Tanrı Bir İlke Midir?

Immanuel Kant’ın felsefesi, etik ve estetik üzerine, bir başka deyişle yaşamın tüm görünüşleri üzerine tümellerle yazılmış felsefî değerlendirmelerdir. Kant, felsefesini üç ilke ile kurmuştur. Daha sonra Hegel’in, bu üç ilkenin tesiri altında kalarak üçlemeler yaptığı söylenir. İkisi de teoloji okuduklarından, Hıristiyanlığın teslis kuramından etkilendikleri için felsefelerini böyle üçlemelerle anlattıkları söylenmiştir. Bu tarz eleştiriler olsa da Kant’ın bu üç ilkesine baktığımız zaman, din için gerekli olanın, içerik olarak felsefî olduğu kanısına da kapılabiliriz. Dolayısıyla, o eleştirilere katılmayabiliriz. Bilinç için içeriğin, felsefe, sanat ve din için aynı hayatın içinden değerlendirilmiş, devşirilmiş olması onları zaten birbirine benzer kılar. Kant’ın üç ilkesi nedir? Bir, Birlik, Bütünlük. Tanrı, Evren, Ruh denilebilir mi? Bunlar ilke değil. Tanrı hangi ilke ile Tanrı’dır? Tanrılık ilkesi nedir? Çeşitli kültürler, çeşitli dönemlerde kendilerine Tanrı edindikleri birtakım tasarımların –ister nesnel görünüşleri olan putları olsun, ister sadece sözel anlatımları veya salt inançlar olsun– kendi kültürlerine uygun Tanrı anlayışlarının peşinden gitmişler ve inançlarına uygun ritüeller, ibadetler, mabetler yapmışlardır. Fakat Kant, Tanrı’nın bir kültürün Tanrısı olmasındansa, Tanrı’yı kavramak adına bir ilke olması gerektiği üzerinde düşündü, öyle ki bu herkesin Tanrısı olsun.

Immanuel Kant

Böyle bir Tanrı tasarımının ilkesi nedir? Kant, bu soruyu soruyor. Kültürlerin çeşitliliği içindeki kültürel Tanrı tasarımlarının çokluğunu, tüm insanlar için evrensel, tekil bir ilke altında, herkesin Tanrısı olma olanağını taşıyan bir kavrama taşımak olanaklı mıdır? Kant’ın sorusu budur. Yanıtı: “Tanrı Bir” ilkesi. Bu sayısal, nicel bir değil. “Bir” bir kavram. Kavram olduğunu anlamak için felsefe çalışmak gerek. Örneğin, Pitagoras’ta “Bir” sayı değildir, kavramdır. Plotinos’ta “Bir” hem sayı değildir, hem de nicellik içeriğinde değildir, aşkındır. “Bir” aşkındır: Bilince aşkındır, zihne aşkındır, kavranılamaz. Bu nedenle, Tanrılık ilkesi, Tanrı, insan bilincinin kendi tümelliğinde, kendinde varlık olarak kavranılamaz. Her kavranıldığında kültüre bürünür, o elbiseyi giyer: Hikâye haline gelir ve duygularımıza hitap eder. Buna Tasavvufta tecelli denir. Tanrı, hiçbir biçimde kavranılamaz, bilinemez ve bu nedenle her kavrayış, her tasarım, her betimleme onun bizdeki tecellisidir. Dolayısıyla bitimsizdir; biz onun tasarımsal üretimini sonsuzca yapabiliriz. İşte, “Bir” ilkesi.

Peki, evren? Tanrı, Evren, İnsan. Kant, evrenin “Birlik” ilkesi üzerine olduğunu bildirir. Türkçede “evren” diyoruz; birbirine evrilmek ve o evrilmelerin bütünlüğüne “evren” diyoruz. Batı terminolojisinde universe olarak söyleniyor. Kant’ın veya diğer filozofların kullandığı kavramların hepsinin Grek kökenli olması bakımından, aslına dönmemiz lâzım; onun söylediği şey “kozmos”. Kozmos nedir? Düzen. Fakat düzen oluşabilmesi için, onun belirli bir ilkenin determinasyonu, belirlenimi altında olması gerekir. Birbirinden kopuk, birbirinin dışında varoluşlar olarak değil, birbirlerinin ilişkisinde bir bütün oluşturan ilişkiler ağı. Evren böyle kavranıldığında, onun birlik ilkesidir konu edilen. Biz ona Tasavvufta “vahdet” diyoruz. Einstein bunu ispat ediyor. Enerjilerin dönüşümü üzerinden bu savı, Einstein fizik gerçekliğe taşıyor. Kozmos vahdaniyettir, ahadiyet ilkesi değil. Vahidin vahdaniyeti. “Ahad” ise üçüncü aşamada. Birincisi, Bir/Tanrı (Vahid) ilkesi; ikincisi, Birlik/Evren (Vahdaniyet) ilkesi; üçüncüsü, İnsan, ama ruh olarak İnsan. Buna, “Bütünlük” diyor Kant. Ahadiyet, bütünlük demektir. Ahadiyet insanda; evrende değil, ilkesel olarak Tanrı’da değil. Tanrı ve Evren –soyut tümeller– insan somutunda, ahadiyetin çerçevesinde, nitelikler, sıfatlar haline gelir.

İnsan Doğanın Bir Parçası Mıdır?

Bir kavram, bir dizge, yani sonuçta bir şuur; konuştuğumuz şey “şuur”dur. Kant için bir şuurun kavramsal, kavranılır olması demek, kendi bilincinde olması, bu üç ilkenin şuurunun bilincine varılır olması demektir. Bizim Tasavvufta da Vahid, Vahdaniyet, Ahadiyet. Tasavvufa “bizim” dediğim için sahipleniyor anlamı çıkmasın. Kültürel olarak içinde olduğumuz, Tasavvuf olarak literatüre edilmiş, elimizin altında olan, içinde hakikatlerin gömülü olduğu, felsefede öğrendikçe zevk almadığımız ama Tasavvufun içinde felsefî metinleri ve kavramları bulup ortaya çıkartırken, keşfederken zevk aldığımız o geniş literatürün de ilkesi aynıdır. “Ahadiyet”, Ruh, eş deyişle Bütünlük ilkesidir, biriciktir. O nedenle Tanrı biriciktir derken, ispatı, onun tecellisinde olan bir şeydir. O, “Bir” ise başka bir şey olamaz, yani soyut olarak, kavram için değildir. Tezahür olarak çokluğun ilişkisindeki birliğidir, ama zatı “Ahad”dır. Biricik, kopyası yok, benzeri yok, dengi yok. Bu sözü nasıl kanıtlayabiliriz ki? Nereden bilelim? Buna inanmamız söyleniyor. Nasıl inanalım? İşte Tasavvuf diye anlatılan gnostik öğreti, kanıt olarak insanın bizzat kendini gösteriyor. Kanıt sensin. Senin eşin benzerin yok, sen biricik varlıksın; tek tek her birey böyle. Siz bir türün cüzleri değilsiniz!

Şimdi, Antik Yunan eleştirisi çıktı burada. Antik Yunan’da, insan kozmosun bir parçasıdır, doğanın bir parçasıdır. “Hepimiz doğanın bir parçası değil miyiz?” deniliyor, ama Tasavvuf öyle demiyor: “Sen biricik varlıksın, eşin benzerin yok. Görmüyor musun? Fakat bizatihi değil, yani kendinle kaim değilsin. Seni var eden sen değilsin ama ‘Biricik’ sende yansıyor. Biriciklik senin aynanda. Sen kaim olsaydın Tanrı olacaktın ama kaim değilsin, işte bu biricikliği nefsinde gözleyebilirsin” diyor. Parmak izinden ses tınısına, gözün retinasından saçın teline kadar, DNA, RNA hepsini kat içine, “biricik”sin! Senin biricik olman, sende tecelli edenin, asıl kaim olanın kanıtıdır. “Sen Tanrı’nın tek kanıtısın, başka kanıt arama” diyor. Bir, Birlik, Bütünlük. Bu nedenle, Tasavvufta, “Ne gezersin taşrada, kendinde ara” derler. Taşra demek, kendinin dışına çıkmak demek. Kendinde ara. Biricikliğinin farkında değil misin?

Ruh tözsel birliktir, cevherdir. Burada “ruh” kelimesi bizi Birlik, Bütünlük anlamında ilgilendiriyor. Kelimenin göndermesi, psişe anlamında, roah anlamında ya da Arapçadaki ruh sözcüğünün içerikleri anlamında değil. Felsefî olarak, ilkesel olarak “bütünlük” kendinde temellenmedir, kendi dışında değil; kendini amaç edinme, kendi dışında bir amacın aracı halinde olmama anlamında Ahad, Ahadiyet, Biriciklik. Bu anlamda ruh, tözsel bir birliktir ve her tarafa yayılan tümelliktir. Dolayısıyla, bir bireyde, bir insanda, tüm yapıp etmelerinde, tüm ilişkilerinde, tüm kavramalarında, tüm duygulanımlarında birçok disiplinin farklı farklı kavrayışlarının bu çeşitliliğini birliğe getiren nedir? Ruh. Bütünleyen nedir? Ruh. Peki, nedir bu ruh? Bütünleyen ilke ne ise, o. Ruh, bir niteleme, bir sıfattır; varlığın kendini göstermiyor, ona yüklediğimiz bir şey. Neyi anlayacağız ruh dediğimiz zaman? Bütünlüğü anlayacağız. Peki, bütünlük ne demek? Sebebini kendi dışında bulan, sebebi kendi dışında olan, bütün değildir. Ruh determine edilemez. Nesnel, nicel dünyanın hiçbir varoluşu, insan ruhuna doğrudan doğruya bir belirlenim veremez. Tersi olur. İnsan ruhu, o nicel dünyadan etkilenerek kendi üzerine geri döner ve kendisi kendini determine eder; bir biçim verir. Tin, kendine bir biçim veriyor. Kendini, dış dünya nesneleri üzerine yayıyor, sonra kendi üzerine dönüyor. Onlara olan hayranlığından, düşkünlüğünden kendisine bir form veriyor; onlar yapmıyor bunu.

Çağımızda Puta Tapanlar Var Mıdır?

Kur’an-ı Kerim’de, hayat sahibi olmayan, şuurları bulunmayan, başkasına da hayat veremeyecek olan putların ilâh edinilmesinin nedenleri, insanların onlara neden taptıkları sorgulanır. Hemen, puta tapanların enayi olduklarını, bizimse buraları çoktan aştığımızı düşünürüz. Oysa, onlara sorulsa, “Hayır, putlara tapmıyoruz; biz onları vasıta olarak kabul ediyoruz, onlar bizi Allah’a yaklaştırıyor” diyebilirlerdi. Biz, bugün modern olanın niceliğinde puta tapmayı nasıl ifade edebiliriz? Örneğin, arabalara, evlere düşkünlük. Bunları kullanmak, bunlara sahip olmak değil problematik olan; sorun “düşkünlük” – bu lükse düşkünlük, bu nicelik dünyasına düşkünlük. Peki, ne yapmalı? Kendimizi değerlendireceğiz. Kendin gibilere değer verdikçe değerleneceksin, yani insan değeri bilerek değerli olacağız. Oysa biz, o insanların sahip olduklarına değer veriyoruz. Onu değersizleştirdiğimiz için, biz de değersizleşiyoruz. “Hayır, öyle şey mi olur! Biz bu nicelikleri mutlu olalım diye ediniyoruz. Bir kotrayı sadece lüks olsun diye almıyoruz, o bizi mutlu edecek” denilebilir. Sahip olunca bakıyorsun, mutlu etmiyor… Ulaşma öncesi onun hayali, niceliğin ya da putların insanlar üzerindeki egemenliği imajinatiftir. Onların hayali, istenmesi çok tatlıdır; ele geçirildiklerinde hemen bir kenara konulur. Pırlantayı alana kadar hayal edebilirsiniz. Hanımlar kendine tek taş pırlanta hediye edilmesini ister, ama parmağına takınca unutur. Bir incinin kendi mi çok kıymetlidir, onun gerdanda duruşu mu?

Felsefeyi hayata taşıyarak, hayatı okuma anlamında kullanırsak şunları söyleriz: Ruhun en temel özelliği, kendinin bilincinde olması, kendini bilmesidir. Tasavvufta, Allah’ın zâtının bilinemeyeceği söylenir; çünkü onu nesne edinirsek bilinemez. Fakat mutasavvıflar der ki: “Sadece zâtı bilinir.” Şeriatta “Zâtı asla bilinemez; fiilleri, sıfatları bilinir” deniliyor, ama mutasavvıf diyor ki “Hayır, fiilleri ve sıfatlarını bilemeyiz, onlar sonsuzdur. Tam da zâtını biliriz.” Sufi “zâtını biliriz” diyor, şeriat ehli “hayır zâtını asla bilemeyiz” diyor. İkisi de haklı; çünkü biri bilmedi, öbürü bildi. Sufiye Allah’ın zâtını nasıl bildiği sorulduğunda, o bir tek kendi varlığını bildiğini, onun üzerinden bildiğini söylüyor. Yani, Ruh, evrende kendi bilincinde olan tek varlıktır. Evrende diğer varoluşların hepsi varoluştadırlar, varoluşlarının bilincinde, für sich değildirler. Ordadırlar, ding an sich, ama kendilerinin bilincinde değildirler. Ruh demek kendinin bilince olmak demek, ben demek. “Ruh” demek “Ben” demek. O nedenle, Hazreti Musa Aleyhisselama, “Ya Rabbi! Beni kimin gönderdiğini soracaklar. Onlara ne diyeceğim?” sorusu üzerine, Rabbi, “Onlara de ki beni ‘Ben Olan Ben’ yolladı. Ben ‘Ben’im. Ebediyete kadar adım budur” demiştir. Bakın, çok net değil mi: Özbilinç.

Özbilinç Olarak Ruh ve Ölüm

Bu, insanda, tecelli anlamında bizâtihi değil, “zât”ın tecellisi anlamında özbilinç olarak “ruh”tur. Bu biçimde alınırsa, ruh ve beden birbirleriyle bağlantı içerisinde iki ayrı şey değildir. Beden ruhun dışsal görünüşüdür. Bir nevi buz gibi; buz, su, buhar. Varlık olarak aynı, ama varoluş olarak farklı, birbirine geçişli. Onları birbirine geçişli yapan şey nedir? Energia, ısı, ateş; onları dönüştüren şeydir ateş. O halde bu bedenden akla, yani suya; oradan ruha, yani buhara dönüşebilmenin tek yolu ateştir –bedenin ateşi çıkınca yok olursun, o değil– aşk ateşi denilir buna. Aşk ateşi, bu farklı görünüşlerdeki, farklı varoluşlardaki bizâtihi ruhsal olanın dönüşerek kendini bilmesi. Dolayısıyla, felsefe hakikatleri kendi karşısına koyar, bilincinin önüne koyar ve hakikatleri o çıplaklık olarak kavramaya çalışır. Tasavvuf ise dönüşerek bilir; var olarak bilir. Batı’da zihin felsefesinin eleştirisinden sonra ortaya çıkan varoluşçu felsefe, Tasavvufun bir benzer anlatımıdır, çünkü “Var olarak bilebiliriz” diyor. Bu bilişler, ruhsal bilişler, var olarak bilinir. Ruhun tecellisi görülebilir. Nerede tecelli eder ruh? Karşındakinde tecelli eder. Senin gözünden çıkar, karşındakinin yüzünde tecelli eder. O zaman insanlar birbirlerinde kendi ruhlarını seyredebilirler. İşte “tevhid” ilkesi budur.

Bunun, Kant ile ne alakası olduğu sorulabilir. Bu, bizzat ruhun tözsel birliğinin, insanın kendinin kendisine olan tecellisidir: öznellik. Ruhun tözsel birliği gibi, öznelliğin birliğini de duygularımızda yaşarız. Öznelliğimizi duygularımızda algılarız; duyguların çeşitliliğinin dengesinde, harmonisinde. Ölüm, ruha ait olan bölünmemişliğin, bütünlüğün, yani ahadiyetin içerisinde ruhun tözsel olarak bir arada tuttuğu şeylerin dağılması demektir. Bedeni toprağa terk ediyoruz, dağılıyor. Ruh, tözsel olarak onu birlikte tutuyordu – ama ruh değil oradaki; can. Ruhun bedendeki karşılığına “can” denir. Bu nedenle can ölür, ruhlar ölmez. Can bedenin birliğidir, ama ruhun tecellisi olarak. Ruh ilkesi üzerinden tekrar vahdaniyet ilkesine geri dönüp vahidiyeti onun içinde seyretmek, daha doğrusu vahidiyet üzerinden vahdaniyeti görmek, hareketteki sükûnu görmek gibidir. “Vahidiyet” sükûndur; “vahdaniyet” hareketin harmonisidir. Evren, evrilmek kelimesi hoştur; hatta sadece evrim değil, çevrim de vardır. Kâinat, evrilme ve çevrilme süreci içinde, bütün yıldız adalarında, nebulalarda, galaksilerin her birinde bir döngü içindedir. Kendi merkezleri etrafında dönerler, merkezleri kara deliktir ya da değildir, ama neticede sükûndur.


* Metin Bobaroğlu’nun 20 Şubat 2017 tarihli Anadolu Aydınlanma Vakfı toplantısında yaptığı konuşmanın kayıtlarından derlenmiştir.