Tasavvufta Güzel

Nasihat ile güzel ahlâk sahibi olamayız. Ancak pratik ile olur ama bizim bu pratik içinde güvenilir bir yolda olup olmadığımızın sorunsalı var. Zihin ile değil, ruhsal deneyimler ve ruhsal etkilenmelerle güzel ahlâk olabilir diye düşünüyorum. Bunun için de beden, akıl, ruh ve toplumsal ilişkiler gibi mertebelerde bir harmoninin olması lazım. Bu harmoni, etikten önce estetiğin konusudur. Bir insan etik zirvelere çıktığı zaman zarafet, melâhat, medeniyet, irfan gibi tüm güzel özelliklerin de kendinde tecelli ettiğini görüyoruz. Etik yükseklikte olup estetik düşüklükte olan insan olamaz. Etik ile estetik, başa baş giden bir şey. Hatta estetik, etiğin temelinde yatar. Bu, tasavvufta da böyledir ve “Allah güzeldir, güzeli sever”den hareketle, güzel ahlâkı bir estetik temel üzerine inşa eder. Güzellik üzerinden inşa eder. Güzellik neye denir tasavvufta? Güzellik, insanın “aklını başından alan”dır. (Bu “akıl” sözcüğünü biraz tedbirli kullandım, aslında “zihnini” demesi gerekirken “aklını” dedim. Felsefede bunlar titizlikle birbirinden ayrılır; akıl tümellerin işidir, zihin duyusallıkların işidir.) Aklını başından alıyor ise “güzel”dir. Kontrolünü elinden alırsa “güzel”dir. İradeni elinden alırsa “güzel”dir. Dolayısıyla sanatsal bir çekim, ruhsal bir etkidir – aklı baypas ettiği için. Ama inşasında akıl da kullanılıyor. Sanatın inşasında akıl da, zihin de, duyular da var; çünkü sanat zaten görünmeyenin görünür kılınması, ideaların duyular önüne getirilmesi.

Doğduğunun, Öldüğünün Farkında Olmayanlar; Rüya ve Sembol

Toplumun ortak rüyalarını derleyenler literatür oluşturuyorlar. Bu, şimdilerde bizde de başladı yavaş yavaş. Anadolu sözel bir kültürdür, yazılı bir kültür değildir. Üniversitelerimizden galiba ilk ciddi araştırmayı Orhan Türkdoğan yaptı. Alan taraması yaptı. Gidip köylerde anlatılan öyküleri, masalları, meselleri topluyorlar, derliyorlar ve bakıyorlar ki bunların ortak yanları çok. Hatta Hindistan’da, Kızılderililer’de, Sibirya’da anlatılanlarla örtüşüyor birçoğu. İşte bu ortak görüleri, ortak kalıp içeren anlatıları tespit ettiğinizde bakıyorsunuz ki bunlar “toplumun ortak rüyaları”dır. Meseller de bu şekilde olabilir. Bunu çok iyi bir edip şiir halinde sunabilir veya besteleyip müzik halinde sunabilir. Bir başkası da bunu roman yapabilir ama eğer böyleyse mittir, kurmaca değil. Kurmaca olduğu zaman romandır, hikâyedir. Mitler ile masallar birbirlerine çok yakındır. Daha ilginç şeyler de var. Korteksin gelişmediği dönemlerde –bu benim tezim– insanlar öldüklerini ve doğduklarını bilmezlerdi. Rüya ile uyanıklık birbirinin içine karıştığı için günlük yaşamları bir kolaj olarak oluşurdu. O yüzden de Pan gibi hayvan-insan karışımı, ayakları keçi, üstü insan ve uçan at gibi sembolik tezahürleri resmettiler.

Sembol konulmuş sembol değil, yani bunu sembolik hale getireyim diye bir çaba yok, kurmaca olarak yapılmıyor. Bunlara mit, efsane ve masal üçlemesi içinde bakabiliriz, literatür böyle baktığı için. Burada köken ne? Köken doğa değil. Köken insan tini. Hegel “insan tini” diyor, “insan ruhu” demiyor. Çünkü geist, ruhu içinde barındırıp aşan bir şey; düşünce, bilinç şuurda kapsanıyor. Diyor ki Hegel: “Din de kaynağını tinde bulur ki bu tin kendi hakikatini arar.” Çok önemli bir şey söylüyor. Tasavvufun kendine düstur edindiği bir şey söylüyor. Nedir o? Din de mit, masal, mesel gibi, efsaneler gibi, varlığını insan tininde buluyor, doğada değil. Fakat dini mitten ayırt eden nedir? Tin kendi hakikatini arar. Kendi hakikatini arıyorsa o zaman adı “din.” Kendi hakikatini aramıyor fakat hakikatleri kendinden yansıtıyorsa bunun adı “mit.” Böyle bir ayrım var; okumalarımız, çalışmalarımız için dikkate değer. İnsanı kendi tinsel imgelerinde ve biçimlerinde (form) haklı çıkarmak soylu bir uğraştır. Çok ciddi bir şey bu, çünkü burada akılla imgelemi bir araya getiren formlardır. Akıl, formlarla imgeleme biçim verir. Akıl yaratıcı değildir, o nedenle felsefe yaratıcı değildir. Felsefenin düzenleyici, düzen verici bir rolü vardır ve erildir.

Eril Felsefe, Dişil İmgelem

Aristoteles

Felsefe erildir, düzen verir ama imgelem, hayal dişildir ve yaratıcıdır, doğurgandır, kreatiftir. Bu ikisi dengelenirse sanat, din, felsefe yetkinlik kazanır. Dengelenmezse, ağırlık birinden yana kayarsa yetkinlik yani denge, tevhid bozulur. Felsefe düzenleyerek biçim verir. Felsefe erildir. Hayal, imgelem, dişildir. Sadece izlenim almaz, imgelemi kendinden doğurur. Halklar, şairler, rahipler aslında mitolojik düşüncelerinin kökünde yatan tümel düşünceleri, zihinleri önünde, bu tümellik biçimi içerisinde bulmamışlardır. Çünkü mitlerini oluşturdukları zamanlarda, halklar zaten tamamen poetik koşullarda yaşıyorlardı. Korteksin, zihnin, aklın gelişmediği dönemlere illa o dönem olarak bakılmamalı, bugün halen dünyada bu tarz yaşayan kabileler var. Akıl, zihin, organik olarak da korteksin gelişmediği fakat hayalin çok zengin olduğu pigmeler ve benzer şekilde Amazon ormanlarında yaşayan kabileler var. Bunların hakkında araştırmalar da var, okursanız zaten tanık olabilirsiniz. Bunlar poetik koşullarda yaşıyorlar. Poetik inşa edici demek –poesis, şiir de oradan geliyor– ama aynı zamanda şizoiddir. Aristoteles Poetika’sında, bu poesis kopukluğunu, şizoidliğini zihinsel formlara, “mantık” dediğimiz kalıplara oturtmak üzere çaba göstermiştir. Bir anlamda poesis çocuksudur. Yaratıcıdır ama bağları sezgiye dayalıdır; ussal bağlar değildir. Eğer ussal bağ kazanırsa, o zaman akılsal kılınır ve ruha etkisi kalkar. Mantıksal bir metni okurken ruhunuz etkilenmez. Zihniniz, aklınız eğer yetkin ise doyar ama ruhunuz etkilenmez.

Tinin Görüngübilimi “Lâ İlâhe”, Mantık Bilimi İse “İllallah”tır

Tinin Görüngübilimi felsefi bir metin ama edebi şaheser olarak seçildi. Bu, çok nadir bir şey. Hem felsefi bir metin olacak hem de edebi tesiri olacak, ruha “teshir” edecek. Gerçekten, Tinin Görüngübilimi’nin Türkçesinde bile bu etkiyi alabiliyorsunuz. Tinin Görüngübilimi ruhu etkiler; şiir gibi, poesis gibidir, zaten poetiktir. İnşa edilen pozitsiolar, koyuşlar yoluyla değil, ortadan kaldırmalarla inşa edildiği için poesis vardır ve bu poesis ruhsal etki de verir, akılsal bir kavrayışı da. Ama çok ilginçtir; sonunda, metnin sonuna geldiğinizde, akıl, boşluğu kavradığını görür. Yani Tinin Görüngübilimi bizim ifademizle tamamen “lâ ilâhe”dir, “illallah” değildir. Felsefenin “lâ ilâhe”sidir. Felsefenin “illallah”ı Mantık Bilimi’dir; orada bekâ, kavramlar, sistematik kavram bütünlüğü verilir ama diğerinde ortadan kaldırılır. Ortadan kaldırılınca, Süleyman’ın dediği gibi, elde bir şey kalmaz, “yeli kavramak” gibidir. Bu nedenle, Hegel felsefî ansiklopedi dizgesinin içine Tinin Görüngübilimi’ni almadı, dışında bıraktı. Değersiz olduğu için değil. Pozitif olmadığı için, olumsuz olduğu için. Düşünce, bütün tarih boyunca kendi kendini ortadan kaldırıyor ve yükseltgiyor. O yükseltgemeyle bekâya geçiş, ayrı bir hikâye.

Schelling ile Hegel’in “Güzel” Tanımlarının Farkı Nedir?

Friedrich Schelling

Schelling’in deha tanımı için “şu dehadır” diyemeyiz, çünkü “güzeli o yaratıyor” diyemeyiz, ama zorunlulukla özgürlüğü uzlaştırmıştır diyebiliriz. Bunu hepimiz bilebiliriz; yapamasak da yapanı bilebiliriz. Bu bakımdan, dehayı bir meçhule bırakmıyor. Dehayı tanımlı kılıyor. Hemen arkadan Hegel geliyor, biliyorsunuz. Bir yazıyor, dünya değişiyor. Olağanüstü bir şey yapıyor, felsefeyi inanılmaz bir boyuta taşıyor ve tüketiyor. Ondan sonrakiler yapacak bir şey kalmayınca bari ideoloji yapalım diye felsefeyi terk ediyorlar. Hegel’in “güzel” tanımı: “Güzel, sonlu ile sonsuzun uzlaşıp kaynaşmasından doğan birlikteliktir.” Zorunluluk ile özgürlüğün değil; o felsefi bir şey, onu epistemolojiye taşıyor. Zorunluluk ile özgürlüğün birliği epistemolojik, ama “güzel” ideası sonlu ile sonsuzun uzlaştırılmasıdır. Hatta ben onu biraz daha parantezliyorum: “Sonsuz ile sonluyu sonsuzca uzlaştırmak; ehadiyet sırrı.” Çünkü sanat eseri biricik olmalıdır; kopyalandığı zaman biricik değil. O biriciklik ehadiyet. Tanrısal; o birlik aslında sanat eserinde tezahür eden “güzel”dir, biriciktir. Değilse, o zaman zanaattır. Sanat eserlerinde izlediğimiz zorunlu varlık ve özgür faaliyet, onun işindedir; yani “iş”te bunu gerçekleştiririz. Çünkü nesneyi kullanıyoruz; o nesnenin zorunluluğu, bizim ifademizdeki istediğimiz özgürlüğü sınırlar. “O uzlaştırılmada tam uygunluk bulduk mu zaten düşüncemiz bir elbise giyip görünmüş olur” diyor Hegel, “hayat ve madde, doğa ve ruh, bunların ahenkli birliği sanat eserlerinde seyredilir.”

Şimdi birden geriye dönelim tekrar, sıçrama yapalım. Platon ve Aristo’ya başvuralım. Platon, “güzel”i şiirden çıkarsıyordu. “Mantıksal olan güzel olamaz, tutarlı olur, zihne hitap eder ve felsefe bununla yapılır” diyordu, “Sanat ise şiirden doğar ve sezgidir, sezilir. Sanat eserine baktığımız zaman aslında sezgimize hitap eder, zihnimize değil.” Aristo ise “güzel”i tragedyadan ve mantıksal düzeyden çıkarsıyor. Mantıklı olan güzel olmalıdır ona göre; sezgiye değil, mantıklı akla hitap etmelidir. Plotinos da önemli, çünkü Plotinos her ne kadar Platon’a yaslanıyorsa da kendinden sonraki din takipçilerini, özellikle Yahudilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık diye söyleyecek olursak, bu üç görünüşü derinden etkilemiş. O da “güzel”i aşka bağlıyor. Şöyle bir tabiri var: Güzel aşkı. “Güzele âşık olunur. Güzel aşkı; kendi özel hayalini tanımış olan ruhun kendine olan aşkıdır.” İşte Plotinos, dinlerin özünü buluyor. Hegel de buradan felsefenin aynı biçimde olması gerektiğini ve sanatın en yüksek biçiminin, insanı kendinden kendine tanıtan biçimi olduğunu söylüyor. Narkissos, bunun belki de aşksız hali. Yani egosantrizme benziyor; çünkü egosantrizm doğaldır, doğal bilincin işidir ve insan doğasında da bu egosantrik olma dürtüsü, aslında tinin iyileştirilmiş bir dayanağı olabilir. Ama başta dürtüdür, ister istemez öyledir; çünkü organizma doğal bilincin içeriğidir. Kendi organizmamız doğal bilincimizin içeriğidir. İlk mülkiyetimiz budur. İlk mülkiyetimiz bedenimizdir ve bu bedenimiz beslenmeye gereksinim duyuyor. Yani sürekli komşuyu beslerken, bu beden ayakta duramıyor. İster istemez bencil. Üremek istiyor, korunmak istiyor. Dolayısıyla içgüdü zaten zorunlu olarak bencildir.

İlk nerede yeneriz içgüdünün bencilliğini? Annelikte. Doğurduğun an bitti. Doğurduğun an, egosantriklikten çıkıyor, diğerkâmlık başlıyor. O nedenle, ilahi aşk annelik aşkından başka bir şey olamaz. Bizim hayal ettiğimiz, “ben sana yanığım, sen bana yanıksın” bunlarla hiçbir alâkası yok. O yüzden Pieta, yani Meryem’in kucağındaki İsa, tanrısal aşkın tecellisidir. O yüzden Kur’an-ı Kerim, “Meryem oğlu İsa” diye ısrarla söyler. İlahi aşk aşağıdan yukarıya değil, yukarıdan aşağıyadır. Annenin çocuğuna duyduğu; çünkü içgüdüsel egoyu yenen, doğayı aşan tine ilk adım. O yüzden Muhammed Aleyhisselam “ümmî”dir, gizil olarak annedir. Erkekten anne olur mu? Yani kendinden şefkat doğmuştur. Tabii ki erkekten anne olur; ilahi aşk. Takipçilerine ne deniyor? Ümmet. Ne demek? Evlat; kendinden doğanlar – bu manevi ama temeli anne. Meryem oğlu İsa hepimiz için sembol. İçgüdüyü yenen, organizmaya bağlı aklı yenen budur. Plotinos, “kendi hayalini tanımış olan ruhun kendine olan aşkı” derken, bu kendi kendine olmuyor. “Kendi kendine” oluyor. Nasıl ki içgüdüde doyum öteki üzerinden ise, tinde de sevgi öteki üzerinden olmak zorundadır. Ama öteki üzerinden o aynada kendi öz benliğinin farkına varırsan, aslında tutulduğun sensin; senin özündür. Plotinos bunu söylüyor: “Güzelliği duyumsayabilmek için ruhun kendini güzelleştirmesi gerekir.” Güzelliği duyumsamakta kendini güzelleştirmeyi temel alıyor. Dolayısıyla burada, sadece okullara gidip, metotlar öğrenip güzel resimler, güzel müzikler, güzel tiyatrolar yapmakla, güzel şiirler yazmakla olanaklı değildir demeye getiriyor. O bir iştir, bir zanaattır ama eğer insan ruhunu güzelleştirirse, o zaman kreatif olan sanatın doğum kaynağını bulmuş olur. “Güzellik, ruhun maddeye karşı zaferidir” diyor. Fichte’nin de “zafer” diye nitelediği, Plotinos’tan alınmıştır. Plotinos bize bunu söylüyor.

Platon

Platon, “güzel”i duyularla akıl yürütmelerin üstüne çıkarıyor. Zihnin diğer kavramlarından ayırt ediyor. Ayırt etmek çok önemli. Ayrıca “güzel” kavramını, iyi ve doğrudan ayırt etmiş ve ilişkilendirmiş oluyor Platon. Ama bu ayrım çok önemli. İyi, doğru ve güzel. Üç idea. Platon’un üst, üç ideası. Bunları birbirinden ayırt edince bilinç ortaya çıkıyor. Fark bilinci yaratıyor, ayırt ediyor. Ama bu bilinç, “akıllı” bilinç değil. Yani Platon’un ayrımları yapması (furkan, fark) aklı gerektirmiyor, zihin yeterli burada. Zihin bunu yapabilir. Zihin kategoriktir zaten ve ayırt eder. İnsan doğuştan itibaren ölümüne kadar zihnini kullanabilir ama aklını eğitim ile alır. İnsan, doğuşundan ölümüne kadar akıl ile hiç tanışmadan yaşayabilir. Akıl sentetiktir çünkü. Akıl, zihnin ayrıma getirdiği kategorileri, bir ideal uğruna, total halde tevhide, birliğe getiriyorsa “akıllanıyor”. Bu, birliğe getirmek, birliğe kavuşmak anlamını da taşıyor. Akıllı olmak: kendin olmak. Zihin: farkına varmak. Bu bakımdan, Platon’un ideaları ayrımlı birliğe gereksinim duyar ve kendi bunun farkındadır. Bu bakımdan da der ki: “Bu üç idea birbirini içerir.” Ayrımlıdır ama birbirini içerir. “Sanatın gayesi güzel idesidir” der Platon. Şimdi biz, burada durup kalamıyoruz. Bunu belki bir adım ileri götürerek, “Güzel Sanatlar” böyledir diyebiliriz. Ama şimdi günümüzde sanat bu olamaz. Platon’un döneminde olabilirdi. Peki, günümüzde sanat? Günümüzde sanat güzeli aramaz, güzeli göstermek için yola çıkmaz; bu çok naif, çocuksu olurdu. Gerçekleri, acıları, çirkinlikleri, iyiyi, güzeli, her şeyi, yani bütün bunları da içine alarak “güzel” ifade eder. Sanat, “çirkin”i “güzel” ifade ederek “çirkin”i sanatsal kılar. Bugünün sanatında geçmişteki idenin daha ileri aşamalara geldiğini gösteren bir anlatıydı bu. Bunun ara katmanlarını da kullanarak, nasıl bu aşamaya geldiğini görebiliriz ve bundan sonra da nereye gideceğini öngörebiliriz.

Sanatçının Sanatında Kendini Kaybederek Kendini Bulması

“Sanat eseri, ‘Ben’in kendini duyusallık içerisinde nesneleştirmesidir” diye söylenmiştir. Sanat eseri, sadece bir idenin, bir düşüncenin dış nesne ile duyular önüne getirilmesi değildir, “Ben”in kendini de duyusal içeriğe büründürüp nesneleştirmesidir. Fakat bu, “Ben”in kaybolması anlamına gelmez. “Ben”i nesneleştirirsek özne ortadan kalkar korkumuz var. Hayır, böyle olmaz. Tersine “Ben”, duyusalda kendini yeniden keşfeder ve ancak kendini kaybetmek suretiyle kendini bulur. “Ben” kaybolmaz, kendini yeniden keşfeder. O, sanat eserinde, kendi edimlerinde kendini bulur. Kendi edimlerinde kendini bulmak; “ve akimus salat”. İşte bu, çok mühim bir hikâye. Aslolan bu. “Ve ancak kendini kaybetmek suretiyle kendini bulur.” Bu yeni “kendi”, artık tanrısal bir kayra, kendine bir armağan olarak sunulmuş; çünkü onun yaptığı edim ibadetti. Asıl ibadet o. Asıl ibadet, sonunda bir kayraya ulaşan ibadettir. İşte, sanatçının sanatında kendini kaybederek –kendini kaybetmeye kadar götüren o emeğin içinde– kendini bulması kayradır. İbadet o. “Ben”, kendi yaratısı olan güzel nesnede, kendinde kendini somut haline getirmiş olur. İç dünyasındaki yansımaları, insanın iç duyumsamaları onu somutlamaz. Ancak onu eylem üzerinden nesneye yansıttığında onda o ayna olacak ve ondan tekrar bilincine geri dönecek.


* Metin Bobaroğlu’nun 22 ve 29 Mayıs 2017 tarihindeki “Karşılaştırmalı Doğu ve Batı Estetiği” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.