hint’te, Mısır’da, Eski Yunan’da, Roma’da ve benzeri kültürlerde “kölecilik” ve “köle ticareti” varken, Bozkır Türklerinde böyle bir durumun görülmemesi dikkat çekicidir. Bu durum, Türklerin, “özgürlük onuru”nun yalnız kendilerine değil, insana ait olduğunun bilincinde olduklarını göstermektedir.

Türklerin Tarih Boyunca Girdiği İnançlar ve Dinler

Tarih boyunca Türklerin girmiş olduğu inanç ve dinler şöyle sıralanmaktadır:
1- Gök-Tengri inancı
2Sha-Man inancı
3Budizm inancı
4Maniheizm dini
5Musevilik dini
6Hıristiyanlık dini
7İslam dini

Gök-Tanrı’nın Tengri (Tengry) olarak adını, Altaylar’da bilinen en eski sözcük olarak bize Hiung-Nu’lar aktarmaktadır. Proto-Türk din adamlarına genellikle Kam denirdi. Proto- Türklerde “Tanrı” soyut bir kavramdı, ikinci derecede kutsallaştırılan doğa parçaları Tanrı’ya ek olarak ele alınırdı. Böylece Tanrı her şeyde var olan, ancak kendisi kişileştirilmeyen bir varlık olarak düşünülmüştü: Gök-Tanrı, Yer-Tanrı, Güneş-Tanrı, Ay-Tanrı. Bu düşünceyi yanlış yorumlayan bazı araştırmacılar tek tek doğa parçalarının tanrılaştırdığını sanmışlardır.

Gök-Tengri inancı inanç olarak kalmış, bir din biçimine dönüşmemiştir. Onun için mâbedler yapılmamış ve dinsel törenler düzenlenmemiştir. Tanrı’ya göksellik yüklenmesi, Türklerin onu yalnız kendi tekellerinde görmediklerini, her şeyi ve herkesi içine alan bir kapsamda evrenselleştirmiş olduklarını gösterir. Bir başka deyişle, Proto-Türklere göre Tanrı, kendilerinin olduğu kadar herkesin Tanrısı idi. Evren, Evir dönmek ediminin durum ortacı olup döneni betimler. Bu da Türklerin evreni hareketli olarak düşündüklerini göstermektedir.

Proto-Türklerin Gök-Tengri gibi özgün bir inancı da “Sha-Man”lıktır. Sha-Manlık bir inanç olmaktan öte, yaşayan bir felsefe niteliğindedir. Ünlü tarihçi Herodot, İskitlerden söz ederken, sevinç naraları atan ve hamile kadın taklidi yaparak transa giren rahipler olduğunu da söyler. Herodot’a göre bunlar ayinlerinde kenevir tohumundan tütsü yakarlardı. Kenevir yardımıyla transa giren rahip (Kam) kadınlık ve erkekliği kendinde birliğe getirip evrensel armoniye katıldığına inanırdı. Sha-Man güçlü bir “ritim” taşıyan müzik eşliğinde “dans” ederek esrimeye ulaşır ve sağaltımda bulunurdu. Sha-Man rahipleri, erkeklerden olduğu gibi, kadınlardan da olurdu (Kam-Hatun).

Sha-Man, gereksinmeye göre, doğa parçalarını özellikle de hayvanları taklit ederek transa girer ve onların gücüyle birleştiğine inanırdı. Hayvanlardan en çok At ve Kuşlar için transa girilirdi. Eğer “kuş”a bağ kurulacaksa, Kam başına kuş tüyleri takar ve uçma taklidi yapardı. Eğer “at”a bağ kuracaksa, atın yürüyüşünü taklit ederek dans ederdi. Sha-Man Kamları’nın “Ateş Dansı” yaparak ateş karşısında transa geçmeleri gelenekleşerek Türklerde “Ocak Kültü”nü oluşturmuştur. Birçok inanç, töre ve davranışın kaynağı, “Ocak Kültü”ne dayanmaktadır.

Gökte güneş, yerde ateş, evde ocak, Sha-Man yaşamı için kutsal olmuştur. Bir Kam’ın Sha-Man düzeyine çıkabilmesi için önce doğa parçalarıyla bağ kurup transa geçmeyi başarması, sonra bunu hayvanlarla başarması gerekirdi; daha sonra ateş transına hak kazanırdı. Ancak, en sonunda insanla bağ kurup kendinde kadınlık ve erkekliği transandantal (aşkın) birliğe ulaştırmakla Sha-Man olabilirdi.

Sha: Kadınlık
Man: Erkeklik
Sha-Man: Kadınlık ile Erkekliğin aşkın birliği

Sha-Man Ok-Uzlar (Boylar Birliği), Selçukluların öncülüğünde İran’a (1030) ve Anadolu’ya (1071) açılmışlardır.

Bilge Kağan Budizme ilgi duymuştu, ancak Tonyukuk onu bu eğilimden uzaklaştırmayı başarmıştı. Gerekçesi, Buda ve Lao-Tzu’nun insanlara yumuşaklığı ve alçakgönüllüğü öğretmeleri, ama bu öğretilerin savaşçılara yaraşan özellikler olmamasıydı.

Uygur Kağanı 1762 yılında Maniheizmi resmi din olarak kabul etmiştir. Maniheizm yanlısı Uygurlar daha sonra Budist geleneği olan bölgelere yayılmışlardır ve birçoğu Budistliği benimsemiştir. Uygur sanatı ve özellikle edebiyatı, Budist etkisinin canlılığını ortaya koyar.

Hazar Denizi etrafında Hazar Türkleri, İbrani kaynaklarına göre, 7. yy.’ın başından beri Yahudi dinini kabul etmişlerdir. İbraniler dışında Museviliği resmi din olarak kabul eden tek devlet Hazar Türk Devleti olmuştur. Ünlü tarihçi Arthur Koestler’e göre, Avrupa’ya yayılmış beyaz tenli, sarışın, mavi gözlü Yahudiler Hazar Türkleridir.

Avrupa’da bulunan İspanya göçmeni Yahudiler’e Sapharad, Hazar kökenli olanlarına ise Eshkenazi denir. Bir kısım Hazar Türkleri İbranilerin Karay adlı mezhebine girmişler ve Karaim diye adlandırılmışlardır. Karaimler halen dinsel törenlerinde Türkçeyi kullanmaktadırlar.

Yine aynı çağlarda Bolkar (Bulgar) Türkleri Slavlaşmış ve Hıristiyanlaşmışlardır. Kral Boris 864’te Hıristiyanlığı kabul etmiştir. Her din değiştirme olayında eski mirasın büyük bir kısmı yeni bir kalıba girerek ortaya çıkmaktadır. Böylece dinler arasında “iç bağlar”, sentezler ve kaynaşmalar oluşmaktadır. Bu sentezler dinlerin ortodoks yapısından çok onların tasavvufunda görülür.

Sufi geleneğinin çağımız Anadolusundaki ünlü ismi Emre (İsmail Emre, 1900-1970, Adana) şöyle demektedir: “Dinler bir nehrin kollarına benzerler. Din ırmakları Tasavvuf nehrinde birleşirler. Bu nehir de Vahdet ummanına kavuşur.” (Vahdet Ummanı: Birlik Okyanusu) Yine İsmail Emre, “Gün gelecek din ayrılıkları bitecek ve insanlık Hakikat’te birleşerek sulh ve sükuna kavuşacak,” demektedir.

Akdeniz, Orta Asya, Hindistan, İran, Kafkas ve diğer Ortadoğu düşünce akımlarının buluşma kavşağı Türkistan ve özellikle Horasan olmuştur. Ünlü Horasan Alperenleri, daha sonra Anadolu’ya geçerek o büyük uygarlık kazanına yeniden ateş vermişlerdir. Horasan Erenleri, Arap dünyasındaki şekilci Ortodoks İslamcılığın karşısında, duyguya yer veren, aklı inancın önüne geçiren ve insanı amaç edinen bir tutum sergiliyorlardı.

İslam sonrası oluşan İran Sufiliği, Tasavvuf yaşamını sanatsal bir dünya görüşüne geçiş saymış, onu kavimler ve devirler üstü bir düşünce biçimi olarak algılamıştır. Bu tutum soyut ve edilgin bir tutum olmuştur. Buna karşın Türk Sufiliği, Tasavvufu var olan yaşamı biçimlendirmekte bir dünya görüşü olarak benimsemiştir. Bunun için Horasan kökenli Türk Sufileri “Alp-Erenler” adını almıştır. Bu, somut ve etkin bir tutumdur. Alperenler yaşamda hem düşünsel hem psişik hem sosyal hem de siyasal etkinlikte bulunmuşlardır.

Sufi Geleneği ve Gerçek Sufi Okulları

Babalar ve Abdallar halk velileri idiler. Bunlar Maniheizm, Mazdeizm, Zerdüştçülük, Şamanlık ve Hint düşüncelerinden aldıkları etkileri İslam ile birleştirmiş ve yeni sentezlere varmışlardır. Türkmen Babaları’nın sentezleri Endülüs’ten gelen ve Hermetik geleneği taşıyan Muhyiddin İbn Arabi’nin Vahdet-el Vücûd (Varlık Birliği) görüşü içinde dizgeleşerek güçlü bir biçimde Anadolu’ya geçmiştir.

Sufiler de geleneğe uygun olarak ezoterik ve inisiyasyona bağlı bir biçimde çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Çalışma dizgesi dereceliydi ve her derece çalışmasına o dereceye yükseldiği kabul edilenler inisiye edilmekteydi. Her derecenin kendine özgü simge ve bilgileri yanında mistik deneyleri de ayrı ayrıydı. Her inisiye bulunduğu derecenin sırlarını halktan ve alt derecelerden saklamakla yükümlüydü. Bundan amaç, insanları anlayış ve erdemli oluşları düzeyinde bilgilendirmek gerektiği kanısıydı. Çünkü tarih boyu ezoterik okulların kullandığı simge ve alegoriler, onların anlamına ulaşamayanlarca ya putlaştırılmış ya da düşmanlık doğuran sonuçlar yaratmıştı.

Tüm ezoterik okullarda olduğu gibi Sufî geleneğinde de amaç, çalışmaya katılan insanları olgunlaştırmak ve insanlığa yararlı bir bilgeliğe ulaştırmak olmuştu. Beklenen, bu sürekli eğitim içindeki insanların topyekûn bir hareket yapması değil, olgunluğu, bilgeliği ve yetkinliği doğrultusunda her sufinin yaşamsal etkinliğiyle insanlığa katkıda bulunmasıydı. Başka bir deyişle, Sufi okulları okul olarak herhangi bir toplumsal etkinlikte bulunmaz, ancak her birey okuldan kazandığı değerlerle özgürce yaşamını sürdürürdü.

Ancak, bu her zaman böyle olmamıştır. Geleneğin dışına çıkarak cahil insanları örgütleyip Sufilik adına tarikatlar (örgütler) oluşturulmuş ve çeşitli çıkarlara hizmet eden topluluklar ortaya çıkmıştır. Bu yüzden, gerçek Sufi okulları, daha da gizli olmak yolunu tutmuş ve diğer uygun olmayan örgütlenmelere karşı fikir savaşı açmışlardır. Gerçek Sufiler, her yeniliğin ve gelişmenin öncülüğünü yaparken, karşılarında oluşan tarikatlar ise aksine onları kâfirlikle suçlamış, din düşmanı ilan etmiş ve cahil kimseleri kışkırtarak birçoğunun öldürülmesine varan davranışlar sergilemişlerdir.

Sufilerin verdiği eserler, birkaçı dışında felsefesel nitelikte değildir. Sufiler açık seçik kavramlarla anlatım yolunu tutmamışlardır. Bunun üç nedeni vardır:
1- Dış baskılardan korunma ve gizlenme gereksinimi
2- Düşünsel olanla sezgisel olanın birlikte anlatımında sözcüklerin yetersiz kalması
3- Her ego (nefs) basamağında –ki bunlar yedi olarak belirlenmiştir– ayrı anlam ve duygulanımı gösteren aynı kavramın dondurulmuş ve tek biçimde anlaşılmasını önlemek

Bu simgesel sunuş biçimi, yukarıdaki nedenlerden dolayı ansal kılınmış felsefeden çok, kişinin keşf ve katılımına açık bırakılmış artistik felsefe niteliğinde olmuştur. Sufiler bu tür sunuşa “edebiyat” adını vermişlerdir.

Sufiler ve Edeb

Edebiyat sözcüğü günümüzde sanatsal yazın yapıtlarının tümünü anlatmak için kullanılmaktadır. Ancak edebiyat sözcüğü, Sufilerde çok özel anlamda kullanılmıştır. Bu sözcük Arap harfleriyle yazılan “edeb” sözcüğünün çoğuludur, ancak Arapça değil Türkçedir. Sözcük üç sessiz harften oluşmaktadır:
Elif          Eline
Dal         Diline
Be           Beline

Edebli olmak “eline, diline, beline sahip olmak” anlamını taşırdı. İnisiyasyonun ilk basamağında adayın edeb üstüne ikrar vermesiyle, kendisinden emin olunan kişi niteliğine bürünmesi anlaşılırdı. Sufi eğitimine katılana “edebli”, Sufi eğitimine katılmamış olana “edebsiz”, Sufi eğitimine katılıp sonra da dönene “inkârcı” (ikrarın karşıtı) denirdi.

Anadolu’da Felsefe

İnsan ve onun yaşamının biçimlenmesinin ortamı “kültür”dür. İnsan kültür içinde doğar, onunla yoğrulur ve onun içinden kendini üretir. Kültür insanın “ikinci doğası”dır. Kültürler birbirlerinden kopuk değildir. Çeşitli nedenlerden ve çeşitli araçlarla birbirleriyle ilişki içine girmişlerdir. Bu yüzden, yeryüzünde saf bir kültür olgusundan söz etmek olanaksızdır; ancak baskın kültür ögelerinden söz edilebilir.

İşte, çalışmamızın bundan önceki bölümlerinde bu baskın kültür ögelerine, onların ortaya çıktığı yerlere, yayılışlarına, kesişme, kavuşma yerlerine, aydınlanmaya arkatasar oluşturacak bir biçimde değinmeye çalıştık. Arada önemli kavramları tartışma konusu yaptık. Amacımız, bilgilendirme yanında, farklı düşünce ve tutumların belli bir kavramsal zeminde tanınmasını ve tartışılmasını sağlamaktı. Çalışmamızda, insanın doğayı, evreni, toplumu, kültürü ve bunların içinde kendini anlamasının aracı olan aklın bilme gereci kavramı temele aldık ve tarihe bu yönden göz gezdirdik. Kuşkusuz böyle bir çalışma, birkaç toplantıya yetkinlikle sığdırılamaz. Bizim yapmaya çalıştığımız, kültürün araştırılması, sorgulanması ve tartışılmasının sivil ortamlarda gerçekleştirilmesiyle, aydınlanmaya katkı sağlanacağını göstermektir.

Aydınlanma, insan aklına güvenmek, onu tanımak ve akla dayalı bir yaşamı gerçekleştirmeyi amaçlar. Biz bunun için Anadolu Kültür Çevresini, felsefe öncesini kapsayacak bir biçimde ele almaya çalıştık, bu birinci aşamasıdır. İkinci aşaması felsefenin tarih içinde ele alınması ve üçüncü aşaması da bilimsel tutumun değerlendirilmesi olacaktır. Çağdaş yaşam ve uygarlığı kavramak ancak tarihsel bir süreçle olanaklıdır. Süreçsiz sonuçlar anlamsızdır. İlişki kavramın özünü, süreç de onun içeriğini oluşturur. Eleştiri ise kavramın gelişmesinin koşuludur.

Pythagoras

Anadolu kültür çevresinin etkisi altında Batı Anadolu’da felsefe doğdu. Kendisine ilk kez philo-soph (filozof) diyen kişi Pythagoras olmuştur. Ancak, ünlü düşünür Aristoteles’e göre ilk filozof sayılması gereken kişi Miletoslu Thales’tir (İ.Ö. 624-545). Milet kenti, Anadolu’nun batı kıyısında İyonya (İonia) Uygarlığı’nın ünlü kentidir. Aristoteles tarafından Thales’in ilk filozof olarak kabul edilmesinin nedeni, Thales’in düşünceyi teolojiden doğa üzerine yöneltmesidir. Başka bir deyişle, evrende olan bitenin bilgisini insanın kendi düşüncesi, becerisi ve çabasında aramayı, bunun için doğaüstü hiçbir güce gereksinim duymamayı zihinsel düzeyde Thales başlatmıştı. Bu, insanın inandan akla yükselmesinin bir göstergesidir. Thales, güneş tutulmasını önceden saptamayı başarmış, geometri yoluyla, gölgelerinin ölçümünden piramitlerin yüksekliğini belirlemiş, denizdeki gemilerin uzaklıklarını ölçebilecek aygıt geliştirmiştir.

Felsefe İyonya’da doğmuştur. Felsefeye ilk biçimini kazandıran üç filozof Thales, Anaksimander ve Anaksimenes’tir. Bunlara Milet Okulu da denir. Miletli filozoflar teolojinin yerine kozmolojiyi geçirmişlerdir. Bu ise felsefenin doğuşudur. Bu filozoflar evrensel töz üzerine düşünmüşler ve evreni oluşturan gerçeği aramışlardır. Thales’ten Sokrates’e kadar gelen filozoflar doğa filozofları olarak anılırlar, bunlar düşüncelerini doğa üzerinde yoğunlaştırmışlardır. Bu filozofların görüşleri kendilerinden sonra gelen filozofları derinden etkilemiştir. Bunlardan, çağdaş felsefeyi en çok etkileyeni Herakleitos (İ.Ö. 535-475) olmuştur.

Herakleitos, Anadolu’nun batı kıyılarında bulunan Efes’te doğdu. Herakleitos’a göre Evren, varlığı ve tüm içeriği bakımından sürekli bir oluş içinde değişmektedir. Evrende, sürekli olarak zıtların çatışması vardır, bu çatışmalar her şeyi kendi karşıtına dönüştürmektedir. Her şey hareket halindedir, durağan hiçbir şey yoktur. Tüm değişmeler belirli bir doğa yasasına uygun bir biçimde gerçekleşir, bu yasa Logos’tur (kavram, us). Logos düzendir, anlamlıdır ve kavranabilir. Logos doğa yasası olduğu kadar, aklın ve bilmenin de yasasıdır. Herakleitos’a göre, insanlar duyular ve görüngüler tarafından aldatılmaktadır, bunun için bilge insan mutluluğa ve doyuma giden yolda usu izlemelidir.

Bu dönemde kendinden sonraki felsefesel düşünceyi en çok etkileyenlerden biri de Parmenides (İ.Ö. 530-444) olmuştur. Parmanides, Herakleitos’a karşıt olarak, “Hakikat tektir, sonsuzdur ve değişmez” demiştir. Parmenides, düşüncesinde deney ve gözleme yer vermez, felsefesini akıl yürütmelere ve mantıksal çıkarsamalara dayandırır.

Parmenides’in ünlü öğrencisi Elealı Zenon (İ.Ö. 490- 430), Aristoteles’e göre, diyalektiğin (eytişim) yaratıcısıydı. Zenon, Herakleitos’un devim ilkesine karşı çıkıyor ve şöyle diyordu: “Devim olgusal değil ama yalnızca göreli bir yargıdır, görünürdeki devim oranı iki ya da daha çok nesne arasındaki bir karşılaştırmaya bağlıdır.”

Parmenides’te doğa, “var olan” anlamına gelir. Bu terimle, sürekli değişen, oluş halindeki fiziksel varlık değil, tersine görünüşlerin ve değişmenin ardındaki varlık kastedilir. Böylece Parmenides’in düşüncesi, ontolojik bir metafizik niteliğine bürünür.

Anaksagoras

Felsefeyi Anadolu’dan Atina’ya ilk olarak Anaksagoras (İ.Ö. 500-428) götürdü. O da Miletliler gibi bir doğa filozofuydu. Anaksagoras, doğayı bir düzen içinde tutan yasaya nous adını vermiş, nous’u bir akıl olarak özdeksel doğanın temeline oturtmuştur. Anaksagoras’ın nous kuramına karşın, Miletli Leukipos ve takipçisi Demokritos, atomcu mekanik kuramını ileri sürmüşlerdir.

Demokritos’a göre hareket, cisimlerin yer değiştirmesi olarak tanımlanmıştır. Evrene ne rastlantı ne de Anaksagoras’ın nous’u egemendir, egemen olan özdeksel yasalardır. İnsanları din ve Tanrı inancına yönelten korkudur. Demokritos’a göre metafiziksel araştırmanın hedefi bilgi kazanmaktır; törel hedef ise mutluluğu, ansal barış ya da huzuru kazanmaktır. Demokritos hazcılığı yadsımış, gerçek sevinçlerin tinsel olduğunu ve onlara duyu verileriyle değil, gerçeğin bilgisiyle ulaşılacağını söylemiştir: “Bilge insan, ölçülülük, öz-denetim ve mutluluğun yolu olarak, zihnini geliştirmeye çalışırken, tensel insani incelik de bilgiden yoksun olarak arzularının peşinde sürüklenir ve sonuçta topluma çok az katkıda bulunur.

Doğa filozoflarının ardından gelen Sofistler dikkatlerini doğaya değil insana yöneltmişlerdir. En önde gelen sofist Protagoras’tır. Protagoras’a göre hakikatin ölçüsü insandır; insandan bağımsız saltık bir hakikat yoktur. Her şey hakkında zıt görüşler ileri sürülebilir, bunların hiçbiri kesin doğru kabul edilemez. Bu yüzden saltık hakikat olamaz. Hakikat insana yararlı olandır. (Çağdaş pragmacılığı anımsayalım.) Protagoras, hem bilginin hem de gerçekliğin bireyin yargılarına bağımlı olduğu sonucuna varmıştı. Protagorasın görelilik ilkesi herkes için eşit haklar imliyordu. Bu yüzden, Protagoras demokratik araçlarla yaygın toplumsal ve politik reformların uygulamaya konmasını istiyordu.

Sofistlerden sonra Antik dönemde felsefeyi doruk noktasına taşıyan üç büyük isim arka arkaya ve birbirinin öğrencisi olarak gelmiştir. Bunların birincisi Sokrates’tir (İ.Ö. 470- 399). Sokrates felsefede bir dönüm noktasıdır. Ona kadar olan döneme Ön-Sokratik Dönem adı verilmiştir, ondan sonraki dönem de ancak onun görüşleriyle anlaşılır olmuştur.

Sokrates her ne kadar özgün görüşleriyle ayrılmakta ise de yaşamı akıl ile yönetmek ve gelenekleri eleştirmek bakımından sofistlere katılmıştır. Sokrates’e göre, insan her şeyden önce kendini bilmelidir; bu ise “iç-görü” ve “öz-bilgi” İle gerçekleşebilir. Sokrates, akla, bilgiye ve bilgeliğe önem vermekle bir bakıma akla dayalı bir ahlâkçılığı savunmuştur. Sokrates’e göre ilâhlara tapınma, devlete yapılan bir görevden başka bir şey değildir.

Sokrates, ders verme yöntemi bakımından, sofistlerden ayrılmaktadır. Sofistler, uzun söylevler (konferans) verirlerdi. Sokrates ise karşısındakilere soru sorarak onları düşünmeye ve konuşmaya katılmaya yöneltirdi. Ünlü diyalog yöntemi Sokrates’indir; “Ben bilgi öğretmiyorum, onu doğurtuyorum” derdi. Sokrates dışta olan bitenden çok, insana, insan aklına ve onun kavramlarına yönelmekle, bilgi kuramcılığının temellerini atmış oldu.

“Bilgi erdem, erdem de mutluluk üretir. Kötülükte bulunan insan aydınlanmamış bir insandır.”
“İnsanlar eğitim yoluyla ahlâksal yazgılarını ve böylece mutluluğunu geliştirebilir, bunun için kendilerini ve karşılıklı olarak birbirlerini yoklamalıdırlar (diyalog), bu yüzden Dostluk önemli bir değerdir.”
“Aydınlanmış kişi erdemli olmalıdır.”

Antik Çağ’ın ve tüm zamanların en ünlü filozoflarından biri hiç kuşkusuz Platon’dur (İ.Ö. 427-347). Gerçek adı Aristokles olan Platon, kendinden önceki felsefesel görüşleri bir dizge içinde toplamayı başarmıştı. Herakleitosçu Kratylos, Pythagorasçı Kebes ve Simmias, Eleacı Öklid gibi bazı filozoflardan doğrudan doğruya ders alan, dolayısıyla Herakleitos’un “oluş”unu, Pythagorasçıların Matematik ve Astronomi görüşlerini, Parmenides’in “varlık”ını ve bunlarla ilgili olarak Güney İtalya’nın sürekli değişme ve gelişme fikirlerini bilen, Orphic hareketi, Anaksagoras’ın Teleolojisi’ni tanıyan Platon, özellikle asıl hocası olan Sokrates’in, varlığı, maddeyi bırakarak Bilgi’ye temel yaptığı Kavramlar’dan “idea” (ide) tasarımını türetmiştir.

Platon, Sokrates’in ölümünden sonra Mısır, Anadolu gibi yerlere yolculuk yapmış ve sonra Atina’ya dönmüştür. Daha sonra İtalya ve Sicilya’ya gitmiş ve orada da bir Tiran tarafından tutuklanıp köle olarak satılmış, daha sonra dostu Kireneli Anikeris tarafından satın alınıp serbest bırakılmıştır. Platon’un “İdealar Kuramı”, eytişim (diyalektik) olarak bilinen yöntem üzerine kurulmuştur.

Platon

Platon için gerçeklik en son, ideal olgusallık ile özdeştir. Platon, idea terimini, nesnenin kalıcı özünü, varlıkbilimsel varlığını, yani kökensel varoluşunu, kendisine evrendeki her tikel nesnenin karşılık düştüğü bir ilk örneği (arketip) simgelemek için kullanıyordu. Evrenin tüm ögelerini oluşturan kökensel gereç, Platon’un felsefesinde özdek (madde) olarak saptanmaktadır. “Hiçbir özdeksel nesne eksiksiz değildir, ne de eksiksizliğe erişebilmesi olanaklıdır” ve “İdeler eksikli doğayı devinmeye iten erekbilimsel güçtür; idelerin kendileri öz-güdümlüdür.”

Dizgesel felsefenin iki ustası Platon ve onun öğrencisi Aristoteles bilindiği gibi kendilerinden sonraki tüm düşünce akımlarını olduğu kadar dinleri de derinden etkilemişlerdir. Halen günümüz kültür ve uygarlığının içinde onların kavramları temel taşları niteliğinde yaşamaktadır; zaman zaman karşısında olsak da o kavramlarla düşünmek zorundayız. Düşünen her insan için kavram gereksinimi vardır ve bunlar dünyanın neresinde ve ne zaman üretilirse üretilsin, artık tüm insanlığın malıdır. Bunun için “Kavramlar Dünyası”na giren her insan evrensellikle bağ kurmuştur. Bunun ayırdında olmak aydınlanmaya başlamak demektir.


* Metin Bobaroğlu’nun 1994-95 yılları arasında Kadıköy Kültür Sanat Merkezi’nde yürüttüğü “Anadolu’da Aydınlanma” başlıklı çalışmanın kayıtlarından derlenmiştir. Bu konuşma dizisi 2002 yılında Ayna Yayınevi tarafından Bâtınî Gelenek: Hermetik ve Sanskrit Öğretiler adıyla da yayımlanmıştır.