Romantik Sanatın Duygu Yükünden İnsansız, Modern Sanata
Ortega y Gasset, “Modern sanat, insansızlaştırmaya yöneliyor” diyor. Bu, romantik dönemin aşırı duygu yüklü olmasından kaynaklanıyor. Romantik dönemi incelediğinizde, aslında burjuva sanatıdır. Yani köylünün sanatı değildir, burjuvanın ürettiği bir sanattır. Lakin romantik olduğu için, yani kırsalı, kenti, üretim biçimleri ne olursa olsun insan duygularını, her alana hitap eden bir duygusallığı içerdiği için, romantik sanat “demokratik sanat” diye de nitelenmiştir. Demokratik bir sanattır; bir toplumun bütün kesimlerinin kendini onda bulabildiği bir şeydir.
Ortega y Gasset, modern sanat veya onun deyişiyle “yeni sanatın temsilcileri bu kurşun gibi ağır duygu yükünü kaldıramaz oldular” diyor. Berlin’de, New York’ta, Amsterdam’da, Roma’da vs. bu yeni dönemin, modern dönemin sanatçıları öyle bir tepki verdiler ki artık duygu ile ilgili hiçbir şey duymak istemediler. Sanatlarından bunu sürüp çıkarttılar, geriye salt estetik ve sorgulama, yapısöküm kaldı. Yapısökümler de ilginçtir; yapısöküm yıkmak, parçalamak için değildi, anlamak içindi. Yani sanatta yapısöküm, o sanatsal yapının anlaşılabilmesinin süreçleriydi. Fakat daha sonra, giderek parçalanma, reddetme, tahrip etme, bir nevi ikonoklast dönem gibi idolleri kırmaya döndü, çünkü insana güvenmiyorlardı artık.
Aydınlanma dönemini hatırlayın. Aydınlanma dönemi; Kant ile başlayan, diğer bütün filozoflar ve sanatçılarla birlikte, Avrupa merkezli, o büyük kaynamanın sonucunda ortaya çıkan dönem… “Aklını kullanma cesaretini göster.” Aklına aşkın olan hiçbir şeye itibar etme ve aklın yolundan git. Peki, hedeflenen topluluk veya hedef ne? Niçin bunu yapalım? Özgürlük için. Bu özgürlüğün kazanımı nedir? Niye özgür olalım? Özgürlük, aynı zamanda güvensizliktir de. Yani güvensizliği tercih edip, özgürlüğü tercih edip mutlu mu olacağız? Acaba o bize mutluluk verir mi? Toplumu bir arada tutacak olan duygu birliğinin, romantizmin reddedilmesiyle, giderek salt düşünce kalıplarıyla, entelektüellikle ve aklını kullanma, akıl egemenliğini sağlamayla insan mutlu olabilir mi? Modern düşünürler ve aynı zamanda psikologlar, yaptıkları psikolojik çalışmalarda gördüler ki soliptik benlik, yalıtılmış benlik ortaya çıkıyor. Yalıtılmış benlik; birbirine dokunamayan, birbirine duygusal dokunmaları olmayan, birbirleriyle sadece zihinde kurallar üzerinden ilişkisi olan insanlık ortaya çıkıyor. Ve güvenlik özgürlükten önce gelmeye başlıyor.
Duchamp’ın Pisuvarı
“Güzel, hiçbir çıkara bağlı olmayan doyum konusudur” diyordu Kant. Şimdi, iş daha sonraki düşünürlerde burada kalmıyor. Örneğin, Duchamp “çıkar” konusunda tabii ki Kant’ı haklı buluyor; sanat eserinin çıkarsız olması gerektiğini kabul ediyor ama işi fonksiyona kadar götürüyor, “fonksiyondan da boşaltılmalıdır” diyor. Bir sanat eserinin nesnesi bakımından sanat eseri olma olanaklılığı, sanat nesnesi olarak seçeceğimiz herhangi bir şey, klasik ve romantik dönemde, sanatın tam modern dönemine kadar, Duchamp’a kadar belirli şeylerdi. Mesela, o dönemde sanayi mamulleri sanat nesnesi olamazdı. Bu bir kabuldü. Duchamp dedi ki: “Sanayi nesnesi dediğiniz, bir işe yararlık yani fonksiyon, işlev demek. Ben bu nesneyi işlevinden boşaltırsam sanat nesnesi olur.” Pisuvarı ters çevirerek koydu, sergiledi. Bugün okudum, bir literatür diyor ki “Duchamp’ın ‘Çeşme’si sergilendiği için, sergi salonuna konduğu için sanat eseridir.” Hayır, sergilendiği için değil, Duchamp pisuvarı ters koyduğu için sanat eseridir. Ters koymak ne demektir? Artık o, teşaşür etme nesnesi değildir. İşlevinden soyutlanmıştır.
Hakikatin Sanatı ile Sanatın Hakikati Sorunsalı
Hegel’de de Heidegger’de de hakikat sanat yoluyla tezahür ediyor, görünüşe çıkıyor. Ama modern dönemin şimdiki kabulü bu değil. Hakikatlerin sanat aracılığıyla görünüşe çıkması yadsındı. Sanatın hakikatinin tezahürü için emek harcanıyor şimdi. Yani mevcudun hakikatlerini sanat yoluyla anlatmak değil artık hüner; sanatın kendinin hakikatini gösterebilmek şimdiki sanatçının işidir. Bu ince ayrımı unutmayalım. Heidegger bu anlamda eleştirilmiştir. Eleştirmek, onu ortadan kaldırmak, yadsımak için değil, ama karşı görüş olarak konmuştur sanat adına. Bu, “sanat sanat içindir” ve “sanat toplum içindir” meselelerini de doğuran bir tartışmadır.
Hakikatlerin sanatı ile sanatın hakikati problematiğini tartışmalısınız. Bunun üzerine düşünmelisiniz. Bu çok ilginç bir şey. Örneğin, felsefi açıdan baktığımızda, hakikatlerin sanat yoluyla dışlaşmasının sona erdiği, o dönemin kapandığı ve şimdiki sanatçının sanatın hakikatini tezahür ettirmekle görevli olduğu üzerine bir düşünme pratiği yaparsak, felsefi anlamda ilginç bir sonuca da varabiliriz. Bu, bizi salt estetiğe yöneltebilir. Günümüz sanatının hakikati, salt estetik olarak ortaya çıkabilir, o zaman estetiğin ifade edilmesi kısırlığına hapsolur. Eğer var olanın hakikatlerini tezahür ettirmekse konu, çok zengindir. Her şey sanatçının elinde bir içeriktir. Ama eğer sanatın hakikati tek mesele ise, o zaman estetikten başka elde kalan bir içerik yoktur. Teknik çıkar ortaya neticede. “Sanat eserinde estetik olan nedir”i göstermiş ve diğer tüm içerikleri yadsımış oluruz. Bir nevi, teknolojiyi kutsamak gibi olur sanki. Anlam soyutlanmış olur. Böyle bir şey yapılmasın demek değil, her şeyin sorunsalı saltıklık üzerindendir. Saltıklaştırdığınız zaman, yani ilah edindiğiniz zaman sorun var; tasavvufun bize “ilah edinmeyin” dediği bu. Aklı ilah edinme, aklı kullan. Zihni ilah edinme, zihni kullan. Yani bütün yeteneklerini kullanabilirsin, ama hiçbirini ilah edinme. İlah edinmek saltıklaştırmaktır; mutlak, tartışılmaz, koşulsuz bir ilke ve kabul. “Bütün her şeyi bununla açıklayacağım” dediğiniz zaman, bütün diğer her şeyin olanaklılıklarını, hakikatlerinin tezahürlerini engellemiş olursunuz.
Hakikatin Olup Bitmesinin Esere Konulması Olarak Sanat
Düşünce kendi için sanat olamaz, çünkü sanatın temel tanımı, bir düşüncenin, bir fikrin duyular önüne konmasıdır. Düşünce kendi için olduğunda adı “felsefe” olur, çünkü apaçıktır. Artık sanata gereksinim yoktur orada. Eğer kavram, bilinç için tam apaçıklık kazandıysa sanatı aşmıştır. Felsefi olmuştur. Ne açıdan? İfade açısından. “Daha üstün” değildir. İfade açısından, bilinç için felsefe daha tinseldir, daha yakındır, sanat daha uzaktır; çünkü duyularımız bilincimize uzaktır. Bilinci öz kabul ettiğimiz takdirde, tinin özeği bilinçtir. Ressam bir ağaç resmi yaptığı zaman gölgenin gölgesidir o; Platon’un bu ileri sürümü var. Aslında söylemiş olduğu şey “duyusal olanın dışsal olduğu ve uzak olduğu.” Neye? İnsan bilincine. Burada bilinci esas aldığı için “hakikatler” değil, “tin” esas. “Hakikatler tine uzaklıklarıyla, yakınlıklarıyla değer kazanırlar” diyor. Platon’a göre; doğa, tabiat görünüştür, fenomendir. Görünüşse aslının görünüşüdür; asıllar gizlidir, onlar idealardır, dolayısıyla doğa ikincildir. Birinci refleksiyon alanı idealar, ikinci refleksiyon alanı doğadır. Ressam doğanın herhangi bir nesnesini resmettiği zaman da bu üçüncü refleksiyon alanıdır; yani gölgenin gölgesi.
Buna eleştiri Hegel’den geliyor. “Burada Platon özneyi küçümsemiş oluyor” diyor. “İnsanı küçümsüyor, sanki salt doğadaki insanı alıp koyuyor ve kendinden ona hiçbir şey katmıyor gibi anlatıyor.” Hâlbuki özne üzerinden o yapıt, ister doğa nesnesini kullansın, ister kültür nesnesini kullansın, onu kullanışına kendi tinselliğini kattığı için o “sanat” oluyor. Platon’un dediği bir soyutlamadır, öyle bir şey gerçekleşemez. Tam kopya etseniz de olanaklı değil. Nitekim yapıyoruz güzel sanatlar fakültelerinde; bir obje koyuyoruz ya da bir manken koyuyoruz ve öğrencilere buyurun yapın, bütün teknolojisini öğrenmişsiniz diyoruz. Alıyorlar, resmediyorlar ama hiçbiri ötekini istese de yapamıyor. Bu özgünlük insanın doğasında var; özgün bir varlık, spesifik bir varlık, biricik varlık (ehad). Bu biriciklik meselesi, esas ana tema. Örneğin dinden konuşursak, inkârcılık, kendi biricikliğini inkâr etmek, başkasına öykünmektir. Başkasına öykünmek biricikliğini inkâr etmek olduğu için Tanrı’yı inkâr etmiş oluyorsun, çünkü sen Tanrı’nın delili olarak varsın. İslam literatürüne göre insan, Tanrı’nın delilidir.
İslam derken, burada İslam Âdem’den Hatem’e olduğu için, içinde Musevilik, Hıristiyanlık ve son aşamadaki Müslümanlık dâhildir. “İslam” dediğimiz zaman, tevhid açısından Âdem Nebi ile Muhammed Nebi arasındaki bütün macerayı söylüyoruz. Bu açıdan baktığımız zaman, tüm o biçimlenmeler, ifadeler bir süreçtir. Onun için İbnü’l Arabî, Füsusu’l Hikem’inde, İslamı anlayabilmek için bütün peygamber öykülerinin hakikatlerin öyküleri olduğunu, yani evrensel olduklarını ve evrensel ise halen geçerli olduklarını karakterler üzerinden anlatmıştır. Felsefede kavramlar olduğu için, bu karakterleri kavramlara dönüştürerek şuurlanmak gerektiğini vurgulamıştır. Karakterler tiyatraldır ve çocuksu bir bilince hitap eder. Kavramlar entelektüeldir ve yetişkin insanın işidir. Geniş halk kitleleri karakterlerin peşine takılabilirler, kavramların değil. Hiçbir filozofun ümmeti yoktur, ama peygamberlerin, karakterlerin ümmeti vardır; onu yaşatırlar, sürekli dirimli kılarlar. Mitolojik bir şeydir, ister istemez hangi vahiy ayeti olursa olsun onu anlama çabası onu mitleştirir, efsaneleştirir. Hoş bir şey vardır “efsane” sözünde; “füsun”dan gelir. Füsun ne demek? Efsun, füsun, efsane. Güzellik demek. Füsun güzellik ama nasıl bir güzellik? İçinde büyü var, büyüleyen güzellik. Aslında güzelliğin kendi. Yani her güzellik büyüleyicidir ve efsun oluşur, karşısında zihnimizin egemenliğini yitiririz. Güzellik karşısında hayran oluruz. Doğa karşısında da hayret ederiz. Doğa bizi hayrete düşürmüyorsa, Aristoteles’e göre felsefe yapamayız, çünkü felsefe hayretimizi, şaşkınlığımızı gidermek için aradığımız bilgidir. Eğer şaşkınlığa düşmediysek, felsefeye hiç gereksinmemiz yoktur. Ama sanat olunca “hayret” değil, “hayranlık” çıkıyor. Hayranlık; efsun, füsun, efsane. Bunu edebiyata taşıdığımız zaman, edebiyatta “güzelleme” diyoruz. Edebiyatımızda güzelleme, efsane var.
Başka bir şey daha var: destiny, destan. Destan bir kişinin öyküsü. Her birimizin yaşamı, onun destanıdır. İngiliz buna destiny diyor; Türkçeden almışlar, Proto Türkçedir bu. Destiny kader demek ama kişinin kaderi, yani yaşayıp oluşturduğu şeyi yazdı. Yaşamı yazıydı, onun destiny’si kaderi. Önceden yazılmışı oynamıyor, oynadığını yazıyor ve ona destiny diyor. O zaman, efsane ile destan buluştuğu zaman “hakikat” ortaya çıkar. Efsane, nesnenin zihnimizi baypas ederek kendi hakikatini sunması yani güzellik, destiny de benim kariyerimin onunla karşılaşması demek. “Destan ile efsanenin buluşması” diye, bizim literatürümüzün –kendi “yakın kültürümüz” diyelim buna– sözleriyle de ifade etmiş oluruz. Bir nesne kendi özsel uyumunu, harmonisini, güzelliğini görünüşe çıkartacak; bu anlamda aletheia ama o kendi kendine çıkarmıyor. Sanatçının onun üzerine giden edimlerinden çıkacak. Sanatçı bunu yaparken kendi kaderini, kendi destiny’sini, kendi kariyerini oraya katmış olmak zorundadır. İşte, o sonuçta çıkana “hakikat” ama öznesi ile birlikte olduğu için “hakikatü’l-hakaik” diyebiliriz.
* Metin Bobaroğlu’nun 6 ve 27 Mart 2017 ve 15 Mayıs 2017 tarihindeki “Karşılaştırmalı Doğu ve Batı Estetiği” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.