Hem Düşüncenin Hem de Bilincin Aracı Olarak Dil

“Dil-düşünce diyalektiktir” demiştik. Bunun anlamı; karşılıklı bağıntılılık içindedir, biri olmadan diğeri olmaz, birbirini zorunlu gereksinir. Dil, düşüncenin materia’sıdır, işlediği malzemedir. Düşünce, dili işler. Ne için işler? Bilinç için kılmak, bilincin önüne koymak için. “Dil bir temsildir” demiştik. Neyi temsil eder? Kültürü temsil eder. O nedenle dil, gerçekliğini kültürde ama bilinç önüne konulduğu zaman bulur.

Dil, “şey”in, eşyanın bilincini dış varlık ortamından bilincin önüne taşıyan bir araç konumundadır, ama bilinç söz konusu olduğu için, dil-düşünce diyalektiği aynı zamanda kültüre yönelik bir indirgeme yolu, vektörü veya karşıtı olarak bilince doğru da bizi götürür. Bilincin önüne dili koyduğumuz zaman, bunun anlamı, dilin üstüne dil ile bakmaktır. Bir dil, düşüncenin aracı olduğu kadar, bilincin de aracıdır. O halde, bilincin bilincini de yine dil üstünden görmemiz gerekir. Bu anlamıyla dil, metadil boyutuna taşınırsa, bilinci gösteren bir ayna biçimini alır; altta olursa kültürü gösterir, kültürü gösteren bir aynadır. Böyle bir metaforla anlatıyorum ama bu ayna standart bir ayna değil; eğer dil standartlaştırılır, standart ayna biçimine getirilirse o bir statükodur; o zaman gerçekliği dil üzerinden kavradığımız için gerçekliği çevirerek bize ulaştırır. O halde, dil bu anlamda bir çeviri işidir de: dil-çeviri bağlamı. Hatta bu noktada, bilincin kendini görebilmesi için dilin üzerine de düşünmesi gerekir. Yani dil kültürü yansıttığı, onu bilince taşıdığı gibi, bilinç aynı zamanda dilin üzerine bakarak kendi bilincinin konumunu, durumunu, pozisyonunu da görebilir. Bu bakımdan çeviri, kavramları bir aktarma işi midir? Yani kültür nesnelerinin görünüşlerini, fenomenlerini başka bir dile aktarma işi midir? Yoksa ondan önce, o dil hangi kültürde şekillenmişse, şekillendiği dilin süreçlerinden taşıdığı anlamları başka dilde yeniden kurma işi midir?

Platon

Konuşmamızın sonlarına doğru, böyle bir soruyla kalmıştık. Bunu, bugün biraz daha derinleştirmek veya onun üzerine düşünmek, hatta paylaşmak istiyorum. Bir anımsatma yaparak gireyim: Platon, Antik Yunan’da çeşitli aristokratların halkla olan ilişkilerinde, farklı kültürlerden gelen insanlarla, ticaret yaptıkları çevrelerle ilişkilerinde anlaşmazlıkları görüp tahlil etmiş bir insandır. Niçin insanlar anlaşamıyorlar veya anlaştıkları şey üzerine anlaşma zemini nedir? Bunu araştırmış; belki de bunu düşünceye konu yapan ilk kişi. Kendinden önce, Sokrates dil üzerine, hatta dilin kökenleri üzerine konuşmalar yapıyor. Platon bunu efsaneler üzerinden, mitler üzerinden yapmak istedi. İnsanlar birbirleriyle karşılıklı mitlerini hatırlatarak diyalog kuruyorlar ve anlam arayışına giriyorlardı. Platon bunu düşünce kalıplarına taşımak istedi. Logos, legein, söz; logos’a, bilince, ama aynı zamanda dile gönderme yapan bir kavram. Hem “bilinç” diyebiliriz, hem “mantık” diyebiliriz, hem “yöntem” diyebiliriz, hem de bir “dil kalıbı” diyebiliriz. Bu bakımdan, evrensel ortak kriterler var mıdır ki insanlar bunun üzerine anlaşabilsinler? Buradan giderek Platon idealar kuramını kurar. Pythagoras’ta geometri ve matematik, mathematos bir bilgelik olarak anlaşılmıştı – daha doğrusu matematik zaten aritmetik ile geometrinin birliği olarak kavranıyordu. Buradan hareketle, Platon, mathematos içinde nasıl bir dik üçgenin teorem olarak bir başka akılda anlaşılır, kavranılır duruma gelmesinde dil uzlaşma olabiliyorsa, bunun bilinç için de geçerli olma olasılığını irdelemişti.

Platon İdealar Kuramını Gerçekten Terk Etti mi?

Genellikle bu ayrım literatürde gözden kaçar ve Platon’un Pythagoras’ın geometri üzerine yaptığı bilimsel yöntem araştırmalarını doğru bulmayarak onu terk ettiği ve onun yerine idealar kuramını oluşturduğu söylenir. Benim kanaatime göre burada bir yanılgı vardır. Platon’un aradığı şey, tıpkı aklın geometrik argümanlarla problemsiz uzlaşabildiği, evrensele taşınabildiği gibi bir kriterin bilinç için de olanaklılığıdır. İdealar, görüler, Arapça ayn, ayan-ı sabiteler, sabit görüler, referans noktaları, uzlaşma araçları olanaklı mıdır? Bu bakımdan dialogos yani “akıllararasılık”, “bilinçlerarasılık” diyebiliriz; “dil”i söylüyoruz fakat dili bilinçlerarasılık düzeyinde söylemiş oluyoruz. O halde, iki bilinç anlaşabilmek için, ortak bir logos, bir mantık, bir kalıp üzerinden birbirlerine anlam aktarımı yapabilirler mi? İmgesel anlamda, imgelerin teatisi anlamında; yani hayallerimizi, imgesel görümüzü, tasarımlarımızı paylaşmanın üstünde, soyut kavramlarla ilişki kurabilmek, soyut kavramların ilkeselliğinde buluşabilmek, anlaşabilmek için dialogos – burada iki bilinç arasındaki durum. İki bilinç, bilincin bilinci değildir, çünkü iki bilinç aynı düzlemde bulunmaktadır ama bilincin bilinci farklı bir düzlemdir, “metadil”dir.

Eğer “dillerin dili”nden söz edeceksek, “bilincin bilinci”nden de söz etmiş olmamız gerekir. Bilincin bilinci tümellerdir, evrensellerdir. Bilinç ise tikellerin, cüzilerin, şeylerin, duyular üzerinde iz bırakan dış dünya formlarının dilidir. Daha basit söylersek, nesnenin bilinci vardır ama bir de bilincin bilinci vardır. Nesnenin bilinci giderek disiplinler oluştuğunda, bütün tarihi gözlediğimizde, yöntemli bilmeye, bilimsel bilgiye doğru evrildiğini görürüz. Bilincin bilinci olan, bilince bilinci gösteren düşünme tarzı söz konusu olduğunda, nesnelerin bilinci olan yöntemli bilgiye, bilime değil felsefeye doğru gitmiş oluruz. Fakat tarihin içinde ilerlemeci dünya görüşü, ideolojisi –özellikle pozitivizm– felsefeyi tasfiye etme amacıyla, bilimi felsefenin yerine geçirme amacıyla bir ideoloji geliştirmiştir. Özellikle Auguste Comte, pozitivizmin bu alanda önemli bir ismidir. İlerlemeci dünya görüşünde, doğaya karşı tarih önerilir. Doğada, kendi üzerine dönen ritimli bir zaman anlayışı vardır; eş deyişle zaman, doğada döngüseldir ve ritmiktir. Tarihte ise doğrusaldır ve geçmişten geleceğe doğru akar; kendi üstüne dönmez, ritmik değildir. Bu, tarih ile doğayı karşı karşıya koymak için bir düşünme modelidir. İlerlemeci tarih anlayışında, tarihin oluşabilmesi için, ortadan kaldırma ve yükseltgenme gereği görülmüştür; bir yaşam biçimi daha yüksek bir yaşam biçimine dönüştürüldüğü zaman, tarih ortaya çıkmaktadır. Bu, Herderlerden itibaren, Hegel ile ve diğer birçok düşünürle felsefi bağlamda geliştirilmiş bir tarih anlayışıdır. “Eğer aynı yaşam biçimi, aynı üretim biçimleri, aynı doğayı işleme biçimleri sürekli ise bu süreklilikte kültür sürekliliği vardır ama tarih yoktur,” denilmiştir. Çünkü tarih uygarlık sahnesidir, kültürlerin dönüştürülerek uygarlığın kurulduğu bir yerdir.

O halde, bu ilerlemeci anlayışta, tarihi ya da uygarlığı, yaşam biçimlerinin daha yüksek bir yaşam biçimine dönüştürüldüğü bir alan olarak görüyoruz. Bu indirgemeci görüş –bakın, bu bir dil ve bir düşünce tarzı– giderek literatür ve eğitime aktarılarak bütün insanların bilinçlerini bu biçimde örgütlemeye yarıyor; ideoloji, dilin arkasındaki ideoloji. Bu ideolojide, ilk dönem çocukluğa benzetilerek insanlığın geçmişi bireyin çocukluğu gibi düşünülmüştür. Bebeklikten çocukluk dönemine geçerken önce isimleri öğrenir çocuk, sonra sıfatları, sonra fiilleri öğrenir. Bu, bütün kültürlerde neredeyse ortaktır. Dini söylem içinde de bize aktarılan, “Rabbi, Âdem’e ilk önce isimleri öğretti” biçimindedir. Bebeklikten çocukluğa geçiş aşaması, sonra sıfatlar, nitelikler ki orada bilgi ortaya çıkabilsin, ilim oluşabilsin; sonra da fiiller, yapabilme gücü, irade çıksın. Burada ilk bebeklik-çocukluk arasındaki hayal dünyası, imaginatio’nun yaratısı, dilin ses ve yazı bakımından simgesel kullanımından önce gelir. Önce rüyalarımız, algılarımız, imgelerimiz vardır; sonra biz bu imgelere isim takarak sembolik bir biçimde onu bilince çağrıştırırız. Aslında, semboller ya da dil, bir çağrışım aracıdır, imgeleri çağırır. “Bardak”; o sözcük bardağın imgesini bilincime taşır. Eğer o “bardak” sesi, dış nesnel gerçeklikteki somut bir nesne ile ilişkili olarak, eşleştirilmiş olarak bilince kazandırılmışsa bu böyledir. Yoksa bilmediğimiz, anlamlarını tanımadığımız dillerin sesleri nasıl bize bir şey hatırlatmıyor, bir imge çağrıştırmıyorsa, boş sesler veya şekiller olarak algılanıyorsa, eşleştirilmemiş olduğu anlamına gelir – “barbar” dermiş ya Yunanlı! Dolayısıyla bir imgesi var bir de simgesi.

Simgeden Kavrama, İmgeden Algıya

Bu simge tarafı, giderek felsefi bilinçte gelişmiş biçimde kavram olarak karşımıza çıktı; imge tarafı da algı olarak karşımıza çıktı. Immanuel Kant’ın o ünlü formülü halen geçerlidir, kullandığımız bir formüldür. Ne diyordu Immanuel Kant? Kavramsız algılar kördür, algısız kavramlar boştur.” İşte simge-imge ilişkisi bu düzeyde felsefi olarak formüle edilmiştir. Aslında, en başta en primitif bir ses, bir görü ilişkisinden söz ediyoruz; ne kadar yüksek formlarda söylersek söyleyelim, bir bebeğin, bir çocuğun günlük dilde, günlük yaşamda kullandığı bir şeyden söz ediyoruz. Ancak burada ideoloji şunu diyor: “Nasıl ki hayal dünyasından kavram dünyasına doğru, giderek dilin kullanımında simgelerin çoğalmasıyla, imgenin simgeye ve yazıya, giderek ses zenginliğine dönüşmesiyle imge dönemi ortadan kalkıyor, yani çocukluk ortadan kalkıyorsa, insanlık tarihinde de mito“loji” dönemi, mit dönemi, kendinden sonra gelen din ile ortadan kalkmıştır. Bu, Auguste Comte’un ilerlemeci dünya görüşünün birinci basamağıdır. Yani dünya insanı ilk önce mitlere inanırdı, daha sonra bu mitlerin yerini dinler aldı ve dinlerin aracılığıyla insanlar yaşamlarını düzenlemeye başladılar; ama felsefe geldi, dinleri kaldırdı. Dinleri kaldırdı, “bu dünyadan dinler silindi, kimse artık onlara inanmıyor” ya da “mitler kalktı, artık hiç teşekkül etmiyor” anlamında değil. Bu, insanların kendilerini yönetme biçimi içinde değerlendirilen uygarlık boyutunda, tarih sahasında önem taşıyor; kültürün içinden söküp attı anlamına gelmiyor. Başka bir deyişle, yaşamı belirleyici olan imgeler iken mit egemendi, efsaneler egemendi; ama onun yerine dinler geçince, artık egemenlik dinlerin oldu, rahiplerin eline geçti. Hikâye anlatıcılarından çıktı, köy köy gezip öykü anlatanların yerine rahipler sınıfı, kural koyucular yani din geldi. Bunlar büyük tarihi olgular, her birini derinlemesine anlatma olanağı yok. Ben elimden geldiği kadar hatırlatma yapmaya çalışıyorum.

Hans Reichenbach

Daha sonra, bu dinlerin kural koyuculukları sorgulandı ve bu sorgulama aklın ışığında, aklın önünde değerlendirilince, felsefe, toplumu yönetmek açısından dinlerin yapmak istediğini akla teslim etti. Pozitivist görüş o dönemin kapandığını, artık yönetimde ve eğitimde insanlarımızı bu biçimde eğitmemiz gerektiğini söylüyor: “Aşılmış bir şeyi hâlâ eğitimde ve yönetimde tutamayız, bunu ortadan kaldıralım. Nasıl ki aşıldı, bilinçlerden de silelim, bu dünya görüşlerini eğitimde tamamen diskalifiye edelim.” Bu, üçüncü evre. Dördüncü evre bilim evresidir; sav şudur: “Felsefe teoremler, hipotetik düşünceler geliştirebilir, ama bu hipotetik düşüncelerin denence düzeyine gelmesi ve yaşamın pratiklerinde denenip gerçeklikle bağlarının saptanması, bizi bilimsel yaşama, bilimsel tutuma götürür. Felsefe, bilimin ön hazırlıkları olarak bilim yoluyla ortadan kaldırılmalıdır, artık felsefe devri bitmiştir, tarihin sonudur.” Niye? Artık bilimsel yaşam var. Peki, felsefe tümden mi ortadan kalktı? Hayır. Felsefe, artık bilim felsefesi olarak vardır. Hans Reichenbach bunun en önde gelen isimlerinden biridir ve biliyorsunuz bizim de felsefe fakültelerimizin ilk oluşumunda Reichenbach imzası vardır. Bizim üniversitelerimizde de bu şekilde bilim felsefesi felsefedir, indirgemeci anlamda, bu da giderek analitik felsefedir. Onun ötesinde diğer felsefi türler de gereksizleşmiştir. Bilimi desteklemeyen felsefe, felsefe değildir. Şimdi, bu ortadan kaldırıcı ve ilerlemeci dünya görüşü, bilinçleri bilimin indirgemeci yöntemine adapte ettiği için çeşitlenme, farklı düşünme, yaratıcı düşünme, yeni önerilerde bulunma, yeni yaşam biçimleri önerme olanağı bir bakıma hem ortadan kaldırıldı hem de denetlenmiş oldu. Bugünkü üniversitelerimiz artık çeşitlenme, çeşitli düşünme üzerine değil, yöntemli, teknolojiye adapte edilmiş bilinçler üretme yönünde destekleniyor; yani eğitim bu alanda, diğerleri bilinçlerden tasfiye edilmeli. Eskiye dönüş, yaşamın geriye gitmesi tehlikesi göz önüne alınarak, politikanın altında eğitim araçları kullanılarak yaşama geçiriliyor. Şimdi burada, dialogos’un dia’sı kalkıp logos haline geliyor; dialog, logos’un egemenliği biçimine dönüşüyor.

Dialogos Yerine Egemen Logos

Yani Plato’dan sonraki Aristo’nun dünya görüşü egemen oluyor. Dialogos kalkıyor, logos’un egemenliği başlıyor. Mantığın belli bir formu, belli bir biçimi, bütün akılları örgütleme ve neredeyse giderek de “akıl” anlamında kullanılmaya başlıyor. Logos bir formüldür, özdeşlik ilkesi üzerine kurulmuştur; çelişki ortadan kaldırılmalıdır ve özdeşlikler bütün bilinçler için ortak bir anlaşma zemini olmalıdır. Bu, 2500 sene sürmüş, 18. asra kadar hâkim olmuş bir düşüncedir. Bu düşünce, dilin, dil-düşünce diyalektiği açısından geliştirilme, değiştirilme olanağını ya da dilin geliştirmeden başka dönüştürülmüş biçimlerinin ortaya çıkma olanağını ortadan kaldırmış, çeşitlenmeye de izin vermemiştir. İndirgemeci, tek tip bir formül ve bu akıl, aklın dilinin mekanizması olarak o dönemdeki neredeyse bütün kültürlerde egemen olmuştur; Uzak Doğu canını zor kurtarmıştır. Batı’daki bütün kültürlerde, Yahudilerde, Hıristiyanlarda, Müslümanlarda Aristoteles’in aklı egemen oldu. Geçen konuşmamızda söylemiştim; sözünü ettiğim bu dinlerde farkında olmaksızın, Rab, Tanrı ya da ilâh, sözcüklerinin hükmü altında, farkında olmaksızın Aristo’nun aklı veya mantığı “gizli tanrı” olarak orada egemen olmuştur. Vahiy söylemleri veya o dinin içindeki kendi kendini anlama çabaları, bilincin o formülü üzerinden yapıldığı, dil o formülü esas alarak metinleri anlamlandırmaya gittiği, bilincin bilincini göz önüne almadığı, diyalektik farkındalığı olmadığı için, sanki insanlar doğuştan Aristo’nun mantığı ile doğuyorlarmış gibi, görüşler, inançlar bu akıl tipiyle anlaşılmaya çalışılmıştır.

Biliyorsunuz, “formel”, “biçimsel” mantık da denilen özdeşlik ilkesi ile çalışan bu mantıkla doğuluyormuşçasına, hiç kimse bu mantık üzerine düşünüp sorgulama yapmamıştır. Dil, burada gelişme göstermiştir, çoğalma göstermiştir ama değişme, dönüşme gösterememiştir. Hatta o kadar gelişmiştir ki, o gelişmişlik çok literatür üretmiştir. Orta Çağ’da, bu mantıkla üretilmiş eserlerin sayısı inanılır gibi değildir; sadece kalitelilerini söylersek on binler, yüz binler ile ifade edilebilir. Aquinolu St. Thomas bu mantıkla yedi yüz cilt kitap yazmıştır. Neredeyse yaşamın bütün alanları bu mantıkla belirlenmiş, bu akıl egemen olmuştur. Dolayısıyla, dil kendi üzerine düşünmediği zaman, giderek kullandığı aracın kendine hâkim olmasını engelleyemez. Böyle bir problem yaşamaktayız. Şimdi, bu konu bizi felsefeye niye götürdü? Niçin dil konuşurken birdenbire felsefenin sahasına giriverdik? Şundan dolayı: Dil-düşünce-bilinç üçgeni içinde, dilin en yüksek biçimleri olan evrenseller, kavramlar ve dilin sınırları, düşüncenin soyut sınırlarıdır ve bunu konu edinen disiplin felsefedir. İşte bu nedenle, dil, en yüksek düzeyde felsefenin konusudur, bilimin konusu değildir. Bilimin konusu olduğunda, dilin nörofizyolojik temelleri üzerinde bir şeyler söyleyebiliriz. Dili, dil olarak bilimde konu edinemeyiz; çünkü dil, simgesel anlamda yok-varlıktır, var-varlık değildir – eğer var-varlık olsa bilimin konusu olur zaten.

Felsefe, Filozofla Konuşmadır

Ona yöntemli düşünceyle yaklaşabiliriz, ama dilin simgesel boyutu yok-varlıktır. Yani “a” diye bir şey gerçeklikte yoktur, “b” diye bir şey yoktur. Bu, tamamen bir soyutlamadır; bir soyutlamayla bir uzlaşım simgesi olarak dilde kullandığımız bir araçtır. Simgelerin imgesi olmaz. İmge, simgeden bağımsız olarak hayal âleminde bir gerçeklik taşır. Algıda bir gerçekliği vardır, ama dil ontolojisi yapmak istersek eğer, simgenin sadece “dil varlığı” diye kavramsal, soyut bir meta-physis, doğanın ötesinde doğa ile bağlantısı vardır imge aracılığıyla. İmge, simge ile doğa arasında duran bir bağlaçtır, bir anlam bağlamıdır. Soyut kavramlar kendi aralarında aklın ortaya çıkartılmasının işlevini görür; doğayı değil, kültürü değil, aklı gösterir hale gelirler. Kavramları evrensele ve soyutlara taşıdığımızda, onların ayna olarak bilince gösterdiği şey akıldır. Akıl burada, bir töz, bir cevher olarak akıl değil, bir “işletim” olarak akıldır; faal, faaliyet, aklın faaliyeti. İşte o nedenle, Wittgenstein’ın da ifadesine başvurarak, felsefe bir etkinliktir, bir faaliyettir diyebilmekteyiz. Dil üzerine konuşabilmek için, ister istemez onu bir disiplin olarak felsefi boyutta ele almamız gerekiyor. Felsefenin gösterimi ancak düşünce tarihi içinde var, bir nesne gibi duyularımızın önünde durmuyor; onu işlediğimiz, kullandığımız zaman bilincimize taşınabiliyor, kullanmadığımız zaman simgesel depolarda literatür olarak kalıyor. O zaman, kullanılan dil ile depolanan dil arasındaki bir fark da karşımıza çıkıyor. Dil, kullanıldığı zaman etkin, kullanılmadığı zaman etkinlik olarak yok denilecek bir düzeydedir.

Isaiah Berlin

Yazı, sözün yerine geçerek literatür gücü kazandı ve eğitimde, birikimde, paylaşımda standardizasyonu da sağladı. Dil literatürde ölüdür, yazıda ölüdür, konuşmada diridir: diyaloğa dönüş, Platon’a dönüş… Felsefenin son büyük temsilcilerinden Isaiah Berlin, “Felsefe, filozofla konuşmadır,” demiştir; yani dialogos. Nasıl ki Platon’un diyaloglarında, diğer felsefeciler veya talipler, öğrenmek isteyenler, Sokrates’le konuşur, bu bir diyalogdur, bir bilincin karşısına bilincimizi koyma işidir. Bilincimiz, eğer şeylerin karşısında ise düşünmüyor, düşünmeden algıya bağlı olarak bir tasarıma ulaşıyor –ona da “kavrama” diyebiliriz– ama kavramları özgürleştiremiyor. Düşünebilmek, bilinç-nesne ilişkisinde yok, bilinç-bilinç ilişkisinde var. Dialogos’a tekrar dönüş var dil bağlamında. Bununla ilgili, izin verirseniz bir okuma yapayım: “Günümüzde, yazılı dilin sözlü dile göre daha güçsüz olduğu savunulmaya başlanmıştır. Hâlbuki bu son döneme kadar aksi savunuluyordu. Yazılı dil, sözlü dilden güçlüdür ve giderek sözel kültürler –özellikle Anadolu kültürü kastedilmiştir– sözel kültürler yok olacaktır. Kentleşme, sözel kültürün, öykü yollu, ozan yollu desteklenmiş sözel kültürün unutulması, yazılı kültürün eğitim kurumları aracılığıyla egemen kılınması bakımından, yazılı dil sözlü dili ortadan kaldıracaktır ve sözlü kültür ortadan kalkacaktır.” Bu sav varken, günümüzde önde gelen, özellikle hermeneutik yollu düşünen filozoflar aksini savunmaya başladılar. Onlara göre, sözel dil, sözel kültür, kullanılıyor olması bakımından dirimseldir, canlıdır ve yazılı dil sadece tezlerin hazırlanıp depolandığı bir yerde kalmaktadır. Diyaloglarda, artık sözel dilin egemenliği giderek dünyaya yayılmaktadır. Bunun meditatif bir gücü de var. Özellikle, Uzak Doğu’dan gelen sözel dilin gücü, Batı’daki akademik bilinçleri bile dönüştürme olanağını kendinde buldu. Bu, ayrı bir tartışma konusu. “Bir dili yazmak, dilin kendi kendine yabancılaşması, yaşama gücünü yitirmesidir,” denilmekte. “Yazın yapıtlarının birer çözümleme nesnesi değil, bir tür konuşan metin olarak ele alınması gerekmektedir.” Günümüzün savı bu. Metinleri, tekstleri konuşturmak, diriltmek, onlara tekrar yaşam vermek. Bunun anlamı, metinleri çıkıp okumak değil, burada yapıldığı gibi diyaloğa sokmak; diyaloğa soktuğunuz zaman o metinler yaşar hale gelir.

Sokratyen Geleneğe Geri Dönüş

Bu, bizim sözel geleneğimizde vardı, halen de var ama eski yetkinliğinde, eski kalitesinde değil. Bu, metinleri diyalog yoluyla diriltmektir ki bu poli-diyalog yoluydu: ikili değil, çoklu diyalog yolu. Buna da geleneğimizde “sohbet” adı verilmiştir. Sohbet fenomenolojisi, böyle oturup kahve sohbeti anlamında, birbirinin hal hatırını sormak anlamında değildi. Bugün maalesef buraya indirgedik kendi kendimize ve “sohbet” diye nitelendiriyoruz. Sohbet bir geleneği, bir tradisyonu bilinçlerarası kılarak, konuşma aracılığıyla ona tekrar yaşam verip bilinçlere taşımak yöntemiydi. Bu, bir sohbet fenomenolojisi. Bunu çok ciddiye almamız gerekirdi. Fakat bize yazılı kültürün sözlü kültürleri ortadan kaldıracağı savı, pozitivist ortadan kaldırma ve ilerlemeci düşünce ideolojisi açısından öyle işlendi ki biz bunu kabullendik. Şimdi döndü dünya; o savı ileri sürenler yanıldıklarını anlıyor ve dili dirimli kılmak için, metinleri diyalog yoluyla paylaşmak, bilinçleri bilinçlerin önüne koymak gerektiğini biliyorlar. Felsefe açısından bunu, Yunan geleneğini esas alarak, yöntem açısından Sokratyen yönteme benzetebiliriz. Tekrar Sokratyen bir felsefi gelenek oluşmalıdır, yazılı felsefe geleneği değil. Peter Kingsley’nin “Felsefe, nesiller arasında mektuplaşmadır,” dediği gibi, işte bu, yazılar üzerine düşünmek, dirimsiz, ölü felsefedir. Bir kitap alıyorsunuz, o kitapta bir felsefecinin görüşleri var; siz bu görüşleri tekrar yazıyla cevaplıyorsunuz ve bu tez-antitez biçimini alıyor, sonra edisyondan geçip o kalitede bulunursa literatüre ekleniyor. Bu, mektuplaşmak biçimindedir ve dialogos içermez; bilincin karşılaşması değil, bir bilinç hakkında öbür bilincin yargıları, hükümleri anlamında bir literatür oluşumudur. İşte bu fark edildi ve felsefenin ölümü, bu bakımdan felsefenin ölümü görülünce, tekrar Sokratyen olan dirimli felsefeye dönüş önermeleri başladı. Bu, dil açısından son derece önemli bulduğum bir şey. “Bunun için yorum gereklidir. Yorumlama, yazılı dilin güçsüzlüğünü ortadan kaldırıp yapıta yeniden konuşma boyutları kazandıracaktır. Habermas, bu konuda önemli önerilerde bulunuyor. Habermas’a göre, yorumlamada bir konuşmanın oluşturulabilmesi, yorumcu öznenin metnin bireyselliğini, yani öznesini açığa çıkarabilmesine bağlıdır.”

Habermas’ın yaklaşımı, filozofla konuşmaktan öte, filozofun metnindeki özneyle konuşmaktır. Bu sanki okuduğunuz bir romanda, romanın kahramanını değil, o roman kahramanını konuşturan yazarı, roman kahramanı aracılığıyla veya oradaki diğer figürler, olaylar aracılığıyla ortaya konulan bilinci izlemektir. Habermas’ın metin içinde özne arayışı ve onunla muhatap olması, o bilinci bulup onunla hesaplaşmak ya da konuşmaktır. Heidegger’in varoluşçuluğunda önemle vurgulandığı gibi, metin üzerinden diyaloğu bu biçimde alınca, bir bakıma, geçmişi ortadan kaldırmış, ilerlemeci, pozitivist ideolojiye karşı söylenmiş bir söylemdir. Heidegger, “Biz, geçmişteki filozoflara döndüğümüzde bir müzeye dönmüş olmayız. Orada bir bilincin bir konuyu bize tarih içinden takdim etmesinden dolayı, o bilinçle tanışmaya gideriz.” Biz, o bilinci kendi dönemimize çevirmemeli, aksine onun kendi dönemine gitmeliyiz. Onu anlamalı, bize söyleyeceği sözü günümüze uygulayarak bir etkinliğe dönüştürmeliyiz. Eğer biz bugün, bugünkü sorunlardan kalkarak, geçmişteki felsefe metinlerine başvurup oradan günümüze bir görüş, bir katkı sağlayacak ilişki kuramıyorsak, o felsefi metinleri okumak, sadece o insanlara belki övgü verebilmek düzeyine düşer.

Metinlerdeki Öznenin Bulunması

Jürgen Habermas

Habermas savını desteklemek için şöyle diyor: “Bir yazın yapıtı, insanın yarattığı bir şey olarak, insana ilişkin öznel bir boyut da taşır. Bu kavram boyutu değil, anlam boyutudur. Çünkü öznellik, burada bize anlamı verecektir.” Nesnelliğin, işlediği konunun kavramları var. Bir dönemin tarihsel bağını, siyasi ortamı, bir ilişkiyi anlatıyor olabilir veya o dönemde bir bilimsel olguyu aktarıyor olabilir. Tüm bunlar kavramlarla yapılır. Metne kavramsal dil ile aktarılmıştır, ancak “Özneyi bulursak, o zaman anlamı da buluruz,” diyor Habermas. Nedir burada anlamın ayracı? Olgular değil. Olgu bağlamı bizi kavramsal dile götürür ve anlam örtüktür. Tüm olgu bağlamlarında anlam örtüktür. Özneyi bulursak, o zaman tarih okumalarında, pozitivist tarih okumasına karşın, hermeneutik tarih okumaları ve buna bağlı olarak da Fransa’daki Annales Tarih Okulu karşımıza çıkar. Annales Okulu şunu söyler: “Biz olgular aracılığıyla tarihteki nesnel envanterleri buluruz, ama anlamı bulamayız.” O zaman biyografilere, edebiyata, ozanların diline bakmamız gerekir ki o toplumun anlamına nüfuz edebilelim. Burası önemli; anlam arayışı. Çünkü anlamın ayracı, olgularda örtük olan öznenin ortaya çıkartılabilmesi, niyet yani gayeyi bulmakla olanaklıdır. Öznenin bu olguları aktarmasında bir gaye vardır. Her toplumun, kendi yaşam biçimi ve bu yaşamın ilişkilerini oluştururken, birlikte inşa etmek istedikleri umutları, gayeleri vardır. Bu gayeler somut, nesnel gerçeklikler değildir. Somut, nesnel olan gerçekliği dönüştürme güdüsüdür. O gerçeklikten kalkarak, gayeye giden yolda, gerçekliği dönüştürüp daha yeni olanaklar arama işidir.

Bu, bir anlamda Marksist bir yorumla gerçekliğin yadsınmasıdır. Eğer gerçekliği yadsımıyorsak, o zaman pozitivizmin tuzağına düşüyoruz: “Olan en iyi olandır.” Bununla ilgili çok hoş bir şey var biliyorsunuz, iki filozof arasında cereyan ediyor – Voltaire ile Leibniz arasında yanılmıyorsam. Leibniz diyor ki: “Bu dünya olanaklı dünyaların en iyisidir.” Voltaire yanıt veriyor: “Sana bir tokat aşk ederim, bu da tokatların en iyisi olur.” Leibniz’in ifadesi bilimsel düşünme ile bilimsel olgular açısından önemlidir ama Voltaire ona tarihsellik, toplumsallık bağlamında yanıt vermiştir. Eğer Leibniz’in sözünü toplum bağlamında ele alacak olursak, o toplumun içindeki tüm sömürü, azap, baskılar, hepsi onanmış olur, olanaklılıkların en iyisi diye. Hâlbuki Leibniz bunu doğa bilimleri için söylemişti. Diyordu ki: “Bu dünya olanaklı, yani yasalı, kozmik bir dünyadır; olanaklı dünyaların en iyisidir ki gerçek olmuştur; olanaklılıkta durmamıştır, gerçeklenmiştir.” Bu bağlamda söylüyor. Her iki ifade arasında mertebe farkı var. Batı’dan gelen düşünürlerle yaptığımız konuşmalarda fark ettim ki Batı bunu bir tercih gibi düşünüyor: İşte Leibniz aşıldı, Voltaire daha iyisini söyledi gibi. Hayır, biri toplum bağlamında konuştu, diğeri doğa bağlamında konuştu. Bu noktada dilde çeviri problemi düzlemlerarası, boyutlararası problemler ortaya çıkarır. Biz buna kendi geleneğimizde “âlemlerarası çeviri” diyoruz. Burada rububiyet esastır. Âlemlerin Rabbi; âlemler, disiplinler arasındaki irtibat; rububiyet. Rab, bir çeviri, bir dilemma sorunudur. Bir de burada, çok ilgi çekici bir şeyle karşılaşıyoruz; bilincin durumuyla dilin durumu ayna olarak birbirini gösterir.

Yazı Yazmak Bilinçdışı ile Pazarlıktır

Baskılanmış, travma yaşamış bir bilinç, bilinçdışına bir enerji birikimi yükler. Bu, giderek yaşamın içinde de psikolojik sorunlar olarak karşımıza çıkar. Bilinçdışına enerji aktarımı olur. Bu, Lacan’a göre –ben de katılıyorum– dil yoluyla olur. Bilinçdışı, bilinç yoluyla kurulduğu ve bilinci de dil kurduğu için, bilinç dil yoluyla bilinçdışına enerji yükleyerek bilinçdışının sahasını potansiyel bir enerji deposu haline getirir ve tetiklenmelerle yaşamı etkiler. Böyle olunca dil üzerine dönüyoruz bu kez. Dilde bu nasıl görünür? Baskılanmış dil, insanı çift dilli yapar, toplumları çift dilli yapar. Baskı altındaki bilinçler, nasıl bilinçdışını psişik olarak örgütlüyorsa, dili de bir “bilinçdışı dili” olarak örgütler. Bu bağlamda, Zeynep Direk’in çok güzel bir tespitini size aktarayım. İlk kez onda rastladığım için onun adını anıyorum, diyor ki: “Yazı yazmak bilinçdışı ile pazarlıktır.” Son derece önemli bulduğum, Batı filozoflarında da rastlamadığım bir şeyi söylüyor. Çünkü emin olduğumuz, yetkinliğe taşıdığımız bir şeyi yazmıyoruz, düşündüğümüzü yazıyoruz. Düşünmemiz bir arayıştır ve bilinçdışı ile bir pazarlıktır; bilinçdışında aynı zamanda kültür vardır. Kültür, bilinçdışı varlık olarak alışkanlıklarımızdadır. Onu bilince taşımak, onun üzerine düşünmekle mümkündür.

Peki, niçin “konuşma” değil de “yazı”? Çünkü bilincimizin bilincini oluşturabilmek için bilincimizi yazıya döküp yine kendi bilincimizin önüne koymamız gerekir. Konuşan bir insanın da konuşmanın bilincinde olması –farkındalıklı konuşma– son derece yüksek bir zekâ hızı gerektirir ve çok nadirdir. Ama yazarken bilincimizi daha ağır işler bir biçimde bilincimizin önüne koyabiliriz. Bu bakımdan, yazıda bilinçdışı ile hesaplaşmanın izlerini buluruz. Yazı dilinde özneyi, sadece “bilincinde özne” olarak tanımayız. Onun niyetlerinin yanında gizlediklerini, mysterion’larını, sırlarını da keşfetme olanağı buluruz. Bu, edebiyatta “mazmun” olarak adlandırdığımız; açarken gizlemek, simgeler aracılığı ile haberleşirken çoklu anlama açılarak anlamı çokluluk içinde saklamak ya da bir anlamı çoklulukta açmak gibidir. Bu bakımdan, bilincin edebiyat aracılığıyla oluşturduğu eserlerde, felsefe gibi salt kavramlar ve kavramların başka bir şeyi göstermeden kendilerini gösterir olmasındaki netlik gider; şiirdeki, edebiyattaki ve diğer sanat dallarındaki gibi gizleyerek açmak, açarak gizlemek gibi sanatın kendi olanakları açısından “çift dillilik” ortaya çıkar. Ancak bunu siyasi baskılar altında oluşmuş, bilinçli anlamda kurulmuş olan çift dillilikten ayırmak gerekir. Bu “çift dilliliği” üç tip altında buluruz: ilki sanatın kendi özgün yapısında ortaya çıkan çift dillilik, ikincisi siyasi baskı altında oluşan bilinçli çift dillilik, sonuncusu ise travmatik, bilinçdışına atılmış simgelerin enerjetik tezahürlerinin dili.

Her Diyalog Aynı Zamanda Bir Çeviridir

Metinleri anlama girişimi, felsefede hermeneutik (yorumbilim) olarak adlandırılmıştır. Yazınsal metnin yorumunda yapılan iş bize uzak, anlamca karanlık olan bir metni anlaşılır kılmaktır. Çeviri, yorumbilimde temel bir durum olarak karşımıza çıkar. O halde diyalog aynı zamanda çeviri de demektir. “Yorumbilim”, kendisi tarafından disipline edildiğinden, Schleiermacher’e dayandırılır. 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılın başlarında, Dilthey bu alanı doruğa taşıdı. Bugün Heidegger’den başlayıp Gadamer üzerinden Habermas’a kadar oluşan düşünme zinciridir ki sanat dünyasında daha çok Gadamer, iletişim dünyasında Habermas, felsefe dünyasında Heidegger temel alınarak anlamlandırma, yorum yapabilme olanaklarına, dili bu bağlamda kullanabilme arayışına imkân sağlıyor.

Yeniden kavram-anlam ayrımını hatırlayalım. Kavram açıklamaya dayanır, açıklama ile ilgilidir. Açıklama sebeplere dayanır; reason. Kavramak, sebepleri ve ilişkileri açıklamaktır. Bu, olgular için geçerlidir. İlişkiyi açıklamak, bağlamı açıklamak demektir. Yani salt causa anlamında sebepler değil. Ama bu sebepler meselesinde, causa efficiens (etker neden) bağlamı, bize açıklamayı ya da olguyu verir; sonuç kavramdır. Ama “anlama” böyle değildir. Anlamak causa finalis bağlamındadır. Causa finalis, gaî neden, eski dilde “gaî illet”. Gaî illet, bir döngü olarak kendi içindedir, kendi dışında temellenmez. Düşünce, gayesiyle, o gayeyi yaratacak olan temellendirme düşünmesini doğadan veya duyular yoluyla dışarıdan almaz. O halde imgeler üzerine kurulmaz. İmgeler üzerine kurulan her şey bilime, olguya gider.

Burada, hermeneutik yapabilmek, kültür bağlamına ama kültürün arkasında kültürü yoğuran zemine gitmek demektir. Bu nedenle hermeneutik, başlangıçta psikolojist olmuştur; yani insan psikolojisini temel alarak kültürü, kültür nesnelerini yorumlamak. Özellikle Bergson’da ve Nietzsche’de giderek vitalist olmuştur. Hatta Nietzsche’de içgüdülere kadar gitmiştir; yani hayatı en altında, bilinç yanılsamalarının ötesinde temellenecek bir noktadan ele almak. Nietzsche’nin bu çabası, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin “mutlak hayvan mertebesi” dediği bir şeydi. Yani bilincin baypas edilmesindeki feedback; içgüdüye temellenen, yeniden kendini kurma olanağı. Çünkü bu bilincin içinde, zihin içinde olanaklı olmadığı söylenilmiştir. Kültürün arkasında yoğuran şeyin yaşam olduğu ve bilinci yaşam üzerine kurmak gerektiği ifade ediliyor. Dilthey’in ilk dönemi psikolojist, ikinci dönemi vitalisttir. Gadamer’e geldiği zaman, Gadamer bunu yine felsefeye dayandırır ve yaşam, bilinç ilişkisi, bildirişim üzerinde değerlendirildiği için yine diyaloğa ulaşır. Sonuçta dil, diyalog üzerinden kurulmalıdır. Yaşam, bilincin karşısında bir nesnedir, psişe de bilincin nesnesidir. Bilinç, ancak bilinçle karşı karşıya olduğu zaman diyalog ve dil-anlam bağlamı kurulabilir. Tüm bu tartışmalar bir yerde düğümlendi.

Schleiermacher, felsefeden hareketle, dünyayı anlamanın anahtarı olarak dili önermişti. Yorumbilimin çağdaş çizgisini ise Dilthey belirledi. Bu çizgi, insanın kendini tarihsellik içinde kavraması olarak özetlenebilir; insanın zemini doğa değildir; insan doğa varlığı değil tarih varlığıdır. İnsanın bedeni doğa yasalarına bağlıdır. Doğa, bütünüyle insan bedeni üzerinde egemendir ama insan bilinci, bedeninde ve dolayısıyla doğada temellenmez. Bu bakımdan, insanın var olması –işte var olma ondan sonra çıktı ortaya– tarih sorunu olarak karşımıza çıkar. Bu, son derece önemli bir ayrımdır. Tabii ki bir tarih var ve biz de onu kitaplardan okuyoruz. Dile getirdiğimiz ayrımın bununla hiçbir ilgisi yok. Burada, düşüncenin kendi düşünsel tarihinde, yine kendi bilincine varmasından söz ediyoruz. Eğer düşünce, düşünce tarihinde kendi bilincine varmıyorsa, düşünce nesnelerin bilinci olmaktan öteye geçemez. İnsanın kimliği tarihtedir, doğada değil. İnsanın doğada bir kimliği yok!

Tinin Ana Malzemesi Olarak Dilsel Ürünler

“Bilincimiz, bir ortamdan başka bir şey değildir. Tinsel dünya bir olgu dünyası, ampirik bir gerçeklik alanı değildir; bir anlam dünyasıdır. Anlama, tinselliği kavrama biçemi ve yöntemidir. Her tarihsel dönemde, yaşamanın belli değerleri içerilmiştir ve tarihin tüm olayları bu değerler çerçevesinde dolanır ve oluşur. Tarihsel bir döneme damgasını vuran değerler ise o dönemin anlamlarının taşıyıcısı olarak dilde saptanır. Bu nedenle tinsel bilimlerin ana malzemesi, her zaman dilsel ürünler olarak karşımıza çıkar.”

İşte ilk dönemde Schleiermacher’in, sonrasında özellikle Dilthey’in vurguladığı, bu yazılı yapıtlardır. Neden buna vurgu yaptı? Çünkü biz Platon’u bulup onunla konuşamıyoruz. Ne yapabiliriz? Aristo ile şöyle oturup konuşabilsek, soru sorabilsek ona, iyi olacaktı. Ama biz onu karşımızda etkin bir bilinç olarak bulamayınca, onun yazılı metinlerindeki özneyi bulup o özne ile diyalog kurmak durumundayız. Bu olanaklı mıdır? Yoksa bir nevi kendimizi onun yerine koymak mıdır? Onunla konuşmak ne demektir veya diğer edebi metinlerle hakeza?

Burada, çok sıkışık bir durum var; çünkü diskur karşısında bilinç edilgindir. Karşımızda bir söylem, bir diskur varsa, o bir yapıt olarak –örneğin bir Süleymaniye Camisi olarak– karşımızda durmaktadır ve biz ona ancak dışarıdan bakmaktayız. Görkemi bizi hayran bırakır ama onunla bir etkileşimimiz olamaz; biz onun yapısına, oluşumuna katılmış değiliz. Sadece, onun görkemi karşısında hayran kalıyoruz. Şimdi, bu durumda ne yapmalıyız? İşte, hermeneutiğin bize açtığı kapı. Kapalı sistemler, kapalı yapıtlar anlayışından, diskurlar anlayışından, diyalog yoluyla öznenin keşfedildiği bağlam bakımından –kavram birliği değil, anlam birliği değil, anlamların, ayrı bilinçlerin diyaloğu bağlamında– açık yapıta bizi götürüyor. Bunun anlamı şu: Bir yapıtı yazarından bağımsız olarak okurken yeniden yazmak.

Peki, bu bir tercih miydi? Önceden yazarlar “kapalı” yazıyorlardı, şimdikiler de “açık” yazalım, açık yapıtlar oluşsun mu dediler? Hermeneutiğin birtakım düşünürleri, bunu böyle söylemişlerdir. Yani edebiyat yazarları açısından, Calvino, Borges, Eco gibi düşünür-yazarlar –edebiyatçılar ama aynı zamanda düşünür olan bu insanlar– diyorlar ki: “Açık yapıt dönemi şimdiki dönemdir. Biz, açık yapıtlarla diskur yapmadan, okurları bizim yazılarımız üzerinden, onları da yazar gibi okur yapmak niyetiyle yazılar oluşturmalıyız. Edebiyat artık budur.” Felsefi bakış açısında olan diğerleri ise “Hayır, zaten kapalı yapıt diye bir şey yoktur,” diyorlar. “Tüm yapıtlar, başka bir bilinç tarafından ele alındığında, bir çeviriyle okunmaktadır. Dolayısıyla her yapıt açık yapıttır. Her insan her nesneyle, her olayla, her olguyla karşılaştığında, hatta kendi eseriyle daha sonra bilincinin önüne koyarak karşılaştığında, onu yeniden üretir; insanın asıl gerçekliği budur. İnsan yeniden üretir ve yeniden üretir.”

Bu bağlamda çeviri ve diyalog, giderek güçlü bir biçimde bilincin ve dilin üretilme yöntemi haline geliyor. “Tarihi bize ancak yazılı yapıtlar aktarır,” düşüncesinden giderek kurtulabilme çabası veya antropoloji bağlamındaki yeni arayışlarda, “İnsanların geçmişten bize iz bırakmaları, sadece dilin yetkin biçimleri ve yazılı yapıtlar olarak ele alınırsa çok kısır bir alana sıkışmış oluruz,” diye söyleniyor. Bu nedenle, “Biz yine izleri takip ederken, felsefe boyutlarını bilinç için kabul edelim ama insanın bilinçdışı olgularını, daha çok mantık dışı olgularını da ele geçirmek için onun antropolojik izlerine başvuralım,” diye düşündüler. Bu, daha ziyade sanatın alanıdır. O zaman, geçmişteki sanatsal ürünler okunabilir mi? Bunları anlamlandırmak mümkün olabilir mi? Çünkü sanatla ilişkiye girdiğimiz zaman, kavram olguyu gösterdiği için, sanattaki dışavurumlar olgusallığın kullanımı içinde –olgusallığa bağlı değil, olgusallığı kullanarak– kendini ifade etme ve öznenin bir fenomenolojisi olarak karşımıza çıktığı için, biz ancak sanat yoluyla özneleri bulabiliriz. Onları bulabilir ve izlerini sürebiliriz. Olgular onları örtmez. Hatta onlar olgular yoluyla, olgularda iz bırakmış olarak bize kendilerini aktarmış olurlar. Bu görüş, salt yazılı metinler için düşünülen sınırları aşan bir antropolojik felsefe görüşü olarak karşımıza çıkar.

İnsan Yitimi

Wilhelm Dilthey

Dilthey’e göre, tinsel bilimler, insanın kendi hakkında bir anlama ulaşması gibi pratik bir amaca hizmet ederler. Bu nedenle tinsel bilimler, doğa bilimlerinden daha önceliklidir. Kendinden önce, ilkin doğa bilimlerinin geldiği, tinsel bilimlerin onun ardından geldiği düşünülüyordu. Dilthey ise “Aksine, doğa bilimleri bize olgular hazırlarlar, ama olguların ve nesnelerin tek başına bir anlamları yoktur. Onları biz hangi amaçla kullanıyorsak, o bağlamda anlam taşırlar. O zaman niyet, her şeyden önce gelir, tinsel anlam her şeyi önceler,” diyor ve tinsel bilimler de tarihsel olduğu için giderek tarih vurgusu artıyor. Hâlbuki biz pozitivizmde, giderek tarihi reddedip doğa bilimlerinin (science) önünde eğildik. Dilthey geldi, “Siz insansızlaşmışsınız” dedi. Kaufmann’ın da böyle bir eseri var, İnsanı Anlamak. Bu eserinde insanın yittiğini (anomi) ve anlamın bittiğini dile getirir. Anlam tarihseldi; ilerlemeci tarih, analitik felsefe, giderek bilimsel yöntem, bilimsel görüş, tarihin reddine götürdü. Denildi ki tarih bitmiştir, bunlar kalkmıştır. Geriye ne kaldı? “Şimdi ve burada”nın bilimi olarak, deney bilimlerinin bize sunduğu technology kaldı. O halde, doğrudan doğruya teknoloji karşısındaki “bilinç”, tarihsiz ve talihsiz, modern insanın yitimini getirdi.

Evrenseller Problemi

Evrenseller probleminde birinci tartışma dil zeminindedir. Bu, dinî değil, ama dinin yorumlanması adına felsefi bir tartışmadır: Universalis, yani evrenseller, ante rem midir, in rebus mudur, post rem midir? “Şey”, “şimdi ve burada”nın duyusal zamanında ve duyu bağlamında vardır. “Şimdi ve burada”nın tespitinde “şey”e tanıklık ederiz; Immanuel Kant’ın dediği gibi, “duyularımızı uyardığı sürece algıda vardır”. Yoksa Berkeley’in dediği gibi değil: “Ben, duyularımda yok, o halde yoktur.” Öyle değil ama “Şey, duyularımı uyardığı sürece algımda vardır” cümlesi, üzerine düşünme, bir gerçekliği düşünme anlamına gelir. Burada şu soruluyor: Universalis, evrenseller bu “şey”den önce –şimdi ve burada, yani duyuların ampirik deneyim sahasının öncesinde– var mıdır? Düşüncemde a priori olarak, doğuştan bilme kalıplarım var mıdır ki ben onlarla algıladığım şeyi kavrıyorum? Yoksa “şey”in kendinden benim bilincime yansıyor ve evrenseller “şey”den bana geliyor mudur?

Aristoteles’e göre in rebus, “şey”in içinde, Platon’a göre ante rem, yani öncesindedir. Platon diyor ki: “İdealar gerçekliğin tanıklarıdır ve gerçeklik, bizim duyumsadıklarımızla, a priori olarak bilincimizde var olan ideaların buluşmasında ortaya çıkar. Bilinç ve gerçeklik budur.” O zaman gerçeklik duyularda değil, idealarda, evrensellerde, categoria’larda tanıklanır: tanıklık meselesi, tanık, şehadet, eşhedü. Ama Aristoteles, “Eğer böyleyse, bu idealar nerede o zaman? Gerçeklikleri ne? Nerede duruyorlar? Somutlukları nedir? Ben bunu kabul edemiyorum hocama rağmen,” diyor. Ne güzel adamlar, bayılıyorum. Çok saygı duyuyor hocasına, Platon’un hayranı, ama kendi özgür düşüncesini de ortaya koyarken, “Hiç kusura bakma! Seni çok severim ama bu artık aklın tartışmaları, bizim duygularımızın tartışması değil. Senin savunduğun gibi değildir, böyledir,” diyebiliyor. İşte, Yunan aklının bu büyük toleransı, evrenseller ve diyaloglar, bilinçlerin karşılaşması anlamında dünyanın önünde bir modeldir. Çünkü dünya, duygularıyla ve içgüdüleriyle tartışıyor. Bilinçlerin tartışmasında hemen duygular devreye girip bilinci devre dışı bırakarak hırsların, irrasyonel duyuların hepsinin birden devreye girmesine neden oluyor. Orada, öğrenci-öğretmen ilişkisinde, hiçbir şekilde duygular karışmadan, böyle bir tartışma yapılabiliyor. Ne kadar yüksek bir durum!

Daha sonra, postmodernizmin babası olarak kabul edebileceğimiz Saint Thomas diyor ki: “Bu ikisi de nesneye öncel olan, algıya dayalı veya bilince dayalı, yani rasyo öncelikli ya da algı öncelikli, duyum öncelikli bir kavramlaştırma problemidir ve bu ‘şimdi ve burada’nın gerçekliği ile bağlıdır.” Yani, ben niyetlerimi burada bulamam. Benim niyetim fütüristtir, geleceğe aittir; benim ümidim gelecektedir, şimdide olamaz. Ne öncesinde ne de şimdide olabilir. İnsan, ümit varlığıdır ve o da gaye olarak gelecektedir. Gaye, “şey”den de çıkmaz, a priori olarak bilincimizdeki kategorilerden de çıkmaz. “O zaman,” diyor Thomas, “Universalis post rem”; yani “şey”den sonradır. Gaye varsa hiçbir şey kâmil değildir, kemale gitmesi lazımdır; ama in rebus ise her şey kemal bulur. Aristoteles’e göre, her şey mükemmel, olmuş bitmiş her şeydir; gelişme diye bir şey olamaz, değişme yok ki gelişme olsun. Aristoteles’in bilinci bize bunu veriyor. Bir akıl ve bu aklın kullandığı dil, o dil ile düşünmek, o dil ile inanmak, o dil ile yapmak bunlara sebep oluyor. “Dil” deyip geçmeyin yani. Bütün her şey onun üzerinden. Post rem, son derece ilginç bir şekilde ortaya çıkıyor. Varoluşçuluk tamamen onun üzerine bina edilmiştir. Bu konu Batı’da önemli bir tartışma ve kaygıdır. Doğu’da ise bu konular çoktan aşılmış, demode olmuşlar. Bir dönem çok işlenmiş, sonradan sistematik olarak aşılmış. Bu, birinci tartışmaydı; evrenseller tartışması.

Akıl mı Önce, İman mı?

Fakat ikinci tartışma, çeviri probleminden doğan, “İman mı, akıl mı? Akıl mı önce, iman mı?” tartışmasıdır. Hangisi hangisine hizmet etmeli? Bu günümüzün de temel bir problemidir. Akıl-iman tartışması ya da daha romantik olarak, akıl-gönül tartışmasıdır. Gönül mü? Akıl mı? Veya bunların yeri nedir? Aynı düzlemde midirler? Aynı boyutu mu söylerler? İnsan yaşamındaki belirleyici unsur bunlardan hangisidir? Bu tartışma öyle ilginçtir, o kadar kamplaşmaya ve o kadar ciddi bir çatışmaya neden olmuştur ki birinin diğerini hayattan çıkartma çabasına dönüşmüştür. Özellikle, düşünce üretmeyen yani belirli fikirleri sorgulamaksızın, olduğu gibi kabul eden toplumlarda, bu fikirlerin ideolojik taraftarlıklara dönüşmesiyle, düşünme mutfağı, felsefi düşünmeler terk edilir ve bu fikirler güç gösterisine dönüşür. Akıl taraftarları iman taraftarlarını hayattan silmekle, imanı da lojikten silmiş olmazlar. Çünkü bunu yapamıyor; yapamayınca, “Onun temsilcilerini yok edelim” diyorlar. Tersi de, iman taraftarları; “Bu akılla baş edemiyoruz. O halde taraftarlarını yeryüzünden silelim,” yoluna gidiyorlar. Şimdi, çok ciddi bir problem olarak, bütün dünyada bu karşımıza çıkıyor.

Birincisi evrenseller sorunu; aklın kendi sorunu. Burada aklı sorguluyoruz. Ama niçin sorguluyoruz aklı? Burada, Saint Thomas’ın bize verdiği şey şu: “İman ile gaye ilişkisi var.” O yüzden postmodernliği savunuyor. Ümide vurgu yapıyor. Ümit, imanla ve şefkatle buluşur. Akıl ise gerekirciliktir, deterministiktir ve kuralcıdır. Ne şefkate yer vardır ne ümide. Aklın egemenliğinde bunlar söz konusu değildir. Burada Saint Thomas’ın Augustin’den farkı belirginleşir. Augustin, “Akıl, imanın emrinde olmalıdır,” gibi bir tercih kullanıyor. Saint Thomas ise “Hayır, bunların üçü de var; bu üçleme Hıristiyanlığın temelinde teslis olarak var ve bunun yansımasıdır,” diyor, “Bu üçleme içinden ancak birliği biz bulabiliriz. Ne a priori ideaları reddedebiliriz, ne ‘şey’in kendi yasalarını, iç yapısallığını reddedebiliriz ne de insanın ümitlerini reddedebiliriz. Bunları sahalarına ayıralım.” İşte, aslında belki de bugünün anlam-kavram sorunsalı, Saint Thomas’ın o “üçleme modeli”ne taşınabilirse, belki yeniden üretimle bir çıkış yolu bulunabilir. Çünkü ikilemde kalındı; bugün de anlam-kavram ikileminde durulmaya devam ediliyor. Saint Thomas’ta ise “üçlem” var. Bu “üç” meselesi, ayrıca dil kurguları için de önem taşıyor.


* Metin Bobaroğlu’nun 29 Kasım 2011 tarihindeki “Dil ve Dilin Farklı Boyutlarda İncelenmesi” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.