Postmodern Yapıtın Bir Öncülü Olarak İmgelem Yetisi
Mitosun temeli, insandaki hayal gücü. Bugün buna imgelem yetisi de diyoruz Türkçede; hayal gücü. Bu hayal âlemleri, hayal gücü, kreatif ve toplumsal katılıma açık; bir nevi açık yapıtların –bugünkü postmodern söylemdeki “açık yapıt” kavramının– öncülü sayılabilir. Yani ne demek bu? Bir söylence… O zamanki bağbozumlarında, hasat mevsimlerinde, kahvelerde, meydanlarda müzikle, raksla, tiyatro öncesi birtakım gösterilerle halkı toplayıp onlarla bu öykülerin paylaşılması zamanı. Düşünün, böyle bir şey var. Orada söylenceyi dile getiren genellikle birçok kişi var –usta-çırak usulü tabii gelişiyor– birçok kişi bunu yapıyor, ama içlerinde teshir gücü olanlar, hitabet gücü olanlar, toplumu cezbedenler öne çıkıyor. Bunlardan çok güzel, hakiki ozanlar var; öne çıkıyorlar bunlar ve toplumu ruhluyorlar – imge anlamında, bir nevi bugünkü image maker’lık gibi, yani bir reklam, bilim alanında incelenecek bir konu gibi… İnsan oradan ayrıldıktan sonra tahayyül ederken, artık o söylencenin hayalleriyle tahayyül etmeye başlıyor; kendi öznelliğinden toplumun ortak umutlarını verecek olan şeylere geçiyor ki bunun içinde, arkada ilkeler gizli ama kreasyon önde, çünkü imgelem olduğu için herkes kendine göre onu yeniden kurabilir.
O öykünün ana damarları var –onları daha sonra mitolojiye giriş gibi bir çalışma yaparsak orada göreceğiz– yani mitin temel birtakım kalıpları var. Bu temel kalıplar kalmak üzere, öyküyü her anlatan kendine göre bir sanatçı niteliğiyle anlattığı için, o sanatçı mitin anlatıcısı olarak öne çıkıyor. Ve bu öykü anlatıcılığı –yazılı metinler değil– o zamanki sözel dünyanın manivelası. Bir mit göç ettiği zaman, yani dilden dile, kulaktan kulağa başka uygarlıklara, başka kültürlere gittiği zaman, oranın mitleri ile de buluşabiliyordu. Karma mitler ortaya çıkabiliyor ve onlardan da bir nevi kültürel ilişkiler olanaklı oluyordu. Bir başka deyişle, birbirlerine karşı dil bakımından, kültür bakımından yabancılaşan toplumlar, birbirlerine bu imgeler üzerinden yaklaşabiliyorlar, yakınlık kurabiliyorlardı. Ama bunun belirli bir ilkesi, gösterilen ve üzerinde ussal bir kabul olacak bir “kozmos”u, düzeni yoktu. O nedenle, Ksenofanes –bir bakıma haklı olarak– biz bunlarla, bu karmaşık imgelerle yetinemeyiz; topluma düzen vermemiz için bunu “logos”a, yani bilince kavramlar biçiminde geçirmeliyiz diye bir deneme yapar. Fakat bir bakıma “logos”u, bilinci kurarken bir bakıma da mitlerin katili olur, çünkü kreasyonu öldürmektedir.
Tikel Sanatlarda Tam Uygunluk
Estetikte kural, klasik kavramı – biçim ve içeriğin tam uygun olması. Bu ne demektir, bunun üzerine çalışacağız. Bu tam uygunluğun öncesi, uygun olmama – biçim ve içerik kendine tam uygun değilse klasik öncesidir. Klasik sonrası ise biçim ve içeriğin birbirine uygun olmasının yeniden bozunuma girmesi ve bunun tinde, düşüncenin etkinliklerinde, faaliyetlerinde yeniden inşa edilmesi – ama bu içte. Tinde demek düşüncenin iç dünyasında demek. Örneğin, roman… Roman bir bütünlüktür. Roman demek, hayatı en üst formda ifade eden anlatım demek. Bunun sanattaki yani edebiyattaki, sanatın “edebiyat” diye adlandırılan dalındaki en yüksek formu, yazım formu romandır; daha üst bir form yok. O halde roman, hikâyenin, efsanenin, masalın, fablların vb. tümünü kendinde içerip aşan bir formdur; yaşamı total ele alan bir formdur roman. Bu, klasik sanatlarda veya gösteri sanatlarında söz konusu olduğu zaman tiyatroda karşılık bulur – tiyatro romandır. Müzikte senfonidir; müzikteki senfoni en yüksek formdur. Diğer konçertolar, oda müzikleri, prelütler vb. hepsini senfoni bütünler; bir romandır o. Senfoni romandır. Yani bir senfoni, müziğin tinsel bütünlüğünü verir bize. Tensel değil; tensel dediğiniz, onun fiziği. Müzik tabii ki fizik temellidir, ama sanat olması onun fiziğinden kaynaklanmıyor; çünkü bir matematiği var müziğin.
Biliyorsunuz, Pitagoras müzik olmadan kimseye felsefe anlatmıyor. “Asıl müzik algısı, müzik yargısı ile ancak bir insan felsefe yapabilir”e gidiyor. Neden? Çünkü fizik var içinde, mathematos var ve sanat var, ifade var. Müzik olağanüstü bir şey. Kâinatı temsil edecek bir şey arıyorsan, işte o müzik. Onun sosyolojik karşılığı tiyatro. Literal, literatür olarak karşılığı roman. Üç büyük form… Şimdi bunlar, romantik bütünlenmeler; klasik sonrası, sanatın romantik bütünlenmesi, bütünlüğü. Ama “klasik” dediğimiz o değil. Klasik, Antik Yunan sanatının, heykel sanatının adıdır aslında. Orada sanat, bütünlenmiş ve bitmiştir. Nasıl yani? Çünkü evrenin, evren ağacının meyvesi insan. Evren bir mabet gibi, bir panteon gibi tasarlanabilir. Bir mabet ve içinde insan yoksa o mabet, mabet değildir. İçine insanı koyduğumuz zaman, panteonun içine bir heykel koyacağız demektir. Bu heykel de insan heykeli olacak; fil heykeli olamaz, boğa heykeli olamaz. Onlar doğa gücünü ve başka güçleri temsil ederler, insanı temsil etmiyorlar. İnsan, insanın kendi suretiyle temsil edilir. İşte içerik ve form tam uygunluğu bu demek. Antik Yunan’da bunu göstereceğiz. Antik Yunan heykelinde insan bedeni öyle bir şekilde sunulmuştur ki doğanın, evrenin ideali, evrenin nihayeti suret bulmuştur.
Estetik Bir Deneyim Olarak Tasavvuf ve Sanatta Tam Uygunluk
Tasavvuf bir estetik din anlayışıdır; daha doğrusu, dinin estetik algısı ve yargılarının iç deneyimlerle bütünleşmesidir, yani yaşantılanmasıdır. Sadece zihinlerde karşılığını bulmaz, ama biz şimdi, bu bütün klasikten öncesine baktığımız zaman, en azından bir filozofun ağzıyla bakalım: Sanatsal sunumun genel karakteri, dışarıdan değil fakat kendi kavramı aracılığıyla, kendi içinden belirlenir. Yani tohumun açılıp, ağaç olup, yaprak, meyve olması gibi, içinden… Dışarıdan bir araya getirilerek bir meyve yapılmıyor, tohumun açılımıyla oluyor, değil mi? İşte, sanatın da bu biçimde kendi iç dinamikleriyle ortaya çıkması sanattır, derlenip toparlanarak sanat olmaz deniyor. O eklektik, yan yana getirmeler keyfidir çünkü. Keyfilik hayat içermez, hayat keyfi değildir. O zaman sanat da, hayatın karşılığı olarak ele alındığı için, tikel sanatlar ve onların şekillenme tarzlarının bütünlüğü, idea ve özelde güzellik ideası ve bu sanat biçimleri aracılığıyla ideanın, güzellik ideasının sunuma ve görünüşe çıkartılışı, fenomenlere bürünüşüdür.
Taşrada Gezen Düşünce: Sembolik Sanat
Klasik sanat öncesinde –tam uygun olan insan suretinde tinin, düşüncenin içkin olduğunun algısı, Yunan heykelindeki o algı, insanı gündeme koyan o algı öncesinde– sanat, doğa formları üzerinden sezgisel bir formdadır ve tam uygun değildir. Düşünce taşradadır. Düşünce filin içindedir, düşünce taşın içindedir, düşünce şunun bunun içindedir vb. yani kendine dönmemiştir. Düşünce kendine dönmediği için, tam uygun olan insan kendi kendini daha keşfetmediği için, bu sanat sembolik sanattır. Sembolik sanat, idea henüz kendi içinde soyut ve belirlenimsiz olduğu için –soyut ve belirlenimsiz, yani zorunluluğu gösterilmemiş, birbirinin dışında derlenip toparlanmış, bir araya getirilmiş, hiçbir ilkeye bağlı olmaksızın yan yana getirilmiş doğa nesneleri veya kültür nesneleri gibi düşünebiliriz– tam uygun görünüşünü kazanmadığı için, fakat kendini kendinde dışsal olan şeyler, doğadaki ve insani işlerdeki dışsal şeyler karşısında tin, düşünce kendini kaybolmuş olarak bulduğu için tatmin olmaz.
Sembolik sanat, insanın kendine daha kavuşmamış, taşrada, dış dünyada gezinen düşünce ve onun formları demek. O zaman onlarda doyum bulamadığı, insani doyum bulamadığı için, doğa nesnesinin güzelliğinden insan tininin, “dialogos”un etkinliğine kavuşmak, klasik sanatın arayışı ancak ona kavuştuğu zaman doyum bulur. Doyum bulur; artık düşünce yuvasına geri dönmüştür ve onun görünüşü de insan bedenidir.
Hint Sanatından Bir Sembolik Sanat Örneği: Ganesha Heykeli
Burada, Hint sanatına şöyle bir göz atalım. Hint sanatının en temel görünüşü Ganesha heykelindedir. Ganesha, Hint sanatında, sembolik sanat olarak, yani doğa formlarının kolajı olarak bir araya getirilmiş, anlam içeren sezgilerdir ama kavram değildir. Çünkü daha insan sureti yoktur orada; insana benzetilmiş bir suret vardır. İşte buna “sembolik sanat” diyoruz. Şimdi, sembollerde bir özellik var; kendinden başka bir şeyi gösterene sembol diyoruz. Bir nesne düşünün; herhangi bir nesne kendini gösteriyorsa fonksiyondur. Fonksiyonsa gerçekliği yansıtır. Bir kaleme bakıyorum, koydum kalemi, fonksiyon olarak kendini gösterir. Fonksiyon olarak bu nesne kendini gösterir ve fonksiyonu onun ruhudur.
Kalemin fonksiyonu yazmak; yazmıyorsa kalem değildir, yazıyorsa kalemdir. Dolayısıyla, kendini gösteriyorsa gerçekliği yansıtıyor, yani fonksiyondur. Eğer bu tinselse, o zaman “bir düşünce tarafından oluşturulmuştur”u gösterir. Bu, kesinlikle bir doğa nesnesi değildir, bir kültür nesnesidir ve bunun içinde bir düşünce form bulmuştur, ona gönderme yapmaktadır. Ama bu, bir inanç nesnesi olarak konabilir: “Kaderim bununla yazıldı”. Bakın, sembol oldu. Kendinden başka bir şeyi gösterdi. Kendini gösterirse “gerçek, fonksiyon”; kendinden başka, yaratıcısını gösterirse “düşünce, bilinç”; bir başka şeyin aracı haline gelmişse “sembol”. Nedir o? İşte, “kaderim bununla yazıldı,” bunun gibi… Buna “sembolik sanat” diyoruz. Demek ki arkasında anlam, kavram gizemi var, ama hâlâ tam belirgin, kavranılır halde değil, keşfedilmeyi bekliyor. İşte size Ganesha’nın macerası…
* Metin Bobaroğlu’nun 14 Kasım 2016 tarihindeki “Karşılaştırmalı Doğu ve Batı Estetiği” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.