Fizik Teorilerinden Hareketle Felsefe Yapmak

Eşsüreliliğin göreliliğini, uzunluğun kısalmasını, kütlenin hız ile artmasını, doğadaki olası en büyük hızı, kütle ve enerjinin eşdeğerliliğini konuşacağız. Bunlar, öznel ilişkinlik kuramının –Newton fiziğinden ayrım olarak– en önemli farklılıkları getiren; var olanı anlamamızı, değerlendirmemizi etkileyerek bilincimizi kullanma biçimimizi etkileyecek alt başlıklar. Einstein fiziğine, ilişkinlik kuramına girdiğimizde, felsefi bir bakış açısı olan aydınlanma çalışmamızı ilgilendiren yanıdır bu bilinç kullanımındaki değişiklik. Teknik yanı da zaten uzmanların, fizik bilimiyle ilgilenen insanların araştırma alanı olan fiziğin konusudur. Bizi ilgilendiren yanı, aydınlanma ile ilgili olan yanı. Tekrarlıyorum: Bilincimizin algı kalıpları, düşünme etkinlikleri için kullandığımız yöntemler ve bilincimizin üstüne düşünmekten öte; doğanın ve nesnelerin üzerine bilincimizi kullanmayı, yani özne-nesne ilişkisinde öznenin belirleniminin farkına varılabileceği bir anlayış değişikliği. Eğer bunu gerçekten kavramlarını işleyerek –teorik düzeyde demek istiyorum– felsefi bağlamda başarabiliyor isek, fizik teorilerine bağlı olarak fizik teorilerinden hareketle felsefe yapmayı da başarıyoruz demektir. İşimiz felsefeyi başarmak mı? Böyle bir şey, iddiamız içinde taşıdığımız bir sav olmayabilir, ama felsefenin bilinç göstergesi olması, bir insanın kendi bilincini görebilmesinin aynası olması açısından, felsefe yapıyor olmaya yaklaşmak veya onu becerebilmek, başarabilmek son derece önemli. Niçin? Uygarlık için. Niçin? Toplumsal iletişimin düzeyli, kavramsal sağlanabilmesi için. Niçin? Bir insanın kendini anlamlı bir yaşamda görebilmesi, bilincini bilinçli olarak kullanabilmesi için. Son tümce, felsefenin en özgün alanıdır: “Bilincini bilinçli kullanmak.”

Felsefenin bilimlerden belki de en özgün olarak ayrıldığı nokta burası. Bilimler, terminolojilerini nesneleri üzerinde üretirler ve nesnelerin ortamında dener, doğrulama veya yanlışlama ile raporlaştırırlar. Bilimlerden bahsederken, özne ile nesne arasında cereyan eden bir bilinç olgusundan bahsediyoruz. Fakat felsefeden bahsederken, burada refleksiyonlu, yansımalı bir alan daha katılıyor dünyamıza. O da şu: Nesneler, olaylar ve olgularla bilinç arasında cereyan eden fenomenal alanın bilinci ile yetinmiyoruz; bir de o bilinç üzerine bir bilinç daha üretiyoruz. Buna “refleksiyonlu düşünce”, “düşüncenin düşüncesi”, “özbilinç”, “düşüncenin bilinci” gibi farklı adlar vermek mümkün. Felsefede bu terimlerin hepsi kullanılıyor. Teknolojiyi bilmek aydınlanmayı getirmediğinden dolayı, bilimsel bilgiyi biz “aydınlanmanın gerçek alanı” diye nitelendiriyoruz. Şöyle ki: İnsanlar science dediğimiz bilimleri, en üst düzeyde, en etkin biçimde elde etseler dahi, kendi akıllarını aydınlanma düzeyinde üretebilmiş ya da kendilerini aydınlatabilmiş olmayabilirler. Bunun örneklerini kendi ülkemizde sıkça görmekteyiz. Kariyerini tamamlayarak profesör olmuş bir makine mühendisi, hatta Ortadoğu’da da bir numara makineci olma niteliğini kazanmış bir insan, aklını hâlâ dogmatik bir “yöntem” demeyeceğim, dogmatik bir hava ile kullanabiliyor – tabii eğer sahtekar değilse, bunu bir manipülasyon ve çıkar aracı olarak kullanmıyorsa. Bu, sadece bizim ülkemiz için geçerli değil. Bütün dünyada, hatta “ileri ülkeler” dediğimiz daha uygar ülkelerde de bu sorunla ciddi şekilde ilgilenilmektedir, çünkü inan, inanç ve dogma başka şeylerdir.

Ülkemizde “dogma” dediğimiz zaman, ağırlıklı olarak inanç ya da din olguları düşünülür ve daha çok aydınlanmanın karşısında duran bir şeymiş gibi algılanır. Gerçekte “dogmatik düşünce” dediğimiz şey, düşüncesine duyguları ile bağlı insanların yarattığı statik bir ortam, belki bir atmosfer. Yaygın, çevresini denetleyen, “edisyon” dediğimiz gücüyle de bunu pekiştiren bir bilim çevresi dahi dogmatik olabilir. Batı’da “pozitivizm” diye nitelendirilen bu görüş, amacı bu olmadığı halde, giderek kendi kabuğu içinde bir içe kapanma ve dogmatik bir tutumla kendini statikleştirmeye ulaştırmıştır. Pozitivizm dinsel tutuma karşı ortaya çıktı. “Dinsel tutum” diyorum, dine karşı ortaya çıkmadı, dinsel tutuma karşı ortaya çıktı. Sorun neydi? Her insanın bir inancı olabilirdi ve onu dinsel bir atmosfer içinde veya nesnel bir din biçiminde de yaşayabilirdi; ama bunun, kamu yaşamında, epistemoloji ve bilgi üretimi bağlamında kullanılmasına, eğitimle yaygınlaştırılmasına ve siyasal erkte kullanılmasına karşıydı pozitivizm. Pozitivizm, dini, yaşamdaki bu alanlardan sürüp çıkartmayı istemişti. İnsanları vicdanlarına geri döndürmeyi, belki vicdan problemi olarak pragmayı amaçladı. “Problem” diyorum, çünkü orada hapsedilebilir mi ya da sınırlarda tutulabilir mi tartışması halen sürüyor.

İlginç bir diyalektik ilke vardır: Bir bilinç ya da o bilinci meydana getiren nesne, olay ve olgular kendi karşıtları bağlamında belirlenirler. Böyle bir sorun var ve eleştirel tutum daha sonra bunu ortaya koyacak. Konumuza girmeden önce burayı belirtmekte yarar gördüm. Eleştirel tutum şunu anlatır: Bir şeye karşı, bu bir şeyi ortadan kaldırmaya yönelik bir hareketi formülasyona soktuğumuz zaman, bu bir savdır. Bu sav, kendinden önceki bir savı ortadan kaldırmak adına yapılıyorsa, karşı savdır; bu, bir reaksiyondur ve aksiyon (kendinden önceki sav) onu belirler ve sınırlar. Böyle bir tutum belirlenimi, bizim ülkemizde de Cumhuriyetle birlikte girilen pozitivist dönemde karşımıza çıktı. Neden? Kamu düzeninde, hem egemenlik ve siyasal erk bağlamında hem de bireysel özgürlüklerin kullanılabilmesi bağlamındaki sınırlamalara karşı bir hareket olarak pozitivizm konulduğunda, daha önceki sav olan dinsel tutum savı yok edilememiştir. Elde edilen başarı, olsa olsa güç odaklarından, yönetimden, kurumların içinden “elini çektirmek” olduğu için, bu alan, toplumun, halkın içine geri döndürülmüş ama ortadan kaldırılmamış olarak kalır. Tasfiye edilmesi gayreti ile sürdürülen giderek zorlayıcı süreç, çok özet olarak “baskıcı ve özgürlükleri kısıtlayıcı” denilebilecek tutumunu pozitivizme yüklemiştir.

Pozitivizm tıpkı bir din, bir dogmatik yapı gibi, dinsel bir tutum içinde kendi karşısındaki her şeyi, gelecek olan her türlü öneriyi, eleştiriyi, tehlike gibi algılayarak onların karşısında bir kale örmüştür. Bir önceki sav ne idiyse, başka bir şey adına aynı tutumu, aynı savı benimsemiş bir toplumla karşı karşıya kaldık. Batı’da da benzer bir sıkıntı var. Fakat bizdeki gibi, kavramlarından yoksun, de facto olmuş bitmiş, tartışılmamış, eleştirilmemiş, kavramlaştırılmamış, üzerine yazı yazılmamış, üzerine düşünceler ve disiplinler üretilmemiş, yani refleksiyonlu bir alanı kapsamayan, entelektüelliğin aydınlanma yönünü üretmemiş olarak, sadece fiilen ve sloganlar düzeyinde çatışır bir siyasi arena içinde cereyan eden bir tavır gibi değildir. Batı’da başka bir düzeyde kavgası yapılır. O nedir? Kavramlar düzeyidir, felsefe düzeyidir. Her iki yan sürekli, kendini yenileyerek, geliştirerek, kavramlarını ve onların dizgelerini üreterek; karşı karşıya, diyalektik olarak bulunduğu yerde, içine çökmeksizin, bir süreç halinde yürümeye devam ediyor. Bundan çıkan anlam şudur: Sav, karşı savı ve karşı sav da savı geliştiriyor; diyalektik sürece dönüşüyor.

Bizde ise, bu alanda üretim yapılamadığı için karşılıklı güç edimi biçiminde, bulunduğu yerde sayıyor, hatta kavramlarını da üretemediği için giderek kendi içine çökmeye başlıyor. Bu nedenle, toplumda anlaşılır bir biçimde bir tartışma olmaktan çıkıyor; güruhlar, gruplar, büyük toplulukları hayal ederek, kendi karşısında, vehimle üretilmiş düşman gruplar algılıyor. Birbirlerini bu biçimde algılayan bir toplum, kendi aralarında anlamlı bir ilişkiye veya diyalektik, yani karşılıklı bağıntılılık içinde bir gelişmeye ulaşamayabilir, ulaşamıyor zaten. Şu andaki tespitimiz bu, ama ileriye de dönük; ulaşamayabilir. Bu çevreler hangi çevrelerdir? Bir tanesi çok açık; science çevreleri, bilim çevreleri ve sanat çevreleri ve bunların toplumdaki üretici kaynaklarıdır. Peki, burada neden dogmatik bir yapı ve böyle bir düşünce egemen olsun? Batı’da önerilen, bunları aşmaya yarayan üst yapılar olduklarıdır. Pozitivizmin geliştiği ve egemen olduğu dönemde, yani sonradan fark ettikleri sorun şudur: Bilinç, nesnesi ile belirlendiği için kendinin farkına varmıyor ve kendini haklı görme ilişkileri içinde, sürekli kendini güçlendiriyor, kendini belirliyor. Kavramı ile kendi –yani bilinç açısından konuşuyorum– bilinç kavramı ile aynı varlık haline geliyor. Kavram ise “sınırlama” demektir, “limitasyon.” Belli bir sınırlama, belli bir belirlemeyi getirir. Yani bir betimlemeden, tasvirden bir belirlemeye ve açıklamaya geçiş, betimlemeden belirlemeye ve açıklamaya geçiş, aslında, giderek “sınırlandırmak” demektir. Begriff veya “konsept” denilen de budur. Bir çerçeve içine almak, bir kavram çerçevesi içine almak, belli bir sınırlamayı söyler. Eğer sınırlayamıyor iseniz, hâlâ betimleme alanındasınız; bilinciniz henüz dağınık, malzemesini toplamış ama tasnif etmemiş, sınıflandırmamış bir durumdadır. Bu nedenle, betimleme genellikle edebiyatın alanındadır; ama “belirleme” sınıflamayı getirir, felsefe alanına geçiştir, kavram alanıdır.

Felsefe ya nedenselliğine ya erekselliğine ya içinde olduğu ilişki bağlamına ya da işlevselliğine bağlı olarak sınıflamalara götürür; bilinç kendini bu şekilde “farkındalıklı” olarak tanımlar. Eş deyişle, nesnesini yaparken kendini de bir biçimde tanımlar. Nesnesi ile belirlenmiş olan bilincin nesnesi bilimsel ise, o zaman kesinliği arar. Bugün hangi bilimsel çevrede konuşulursa konuşulsun, size sürekli, “Kesinlik yoktur değil mi zaten? Başta bir anlaşalım, yani kesinlikten bahsetmeyeceksiniz. Mutlakiyetçilik yoktur, kesinlik yoktur, her şey görelidir, değil mi? Bu zemin üzerine konuşalım,” diyorlar. Bu, eleştirelliğin getirdiği, eleştirel tutumun getirdiği son derece önemli bir bakış açısıdır, ama biz bunu, ne anlama geldiğini, kendi üzerimize sorgulanmasını yapmaksızın kullanırsak, bu da ayrıca bir dogmadır. Hiçbir bilim dalı (deneysel bilim bağlamında söylüyorum) görelilik için uğraşmaz, hiçbir yere bağlanmayan bir bulgu için çaba harcamaz. Örneğin, Einstein, ilişkinliği bulmak için yola çıkmadığını, bunu amaçlamadığını açıkça bildirmiştir. Kesinliği aramak için yola çıkmış olmasına rağmen, ona verilen gerçekliğin, kesinlikçi değil, göreli olduğundan söz eder.

Bilimde Kesinlik Var mıdır?

Doğada, bilimde kesinlik yoksa, hiçbir şey kendini tekrarlamıyorsa, her şey kendini bir ilişki altında yeniden üretiyor ve belirliyorsa, o zaman biz bilincimizi hangi referanslara göre oluşturacağız? Yaşamımızı hangi referanslara göre düzenleyeceğiz? Referanslar sistemsizliğine düşüldüğü gibi bir endişe duyulabilir, ancak fizik bilimi böyle bir bilim değildir. Fizik biliminin kendi referans dizgelerinin ilişkin olması, kesinlikçi bilimin aradığı tarzdaki kesinliklerin değil, ilişkinliklerin kesin olarak bilindiği anlamına gelir. İlişkinlik ilkelerinin ve yasalarının kesinlik olarak elde edilmesi, akademi anlamında bilim denilen şeydir. Olguların kendilerini statik bir kesinlikte beklemez; onların değişkenliklerini, fx’lerini hesapladığı için de kesinlikli olarak bilir. Burada, bilgisinin güvenilirliğinde bir kayıp yoktur, aksine güçlenme vardır. Daha önceki Newtoncu mekanik ile, var olan nesnelerin algılanmasına, bilinmesine gidildiğinde, onlar statik kabul edildiği için, bilginin güvenilirliğini elde edilemiyordu; çünkü doğanın gerçek yasaları bilince, kavramına, yöntemine taşınamıyordu. Şimdi ise, ilişkinlik kuramı bilimsel kavramlar açısından, aksine, tutarsızlık değil, tutarlılık ve güvenirlik getiriyor. Biz, bunun anlaşılması, yaşama aktarılması, yöntem olarak bilimsel tutumun benimsenmesi, bunun yaşamın her alanında yansımalı olarak fark edilebilmesinin yanında, daha önemli bir şeyi sorguluyoruz.

Aydınlanma Toplumdan Bireye Doğru Bir Akış mıdır?

İnsanlar, kendi iradeleri dışında –bilhassa bilinçlerinin çok zayıf olduğu, oldukça edilgin oldukları bebeklik ve çocukluk dönemlerinden itibaren– aile, çevre, gelenekler, töreler, inançlar bağlamında, giderek inşa edilen algı kalıpları ve değerlendirme referanslarına bağlı kişilikler oluştururlar. Eğitim bu demek. Saçma gelebilir, ama yaptığımız iş hep bu! Bir bebeği, kendi özgür varlığı olarak –“hudayinabit” derdi eskiler– kendiliğinden gelişim sürecine terk edemezsiniz. Böyle bir şey mümkün değil. Bu, doğasına da uygun değil, çünkü var olamaz. O zaman, onun gelişmesi ve belli bir kişilik kazanabilmesi için programlanması gerekir.  Programlama da o insanın kendi olmasının dışında başka her şey olmasını sağlayacak bir yöntemin uygulanmasını, eş deyişle, eğitimin ona uygulanmasını getiriyor. Sorgulamak istediğim nokta yanılgılar, yanlışlar, yanılmalar değil; bunlar, insanın doğasının gereği var olan, belki de “iyi ki” var olan yanları. Fakat, alışkanlık kazanmış, belki de proteinleri çöktürülmüş beyinde algı kalıpları varsa, böyle bir bilincin, gerçekliği, farklı bağlamda, farklı ilişkiler altındaki realitelerinde görme olasılığı var mıdır yok mudur? Bu tarafını sorgulamak istiyorum. Biraz daha günlük dille konuşursak; insanlardan birtakım anlayışları, birtakım kavramları kavramalarını istediğimizde, onlar bunu gerçekten yapabilirler mi, böyle bir olanakları var mıdır? İşte, felsefenin, aydınlanma alanının sorguladığı şey budur. Ötesi politiktir. Ne anlamda? Bir insan, kendi çıkarları doğrultusunda özgür iradesini kullanıyordur, siz de onunla mücadele ediyorsunuzdur ya da o sizinle mücadele ediyordur. Bu politiktir. Aydınlanma bununla ilgilenmiyor. Bu, özgür seçim. Öyle isteyebilir, ister ve yapar, ama siz ne derseniz deyin anlayamıyorsa ne olacak? Sorun burada. Aydınlanma bu nokta ile ilgileniyor.

Immanuel Kant

Immanuel Kant’ın başlattığı “aklın kritik edilmesi problematiği”; yani insan aklının sınırları, yetenekleri nelerdir ve biz ne yaparsak yapalım, o makine –eğer makine gibi algılanırsa– bu fonksiyondan başka bir şey yapamıyorsa, biz bunun üzerine ne bina edebiliriz veya bunu nasıl ilişkilendirebiliriz sorunsalı, aydınlanmanın sorunsalıdır. Bu, tabii eleştirel dönemde sorgulandığı gibi, şöyle sorgulanabilir: Toplumdan, politikadan bağımsız bilinç var mıdır ki aydınlanma orayla sınırlı kalsın? Aksine, toplumsal dinamik tamamen o bilinci belirleyen ortamdır. Biz, o toplumsal ilişkilerin değiştirilmesiyle aydınlanmanın gerçekleşmesini sağlayamaz mıyız? Bu, toplumdan bireye doğru bir akış değil midir? Aydınlanmanın bunu da sorguladığına işaret ediyor, bu hususu da dâhil ederek konuşuyorum. Toplumsal ilişkilerin değiştirilmesi, bireylerdeki bilinç tarafından (algı kalıpları açısından) algılanabiliyor mu? Kendini ona yeniden üreterek adapte edebiliyor mu? Yoksa, o toplumsal değişim bir heyula gibi, başına gelmiş bir kader gibi bireyi sınırlıyor, varlığını ortadan kaldırıyor mu? Onu sürü bilincine dönüştürüyor olma ihtimalinin sorgulanması var. Diyalektik olarak, toplumsal hareketlerin karşısında, bireyin gücü nedir? Her insan kendi aklına güvenir ve yoğun akıl yürütmelerle kendini koruyabilir. Felsefi ve politik düzeyde yapılan bu tartışmalar, fizik bilimi söz konusu olduğunda, dörtlü bir alt başlıkta –Newton fiziği, Einstein’ın kuramları, kuantum, dalga mekanikleri– gözden geçirildiğinde, bizi çok daha ilginç şeyler bekler.

Bilinci Örgütleyen Alışkanlıkların Değiştirilmesi

İlişkinlik kuramı, nesne, olay, olguların bizim alıştığımız biçimde olmadıklarının; realitelerinin; sadece belli ilişkiler altında böyle göründüklerinin; fenomenlerin ebedi, ezeli gerçeklikler olmadığının; alabildiğine çok realitenin olabileceğinin bize gösterildiği bir alan.

Bilinci örgütleyen alışkanlıklarımızın değişmesini sağlayacak iki önemli alan var: İlki, doğrudan tanıklık, eş deyişle deney; deneyi deneyim olarak algılamak. İkincisi, onun kavramsal ve teorik düzeyde, bilincin etkileşiminde anlaşılır kılınması çabası. Örneğin, eğer ışık hızından bahsediyorsak, deney için ışık hızına yakın bir hızla hareket edeceğiz; deneyimimizin algısını bilincimiz için bir veri, bir nesnel ortam olarak kullanacağız. Işık hızında bir deneyimin yapılma olasılığı yok. O halde, ikinci seçenekte, deney yapacağız ve deneye tanık olacağız. Elektron hızlandırıcısı içine göndereceğimiz elektronlarla, sayaçlar başında, bilgisayarlar aracılığıyla, onların izdüşümlerini izleyeceğiz. Bununla, yalnızca matematik fonksiyonları algılayabiliriz. Deneyler çok garip bir noktaya geldi. Deneyler artık, örneğin, bir cismin serbest düşmeye bırakılıp birtakım ölçümlerin, gözlemlerin kaydının tutulmasından ibaret değil. Örneğin, ışık hızıyla ilgileniyorsak, nesnelerin birbirleriyle olan ilişkilerini doğrudan doğruya değil, dolayımlı olarak, izdüşümlerinden izlemek ve matematik dili içinde anlamlandırmak zorunda olduğumuz bir deney alanı var. Bu yansımalı bir alan ve bize sanki felsefenin kavramsallığını anlatır gibi; nesnelerin doğrudan doğruya kendilerini değil, onların temsil edildiği kavramlardaki ilişkilerini teorik düzeyde üretip bilincimizi orada tanımak gibi bir alana getiriyor. Bu durum bize, hangi hızda yaşıyorsak o hızla bağlı ilişkiler altındaki fenomenal bir dünyanın bilincini taşıyor olduğumuzu anlatıyor. Sanatçılar için bu anlaşılır bir şeydir sanki. Demem o ki sanatçılar, böyle birtakım bilinç durumlarını, farklı algı durumlarını deneyimleyebilmek ile ilgilenen insanlardır sanki. “Sanki” diyorum, çünkü ilgileniyorsa…

Batı dünyası bunları çok zorladı, biliyorsunuz. Pozitivist dönemin getirdiği, birebir Newtoncu dünyayı kırmak için uğraştı. Ne yazık ki bizim üniversite ortamında bile zar zor konuşabildiğimiz fenomenleri oradaki insanlar denediler. Bunların iki tanesini örnek olarak verebilirim – sakın denemeyin tabii. Ne denediler? Sürrealizmin ortaya çıkış kaynaklarını harekete geçirmek için, frenlerini patlatan şeyleri denediler. Bunlar iki kısma ayrılırlar: Maddeye dayalı olanlar ve mânâ olanlar. Maddeye dayalı olanlar druglar. Bunlardan LSD en güçlü ve en vizyonel olanı. İnsanların algı kalıplarını, bu dünyayı algıladığı beyin yapısını, korteksin o kendi üzerinde oluşturduğu pencereleri, boyaları, renkleri kırıp kendilerinin planlamadığı, daha evvelden de tanık olmadığı, “Bakalım ne olacak?” alanına kendini büyük bir cesaretle bıraktığı bir deneyim. Kendi üzerinde deneyimlemek anlamında, experiment ile experience ayrımından söz ediyorum. Kendi üzerinde böyle bir deneyi yapmayı, ortaya çıkanı nesneleştirerek onu ürün halinde ortaya koymayı denediler. Sanatın müzik, resim, heykel gibi çeşitli alanlarında yepyeni bir dünya ortaya çıktı.

Mistik deneyim alanları da ikinci deneyimin alanlarıydı. Batılılar bunları ülkemizden, Uzakdoğu’dan, Ortadoğu’dan aldı. Mistik deneyimlerin alındığı yerler, kendi tarihlerinden, kendi kültürlerinden bir şey beğenilmiş olduğu için çok memnun oldular. Bizden Mevlâna’nın dönme ritüelini, Uzakdoğu’dan mantra ile yapılan hatha yogayı ve benzeri birçok yogaları aldılar. Yogalar içinde, zihin yogası daha önemlidir burada; mantralarla zihnin kusturulması ve onun arkasındaki alanın bilinç yüzeyine çıkması ile ilgili zihin tekniklerini aldılar bu tür yogalarla. Uzakdoğuluların tepkilerini bir kenara bırakıp bize bakalım. Bizimkiler hemen, “Bakın ne kadar kıymetli inancımız varmış, bu insanlar gelip bunu aldı. Onlar da inanacak ve onlar da cennete gelecekler bizimle beraber,” diye düşündüler. Çünkü bizim cennete gitme yollarımızdan biriydi bu! Hâlbuki o insanlar hiç de böyle düşünmediler! Onlar bunun bir zihin tekniği, bir meditasyon tekniği olarak uygulanması durumunda, başka bir fenomenal yapının, farklı realitelerin kavranma olasılığını deneyimlemek istediler. Bu iki tekniği ve daha sonra ortaya çıkan tabloları, benim uzmanlık alanım eczacılık olduğu için çok iyi biliyorum. Gerek mistik deneyim gerekse drug deneyimi, çok tehlikeli bağımlılıklar yaratan ve yıkıma uğratan tablolarla sonuçlanabiliyor. Bunlar, kişiliğin, psişenin, toplumsal yapılanmanın yıkıma doğru gittiği, karşı güçleri olan deneyimler. Farklı bir deneyim yaşama arzusu karşılanmış olmasına karşılık, ödenen bedel büyük oluyor. Dolayısıyla, bu tablo bizi memnun etmiyor.

Ödenen bedelin bu denli yüksek olmadığı bir üçüncü hâl de olanaklı. Ben daha çok bununla ilgileniyorum: aydınlanma. Kavramsal düzeyde, nesnel gerçeklik yasalarıyla, Einstein’ın “düşünce laboratuvarı” dediği laboratuvarda, bilinci, yeni fenomenleri veya başka realiteleri kavrayabilecek şekilde yeniden üretebilmek. Bu aydınlanmadır. Deneyimler ve deneyimlerin getireceği algılarla değil, doğrudan doğruya kendi elinizle, kendi yeteneğinizle, istediğiniz kadar istediğiniz ölçüde bilincinizi değiştirmek; demem o ki “bilincin bilincini” üretip onu yetkinliğe taşımak.

Şimdi, “üretip onu yetkinliğe taşımak” kısmında biraz durmak istiyorum. İnsan, arkatasarında, tabiatın genetik birikimlerini eğilim olarak üzerinde taşıyan bir bebek olarak dünyaya geldiğinde, genetik enkarnasyonları –bilimsel anlamıyla konuşuyorum– genetik aktarımları bedeninde taşır. John Locke’un ileri sürdüğü gibi, bomboş bir sayfa tabula rasa değildir. Ancak, istenç ve bilinç açısındansa bir tabula rasa, boş. O, kendine, eğilimleri ile karşılaşacağı olay ve olgular arasındaki ilişkiler bütününden bir bilinç, bir kişilik, bir kimlik yaratacaktır. Böyle bir insan, giderek nasıl süreç içinde büyüyor ve kendi yetişkinliğinde artık sorumluluk, ödev ve yetki yükleniyor ise; aydınlanma sürecine giren bir insanın “bilincin bilincini” doğurması ve onu giderek kendi yetkinliğine kavuşturması da böyle bir süreçle örtüşüyor. Bundan söz ederek çok uzun bir zamanı anlatmıyorum –aksine oldukça hızlıdır– aşılması gereken belli etapları olan bir süreçten söz ediyorum.

İnsanların ortalama, standart bir algı kalıpları, bilinç yöntemleri vardır. Bir bilgi ile tanıştıklarında, bilgiyi o kalıpla anlamak ve yorumlamak isterler. Eğer bilimsel bir bilgiyse, o bilginin kariyer gerektirdiğini, anlamak istediği bilgiyi ancak belli bir kariyerden sonra yorumlayabileceğini fark eder. Kariyeri bu yönde değilse konu uzmanlarına bırakılır, uzmanlara danışılır. Uzman profesyonel olarak çalışıyorsa, ona bir ücret karşılığında danışılır. Peki, hakkında bilgi edinmek istediğiniz şey sizin aklınızsa ne olacak? Hangi uzmana danışacaksınız? “Psişik bozukluksa” demiyorum! Psişik bozukluğu, tabii ki güçlü bir profesyonele, iyi bir psikiyatra götüreceksiniz; o da hem biyoloji hem de psişe ile ilgili, gereken metodolojiyi size uygulayacaktır. Aklınız söz konusuysa efendim, hangi uzmana gidilir?

Bilimsel Din Dogmasıyla Yüzleşmek

Bilimde, hatta felsefede de kullandığımız, “bilimsellik” dediğimiz nesnel koşulları sorgulamayı hangi bilinçle gerçekleştirmeliyiz? Hangi bilinçle? Örneğin, Newton fiziğinde yasalaştırılmış bilimin algı kalıplarıyla mı? Einstein fiziği mi? İkisi de fizik, ikisi de nesnel koşulları inceliyor, ikisi de yasalara gidiyor; ama aralarında o kadar büyük bir fark var ki! Hangisi bizim için nesnel koşulların realitesi olacak? Zaten sorun o. Diğer sorunları konuşmuyoruz. Türkiye için büyük problem olan, “dogmatik mi düşünelim bilimsel mi?” ayrımına girmiyoruz. Ben diyorum ki: “Hele bir bilimsel düşünün, asıl problem o zaman başlıyor.” Dogmatik hikâyeler ile kendinizi oyalamayın, onlar o kadar problem değil; çünkü neticede gülüp geçebilirsin. Bilimsel düşündüğümüzdeyse gülüp geçemiyoruz. İçinde yaşadığımız nesnel gerçekliği anlama, kavrama, deneme ile pekiştirilen başka bir din var zira: bilimsel din. Scientific religion diyorlar Batılılar. Kimsenin size vazetmediği, kimsenin mektupla göndermediği, ama sizin bizzat tanık olarak, üstelik deneyerek pekiştirdiğiniz, başka bir din. Ondan kurtulmak daha büyük bir dert, çünkü akılda. “Akıl pazarında herkes kendi aklını beğenip satın almış” denilen nokta, işte bu nokta. Diğeri, zaten iki konuşmada, biraz güçlü bir beyin, güçlü bir irade karşısında çoğu zaman bırakılabiliyor, ama bu bırakılamıyor. Bunun binlerce belgesi de var. Birbirimizle bir tartışmaya girsek, anlamlı olmayan bir tartışmaya girsek –ki çoğu zaman başımıza gelir– başvuru kitaplarımız, yani referans kitaplarımız vardır. En basiti ansiklopedidir. Eğer bir evde bu türden bir tartışma oluyorsa –Türkiye’de pek yapılmaz– kısır çekişmeyi aşabilmek için bir yargıca ihtiyaç vardır.

İnan ile İnanç Farkı

Bilimselliğin bugün dünyada geldiği boyutu, üniversitelerimizde düşünmeye neden olabilsin diye açmak istiyoruz. Diyelim ki iki giriş kapısı olduğunu varsaydığımız bir yargıya, düşünce kapısından girerek ilerlemeyi amaçladık. Yargımız şu olsun: “İnanca bağlı kalmak yerine, düşünce ile daha ileriye gitmek gerekir.” Düşünce ile ilerlemeye karar verdiğinizde, öbüründen tamamen kurtulduğunuzu, sizi cennetin beklediğini sanıyorsunuz. Oysa asıl problemin olduğu yere girdiniz. Adamlar yalan söylemiyor; öbür taraf gerçekten cennetti, çünkü düşünmeyen cennettedir. Süleyman peygamber, Eski Ahit’in “Vaiz” bölümünde çok güzel bir şey söyler, der ki: “Bilgi arttıran dert arttırır.” “Acaba yalan mı söylüyor?” diye baktım, doğru. Şimdi, “aydın” denilen insanın, ileriye gitmek isteyen insanın, meseleleri sorgulamak isteyen insanın rahatı kaçıyor olacaktır. Rahatı kaçıyor, dolayısıyla gerçekten dertlendiği bir alanda, onu askıya alıp da kurtaracağı bir şey kalmıyor. Sorumluluk onda artık; dışarıya atacağı ne bir tanrısı ne de kendine sahip çıkacak bir evliyası var. Kendi aklı kendine tanrı, kendi aklı kendine evliya. Bilim bu demek: “Buyrun, bu işin içinden çıkın” demek. Orada acı var, psişik rahatlık yok. Nesnel alanda derine gittiğimizde, onun psişik açığa vurumları, inanç dünyasındaki gibi bizi rahat bırakacak şeyler değil. Orada rahat var, burada rahat kaçıyor; iyi ki kaçıyor.

İnanç nedir? İnancın iki yönünü de ele almak durumundayız: Biri öznel, diğeri nesnel. Öznel (subjektif) olan: inan. İnanç değil, inan. Burada, inan bir emir değil, sıfattır. İnançtan ayrımı şöyle tanımlanabilir: İnan, kişilerin tamamen bireysel olarak, kendilerine ait, kendi vicdanlarında, kendi duyunçlarında oluşturdukları bir olgudur. Psişik bir olgudur. İnançsa, kendi dışlarında, kendilerine rağmen kendilerine dayatılan bir şey. “İnanç”, toplumsal bağlamda nesneldir. Toplum, kişinin önüne bunu koyar. “Buna inanacaksın!” denilerek, kişinin onu keşfetmesi ya da bulmasından bağımsız, toplumsal baskıyla denetlenen bir şeydir. Bunun arkasına dinsel dogmalar, ayetler, düşünsel süreçler, felsefi disiplinler ve hatta çıkarların gizlendiği politikalar konulabilir. Sonuç olarak, bireyin kendi bilincine rağmen ortaya konulmuş bir şeydir. İnan öyle değildir. İnan, insanın kendi vicdanında, kendi duyuncunda oluşturduğu ve duygularıyla bağlandığı bir düşüncedir. Her inan veya her inanç, bir önermeden başka bir şey değildir. Felsefede buna önerme deniyor. Bu önerdiğiniz şey, eğer bir düşüncenizse, düşüncenize de duygularınızla bağlanıp kalıyorsanız o “inan”dır. İnan niteliğinde bir düşünce, ona sataşıldığında, heyecan, öfke, neşe, sevinç, üzüntü vb. duygulanma yaratır; başkalarının da ona uyması beklentisi yaratır.

Aslında bir “düşünce”den bahsediyoruz, başka bir şey değil; hepsi düşünce, bir önerme. Mantıksallığı olur ya da olmaz. Mantıksallığı olmasa daha da iyi bazen, çok daha iyi, çok daha çabuk adapte olunabilir. Bir önermeyi duyduğumuzda, onun içinde mantıksal tutarlılık, bağlamının sağlamlığı, disiplininin güçlülüğü fark ediliyorsa, orada düşünce felsefeye doğru kaymıştır. Bu durumda, “anlama” dediğimiz olgu, bizi, duyguların bağlanmasını engelleyebilecek kuşkulara taşıyabilir. Düşüncenin geliştirilmiş biçimleri kuşkuyu arttıracak olduğu için, kişiyi inandan uzaklaştırır. Hâlbuki ne kadar absürt olursa o kadar iyidir. Çünkü akıl absürt olanı sorgulamaya kalktığında, çelişkiler, paradokslar içinde kalacaktır. O paradokslar da duyguyu, düşünceyi ele geçirecektir. İşte, “inan”ın kaynağı tam da böyle bir şey olabilir. Egemen inanç sistemlerine bakın; rasyonel olanları, akla uygun olanları elitler arasında tutunur. Absürtlük arttıkça, tabana daha çok yayılır, daha büyük kitleler tarafından benimsenir. Buradaki “absürt” hakaret anlamında değildir. “Paradoks” diyelim, belki daha felsefi olur. Paradoksları, şizoidliği, “ilişkileri koparılmışlıkları” arttıkça daha çok tabana yayılır. Düşüncenin kuşku duyup üzerine bir akıl yürütmeyi başaramayacağı alanlarda, duygu o düşünceyi ele geçirebilir. Bu meselelerin alışkanlık olması bakımından, aydınlanma sorunsalını kurarken, böyle bir savı ileri sürüyoruz. Şizofreni, kişilik bölünmeleri ve o kişilikler arasında bağ kuramamak ile ilgili bir hastalıktır. Bu, bağların, ilişkinin ortadan kalkması “şizo kopma” olarak daha sonra psikiyatride adlandırılmış bir alandır. Paradokslar düşünüldüğünde; çözümsüz karşıtlıklar, antinomiler düşünüldüğünde, gerçekten düşünmeye yönelik eyleminiz devam ederse “şizo kopma”ya uğrarsınız; Immanuel Kant ve Nietzsche gibi.

Hegel’in Çözüme Kavuşturduğu Düşünce Çıkmazı

Georg Wilhelm Friedrich Hegel

Kant’ın üç tane antinomisi var. Birinde “Sonlu ve sonsuz karşıtlığı, bilinç açısından kavranılamaz, giderilemez ve bilinemez bir karşıtlıktır,” diyor. Bunu Hegel çözdüğü için, üzerinde düşünerek delirmekten kurtulduk. Kant, bu sözü söylemek için on altı cilt eser yazmış – keyfi değil, oldukça müthiş, mantıksal çıkarımlarla… Hiç okudunuz mu bilmiyorum. Türkçeye çevrildi, İdea yayınlarından yayımlanmış bir eser: Arı Usun Eleştirisi. Okuyun ve düşünmenin şahikalarında gezinmenin; insan aklının, şerefinin, onurunun nerelerde gezindiğinin abidelerini görün. Bakın, insan düşüncesinin dehasının, bu kavramsal alandaki muhteşemliğine bir bakın. Sonunda diyor ki: “Diyalektik çıkmaz sokaktır.”

Böyle bir dâhi, aydınlanma döneminin dâhisi, diyalektik denen şeye, yani karşıtlıkların anlaşılması problematiğine “çıkmaz sokak” diyor. Bu yolda aklını zorlayanların delirebilecekleri uyarısında da bulunuyor. “Şizo kopma” dediğim şey bu. Kant bunu söylüyor, fakat çok ilginçtir, kendinden sonra gelen bir düşünür olan Hegel, tam da buradan gidilmesini öneriyor. Hegel, diyalektiği düşünme yöntemi olarak çalıştırdı. Marx da onun arkasından geldi. Şimdi, bu lafları söylemek hoş ve güzel, ama aydınlanma ile ilgilenmek demek, bu söylenen –şu iki başlık altında söylenen– işin nasıl olduğunu kendi aklında deneylemek demektir. Ben akli dürtülerini vermek istiyorum ya da bunun üzerine, hiç olmazsa küçük küçük pasajlar çalışalım diye buradayım. Aydınlanma çalışması ile ilişkilendirmek için buradayım. Bunun sorgulanması için de bu kadar vaaz veriyorum. Yoksa, gerçek sorunumuza döneriz: “İnanayım mı, düşüneyim mi?” Ebedi soru. Düşünelim, ama bu düşünme denilen belanın çilesini çekmeden, düşünmenin güzelliklerini görmek mümkün değil. O zaman da her önerme bizi düşünceyi inançlaştırma yolunda hareket ettireceği için, hiç de düşünüyor olmayacağız. “Düşünüyorum” derken inanacaksınız, yeni inanç tipleri ve yeni dinler üreteceksiniz.

Kullanımlarındaki Farklar Temelinde Bazı Akıl Tipleri

Ratio’ya Türkçemizde “akıl” diyoruz, ama reason’dır akıl. Reason, ratio, intellect sözcüklerinin hepsini Türkçeye akıl olarak çeviriyoruz.  Bu nasıl bir iş? Adam buna üç tane isim vermiş, sen bir tane isim veriyorsun! Üç olguyu söylüyor; sen üç olguyu bir tek sözcükle nasıl söylüyorsun? Kavramı, bilincimizi tanımak, olguyu tanımak demek. Nesnel gerçekliği tanımak, olguyu tanımak, onun kavramlaştırılması demek. Hepsine “akıl” dersek, bu olguları henüz ayırt edemediğimiz anlaşılır. Bu büyük bir sorun. Eğer bir şeyin nedenselliğine bağlı olarak algılanması ile ilgileniyorsanız, onun düşünülüp kavranması ile ilgileniyorsanız, orada reasoning yapıyorsunuz. Nedenselliğe bağlı düşünce reason. Peki, Türkçede buna ne diyeceğiz? Bir isim verelim, ama olgusu nedenselliğe bağlı düşünme olsun. Ratio (rasyo) ne demek? Orantı kurarak düşünmek; kıyas. Bu da akıl ama karşılaştırmaya dayalı bir akıl; oran ve orantıya bağlı bir akıl. Öbürü ise bir nedenselliğe, bir zemine oturup o zeminden hareketle kurulan bir akıl. Peki intellect? Bu nasıl bir akıl? Bu sözcüğün kavramsal açıklamasında iki unsur var; ilişkilendiren akıl intellect, “zekâ” dediğimiz intelligence’tan türetilmiş. Zekâ ne yapar? Alet yapar. “Şu işi yaparsa şöyle” diyoruz ona; demek ki onu işlevinde tanımlıyoruz. O zaman, “nedir”, “ne işlev yapıyor” anlamına gelir. Şimdi, bakın, bir alet yapılıyorsa, nesnesiyle belirlenmek denir buna; alet yapıyorsa “zekâ”dır, intelligence’tır; Türkçesi anlak. Şimdi, düşünceler kavramlar üretmek biçiminde aletlerdir, yani düşünsel kavramlar düşünsel aletlerdir, bunları yapıyorsa intellect. Intellectus ile, bir anlamda, düşüncenin biçimleriyle ilgilenilmektedir ki mantıksallık kuruyor. Bu mantıksallıkla rasyo olan mantıksallık arasında bir fark var: Rasyo olan mantıksallık, daha çok, karşılaştırmaya, kıyasa dayalı bir şey, entellektüel olan ise kavramlaştırmaya. “Kavramlaştırmak” dediğimiz, kurguyu oluşturduğunda olgusunu bilinçte meydana getirebilmeyi gösteren bir şey. Türkçemizde bunları ayırt edemiyoruz. Bunların kavramsal boyutları var, ama teknik terimlerle boğmak istemiyorum. Aklınızı, yani ne olduğu belli olmayanı ne olduğu belli olan hale getirmek için, onun işlevlerini ortaya koyacaksınız, onları tanımlı kılacaksınız, birbirinden ayırt edeceksiniz, sonra bunları ilişkilendireceksiniz.

Bilincin Tasarımsal Kullanımı Aklın Kullanımı Değildir

Bir bilincin takındığı bilimsel tutum, deneye doğrudan doğruya katılarak çok sınırlıdır. Bilincimizi tasarım yapma yönünde kullanıyorsak, bunun adı “zihin”dir, Türkçesi “anlık”. Almancada verstand olarak kavramlaştırılmış. Nedir zihin? İlişkilendiren akıldır; karşılaştıran, ilişkilendiren, benzerlikleri, farklılıkları saptayan, bunları düzen içine koyabilen bir akıl işlevselliği var. O işlevselliğin mekanizmasını tam olarak kavrarsak kavram haline gelecektir. Kökenine bakıldığında, Türkçede “an”, “anlak”, “anlık” gibi sözcükler – hatırlanacak olursa, “an” doğal akıl, anlamak değil mi, “anladım” gibi. Ne ile yaptık?  “An” ile yaptık. Bunun işlevselliğinde zekâ olarak bulunması alet yapmaktır, beceri. Eğer aklın alet yapma yetisinden bahsediyorsak, o zaman “zekâ”dan bahsediyoruz, Türkçesi “anlak.” Peki, bir şeyi karşılaştırıyoruz, mantıksal bir düzene koyuyoruz ya da nesnel düzenek haline getiriyoruz, ilişkilendiriyoruz. Karşılaştırma, bir anlamda “ilişkilendirme” demek. Bu nedir? Bu, zihindir, Türkçesi “anlık.”

Tekrarlarsak: zihin “anlık”, zekâ “anlak”, akıl “an.” Felsefe bağlamında, ilk defa Almancada üretilmiş olduğu söylenebilecek, ama Anadolu tasavvufunda zamanında üretilmiş olan kavramsallığı olduğu halde Türkçe olarak üretilmemiş olan “Us” vardır, Almancası vernunft. Us nedir? Us, tasarım yapan akıl değil, soyutlama yapan akıldır. Aklı bütün imgelerinden, bütün algı verilerinden soyutlar bir davranışa sokarsanız, bu işlevinden dolayı “an”ın (aklın) niteliği değiştiği için adı da değişir. Olgusu değişince kavramı da değişiyor. Us, ussal bir çalışma, soyutlama yapan akıldır; nesnel ortamdan taşıdığı bütün algıları ve tasarım biçimlerini, kendinde işlevsel olarak ortadan kaldırdığı sürece ustur.
Bilimsel tutum açısından, bilincin tasarımsal yetisini kullandığı verstand ile bilim yapabiliriz, vernunft ile bilim yapamayız. Soyutlama yaparak bilim yapamayız. Bilim ancak anlığın işidir, zihnin işidir; usun işi değildir. Bilim dediğimiz şey deney, gözlem, ölçü, tam da tasarım, öyle değil mi? Tasarım alanı zihnin işidir. Evet, deneysel bilgiyi bunun üzerine örgütleyen bir bilincimiz varsa, o zaman burada bilimsel, nesnel gerçeklik bizim bilincimizi tutsak ya da özgürleştirici noktada kullanırken ve bilgi üretirken, bilincimizi özgür bırakma veya tutsak yapma bağlamında, bilginin nesnesi ile değil, bilginin yöntemi ile ilgili bir sorun vardır. O zaman bilimsel tutumda, felsefi boyutu, ussal soyutlamayı, refleksiyonlu düşünceyi bir yana bırakırsak, bilimsel tutumun veya bilimsel yöntemin bizzat kendi ile ilgilenirsek, onun yöntem olarak bilincimizi özgürleştirip özgürleştirmediğini sorgulayabiliriz. Bunu, kuramsal fizik biliminde Newton mekaniği ile –ki bugün klasik mekaniktir– Einstein’ın ilişkinlik kuramını karşı karşıya getirdiğimizde anlamak mümkündür. Bilinç, Newton fiziğinin çalışma biçimini ve yöntemini kullanırsa, giderek kesinlikçi, giderek aynileştirici, giderek kendini tutsak edici, dogmatik bir bilinç yapısı oluşur. İstemeden oluşur, kendi seçimi bu değil. Bununla uğraşırken, o yöntem insan bilincini tutsak alır.


* Metin Bobaroğlu’nun 1999 yılı Ocak-Haziran ayları arasında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde “Einstein’ın Nesnel İlişkinlik Kuramı” üzerine yaptığı konuşma dizisinin kayıtlarından derlenmiştir.