Bütün sanat olguları içinde dışlaşan ve sonra bunların ekol, okul, disiplin olmalarını sağlayan, onları tarihsel sürece entegre eden dışlaşmalar, aslında insanın kendisindeki dışlaşmalardır. İnsan kendisini dışlaştırıyor ve bu dışlaştırdıklarından izlenimler alıyor; yani duyu diyen de haklıydı, duygu diyen de, bilinç diyen de, ama bunların ayrımları nedir? Biz bu ayrımların içinde yaşamı nitelerken, giderek onu kategorize ediyoruz. Şu düzeyde veya şu biçim altında derken aslında ne yapıyoruz? Bir bakıma parçalanıyoruz; bir bakıma yaşamı parçalıyoruz, onu kategorize ediyoruz. Bunu yaşamın kendisi mi yapıyor bilmiyoruz, ama yaşamın ne yaptığını anlamak için biz bunları bilincimizde yapıyoruz. Dolayısıyla, bilincimizde yani yaşam üzerine düşünmelerimizde, nehrin yatağına çekilip nehre bakıyoruz. O zaman yaşamı anlayabilir miyiz? Bu, “yaşamı gözlemek”tir. Dışına çıkmak demek soyutlamak demek, soyutlamak demek soyutlanmak demektir. Bütün olay ve olgularda herhangi bir şeyi soyutlamaya yöneldiğinizde düşünceye gidersiniz; soyutlama sizi düşünceye götürür. Peki, düşüncenin kendisi nedir, nerede görülür? Düşünceden söz edebilmem için onu da gösterebilmem gerekir; vardır diyebilmem için algılayabilmem gerekir. O zaman algıda düşünce nedir?

Algıda düşünce diye baktığım zaman nasıl nesnelerin, olguların algıda oluşlarından söz ediyorsam, o zaman düşüncenin de algıda olmasından söz etme biçimim aynıdır, ama yönleri farklıdır. Birisi var olanlardan gelmektedir, diğeri var olmayan olarak var olmayı istemektedir. Düşüncenin yönü böyle bir yöndür. Peki, onu duyularımın önüne koyarken nasıl koyuyorum? Ya sesle koyuyorum, ya işaretlerle koyuyorum; genel anlamda dille koyuyorum, simgelerle. Bu soyutlamalar sonuçta dilin kendisinde, özdeğinde, dil özdeğinde biçimleniyor. Dil özdeğinin doğrudan doğruya düşüncenin kendi hareketleriyle gerçek bir ilgisi var mı? Eğer gerçek bir ilgisi olsaydı, o zaman Çince düşünen ve Çince kavramları olan bir insanın Türkçe düşünen ve Türkçe kavramları olan bir insanla aynı şeyi anlaması olanaksız olurdu.

Temsiller, yani semboller, sesler –hepsi sembol tabii– düşüncenin kendisi için birer örtüdürler ama aynı zamanda birer açkıdırlar da. Hem örterler hem açarlar. O halde bizim orada örtülü olmamız, oradaki simge bağlamını bilmiyor olmamızdan kaynaklanır. Simge bağlamını bilmiyorsak örtülüyüz; simge bağlamını bildiğimiz anda aynı dil bize açık olur, anlamlar bize açılıverir. Karşımıza bilmediğimiz dilden konuşan birisi geldiği zaman –ki tarihte de konuştuğu anlaşılmayan kişiye “barbar” denmiştir– böyle birinin simge bağlamı, yani dil çözgüsü bize açılınca onun anlamları da açılmaya başlar.

Dönüp nesnel gerçekliğin, yaşam denen olgunun da böyle olup olmadığını sorgulayabilir miyiz? Acaba yaşam da bize kendini örtüyor mu ve onun simge bağlamını bilmediğimiz için bize kapalı mı? Onun simge bağlamına ulaşırsak, acaba kendini bize açacak olan bir şey olabilir mi? Bu alegorik bir şey, bunu bir kural edinemeyiz, bu böyledir diyemeyiz. Buna bilim diyemeyiz ama sanat diyebiliriz; böyle bir özgürlüğümüz var, bilimde böyle bir özgürlüğümüz yok. Böyle birtakım alegorik, simgesel düşünmelerle yaşamın bize kendini açması ya da örtmesiyle ilgili bir soru sorabiliriz.

“Nehrin dışına çıkarak baktığımızda” dediğimiz zaman bunlar soyutlamalardır, yani düşüncelerden başka bir şey değildir. Nehrin dışına, yaşamın dışına çıkmak, yaşamın içinde olup yaşamın dışına çıkmak düşünmektir. Bu, düşünmenin kendi faaliyeti midir, yoksa düşüncenin temsilleri midir? Düşüncenin kendi faaliyeti, hareket olarak, devim hatta devinim olarak –hâlden hâle geçişi düşünürsek– yaşamın belki de ta kendisidir, çünkü düşünmek harekettir; yaşamla örtüşür, o akışkanlıkla örtüşür. Tabii hâlâ alegori ve belli kabuller üzerinden konuşuyoruz, bir ispata yönelik işimiz yok hâlâ, çünkü mantıkla uğraşmıyoruz, sezmeye çalışıyoruz.

Düşünce hareketse, yaşam hareketse, özünde bir birlik var demektir; hareket kavramında birlik var. Ama düşünceye geldiğimiz zaman, yaşamı yatağından seyrediyoruz. Bu, düşüncenin doğrudan doğruya kendisi değil, onun temsilleri demektir. O zaman, düşünme ile temsilleri arasında ilgi ve ilişki nedir? Nasıl oluyor da düşünce kendi hareketlerini temsillerinde gösteriyor? Dil temsilinde, ses temsilinde, simgesel yazım temsilinde, jest-mimik temsilinde ve sanatsal dil temsilinde kendisini gösteriyor, ama o hiçbir zaman düşüncenin doğrudan doğruya kendisi değil. Düşünce hiçbir zaman o temsildekiler değil, ama kendini onlar olmaksızın ifade edemiyor. Onlar düşüncenin “sûret”leri fakat “sîret”i değil; anlamı değil.

Betimlemenin ne olduğunu keşfetmeye başladık, değil mi? Bunlar muallâk şeyler değil; hayatın içinde yapıyoruz, fakat bunları çocukluktan beri öğrendiğimiz ve kullandığımız için kullanımlarımızın farkında değiliz. Hareket olarak düşünce ve onun temsilleri, onun yansımaları, aynadaki görüntüler gibidir. Dil bir özdektir ama aynı zamanda aynadır, yani düşünce hareketleri bu özdekte, bu dil görüntülerinde bize açılırlar ya da örtülürler. Eğer simge bağlamını bilmediğim bir şeye bakarsam, benim düşüncem o aynadan kendi üzerine dönemez ve kendisini o aynada seyredemez; orada soğurulur, o simgelerde soğurulur. Bu hiyeroglif olabilir; Japon yazısı, Çin yazısı benim için böyledir. Ben Çin yazısını izlerken aklım matlaşır; bir resmi seyretmeye başlarım, resimsel bir seyir başlar. Anlamsal bir seyir, kavrama seyri olmaz.

O zaman, o simgeler, anlamı benim için örtmüşlerdir –simge bağlamından, simge bağlamının bana açılmamasından dolayı. Örtmüşse, o zaman simge dış görünüşüyle birlikte bilincimin önündedir ve düşüncem ona bağlanıp kalmıştır. Yani nehrin yatağına çıkmışım ben; akışın dışına çıkmışım. Akışın dışına gerçekte çıktım mı? Hayır, çünkü yaşamın yadsınması diye bir olguya tanık değiliz. Yaşam dönüşür, yani enerjinin dönüşümleri vardır. Burada sorun yaşamın kendi olgusal dönüşümleri ve varoluşlarının biçimden biçime geçişleriyle ilgili bir şey değil; onu ortadan kaldırmıyor bu söylediğimiz, ama hem yaşamın içinde akarken hem de yaşamın kenarında, dışında sanki. Dış derken burada meta anlamında bir dış; meta-fizik, meta-füzis. Doğanın ötesi; dışı değil aslında, ötesi. Öte nedir? Öte diye bir âlem var mı? Yok. Yaşamın dışında başka bir âlem, bir yaşam âlemi varsa entegre olur yaşama, onu kapsar. O zaman yaşamın dışı olmaz. Peki, ötesi ne demek?

“Dil-düşünce” diyalektiğinde düşünce bir harekettir; zâtında, kendiliğinde bir harekettir. Bu hareketin yansımasında kendisini izliyorum. Gayet basit; örneğin, kalem düşüncenin zâtıdır, düşünmenin değil. Düşünmenin zâtı tözsel değildir, bilinçtir. Düşüncemizi düşünmemizin önüne koyacaksak hemen yazmaya başlayacağız. O zaman, okuma yani düşünme, yazma yani onun dışlaşması, yansıma olarak aynı şeydir. Benim düşünmelerim kâğıda kalemle işlenecek olduğunda, kalemin ucu bir nokta olarak, yani düşünmenin kaynağı olarak başlar, sonra da birtakım sûretler çizmeye başlar. İşte, düşünmenin hareket olarak kendisi budur. “Nokta” devim olarak devimdir, hareket olarak hareket, yani hareketsizlik; çünkü devim olarak devim, kendinde kendini gösteremediği için, kendisini açımlamadığı için, hâlden hâle geçmediği için hareketin inkârı olarak harekettir, devimin inkârı olarak devimdir, yani bir soyutlamadır. Bakın, yaşamın dışına çıkıverdik; nokta. İlke, yaşamın zâtına giderek dışına çıkmak.

Burada düşüncelerimi ben yazdım; bunlar kendileri hareket olarak, hareketin devimleri olarak gösteriliyorlar, ama hareketin kendisi var mı burada? Yok. Dondurulmuş düşünceler; yaşamı yok bunların; bunlar yaşamıyorlar. Yaşamdan çıktılar, bu simgeler yaşamıyorlar. Yaşamı örtüyorlar, ama aynı zamanda yaşamı açıyorlar. Şimdi, ben bunları okuduğumda, yani onların simge bağlamına açıldığımda, onlar yaşamıyor gene; yaşamayı tetikliyorlar ve yaşam onlar üzerinden kendisinde gerçekleşmeye başlıyor, ama onlar yapmıyor bunu. Aslında yaşamın kendisi yaşamın sûreti olarak orada duruyor; yaşamayan yaşam olarak, yaşamın bir simgesel bağlamı olarak. Kendisi yaşam değil, yaşamın içinden çıkartıldı; yaşamın temsili.

İnsan, düşüncesinde bunu tasarlayamıyor, ama düşüncesinin önüne konmuş olduğunda tasarlayabilir. Dolayısıyla, yazının kendisi sanattır, sanat eseridir. Düşüncemiz bu yazıyı yaparken, ilişkisinde yazıyı üretirken, kendi devimlerini dışlaştırırken, kendindeki özlemler, duygular, arayışlar, ümitler yani anlamlar dünyası, istekler, şikâyetler, itirazlar, korkular, her şey –bütün bunları sözcüklere emanet ediyor; birtakım kıvrımlı kıvrımlı şeylere emanet ediyor ve onlar artık onu “temsil” ediyor. Temsilciler meclisi ama bu temsilciler meclisi heykeller gibi; “nurdan heykeller”. Temsil ediyorlar sadece, ama çok ilginç, bu heykellere dokunduğunuzda başlıyorlar çalışmaya, başlıyorlar konuşmaya; ilginizi kesiyorsunuz, duruyorlar. Dolayısıyla, yaşamın dışına çıkartıyor bizi ve yaşamın içinde yapabiliyoruz bunu, böyle bir olanaklılığımız var. İnsanın soyutlama yetisi kendisine bakabilme olanağını sağlayan bir ayna, çünkü yaşam her şeyi kuşatmış olarak yaşamdır.


* 17 Kasım 2006 AAV toplantısı “Yaşama Anlam Verme Sanatı” başlıklı konuşma kayıtlarından yazıya geçirilmiştir.