Hegel’in Kavramlarının Tasavvufî Karşılıkları

“Tin, saf düşünce ile salt dışsal duyusal ve gelip geçici olan şeyler arasındaki doğa ve sonlu gerçeklik ile sonsuz kavramsal düşünme özgürlüğü arasındaki ilk uzlaştırıcı orta terim olarak kendisinden güzel sanat eserleri yaratır.” Hegel

Georg Wilhelm Friedrich Hegel

Sonlu ile sonsuz ancak fiilde realite haline gelir, kavramlaşır: Sonsuz düşüncenin sonlu eşya üzerindeki edimleri ki tevhid dediğimiz budur. Sonlu ve sonsuz arasındaki uzlaştırıcı ilk orta terim sanat eserleridir: görünüşün bizzat kendisi. Immanuel Kant, görünüşlerin özleri yansıtmadığını söyler. Özler bilinemez, bilinenler ancak görünüşlerdir; eş deyişle yalnızca fenomenleri bilir, numenleri bilemeyiz. Numen ile fenomen arasına uçurum koymuşlar. Dolayısıyla, sanatta da numenler fenomenlere dönüşmezler. Hegel buna itiraz eder; “Görünüşler öz için özseldir” der. Öz görünüşe çıkmak zorundadır. Batı’da ancak Hegel ile keşfedilmiş olan şey tasavvufta vardır: Zuhur zorunludur, iktizâsı kendiliğindendir. “Huvel evvelu vel âhiru vez zâhiru vel bâtın.” Yani, bâtınını, içsel özselliğini zâhire ve âhire çıkartmayı kendisi iktizâ eder. “Bunu ister” bile demiyoruz; irade girmiyor burada, meşiyet giriyor. İrade ile meşiyet arasındaki temel ayrım, “irade” olur ya da olmaz fakat “meşiyet” olmazsa olmaz demektir. Allah’ın iradesi meşiyettir. Niye Allah’ın iradesi meşiyettir? Çünkü totaldir, bütünseldir. Bunun için “küllî irade” diyoruz. Küllî irade kendi dışında bir şey bırakmadığı için, “acaba?” kalmaz ve olması zorunlu olan olur. Bu, Batı’da Hegel’de ortaya çıkmıştır. Öz görünüşe çıkmak zorundadır. Öz, eğer kendini göstermese ve görünüşe çıkmasaydı ve “genel”de Tin için olduğu kadar, birisi için ve kendisi için hakikat olmasaydı, “hakikat” hakikat olamazdı. Bu demektir? Hakikatin zorunluluğu. Tahakkuk zorunlu olarak olur.

Burada ontolojik bir şey söylüyoruz: Varlığın kendi mertebelerinde dışlaşmasının edimselliği, yani kendini dışa doğru açması zorunludur; buna “zuhur” diyoruz. Tecelli ise bunun bilince yansımasıdır. Fakat o zuhurun arkası da tecellidir, yani arkada da bir şuur vardır, ona “külli şuur” da diyoruz. Bunlar soyut sözcükler gibi gelebilir, ama tek tek nesnelere veya sanat disiplinlerine uygulandığı zaman anlaşılır hale gelir. Tümel kavramlar olduğu için, duyusallıkları olmadığı için yarım kalıyorlar. Bir yanımız duyular bir yanımız akıl olduğu için, bu ikisinin arasındaki hayal, zihin, diğer yetilerimizle birlikte ara durumların da bütünlük için ifadeye katılmış olması gerekir. Daha özsel olan bir şey vardır: Tin kendine yabancılaştırılmış olan şeyi düşüncelere bölüştürerek kendine döner. İnsan için en derinde olan şey düşüncenin kendisidir. En derin dediğimiz zaman, derinlikten söz ettiğimiz zaman, düşünceden söz ediyoruz. O halde yabancılaşma ne demektir? Düşüncenin, dış dünya nesnelerinin imgelerinde bulunması demek. Akıl, dış dünyanın duyusal imgelerinde düşünceyi devindirdiği zaman, düşünce kendine yabancılaşır. Düşünce dış dünyaya giremez. Böyle bir olanak var mı? Düşünce beyinden çıkacak, dış dünyada bardağa gidecek, böyle bir şey olanaklı değil. Peki, nereye gidiyor? Örneğin, bardağın zihnimizdeki imgesine gidiyor. “İniş-çıkış” gibi terimleri kullandığımız zaman, sanki dış dünyaya iniyor-çıkıyor gibi anlıyoruz. Hayır. “İnzâl oldu” dediğiniz zaman, “iniş”, ruhsallıktan duyulara doğru, zihne doğru inmek demektir. Duyuların ortak duyusu zihindir. Zihin iniştir, akıl çıkıştır.

Miraç Nerede Olur?

Miraç akılda olur, zihinde olmaz. Düşüncenin miracı soyutlara gitmesi, imgelerden arınması, tümelleri bulması, “ulûhiyet” dediğimiz mertebede her şeyi kapsamasıdır. O halde özbilinç tümellere gittiğinde, “hakikatler hakikati” olarak kendisini bulur. Özbilincin sonsuzluğudur ki sonsuzluk olarak Tanrı’nın kavranışını talep eder. Özbilincin kendi tümelde sonsuzluğa vardığı için, kendisi sonsuzluk iktizâ ettiğinden, onun nesnesi de sonsuz olur. “Zihin” tikellere, imgelere, duyusal biçimlere yönelirken; “akıl” tümellere, evrensellere ve küllî iradeye, küllî akla, küllî hakikatlere yöneldiği için, nesnesi Tanrı olur. Bu bakımdan Saltık olur. Tanrı’yı –dinsel bir Tanrı kavrayışı ile– isteyen, buyuran, sorgulayan, cezalandıran, mükâfatlandıran kişiliğe büründürebilirsiniz veya saltık ilke olarak, felsefenin olmazsa olmaz düşünme temeli olarak da düşünebilirsiniz. Bu ontoloji ve epistemoloji tartışmasıdır.

‘Bir’in Farklı İfadeleri Olarak Sanat, Din ve Felsefe

Tin dediğimiz zaman kültürün tamamını söylemiş oluyoruz, ayırmıyoruz. Din, siyaset, edebiyat; her şeyi içine alan bir bilinç olgusu, tin dediğimiz bu. O zaman, “şu ilke ile dışlaşması sanat, şu ilke ile dışlaşması felsefe, şu ilke ile dışlaşması din” demiş oluyoruz. Saltığın üç görünümü felsefe, din ve sanattır. Saltığın dışlaşmasının üç görünüşü; bunlar fenomenlerdir. Saltık, tek Zâttır. Onun görünüşleri, dolayısıyla görüngüler, aynı zamanda fenomenlerdir, kavramlardır. Kavramlarla dışlaşır. Fakat “güzel sanat” denildiğinde, güzel bütünlük ister. Dolayısıyla, birincil olarak bütünlük kavramı, kendi dışına değil kendine dayanan, başlangıcı ve sonucu kendisi olan, causa finalis bir kavram olduğu için, teleolojik olduğu için, güzel sanat kendi özgürlüğü içinde güzeldir. Özgürlüğü kalktığında bütünlüğü kalktı demektir; artık o güzel değildir, çarpıtılmıştır. Bütünlük kusursuzluktur ama bütünlüğü parçalamak, sökmek, ifadede kusurlulukları işlemek, sanatın ifade dili olarak sanatsaldır. Bu, sanatın kendini ifade etmesi açısından sanatsaldır, kusurlu değildir. Sanat, her zaman güzeli aramaz, her zaman güzeli göstermeyi istemez. Sanat, güzel uygunluk açısından ifadeyi arar. Örneğin, “çirkinin sanatı” demek, çirkini içerik olarak konu edinen, güzel ifadelerle anlatan sanat demektir. Hâlbuki klasikte öyle değildi, içerik ile biçim tam uygun olmalıydı. Güzeli, güzel şekilde ifade etmek anlatılıyordu.

Güzel sanat ancak kendi özgürlüğü içerisinde, hakiki bir biçim altında sanat olur ve ancak din ve felsefe ile aynı anlam içerisine yerleştirildiği zaman bütünlenir. Dinin içerik konusunun, gayesinin dışlanıp, felsefenin özbilinç açısından bütün kendi çıkarımlarının veya içeriklerinin toplumsal açılımlarının dışlanıp, sadece estetik bir dışavurum gibi algılanması, sanatın kendinin yadsınması anlamına gelir. Tüm yaşamla ilgili bir kapsam alanını daraltmaya gitmek sanatı özgürleştirmek değildir, aksine onu içerikten yoksun kılmaktır. “Sanat din ile ilgilenmez!” denilirse, o zaman yaşam bir boyutu ile reddedilmiş olur. Burada dikkate değer olarak “din” dediğimiz, birtakım kurallar manzumesi, insanların inançlarının doyurulması anlamında söylenmiş sözler veya davranışlar değildir. Burada dinden kast edilen, insanın bütün yapıp etmelerinde ümit ettiği sonsal gaye (causa finalis), bunun eylemleri ve buna bağlanmalardır. Bu halde, bu anlamıyla, yaşamın kendisinin adıdır “din”. Kültürlere, formlara, bilinç durumlarına, duygu durumlarına göre biçimlendirilmeleriyse tikel dinlerdir, hepsi muhakkak eksiktir. Tüm bu eksiklikler kendi bütünlüklerini aradıkları için “kemâl”e zorunludurlar. Bu anlamda insan tini, ister dinsel ister sanatsal ister felsefi yol izlesin, kemâlini arar.


* Metin Bobaroğlu’nun 16 Ocak 2017 tarihli Anadolu Aydınlanma Vakfı toplantısında yaptığı konuşmanın kayıtlarından derlenmiştir.