Estetik Algı ile Estetik Yargı Arasındaki Fark

Estetik algı bir şey, estetik yargı başka bir şey. Estetik algı, tamamen sanatın kendine ait bir şeydir, yaşamsaldır, ama bilim değildir. Bilim olabilmesi için estetik yargıya yani felsefeye başvurmak gerekir. O nesne, onun insan üzerindeki etkisi, içerdiği değerleri, toplumsal koşulları, tarihsel konumu ve zamanın ruhu ile bir bütün olarak anlaşıldığında ve ruhsal bir etki yarattığında, bu “ruhsal etki” asıl tırnak içinde gösterilecek olan şeydir. Ruhsal etki nedir? Bu nasıl olabilir, olanaklı mıdır? Şimdi, bunların hepsinin içinde aslolan eylemdir ki gereksinimden doğuyordu ve bir amaca hizmet ediyordu. İşte ideaları gündeme getiren budur. İdealar diye bir varlık yok. Doğanın hiçbir yerinde idea diye bir şey yok, sadece literatürün içinde bir isim olarak var. İdea “görü” demek. Bir nesneyi, bir olayı, bir olguyu ya da bir tanımı, bir kavramı görmek için akıl bir ilke ile ona bakmalıdır ve o ilke onu deşifre edebilmelidir; o olayı, nesneyi, olguyu veya tanımı anlaşılır kılmalıdır. İşte, bu görü ilkesine “idea” denir. İdealar kalıplardır, düşünme kalıplarıdır ama başta soyutturlar ve öyle başlanır. Her zaman düşünce kendi kaynağına döndüğünde kendini soyut, içeriksiz bulur, ama ondan sonra onu ilişkilerinde, eylemlerinde, toplumsal, kültürel algılarında doldurur. Burası ideayı anlamak açısından önemli. Geometri gibidir. Geometri de aslında ideale yakındır. Bir dik üçgeni tasarımsal olarak çizebilirsiniz, onun teoremini, açılarını, kenarlarını, onların birbirleriyle olan ilişkilerini de öğrenirsiniz. Bu size bir şey vermez, ama uygulamada, o olmasa bu binayı yapamıyoruz. O, aynı zamanda kuvvetler ilişkisinde de kullanılabilir, yani fizikte de karşılık bulabilen bir tasarımdır, teoremdir. Geometrinin kendi ideası hiçbir yerdedir veya her yerdedir, ama onun uygulaması, nesnel gerçekliği hem biçimlendirir hem ortaya çıkarır.

Şunu demek istiyorum; bir proje olmazsa bu bina yapılamaz. Projenin içine bakınız; mimarlık ve mühendislik açısından, o, statik ve dinamikleri hesaplanmış, malzeme kalitesi, dayanıklılıkları hesaplanmış ama bir biçim üzerine, bir form üzerine, bir proje üzerine yüklenmiştir. Şimdi bu projeyi buradan, bu binadan çekip atsak –öyle kocaman bir enjektör düşünelim, çektik mi proje o enjektörün içine girsin– ne olur bu bina? Çöker. Peki, geometri mi tutuyor bunu ayakta? Hayır. Ne tutuyor? Kuvvetlerin dengesi tutuyor. İşte geometri, kuvvetlerin dengesinin bilimidir. Geometri bunu ayakta tutmuyor ama geometri akıl demek. Akıl, kuvvetlerin dengesini onunla biliyor. “İdea” böyle bir şey. Kavramlar da fikirdir, ideadır ve onlarla görürüz. Bunu nerede buluyoruz? Dilde buluyoruz. Dilimizi literatürün içinden eğitimle en üst biçimlere çıkarmak ki bu bilim, sanat ve felsefedir; bilim terminolojisi, sanat kavramları ve felsefi kavramlardır. Yani dilimizi, düşünme olgusunu miraca götürmek, en kâmil duruma götürmektir. Nasıl ki insan nefsini terbiye ederek kâmil duruma gelince olgunlaşıp tatlanıyor, akıl da kendi evriminde, kendinin bilincine en kâmil biçimde vardığında felsefeyi kastediyoruz.

Akıl-Zekâ Farkı ve Dehâ Olarak Sanatçı

Bir insan gerçekten zeki ise o aynı zamanda çok hassastır. Peki, zekâ geliştirilebilir mi? Geliştirilir –tezkiye, zekiye– bilenir, geliştirilir. Batı’nın “IQ” dediği değildir bu. Batı’nın “IQ” dediği (intelligence quotient) hızdır – “seri-ül hisab” diyor Kur’an-ı Kerim; seri hesap görmek, yani çabukluk. Düşüncede çabukluğa “IQ” diyor ve bunu ölçüyorlar. Bizim “zekiye”, “zeki” dediğimiz bu değil. “Tezkiye, bilenmek”; kılıcın bilenmesi gibi, keskin zekâ. Bakın, keskinlik var. Çabukluk değil, hız değil, keskinlik var. Zekâ insanın asıl devindirici gücü ve nihayete götürecek olan eylemleri dahi düzenleyip nihayete taşıyacak olan zekâ; zihin değil, akıl değil. Akıl, zekânın bağlam kurması. Zihin analitik olan, furkan o, ayrımlar. Zekâ ise asıl özne. Akıl özne değil, zekânın kendi özne. Dehâ, onun kendinin bilincine varmasıyla alâkalı bir şey. İnsan kendi zekâsının bilincine varıp kendi zekâsının yolunu izliyorsa o dehâdır. Ama çok çilelidir. Dehâ ortaya çıktığı zaman onu beden taşımaz, zihin taşımaz; bildiğimiz patolojik birçok şey de onunla beraber ortaya çıkar. Özellikle sanatçı dâhilere bakın tarihte, onlarla yaşayamazsınız, yanlarında duramazsınız. O büyük birikimler öfke olarak taşabilir. Beethoven’a bakın, Mozart’a bakın, Tchaikovsky’ye bakın – bunlar aklıma gelenler. Onlarla bir arada duramazsınız, çünkü o kadar egosantriktirler ki sadece kendileri hakkında konuşulmalıdır, sadece onlarla ilgilenmelisiniz. Çocuk gibidirler; kendileri söz konusu ise, orada egemenlikleri tamamsa sorun yoktur, kendileri biraz gölgede kalsın kalkar giderler ya da sizi reddederler. İşte tanrısallık o dehâda gizli olduğu için böyle bir cilvesi var. Onun için sanatçılarda sanatçı egosu, kibiri vardır. Bununla ilgili Ortega y Gasset, “O kadar da olsun” diyor. Yani “sanatçıya o kadar da katlanalım.” O sanatçı egosu olmalıdır.

Dionysos ve Apollon Üzerinden Bir Sanat Okuması

Klasik Yunan’ı özbilinç açısından merkezileştiriyorum, diğer yanlarıyla değil, özbilinç açısından. Kendi bilincinin bilincine varan toplum. Tabii bütün toplum değil, onun içindeki belirli filozofları kastediyoruz. Orada sanat açısından iki temel akım var. Bir tanesi Apolloncu akım ki bu aklı, geometriyi ve bildiğimiz anlamda sanatsal estetiği esas alır. Genellikle denir ki: “Antik Yunan’daki Tanrı heykelleri stilize edilmiştir, idealize edilmiştir; yani sanatçının hayalindeki bir biçim onlara verilmiştir, idealize etmek o demek. Yani yaşamın içinde bunlar yok, yaşamdan görüp yapmadılar.” Yıllarca hep literatüre güvendiğim için bunları böyle öğrendim, sonra kendim araştırmaya ve sorgulamaya başlayınca baktım ki iş öyle değil. “Gymnasium”ları unutuyorlar. “Gymnasium”larda kadınlar ve erkekler kendilerine biçim veriyorlardı; bunun adı spordu. Spor, bedene biçim verme sanatı. Erkekse çeşitli etkinliklerle hem dinamik hem “vezinli” –mevzun” derler eskiler– ve adaleli, kadınsa beli ince vb. Venüs ideal kabul edilmişti, yani dünyada güzel kadın Venüs’e benziyorsa güzeldi. Bunu sanatçı idealize etmedi. Sporla kendi bedenlerine bunu uyguluyorlardı. Platon, Socrates’i konuşturduğu diyaloglarda bunu söylüyor: “İnsan önce güzel bir bedene âşık olur, ondan sonra, yakınlaştıkça fikirlerine, yakınlaştıkça duygularına ulaşır. Önce cazip olan, güzel bedendir.” Bu, tasavvufta da var: “Mecazi aşk olmazsa ilahi aşka yol bulamazsın” denir. Mürşid-i Kâmil sormuş birine: “Hiç bir kadın sevdin mi?” Adam, “Efendim, öyle halt işlemedim” demiş. “Şimdi halt ettin” demiş Mürşid-i Kâmil, “bir kadın bile sevmeyene Allah’ı nasıl sevdireceğim? Görüneni sevemiyorsun, görünmeyeni seveceğim diye tutturmuşsun.”

Apolloncu gelenekte akıl, kısaca ölçü demektir ve günümüze kadar “estetik” dediğimiz şey, algıda biçimsellik Apolloncudur. Lâkin sanatta aynı zamanda Dionysosçu gelenek de var. Sanatın kaynağı bakımından da önemli bu, çünkü sanatın kaynağı aynı zamanda mitlerdir. Felsefenin kaynağı olduğu gibi, dinin kaynağı olduğu gibi, sanatın kaynağı da mitlerdir. Mitlere niçin bu kadar büyük bir yük yüklüyoruz? Çünkü mitler ortak rüyalardır, toplumun ortak rüyalarıdır. Bu ortak rüyaları biçimlendirmeye başladık mı “sanat”, kavramlaştırmaya başladık mı “felsefe” olur. Ve giderek ölçü, nizam, intizam, düzen, kozmos; bütün bu kavramlar Apolloncudur. Ama Dionysosçu estetik ritüelden doğuyor. Tiyatro da ritüelden doğmuştur biliyorsunuz, onu da konuşuruz. Dionysosçu estetik ya da sanatsal algının arkasındaki ritüel ve deneyim esrimeye dayanıyor, akla dayanmıyor; geometrik değil, biçimsel dengeler, bakışımlar yok, hatta onları dağıtıyor. Coşku, esrime, dans, şiir aklın yerini alıyor. İşte köken açısından Dionysosçu sanat Apolloncu sanatın tam karşısında duruyor. İlgi çekici bir şey bu. Nietzsche’ye kadar kimse fark etmemiş. Nietzsche fark ediyor bunu, kendini Dionysosçu olarak adlandırıyor ve Apollonculuğa savaş açıyor. “Bu, zihnin kuralcılığıdır ve insanın özgürlüklerini ve kendi yeteneklerini, güçlerini açığa çıkartmayı engeller” diyor, “bunun sanatı da engelleyicidir, dini de engelleyicidir, felsefesi de engelleyicidir.” Çeker kılıcı, saldırır; Dionysosçu coşku bu. Bir nevi filozofların Mevlana’sıdır Nietzsche. O coşkuyla, aklı hesaba çeker, ama aklı bilir ve hesaba çeker.

Baudelaire daha ileri gider: “Hiçbir kural tanıma, bohem yaşa. Yaşam esastır, dal yaşama! Nedir bu zihin dediğin? Kurallar bizi daralttı vb.” Biz Türkler bunu incelediğimiz zaman yeteri kadar anlamıyoruz. Niye daraldı bu insanlar? Ne oldu bunlara? Kural kötü bir şey değil. Hayat düzen ister, intizam ister, nizam ister. Ama bunun yönetimi kimin elinde; biz literatürü okurken bunu sormuyoruz. Yani bir toplumda nizam, intizam, kural koyan kim? Bunlar tabii Batı filozofları, Batı üzerinden yürüyoruz, sonra Doğu’ya dönüyoruz, orada başka şeyler de söyleyeceğiz. Batı filozofları içinde Nietzsche doğuya yakındır, hatta onu Doğu filozofu sayarım ben, Dionysosçu olması açısından. Ama buradaki karşı koyuş, belirli bir otoritenin reddidir. Çocuksu, Oidipus kompleksinin dışavurumu gibi, Freudyen bir tepki değildir. Bizzat, kurumsal olarak kilise vardır. Kilise hayatı biçimlendiriyor ve özgürlükleri tamamen kendi tekeline alıyor; dilediği kadar özgürlük veriyor, dilediği kadar vermiyor. Her konuda ahkâm kestiği için bilimin önünü, sanatın önünü, felsefenin önünü hatta diğer düşüncelerin de, eğilimlerin de önünü kesiyor. Diğer bazı filozoflar, bununla barışma yolunu seçtiler. Yani lanetleniyoruz, dışlanıyoruz, atılıyoruz ve bir iş başaramıyoruz, sadece başkaldırı bir işe yaramaz diyerek uzlaşma yolunu seçtiler. Bizim tasavvufta olduğu gibi, “Dinin şu erdemleri, şu faziletleri var. Neden reddedelim? Bunları öğrenelim,” dediler.

Nietzsche, “Başkaldıralım” dedi, “Kendi içimizden gelen coşkuya yönelelim ve bize kendi coşkumuz yol göstersin.” Bu, felsefeye de başkaldırı, kurumsal dine de başkaldırıdır. Biraz yakından bakarsanız, İslami eğilimler bulursunuz. Kendisinin Müslümanlıkla alâkası yok ama Hıristiyanlık eleştirisi üzerinden Müslümanlığın getirdiği o özgürlük deneyiminin ve birikimlerinin izlerini görürsünüz. Zerdüşt’ü bulursunuz içinde, Brahma’yı bulursunuz ama hepsi aklı baypas etmek için, akıldan kurtulmak için. Tasavvufta sufiler de hep aklı baypas edip coşkuyu, köpürmeyi, esrime ile Allah’ı bulmayı savunmuşlardır. Muhyiddin İbn’ül Arabî ise bir ariftir ve kendini tanımlarken, “Sufiler yolda kaldılar” diyor. Yani öznellikte kaldılar, duygularına gömülüyorlar; hâlbuki siyaset var, devlet var, kurumlar var, sanat var, felsefe var demek istedi. Vahdet-i vücûd ilmi olarak en azından bu kurumların büyük bir yapı oluşturmasını talep etti ve “Ben muhakkik bir arifim, sufi değilim” dedi. Konya’da, o dönemde Mevlana, Sadreddin Konevi ve diğer bazı akımlar var, bunlar birbirine zıt. En temelde birbirine zıt üç akım var, birbirleriyle çekişiyorlar. Her ne kadar Mevlana, “Benim cenazemi Sadreddin kaldırsın” diye vasiyet ediyorsa da fikren kapışıyorlar, yani birbirlerini onaylamıyorlar. Hepsi evliyaullah, hepsi Allah dostu… İyi de ne yapıyorlar? Eylemleri ne? Hayata nasıl biçim veriyorlar? Biz hangi aşamasında, onların hangisi ile yol bulacağız ve kendimizi nasıl bulacağız? Asıl dert bu olmalı.


* Metin Bobaroğlu’nun 27 Şubat 2017 tarihindeki “Karşılaştırmalı Doğu ve Batı Estetiği” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.