Sanat Eleştirisinin Sanatçı Üzerindeki Didaktik Etkisi

Tarih içinde çeşitli önermeler, çeşitli disiplinler ve bunların birbirleri ile çatışması –ve eleştirel bir biçimde, eğer “gelişme” diye söylenebilecekse– gelişme ya da gelişmeci, ilerlemeci felsefeye karşıt olarak, zaman zaman belirli ilkelerin parladığı, zaman zaman bunların yerine başka ilkelerin geçtiği, yaşam gereksinimleri üzerinden doğan estetik anlayışlar var. Aslında sanat yapıtını veya sanat bilgisini, başka bir deyişle sanat felsefesini söz konusu ettiğimizde, o felsefi görüşün epistemolojisinden, yani bilgi biliminden, ontolojisinden, etik üzerine yargılarından kopamıyoruz.

Sadece güzel söz konusu değil, sanatın kendisinin felsefesi yapılıyor gibi disipline edilse de, onun arkasında yargılar, estetik yargılar –estetik algılar, estetik beğeniler değil– estetik yargılar oluyorsa; yani felsefi kavramlar ile aynı zamanda epistemoloji, ontoloji, etik üzerine konuşmalar, din üzerine yargılar oluyorsa, belirleyici olan arkadaki bilgi bilimdir, yöntem bilimdir ve onun yargıları da eleştireldir. Bu eleştiri aynı zamanda didaktiktir, yaptırımcıdır ve sanatçıya öğüt verir: Sanat budur, temel sanat öğeleri şunlardır; sanatı diğer kategorilerden, yaşam kategorilerinden ayıran şu ilkelerdir; şu ölçüler, şu görünüşlerdir gibi… İzleyici üzerindeki etki –insanların felsefi anlayışları, yani formasyon– toplum ile ilgiyi, yani toplum bilimi gerektiriyor. Tüm bunların etkilediği bir disiplini konuşurken diğer herhangi bir disiplinle de aynı tarzda ilişki kuruluyor.

Bunlar bir nevi fenomenler, görünüşler, hatta görüngüler olarak birbirinden ayrı görünseler de, arkasındaki ilim, akıl ya da Baumgarten’in dediği gibi mantık aynı kalıyorsa, bu bildiğimiz klasik estetik kuramlarına girer; eleştirel estetik yargılar kuramına girer. Nietzsche’den sonra, Nietzsche’nin eleştirisiyle başlayan modern dönemin bir akımı olarak kavramın yadsınması; dolayısıyla, felsefenin kavramsal yargılarının dayatmacı, emredici, öğretici, eleştirel, buyruk verici olduğunun yadsınması ve onu takip eden diğer düşünürlerle de birlikte bildiğimiz anlamda klasik felsefenin yargı otoritesinin total olarak yadsınması, hem felsefeyi hem sanatçıları bambaşka bir estetik arayışına getirdi.

Doğu-Batı Ayrımının Gerekçelendirilmesi: Bir Hegel Eleştirisi

Genel anlamda Doğu’dan Sanskrit öğretisini anlıyorum; Sanskrit öğretisi Doğu’dur. Hint Doğu’dur; Çin değil, Hint. Batı da Mısır temelli medeniyettir; Mezopotamya ama Mezopotamya toplandığı, okul haline geldiği için Mısır diyorum. Bazıları diyor ki Mezopotamya, çünkü daha önce Babil var. Evet var, ama öncelik önemli değil. Burada sentez önemli; yani dağınık görüşleri bir araya getirip bunu okul haline getirmek. Üniversal olması için, evrenselliğe taşımak için, arada okul ve gelenek olması lâzım; sadece inancalar değil, hesabı verilmiş kavramlar olması lâzım. Batı dediğim zaman, Mısır temelli, bütün Greko-Latin kültürü de içine alan, Mezopotamya’yı da içine alan bir şeyi görüyorum. Peki, bir de Ortadoğu var. Ortadoğu nedir? Literatür bunu söylemiyor, yaptığım çalışmalar benim kavramlarıma ışık tuttu. Benim Ortadoğu dediğim aslında İran. Peki, öğretisi nedir? Zoroaster, yani Zerdüşt öğretisi.

Zoroaster’de ilk tevhidi veya ilk dengeyi buluyoruz. Benim literatüre burada karşı-savım var. Literatür Zerdüşt öğretisini bize düalist olarak tanıtır; bize onun için düalisttir der, iyi-kötü düalizmidir, karanlık-aydınlık düalizmidir der. Hatta, Hegel bile bunun üzerine aynı yargılarla gider. Hâlbuki biraz daha yakından baktığınızda, orada tevhid, yani sentez var. Düalist değil; birbirinin dışındalık değil, aksine sentez var. Evet, Ortadoğu iki kanatlıdır, ama düalist değildir. Bir tarafı Hint, bir tarafı Mısır öğretisini tutar. Biliyoruz ki, Mısır öğretisinin ustası, Batı için kullandığımız din, ideoloji, felsefenin kökü olarak hep ileri sürdüğümüz Hermes’tir, Hermes öğretisidir. Bu, Zerdüşt’ün dilinde Hürmüz’dür. Hürmüz aydınlıktır, ışıktır, felsefedir çünkü. Bilinçtir yani; bilince aydınlık deniyor.

Bugün de günümüzde Freud bile aynısını kullanıyor; bilinçdışı diyor: “Bilincin aydınlığında, bilincin ışığında gölgeler kaybolur.” Jung da aynısını söylüyor: “O gölgelerin kaybolması sağaltmadır.” Wittgenstein’ın dediği gibi felsefe sağaltıcıdır aynı zamanda. Felsefenin işi sağaltmak değil, ama felsefenin kendisi bilinçdışının gölgelerini kaldırıp bilinci güvenilir kıldığı için kendiliğinden sağaltımdır. Ehrimen ise Hint kaynaklı, çünkü Zerdüşt Hint’te uzun zaman kalıyor ve yoga eğitimleri görüyor, meditasyonlar yapıyor. Sonra Mısır’a gidiyor, Mısır’da da eğitim alıyor. İki eğitimi alarak kendi ülkesine döndüğünde kendi okulunu kuruyor. Bu okulda Ehrimen dediği Brehmen öğretisidir; Hürmüz dediği de Hermes öğretisidir.

Zerdüşt Mısır ile Hint’i karşılaştırıyor; birine karanlık, birine aydınlık diyor. Mısır’a, Hermes öğretisine aydınlık diyor; yani bilinç meselesi; kavramlar bilincin aydınlığı, ışığı. Hint öğretisine, Brehmen öğretisine ise karanlık diyor. Fakat bu karanlık, daha sonra iyi-kötü karşıtlığında kötü olarak literatüre geçiriliyor ve “Zerdüşt karanlık, kötü, negatif, istenmeyen Hürmüz’ü seçti” denerek Hürmüzcü gibi gösteriliyor. Âmâk-ı Hayal’de bile bu düalizm korunuyor; hâlbuki öyle değil. Brehmen öğretisine karanlık denmesi, mistik olduğu içindir. Mistik karanlıktır; bu karanlık negatif anlamda karanlık değil, doğurganlık anlamındadır ve dişil bir ögedir. Hermes ise bilincin etkinliğidir ve eril ögedir.

Peki, kendisi bunlardan birini mi seçiyor? Hayır. İkisini de yetersiz buluyor ve “Nirvana”ya bir “z” ekleyerek –Zerdüşt’ün kendisini ekleyerek– “Zırvana” diye bir üçüncü kavram ileri sürüyor ki bu kavram sentetiktir. Kendi okulunu kuruyor ve kendi okulunda bu işi eyleme bağlıyor. Ne mistikler gibi kendi içine dalıp mistik deneyimler, meditasyon aydınlanması –Buda gibi hatta– Nirvana yeterli ve doğrudur diyor; ne de Hermes’in kavramları, ilkeler ve bunların tasarımları üzerine inancalar yeterli ve doğrudur diyor. Peki, nedir yeterli ve doğru olan Zerdüşt’e göre? Eylem diyor; insan kendi emeğiyle beslendiğinde, kendi emeğini yediğinde aydınlanır. Aydınlanmayı üretken eyleme bağlıyor.

Zerdüşt bana göre tarihteki ilk aydınlanmacıdır; aydınlanma budur ona göre. Platonik aydınlanma da Zerdüşt’e bağlantı kurmak açısından çok iyi bir örnektir; çünkü “idea”lara “eylem”le bağ kurabiliriz. İdealarla aramızdaki bağ eylemdir, başka bir bağımız olamaz. Eylem yoksa sanrılar olabilirdi, vizyonlar olabilirdi, imgeler olabilirdi, umutlar olabilirdi. Din, zaten bu umutlara bağlanmaktır. Din umuda bağlandığı zaman ortaya çıkan davranış, eylem değildir, yakarıştır. Yakarış, mevcut gerçekliğin üstün güçler tarafından dönüştürülüp kendimiz için kılınmasının talep edilmesidir; dua dediğimiz budur: “Yarabbi, şu belaları başımdan al, ne olur! Benim gücüm yetmiyor.” Ama Zerdüşt öyle demiyor: “Ya eylemim, bu belaları senin yolunla kaldıracağım”; burada “rab” eylem oluyor.

Doğu-Batı Estetiğinde Metot Farkı

Mistik aydınlanmaya hayır diyor Zerdüşt. Tasarımsal, ilkesel, inancaya bağlı aydınlanmak yetersiz diyor. Böyle olmaz; bu değerleri, eylemde ürün haline getirip hizmete dönüştürmek gerek. İşte bizim Anadolu Aleviliğinin de “hizmet Hakk için” dediği kavram, aydınlanmanın ilkesi olarak konmuştur. Yani şunu demek istiyorum; tasavvufta zât, sıfat, efâl diye üçleme vardır. “Zât” meçhuldür; “efâl” onun dışavurumudur, zuhurudur; “sıfat” onun tecellisi yani bilgisidir. Ama biz “zât”ı her bildiğimizde, yani onu dışarıya vurduğumuzda, zuhur yani her eylemde –zât kendi ruhumuz olsun, onun erdemlerinden bir tanesini dışarıya vuruyorum, yani iyilik yapıyorum– işte zâtın iyilik yapma yetisi, şefkat gösterme yetisi olduğunu yaşadım, deneyimledim kendimde. Onun tadını da aldım, bildim zâtı. Zât iyiymiş, iyilik yaparmış, şefkatmiş. Ama sonra baktım ki bir tartışma var orada, doğruyu arıyorum; artık orada iyilik, şefkat değil, doğruyu aramak var. Baktım ki zâtın böyle bir fiili var, benim üzerimden yaptı, ben yaptım yani. Ama her bildiğimde zât değişti; her bildiğimde zenginleşti, her bildiğimde başkalaştı. O zaman, zâtı bilmenin olanaksızlığı, onu tüketmenin olanaksızlığı olarak karşıma çıktı. Her eylem sonsuza kadar rab’dır. Eylemin kendi, yani fiiller zâta bağlıdır. Zâtın rabbi, rububiyeti, fiilin kendidir. İyilik de fiilden doğuyor, kötülük de fiilden doğuyor. Eğer iyilik ve kötülüğün fiilden doğmadığını, sadece düşünceden doğduğunu düşünürsek hayata geçmez. Hayata nasıl geçerse o zaman gerçeklik kazanır; bu her alanda böyle. İşte, sanat, felsefe, etik, estetik tümü giderek eyleme bağlanır.

Şimdi, bu yapacağımız çalışmanın bir tasarımını hazırladım size çok kısa; tasarımı yani felsefe ve tasavvuf. Tasavvuf deyişimin nedeni, tasavvufta “hikmet”, “gnosis” olduğu için. Bütün dinlerin veya bütün geleneklerin “gnos”ları, “hikmet”leri, “sophia”ları dişildir. Felsefe ise eril bir hikâyedir. Eril ve dişil; dişilden kastımız vicdan, erilden kastımız akıl. Bu ikisinin dengelenmesi Doğu-Batı dengelenmesidir. Benim “Doğu-Batı”m böyle. Yani “Doğu-Batı” dediğim zaman ben bunları anlıyorum; vicdan ve akıl. Şimdi, bunu felsefenin anlatımı içindeki sanat üzerinden dönüp bir de değerler üzerinden, vicdan üzerinden ele alabilir miyiz, dişil bir anlatımı olabilir mi, bunu deneyeceğiz. Bu bakımdan, önce felsefede gidiyoruz; eril gideceğiz. Sonra dişil ögeyi bulup bu ikisinden acaba bir sentez yapma olanağımız var mıdır?

Felsefe, insan aklının soyutlama yetisi ile varlık üzerine en yüksek kavramları oluşturup kullandığı bir meta dildir. Felsefe meta dildir. Meta dil demek, günlük dil değildir. Günlük sözcüklerimizle felsefeyi anlayamayız. Felsefeye eğitilmemiz lazım. Felsefede esas olan düşüncedir kuşkusuz. Düşüncenin kendini konuşuyoruz, düşüncenin niteliklerini, düşüncenin olanaklılıklarını, yetilerini, güçlerini… Düşüncenin içinde doğup geliştiği, yani felsefenin düşünce olarak içinde varlık bulduğu, doğduğu, geliştiği, ketlendiği, dışlandığı, kabul gördüğü ortam, varlık olarak ortam, dil ontolojisidir, dildir. Dilsiz düşünce olanaksızdır. O zaman felsefe düşüncedir, ama dil kalıpları içinde varlık kazanır. Daha önce anlatmıştım; Tales alegori kullanıyor demiştim. Tales varlığın “arke”si sudur dedi, ama bizim gördüğümüz bu varoluşların sudan olduğunu söylemiyor. İşte buradaki anlatım gibi, düşünce, dil kalıplarında, dilin biçiminde biçim alır ve görünüşe çıkar. Çünkü düşüncenin kendi akışkandır, su gibidir. Bu akışı, ancak dil kalıplarında, dilin biçimlerinde –kavram dediğimiz odur– ve renginde algılayabiliriz.

Felsefe dilin üzerine düşünmektir. Düşüncemi dile dökeceğim, felsefe yapmak istiyorsam yazıya dökeceğim. Konuşma aktından yazı aktına geçeceğim. Yazı aktında düşüncem, dil üzerinde, karşımda, bilincimin karşısında bir bilinç olarak, yani kendi bilincim kendi bilincimin karşısında konumlanacak ve bilincimi bilincime nesne kılacağım. O zaman dilin üzerinde düşüncemi yoklayacağım. Buna “refleksiyon” diyoruz. Bu “refleksiyon” ancak düşüncemi felsefi kılabilir ve düşüncem üzerinde kendi iradi egemenliğimi kurabilir. Sorgulama, geliştirme ketlenmeyi engeller; bütün bunların farkına varmayı ancak dil üzerinden yapabilirim. Bu bakımdan felsefe yapabilmek, felsefeye eğitilmekle olanaklıdır. Ben bu dili felsefi nitelikte yükseltmedikçe; dilimi kavramlar düzeyinde, kavranır düzeyde eğitmedikçe felsefeye bigâne kalacağım kesin.

Hakikatleri filozoflar kimse için yazmazlar. Filozofların muhatapları yok; onlar hakikatleri dile getiriyorlar. Bir eğitmen değiller. Sofistler onu yapıyordu, o başka. Felsefe, hakikatlerin dile getirilmesidir. İlkeler nedir, kavramlar nedir, filozoflar bütün bunları yazarlar. En yüksek hakikatleri söylerler ama halkın içinde hiç karşılık bulmazlar. O kadar yüksek kavramlardır ki ona eğitilmemiş bir bilinç onu anlayamaz, dolayısıyla da tepki gösteremez. Onun için filozoflara doğru dürüst bir tepki yoktur. Filozoflar, dağların tepelerinde gezen melekler gibidirler ama peygamberler öyle değil. Peygamberler, azizler öyle değil; onlar pedagojik. Onların derdi kavramlar, hakikatler değil; onların derdi insanlar. İnsanlara yarayan bir kavram, bir hakikat, o insana ulaştırılmak üzere onun seviyesine indirilir. İnsan miraç etmeden önce ona inzâl olmalıdır. İnzâl, indirme demek: download. Peki, bu nasıl olur? Bu pedagojiktir. Pedagojik olması demek, kavramın salt evrensel kavram olmaktan –soyut evrensel bir ilke, bir hakikatin dile getirilmesi, tanımlanması olmaktan– imge, hayal dünyasına indirilip, duyuların önüne konup, gizlenmiş bir kavramın görünüşü haline getirilmesi demek. Görünüşe bürünmemiş bir hakikat nasıl algılanabilir? İşte, pedagojik olan bu. Bu da nedir? Sanat. Şiir, resim, heykel, müzik… Sanat, en yüksek hakikatleri duyular düzeyine indirme işidir. Bu bakımdan sanat, Hegel’e göre, saltık tinin yani en üst bilincin ilk edimselliğidir. Wittgenstein ne diyordu, hatırlayalım: “Sanat olmazsa, felsefe edimselliğini yitirir.” Yani felsefenin ilk edimi sanattır; duyuların önüne konmuş, gizlenmiş hakikat. Ezoterizm bunun üzerine kuruludur; görünüşlerin arkasındaki hakikatlerin araştırılmasıdır. Hem korumak hem iletmek; bu, sanat dili üzerinden yapılır. Bütün mutasavvıflar sanatçıdır; tümü, birincil olarak şairdir. Şiir –şuur, eşâr– hakikatin sızıntısıdır. Dil üzerinde görünüşe çıkar, ama siz o dile eğitimli değilseniz size sızmaz.

Şimdi, burayı anladık. Dil-düşünce diyalektiktir dedik. Diyalektik ne demek? Dil, düşünceyi geliştirir de ketler de. Düşünce de dili geliştirir veya bozar. Diyalektiği sadece keyfi karşıtlıklar zannediyor çoğu insan. Yok öyle bir şey ama en sevilen laf. Süreç ve diyalektiğe bayılıyor herkes. Ben literatürü bu iki kelimenin curcunasından ibaret görüyorum. Aslı astarı olmayan benzetmeler; “bu süreç içinde” diyor, zaman demek istiyor aslında, “süre” diyecek “süreç” diyor. Entelektüellik, maalesef biraz dibe vurdu felsefesizlikten. Diyalektik demek, birbirinden koparılamayan, ayrıştırılamayan kavramların didişmesi demek; elektronla proton gibi. Elektron kaçmak istiyor, proton çekmek istiyor; arada döngü durup duruyor. İşte bu diyalektik. Biri kaçmak istiyor, biri tutmak istiyor ve döngü çıkıyor, hareket doğuyor. Bu hareket, varlığın gerçekliğidir. Bunu düşüncede yaptığımız zaman, elektronun kaçıp protonun tutmasını düşüncede gerçekleştirdik mi, düşünce dinamiktir ve doğurgandır, yoksa öğrenilmiş inancalardır. Öğrenilmiş inancalar dogmatiktir; hiçbir şekilde bizi aydınlatmadığı gibi öfkeli inanırlar kılar. Yani onlara bir eleştiri geldi mi, biz onları varlığımız gibi korumaya başlarız ve hatta onlar için hayatımızı verebiliriz, adanabiliriz de. Dolayısıyla bu, bizi aydınlanmaya götürmez. Şimdi, felsefenin dil ile olan bu diyalektik ilişkisi hangi varlık ortamındadır? Dil bir varlık ortamıydı; “düşünce” görünmeyen bir varlık ortamı, “dil” görünür bir varlık ortamı. Bu görünen ve görünmeyenin tözsel zemini nedir? İşte buna “akıl” diyoruz. Akıl, felsefenin içinde devindiği, kaynağı onda sonucu da orada ortaya çıkan bir varlık alanıdır. Aynı zamanda, akıl bir varlık aktı, edimi olarak karşımıza çıkar.

Şimdi, buradan hemen tasavvufa bir sıçrama yapayım. Tasavvuf, aynı zamanda estetik için konu edineceğim bir disiplin. Tabii bunların bilgi bilimini, ontolojisini bilmeden, sadece salt estetiklerin tanımına girsek bir şey anlaşılmaz. Onun için felsefelerine, yapılandırılmasına, felsefi farklarına da değiniyoruz. Tasavvuf, en basit biçimiyle, nefs dediğimiz insan benliğinin saflaştırılmasını, safiyeti öğütler. “Tasavvuf” sözü de oradan geliyor; saflıktan, saflaşmadan. Her ne kadar sof, yün ve sophia, dişil bilgelik kelimeleri ile ilişkilendiriliyorsa da, aslında metodolojisi açısından tasavvuf saflaşmadan oluşturulmuştur; yani saflaşma ile başlayan bir şeydir. Neyi saflaştıracağım? İnsan benliğini. Yöntemleri var tabii. Peki, tek tip bir işlem midir yoksa bir meratibi var mıdır? Var; aynı felsefe gibi. Tasavvuf da insandan bakıyor, insan üzerinden hareket ediyor, insandaki yetilere yöneliyor. Nesi var insanın? Duyuları var; görüyor, işitiyor, dokunuyor, kokluyor, tadıyor. O zaman diyor ki duyuların saflaşması lazım. Duyuları saflaştırmak. Felsefe bunu yapmıyor. Felsefe, duyuların eksikliği, algıların duyular üzerinde bozunuma uğrayacağı, güvensiz bilgi aktarımı olacağı üzerinde duruyor. Ama duyular nasıl saflaştırılır? Duyular nasıl daha hassas kılınır? Felsefe bununla ilgilenmiyor, tasavvuf ilgileniyor. Diyor ki önce duyularımızı saflaştırmalıyız. Niçin? Duyarlık yetisi için.

Immanuel Kant

Bu, Immanuel Kant’ta duyarlık yetisi, yani felsefede zikredilen bir şey. Duyularla imgelem yetisi arasında duyarlık yetisi ki iki kavram sezgisi vardır orada; zaman ve mekân. Zaman ve mekân, Kant’a göre duyarlık sezgileridir. Bunlar sezgidir, kavram değildir. Ama bu sezgiler ile biz dış dünyadan gelen “impulse”ları, dürtüleri alımlarız ve imgelem yetisinde bir imge kazandırarak, yani duyularımızla bağımızı kopardıktan sonra zihnimizde uyanan o imgeyi tasarım yetisine sunarız; tasarım yetisi onun üzerine biçim verir. Bu tasarım yetisi ile imgenin birliğini de sentetik akla sunarız ve kavram o zaman çıkar. Kavram, kavranılmış olan olduğu için ondan öteye bir yol yok. Peki, kavrama gelince ne olur? İşte, kavram edimseldir. Kavram, kendini gerçekliğe eylem yoluyla taşıyandır. O zaman, bu duyarlık yetisi –yani zaman ve mekân sezgilerinin farkındalığı diyelim– ancak duyarlık yetisinin ortaya çıkması ile olabilir; burada da duyuların saflaştırılması icap eder. Çok ilginç, duyuların saflaştırılması tamamen organik, biyolojik bir süreci de içeriyor tasavvufta. Felsefe bununla hiç ilgilenmez. Felsefe – varoluşçu felsefe hariç, antropolojik felsefe, varoluşçu felsefe, belki felsefi antropoloji, ontoloji veya vitalizm, o da varoluşçuluğun içine giriyor. Varoluşçu felsefeyi biraz genelleyerek egemen kılarsak tasavvufa çok benziyor; çünkü onda organik süreçler de var. Onun dışında ussal, rasyonel felsefe dediğimizde bu sadece kavram, düşünce, düşünce kalıpları ile ilgilendiği için, felsefe veya bilinç için duyarlık geliştirmek, beden üzerinde de bir çalışma gerekir diye düşünmüyor, bedeni olduğu gibi bırakıyor. Ama tasavvuf böyle değil.

Tasavvuf, duyuların saflaşmasını bir metot olarak veriyor. Diyor ki karnı tok olanların aklına irfan inmez, irfan boş midelere iner. O nedenle, ezoterik çalışma yapanlar tok karnına mabede girmezler. Yemek, agap sofraları –kutlama yani bir şölendir o– mabetten çıktıktan sonra, ibadetten sonradır. Müzakereler, kavramların anlaşılması düşüncenin ibadetidir. Bedenin ibadeti ayrıdır, duyguların ibadeti ayrıdır, aklın ibadeti ayrıdır, ruhun ibadeti ayrıdır. Marifetullaha varıncaya kadar bütün bunlar meratiptir ve tasavvufta bunların her biri fiili, eylemsel bir metodu gerektirir. Duyuların saflaşıp duyarlık yetisinin ortaya çıktığını nereden anlayacağım? Bunun bir ölçüsü olmalı; ölçü estetiğe getirecek olan şey. Ölçüsü ne? Şöyle ki insanı önce “nefs-i emmare”de kabul ediyor tasavvuf, yani içgüdülerin emri altında olmaya nefs-i emmare denir. İçgüdülerin yönettiği, insan değildir, beşerdir; yani insan hayvanıdır. İçgüdüleri nereye çekiyorsa oraya gidiyor. Karnı acıkıyor, onun peşine gidiyor; sekse, yemeğe, şiddete, öfkeye abanıyor… Bunlarla yaşayan işte bu insan hayvanı. Dolayısıyla, bunun arındırılması gerekiyor ki düşünecek; estetik, sanat yapacak… Duyuların uyanık hale gelmesi, gıdanın azaltılması, kanın seyreltilmesi, ruh enerjisinin ortaya çıkması sağlanarak ancak olabilir. Bu saflaşma; buna “tasfiye” deniyor. Birincil iş bu; bu yapıldıktan sonra aklın saflaştırılmasına sıra geliyor.

Akıl saflaştırılacak. O nasıl olacak? Aklı saflaştırmak için işte abstraction, soyutlama ve soyutlanma lazım. Soyutlama aynı zamanda soyutlanmayı da getirmeli. Soyutlama sadece soyut kavramları konuşmayı, düşünmeyi, yazmayı, okumayı, felsefeyi değil, aynı zamanda toplumun ilişkilerinden soyutlanmayı da gerektiriyor; yani günlük tabirle zihinsel imgelerden zihni temizlemek. Onun için abdest ritüelinde –ibadet haline gelmesi için başta ritüelini bilmek lazım, ritüel bir harita– “hadesten tahâret” hadiselerden kurtulmak demek. Hadiselerden, günlük olaylardan zihnini temizlemek demek. Bu olmadan abdest, yani temizlenme sürecine giremiyorsun. O nasıl olur? İşte meditasyon dediğimiz şey; oturacaksın, hadiselerden kurtulacak, bir zihnî konsantrasyon yaratacaksın, zihnin bir noktada toplanacak. O toplanmada günlük aldı verdi, o dedi bu dedi, haberler şuydu, dünya yıkılıyordu, savaşlar çıktı vb. bunlar bitecek, kendi kendinle başbaşa kalacaksın. Sessizliğin tınısı, sekine, sükûn oluşacak; bu başlangıç. İşte bakın, eylem felsefesi bu. Direkt varoluşçu, direkt hayatın kendine dair bir şey yapıyoruz, zihinsel pratikler değil bunlar. Bu yapıldıktan sonra arkasından “necasetten tahâret” geliyor. Çamurdu, dışkıydı vb. vücudumuza sürülen pis şeylere necaset denir; kir yani. Bu kirlerden elimizi temizleyelim. Peki ama manevi elimiz? Ağzımızı kirlerden, mikroorganizmalardan temizleyelim, ama kötü sözlerden, dedikodudan da temizlemek lazım.

Bir bakıyoruz ki Kur’ân-ı Kerim bazlı bunlar. Kur’ân-ı Kerim’de necis olan nedir? Şirk diyor; müşrikler necistir. O zaman o müşriklerden kurtulmam lazım. “Abdesti aldık, kurtulduk” olmayacağına göre, kendi eylemimizde olan bir şey olduğuna göre, kendimizdeki şirkten, müşriklikten kurtulmak gerek. İnsanın kendindeki müşriklik, şirk… Şirket sözü de buradan gelir, ortaklık demek. Kendi öz benliğine ortak kıldığın neler varsa – inancaların, kendinden daha değerli putların, hakikat olmayan görünüşler olarak genellikle içgüdülerimize bağlı arzularımız, emellerimiz vb. Bunlardan kurtulmaya da “necasetten taharet” diyor tasavvuf; şirkten, yani bölünmüş kişilikten kurtulmak. Şirk, bölünmüş kişilik demek. Bugün ona şizoid kişilik diyoruz. Şizoid olma, müşrik olma. Beni şizoid yapan ne olabilir, müşrik yapan ne olabilir? Yalan. Yalan kişilik bölünmesidir. Yalanı itiyat et, müşriksin; bu kadar basit her şey. “Şirk, Allah’a ortak koşmaktır” anlatımı nominal anlatım, evrensel değerlerle anlatıyor. Sen onu kendi üzerinde tevhid etmezsen anlayamazsın. Nitekim tasavvufun bu anlamları ortadan kalkınca ne anlam var ne zevk. Niye yapayım bunları belli değil, cebri birtakım kurallar…

Bunu uzatmayacağım tabii, bu taharet kısmı sonuna kadar gider. Saflaşma, tenzih için yani aklın işletilebilmesi için soyutlamalar, soyut düşünceler, duyuların arındırılması, nefsin arındırılması… Nefsin arındırılması psikolojik süreçler demek. Nefs yani “psişe” – “psişenin arındırılması” doğrudan doğruya psişik süreçlerin ilkeler üzerinden netleştirilmesi, ikiliğin ortadan kalkması. “Aklın arındırılması” dediğimiz şey, külliler yani tümeller, evrenseller ki bunlar saltık soyutlamalardır. İdealar bunlardır işte. İdealar, a’yân-ı sâbiteler üzerine düşünürken, bu ideaların dış dünyada, duyusal dünyada hiçbir varlığı yoktur. Hatta Muhyiddin Arabî der ki: “Varlığın kokusunu bile almamıştır.” Peki, nedir bunlar? Mâdundurlar diyor, yokturlar. Nasıl olur? İdealar yoksa, varlık değilse, ne işe yararlar bunlar? İşte, onları eylemle sen var edeceksin, varlık vereceksin idealara. Adalet diye bir varlık yok, adalet diye bir ilke var; eylemlerinle onu var edeceksin. İşte bu süreç, aklın tümellere vardığı zaman tenzih edilmesi, aklın zanlardan, sanrılardan temizlenmesidir; doxa diyor buna Platon. Doxa’lardan arındırılıp epistem’e yani ideaların görüsüne ulaşan bir bilince kavuşmamız gerekiyor öncelikle; buna “arif olmak” derler tasavvuf geleneğinde.

Aklın temizlenmesinin adı tenzih, münezzeh. Nefsin temizlenmesinin adı subbuh, tesbih; “tesbih” yüzmek demek. Hallerin içinde yüzerek nefs temizlenir. “Tenzih”, soyut kavramları evrenselleri düşünerek –“Allah’ın isimlerini çokça zikredin, temizlenirsiniz” derler; Allah’ın isimleri dediği tümeller; “Rahman”, “Rahim” tümel kavramlar– bunlarla temizlenirsiniz. Bir de kalbin temizlenmesi var. Kalbin temizlenmesi için de kuddüs denir. Ayrı ayrı temizlenmelerdir bunlar; ama “şirkten temizlenme” ne kuddüs, ne subbuh ne de tenzihtir. Ne peki? Taharet. Hepsini Türkçeye “temizlik” diye çeviriyoruz. Temizlik deyince eşitlendi yani anlamsızlaştı, oysa anlamı oluşturan farktır, ayrımdır. İşte idealar, o anlam ayrımlarının görüleridir. Akıl bunları gördü mü, o zaman tenzih ile kalbin temizlenmeyeceğini, kuddüs ile de aklın temizlenmeyeceğini bilirim. Yöntemleri idealarına bağlı yöntemler olduğu için, eylemler o ideaların eylemleri olarak o sahayı aydınlatırlar. İşte “güzelin sahası”, “doğrunun sahası” ve “iyinin sahası” dediğimiz noktaya varan aşamalar bunlardan geçiyor.

Şimdi, kalbin temizlenmesinden ne doğar? Yani duyuları temizleyince ne doğdu? Duyarlık yetisi. Duyarlık yetisi için duyuları arındırdık. Peki, aklın saflaştırılması, tenzih ne içindir? Tümelleri kavramak için. Sıradan bilinç, doğal bilinç tümelleri kavrayamaz. Yani güzeli, güzelleri seçer sıradan bilinç, doğal bilinç; güzelleri seçer ama güzelliği kavrayamaz. Güzellik bir tümeldir. İyileri seçer, iyilik nedir dersin? Asla bilmez. İlkesiz, ideasız tasarımlardır onun aklı. O zaman aklın saflaştırılması, yani tenzih, tümelleri kavramak içindir. İşte felsefenin kapısı orada açılır, oraya kadar felsefe yok. Peki, duyarlık yetisinin ortaya çıktığını nasıl anlarım? Duyarlık yetisinde ilhamlar başlar; yani “nefs-i mülhime”. İçgüdülerden kurtulup, temizlenip, tahir olup “tövbe kapısı” dediğimiz özeleştiri, yakarış düzeyi var. Öyle hakiki bir özeleştiri ki gözyaşlarına gark olabileceksin. Tasavvufun böyle bir yanı var, felsefe yapacaksın ama gözyaşlarından geçiyor. Hâlbuki bildiğimiz ussal felsefede niye gözyaşı dökeyim ki? Bildim, bitti. Bildin de hayatın değişti mi? Hayır. Sende bir değişiklik var mı? Yok. Seni değiştirmeyen felsefe nedir? Zihinsel felsefe insanın egemenlik arayışıdır. Nietzsche diyor ki “Kavramlar güç istemidir”; birilerinin üzerine egemenlik kurmak içindir. Hâlbuki sen dönüşeceksin, değişeceksin, başkalaşacaksın. Kendi varlığınla ilgili bir sorunsal var, işte ona varoluşçu felsefede biraz yaklaşırız ama tasavvuf bunu binlerce yıldır biriktirmiş.

Neden gözyaşı döküyoruz? Özeleştirinin ruhumuza değdiğinin ölçüsü budur. Gözyaşı metot değil, oturup ağlayalım, arınacağız anlamında değil. Gözyaşı yakarışımız, özeleştirimiz; gerçekten ruhumuza dokunursa gözyaşı olarak ortaya çıkıyor. Buna “vaftiz” denir. Hıristiyan vaftizi de budur, bizim “abdest” dediğimiz de vaftizdir ve manevi vaftiz gözyaşıdır. Yakarışlarımızın, gözyaşı yoksa arınmış olduğumuzun hiçbir delili yok, yalan da söyleyebiliriz kendimize. Ağladık, ağladık, ağladık. Bu arınma nerede biter? Özeleştiri nerede sona erer? İlham nefsinde, nefs-i mülhimede. İlham nefsi dediğimiz şey sanattır. Hemen şiirsel anlatımlar doğmaya başlar, sanat eserlerine doğru çekilmeye başlarız. Güzel bizi cezbeder. Ondan evvelki insanı güzel cezbetmez. Bunun deneyimi yapılmıştır. Van Gogh’un günebakan resimlerinin reprodüksiyonlarını kırsal bölgede sergiliyorlar ve inekleri serbest bırakıyorlar, inekler resimleri yemeye çalışıyor. Nefs-i mülhimeye eğitilmemiş bir insanın bakışı da ondan farklı olamaz; yani faydacılığı aşıp sanatın kendi cazibesine kapılmak bir nefs eğitimi gerektiriyor, sadece okuldaki öğrenimlerle bu olmuyor. Tasavvuf bunu iddia ediyor. Demek ki Doğu-Batı estetiğinde, metot açısından böyle çok ciddi bir ayrım var.

Bir de kalbin saflaştırılmasının sonucu, ancak hoşlanma, beğenme gibi duygu durumlarını aşarak saf anlamda sevginin doğduğu durum var; kalbin saflaştığı, takdis olduğu, mukaddes olduğu. Mukaddes olan sevgidir. Bu sevgi kelimesinin aslı, sevgi ile Türkçeye kazandırılmış olması hatalıdır bana göre. Türkçeye “şefkat” olarak çevrilmesi gerekirdi. Bu, Batı dillerinde “charity” ya da “grace” diye söylenen bir kavram, yani “inayet”. Bu inayet yani şefkat, sophia, menfaatsiz bir sevgi olduğu için somutu “anne” ile ölçülmüştür. Annenin bebeğine duyduğu ne ise o. Annenin menfaatsiz, riyasız, özverili, bebeğine olan o kölece bağlılığı, gönüllü köle oluşu, “ibadet” dediğimiz şeyin başlangıcıdır; “abid” ona diyoruz, “abdullah” annedir. Menfaatsiz, riyasız, bebeğine hizmet eden anneler. Onun için annelere din teklif edilmemiştir; onun bebeğine olan hizmeti yani insana olan ibadeti Hakk’adır. Hakk’a ibadet odur. Din sahibi odur. Onun için Meryem suresi var, bu anlamdadır. Mesela, “Babanın oğlu” diyor Hıristiyanlar İsa için. Kur’an eleştiriyor; “Yanılıyorlar. O, Meryem oğludur,” diyor. “Babanın oğlu değil. O, şefkatten doğdu.” Onun için bunlar önemli ayrımlar.

Tasavvufun yolu bu arınmalar meselesidir, daha da uzar gider. Sezgi ve hayalin akılla tevhid edilmesi tasavvuftur. Akılsız bir iş değildir tasavvuf. Ama akla, sezgi ve hayalin, arındırılmış süreçlerde, arı duru bir kudretle götürülmesi demektir. Bunun için, konumuzla ilgili olarak “güzel”in kavranmasına da değinelim şimdi. Plotinos diyor ki güzelin kavranması için ruhun arınması ve kendinde yerleşmiş olan idenin gizli gücünü devindirmesi gerekir. “Ruhun arınması” diyor; bakın tasavvuf. “Kendinde yerleşmiş olan” diyor; yani doğuştan, a priori. Platon’un “doğuştan hamurumuza katılmıştır ideler” dediği ve “onları ancak hatırlayabiliriz”, yani phronesis. Onları edinemeyiz, onlar çalışarak elde edilmezler, ancak uyandırılırlar. Tasavvufta da “uyandırmak” sözcüğünün aynısı kullanılıyor. Plotinos diyor ki ruhun arınması ve kendinde yerleşmiş olan idenin gizil gücünü devindirmek gerekir. Ne için? Güzelin kavranması için. Peki, biz güzeli kavrıyor muymuşuz? Plotinos’a göre hayır. Biz hoşlanmalarımıza, beğenilerimize, öznel kanılarımıza “güzel” ya da “hiç beğenmedim” diyoruz.

Güzeli Kavrayış Dile Dökülebilir Mi?

Güzeli kavramanın kendi yargı olduğu için dile dökülür, ama güzelin duyumsanması ya da algılanması dile dökülebilir mi? Hayır; yani bu zevkler, renkler, tatlar hikâyesine girer. Ama estetik bilimi yargı bilimidir, felsefe bilimidir. “Güzel” kavramdır, kavram bir yargıdır ve dile dökülmek zorundadır. Kavramlarla anlattığımız, bir ölçüler dizisidir ve dolayısıyla tabii ki olanaklıdır. Sanat, düşünce ve duyguların duyular önüne getirilmesinin işlevini üstlenir. Sanatın simgesi olan baykuş –bugün sanat fakültelerinin aşağı yukarı hepsinde var baykuş– aslında Antik Yunan’dan geliyor; Minerva’nın baykuşudur o. Hegel, “Minerva’nın baykuşu alacakaranlıkta uçar,” diyor. Demek ki Hürmüz ve Ehrimen arasında uçuyor. “Minerva’nın baykuşu alacakaranlıkta uçar” demek bu; akıl ile hayal arasındaki “sezgi” demek sanatın kaynağı. Ama kavramlaştığı zaman adı sanat olacak olduğu için, sezgide kalınırsa sanat sanat değildir. O yüzden, kendinin bilinci, kendi üzerine dönen bilinç olması bakımından, felsefenin olmadığı yerde sanat yoktur. Sanat öncesi dışavurumlar diyebiliriz; beğenilecek, güzel, hoş şeylerdir ama felsefi yargı açısından sanat denemez. Demek ki kaynağı sezgi de olsa, son ucu kavram olduğu için, yargıya varacak, estetik yargıya hesap verecek bir biçimde gelişmiş olması lazımdır.

İyilik akılla, güzellik genellikle sezgi ile kavranır. Neden sezgi? Çünkü sezgi bütünseldir. Ama akıl bütünsel değil, bütünleyicidir. Sezginin bütünlüğünü zihin parçalar, yani “çözümleme” dediğimiz. Analitik düşünmeye “zihin” diyoruz. Analitik düşünme imgenin bütünlüğünü, nesnenin bütün algısını parçalar. Şurası, burası, yüksekliği, alçaklığı, rengi derken bir başlarız, parçalarız. Akıl ise bunları tekrar sentezlerse akıl olur. Akıl sentezleyici ilkedir, zihin parçalayıcı ilkedir. Biri analitiktir, diğeri sentetiktir. Ama sezgi bütünsel algıdır ve dolayısıyla akıl, sezginin kavramsal olarak yeniden inşa edilmiş biçimidir.

Sanat Nesnesi Bir Arzu Nesnesi Midir?

Sanat nesnesi arzu nesnesinden ayrılır. Arzu nesnesi tüketilmek, sahip olunmak ister. Sanat nesnesi kendi muhatabını özgür kılar. Dolayısıyla, kendi de bağımsız bir varlık olarak dolaşıma girer; yani sanat nesnesi, sanatçıdan doğduktan sonra artık sanatçıya rağmen bir varlık kazanır. Bu, günümüzde daha çok önemsenecektir. Sanat yapıtının estetiğin temeli olması önerilecektir. Ekstrem konuşunca anlaşılıyor ya bu işler; şimdi, ekonomi ögesi olarak bir sanat eserini satın aldığımı düşünüyorum. Gittim, müzayededen satın aldım, evime de astım, mülkiyetimde benim. Peki, ben orada neyi satın aldım? Sanat eserinin kendini satın alabilir miyim? Sanat eserinin kendini satın alabilmem demek o sanat eserini yok edeceğiz, ben parayı vermiş olacağım ve o sanat eseri tekrar bana gelecek, ama yokluktan gelecek. Ben bazen bunu daha iyi anlamamız için şöyle diyorum: Hiçbir zaman biz elmayı satın almadık, buna hiçbir zaman gücümüz yetmez. Hiç kimse bir elma satın alamaz. Elmanın üzerindeki emeği satın alırsın. Elmayı satın almak demekse elmayı bütün varlık âleminden kaldıracağız, sen de tüm kâinatın paralarını vereceksin ve elmayı biri yapacak, yokluktan varlığa getirecek. Yapabilir mi? Sanat eseri yokluktan varlığa gelir.

Sadece insan yokluktan yaratılıyor, bütün diğer var olanlar vardan var ediliyor. Bütün tabiat vardan var edilmiştir, sadece insan yoktan var edilmiştir. Kendi, kendinde, başlangıçta yok varlıktır; beden olarak değil, beden insan değil çünkü. Beden insanın kabı, elbisesi olduğu için böyle konuşuyoruz. Şimdi, “Eros’un böyle yücelttiği kimse, artık tek tek güzellerle yetinemez.” O güzel, bu güzel, şu güzelle yetinemez. O, güzelin kendini arar, güzelliği arar, onun peşine düşer. Eros’un ereği mutlak güzelliktir. Mutlak güzellik, koşullardan arındırılmış güzellik demek. “Mutlak” sözü koşullardan arındırılmış demek. Varoluş âleminde böyle bir şey var mı? Mümkün değil. Varoluş âlemi hep koşullandırılmıştır. Bir nedenselliği vardır, bir ilişkisi vardır, mutlaka koşul altındadır. O zaman demek ki bu soyut evrensel bir iç algı ile alakalı bir şey olsa gerek.


* Metin Bobaroğlu’nun 7 Kasım 2016 tarihindeki “Karşılaştırmalı Doğu ve Batı Estetiği” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.