- Romantik Dönemin Doruğu Olarak Tasavvuf
- Tasavvuf Sanatının Doruğu Olarak Ferdî Hikmet ve Bunun Modern Sanatla İlişkisi
- Sembolik Sanatın Doruğunda Mısır Uygarlığının Tine Mabet Arayışı
- Yunan Klasiğinin Beşer Olarak Âdem Peygamberde de Görülmesi
- Modern Sanatın Doruğu Performans Sanatı, Ferdî Hikmet ve Performans Sanatının Doruğu Olarak Tasavvuf Sohbeti
- Tasavvufta Şiir Doğuştur
- Platon ve Aristoteles’te Sanatın Kaynağı, Hegel’in Dizgesinin Kanıtlanması
- Sanat Olarak Sema ve Semah
- Allah’ın “Musavvir” İsmi Üzerinden Sanatsal Yaratım
- Henüz Modernitenin Başındayız
Romantik Dönemin Doruğu Olarak Tasavvuf
Felsefe – tasavvuf karşıtlığı varsayılır ama bu karşıtlığın birliği de var. Çok temelde, en temel kavram olarak ne ayırıyor bu iki disiplini? Terbiye. Yani felsefe yapılır, bir etkinliktir; ama tasavvuf yapılmaz, bir etkinlik değildir. Tasavvuf bir terbiye metodudur, nefsin terbiyesi ile alakalıdır. Bu terbiye sadece düzenleme değil, aynı zamanda geliştirme ve hatta idealine kavuşturma anlamında nihayete vardırmayı içerir. Bu nihayet, bugünkü dille söylenecek olursa, özgürlük ve özgünlüğü içerir. Ama tasavvuf, sanat olarak bütün sanat dalları içinde –kendini ifade etme anlamında– şiirde romantik dönemin doruğunu gösterir. Çünkü Batı’da romantik sanatın resim, müzik ve şiir olarak dizgeleşmesi, sistematize edilmesinde doruk, şiire verilmiştir. Neden? Hem anlam, hem biçim, hem de sesin kullanımı açısından. Müzik ile şiirin tözü sestir, sese biçim vermektir. Şiirde anlam ve ses bütünlüğü, bir tavır olarak kendinden önceki bütün sanat eserlerine aslında yayılır, ya da başka bir deyişle, tikel sanatların tümü şiirseldir. Dans da şiirseldir. Raks da şiirseldir. Tasavvufta şiir, tasavvuf edebiyatının başat ifade biçimidir. Ama bu, “tasavvuf sanatı”nın doruğu değildir.
Tasavvuf Sanatının Doruğu Olarak Ferdî Hikmet ve Bunun Modern Sanatla İlişkisi
Tasavvuf sanatının doruğu, sanki modernitenin takdim ettiği en yüksek sanat biçimini içinde taşır. Yani modernite daha gelmeden önce müjdelenmiştir tasavvufta. Fusûsu’l-Hikem adlı eserinde, İbnü’l-Arabî, peygamberleri, hakikatin fasları yani bölümleri, ifadeleri için örnek kişiler olarak gösterirken, sonuncu peygamber Hz. Muhammed’in tüm önceki peygamberleri kapsayıp kendinde bütünlediğini ve o zaman ancak ferdî hikmete kavuşulduğunu söylüyor. Yani birey, bireyin kendi –Allah’ın kulu olarak birey– bir aidiyet olmaktan çıkıp kendine ait olmak anlamına geliyor; ferdî hikmet bu demek. Bir topluma ait olmak, bir kültüre ait olmak, bir akıma ait olmak, bir aşirete ait olmak, bir ideolojiye ait olmak, bütün bunlar önceki peygamberlik aşamaları. Ama son peygamber, sonluğu bitiş anlamında görülse de, aslı “hatem” kavramı ile söylendiği için, “hatm”, hatmetmek, bütünlenmek demek.
Hatem, yüzük ve yüzüğün kaşı üzerinden anlatılmıştır: Mühr-i Süleyman gibi. “Oradaki anlam hatmeden olması,” der Muhyiddin İbnü’l-Arabî. Yani circle, daire olan, kapsam açısından daha başka bir kapsayıcılık olamayacak son kapsayıcılık olduğu için ruhun bütünlenmesi, tinin kendini ifade etmesinin doyuma ulaşması –sonlanma değil bu– kemale gelmesidir. “Fakat,” diyor, “hatemde sadece yüzük yok, yüzüğün kaşı var.” Yüzüğün kaşının özelliği, üzerine sahibinin isminin yazılı olmasıdır. Bu bir mühürdür, yani imzadır. “İmza” dediğimiz bu mühürdür. Bu, tasavvuf sanatında doruktur. Modern sanatla karşılaştırırsak, modern sanatın, sanatçının konusu, romantik dönemdeki gibi, klasik dönemdeki veya sembolik dönemdeki gibi veya diğer tanımlarla açıkladığımız gibi, sınırlı, belirli bir konu olmaktan çıkar. Birey için her doğa nesnesi, olayı, olgusu; her kültür nesnesi, olayı, olgusu; her birey, her inanç veya “insan”ın şahit olduğu ve ürettiği her şey konudur. Sınırsız konuya sahiptir modern birey ve bütün bu sınırsız konuyu işlerken, hep yüzüğün kaşını mühür olarak eserlerine bastığı için, modern sanat bir anlamda sembolik sanat dönemine benzer.
Sembolik Sanatın Doruğunda Mısır Uygarlığının Tine Mabet Arayışı
Klasik öncesi, Yunan klasiğinin öncesi, sembolik sanatın Hint, sembolik öncesi ve bilinçli sembolik, bilinçsiz sembolik diye tanımlanan aşamalarında, sembolün kendi arkasındaki anlamı tam, birebir şifrelediği söylenemez. Bulanıktır, bir genelleme vardır, karışıklık vardır, yani semboller çok net, belirli bir gösterge niteliği taşımaz. Ama Mısır’da sembolik sanat doruğuna ulaşır. İşaret ettiğini o kadar argüman toplayarak yapar ki doğanın bütün güçlerini, insanın tanık olduğu doğadaki karakter ve kabiliyetleri, doğa nesnelerinin, hayvanların, özellikle Ganesha’da gördüğümüz gibi, insan üzerinde fil başı, maymun yani hayvanın kendini bizzat insana koymanın sonuna gelmiş. Koyuyor ama son aşamasına gelmiş, artık insanın kendinin yetilerinin kendine işaret olabileceğini gösterme aşamasına gelmiş, fakat doğrudan doğruya tinin mabedini gösterememiştir.
“Ölümsüzlüğü keşfetmiştir,” diyor Hegel, “Bu anlamda, tinin özgürlüğüne ilk adımdır. Tin, ölümsüzlüğü sezmiştir. Piramitler bunun göstergesidir.” Fakat benim buna bir eklemem var: Onlar, ölümsüz olmayı beden üzerinde aradıkları için –mumya örneği, mumya sanatı aynı zamanda– bedenin ölümsüzleştirilmesini aradıkları için tini keşfedememişlerdir. Özgürlüğü aramışlar, kapısına gelmişler, eşiğine gelmişler; ama özgürlüğün yani tinin kendi kendine var olduğu, başka hiçbir şeye dayanmadan kendini dışlaştırması, ancak kendine toplandıktan (temerküz) sonra kendini dışarıya açabilmesi olanağı, Mısır’da da görülmemektedir. Hatta doğadaki güçlerle bütünleştirici bir insan anlayışı vardır ya da Tanrı anlayışı vardır.
Yunan Klasiğinin Beşer Olarak Âdem Peygamberde de Görülmesi
Klasik, tam uygunluk, içerik ile biçimin tam uygunluğu. İçerik ne burada? Tin ne? Özbilinç. Özbilinç, kendini kendi evinde, ilk kez sanatsal olarak Yunan heykelinde buldu. Baktığımız zaman başka bir şey görmüyoruz. Ama tin, tam uygunluğunda dingindir, sekinededir, sükundadır, hareket içermez. Onun için Yunan tanrı heykelleri, hareket içermeksizin, sadece tinin o bedende olduğunu ve tabii o bedeni de bütün fazlalıklarından atarak, idealize edilmiş bir biçimiyle –yani edimsel bir heykel, sadece doğal bir bedeni alıp koyma değil– onun ideasının beden üzerindeki yakışır, tam uygunluğunu, tüm ölçülerini, simetrilerini, proporsiyonlarını, bütünlüğünü, harmonisini, kozmik yapısını, tümünü içerir bir biçimde göstermiştir. Sembolik göstergeleri bunlardır.
Tasavvuf buna diyor ki: “Doğa, Âdem’siz, ruhsuz bir bedendir. Âdem, doğanın ruhudur. Bütün doğa, Âdem’i gösterir. Tüm meleklere, Âdem’e secde etmeleri emredilmiştir.” Yani burada “insan” gösteriliyor. Doğanın bütün göstergeleri “insan”a. Bu, tasavvufta da gördüğünüz gibi, Âdem kavramı ile anlatılırken, o Âdem’de tüm isimler, tüm olanaklılıklar yani tüm yetiler meknuz olduğu için, onda gömülü olduğu için, gömüt olduğu için küntü kenzen mahfiyyen, gizli bir hazine olan, Âdem’in kendi. Tüm ilahi, tanrısal isimler onda gizli ama o kendinden başkasını göstermiyor, doğrudan doğruya kendini gösteriyor. Melekler de ona secde ettiği için melekler de bir gösterge olmaktan çıkmış. Gösterge değil, tâbi olmuş, “onun iradesi altına girmiş” anlamını taşıyor. Yalnız dikkat edin, burada Âdem beşer ve beşer beden demek. Arapçada beşer deridir ve dolayısıyla aslında beden için kullanılır. Klasik Yunan heykeli tasavvufta Âdem’le karşılanmıştır bir bakıma.
Fusûsu’l-Hikem’de de Âdem bahsini incelerseniz göreceksiniz; tam uygundur, Tanrı’nın tüm sûreti, sûret olarak oradadır. Tanrı’nın sûretini aradığınız zaman Âdem’dir. Sûret şekil değil yalnız; biz sûreti “şekil” olarak anlıyoruz. Sûret form demek. Araplar sûret demiyor “sûre” diyor; biz “t”yi okuyoruz. Sûret bir formdur ama bu formdan şekil anlamamak icap eder. Tinsel bir formdur. O yüzden, “Aslında,” derler, “Âdem her ne kadar beşerse de, beşerin atası ise de, gene de cennettedir yani görünmez.” Niye? Çünkü nominal bir değerdir. Onun görünür biçimleri onun evlatlarıdır. Âdem’in çocukları görünürler; Âdem onlarda görünür. Âdem tümünü toplar, bir nevi “adam kadmon” kavramıyla da örtüşür. Peki, onu görünmez kılan nedir? Tüm sıfatlar, tüm nitelikler, tanrısal tüm nitelikler onda dengeli olarak var olduğu için nötrdür. Âdem fiilleri ile var olmuştur; varoluş açısından nötrdür ama kendini ifade etme açısından, eylemler açısından, çocukları üzerinden varoluşunu zuhura getirir tasavvufun anlayışına göre.
Modern Sanatın Doruğu Performans Sanatı, Ferdî Hikmet ve Performans Sanatının Doruğu Olarak Tasavvuf Sohbeti
Ama Ebu’l beşer, Ebu’l ervah değildir. Ebu’l ervah olması için “ruhların babası” olmalı. Kur’an-ı Kerim’e göre de, tasavvufun tüm kaynaklarına göre de İsa aleyhisselam –Kur’an-ı Kerimde ruhullah– Allah’tan bir kelam ve mesih olarak ve Meryem’in oğlu olarak anlatılır. “Ebu’l ervah, Âdem’e muadil olarak yarattım,” der Kur’an-ı Kerim. Âdem’e karşılık yani ikinci Âdem, ama beşer olarak değil ruh olarak. Nitekim kendi, İncil-i Şerif’inde diyor ki: “Bedenden doğan bedendir, ruhtan doğan ruhtur.” Ruh için beden hiçbir işe yaramaz. Burada bedene bir düşmanlık, karşıtlık var gibi görünüyor ama değil. Ruh için, tinsellik için beden bir işe yaramaz. Ama beden üzerinden o ruhsallık, o tinsellik açığa çıkabilir, dolayısıyla bedensiz değildir. Bu, büyük sorunlar açmıştır. Hıristiyanlığı, mezhepleri bölmüştür, İslam tasavvufunun içinde tartışmalara neden olmuştur. Zaten Kur’an-ı Kerim de söylüyor –hiçbir peygamber için “tartışma yapıyorsunuz” demiyor, “inanıyorsunuz ya da inanmıyorsunuz” diyor– ama İsa aleyhisselam için “Onu çeşitli hikâyelerle anmaktadırlar, aralarında çekişip durmaktadırlar,” diyor. Hakikaten ruh üzerine, İsa üzerine yapılan tüm ifadeler tartışmalıdır, çözümsüz gibidir, karmakarışıktır. Sürekli yeniden yaratılır, sürekli yeniden üretilir ama bir türlü bir nihayete vardırılamaz. Aslında ruhun edimleri böyledir; ruhun edimlerinin bir simgesi olarak böyle.
Muhammedî, ferdî hikmete geldiğimizde bu sefer İsa “ruhullah” olarak kâmil insanın ruhu oluyor, bedeni de Âdem. Âdem’in tüm olanaklılıklarının yani tüm yetilerinin, marifetullahta yani nefsinde müşahede ederek bilmede, ortaya çıktığı kişi. Muhammedî, ferdî hikmet bu demek. Şimdi, bunun anlamı “bütünlenmiş”; artık her yaptığını bir başka şey adına yapmıyor, kendinin ifadeleri olarak dışa vuruyor. Dolayısıyla, modern sanat için, modern sanatın bütün konularının ve ifade biçimlerinin içinde bu, performansa karşılık gelir. Modern sanatın doruğuna performans, romantik sanatın doruğuna şiir, klasik sanatın doruğuna heykel oturuyor. Böyle olunca, sohbet bir performanstır. Tasavvuf, ehl-i sohbet olan insanların işidir. Sohbet bir sanatsal etkidir, bir ruhsal etkidir, bir performanstır ama hakikatleri dile getirir, keyfilikleri değil – tamamen hakikatleri. O nedenle, hakikatleri dile getiren bir insan kendi nefsini zikretmediği için, nefsi aradan çekilmiş oluyor. Hani şu, “Çekil aradan, kalsın yaradan,” sözü; öyle büyülü bir şey değil.
Eğer matematik yapıyorsanız, zaten aradan çekildiniz. Öğrencileriniz sizin aracılığınızla matematiğin hakikatleri ile ilgilenmektedir. Eğer biri gerçekten fizik dersi yapıyorsa, fiziğin hakikatlerini anlatmaktadır; oradaki kişinin nefsi söz konusu olmadığı için aradan çekilmiştir. Öğrenciler, talebeler doğrudan doğruya hakikatle, fiziğin hakikatleriyle karşı karşıyadırlar. İşte, modern dönemin sürekli hakikatleri birebir yüzleşmeye getirmesi, aradan nefslerin çekilmesi, keyfilik ortadan kalktığı için hakikatlerin ferdî hikmetidir. Bu, tam da batı tarzındaki modern sanatın doruğu olan performansa karşılık gelir. Bu söylediklerim literatürde yok, bunların bir kısmını Hegel söylemişti ama işte öbür kısmını da biz söylüyoruz. İtimat etmeyin, duyun, böyle bir şey var; bunları bir araya getiriyoruz.
Tasavvufun sanat anlayışında doruk, bir insanın bedenini ve nefsini ruhun emrine verip, ruhu Rabbin emrine verip, hakikatleri davranışlarından, sözünden, yaşantısından, ahlâkından dışavurmak. Bu, gerçek bir performans. Tasavvufun doruğu bu. Ama buluşuyor bakın, ilginç değil mi? Modern dönemin sanat kavrayışı ile birebir örtüşmüyor mu? O nedenle, moderniteyi ben “ahir zaman peygamberinin dönemi” diye söylüyorum. Yani Hazreti Muhammed’in peygamberliği, ahir zaman peygamberliği. Ahir zaman, zamanların sonu demek; dünya bitti, ondan sonra onun peygamberliği başlıyor değil. Ahir zaman, zamanların sonu. Modernite, zamanların sonudur. Niye? Artık bireyler vardır. Aidiyetler değil, artık bireylerin bizzat kendileri gösterilir sanatçı olarak. Mesela, İtalyan sanatı, Fransız sanatı, İngiliz sanatı, Osmanlı sanatı, Selçuklu sanatı demiyoruz artık. Aşiretler üzerinden, inançlar üzerinden Hıristiyan sanatı, Yahudi sanatı, Müslüman sanatı demiyoruz artık. Doğrudan doğruya ferdî hikmet; bireyin kendi, Allah’ın kulu olan, doğrudan doğruya birey.
O birey kendi damgasını, mührünü, hatemini bastığı için, sanatta artık sanatın yapıtları bir anlamda sembolik oldu şimdi. Sanatçının yapıtları sanatçıyı gösterdiği için değer taşıyor artık; modern dönem bu. Sanatçı artık tinin kendi; yani sahnede. Modernite budur ama modernizm –modernitenin büyük gölgesi– moderniteyi öyle gölgeledi ki modernite sanki dünyayı berbat etmiş gibi. Hâlbuki her dönemde sanat öncüldür; az kişi tarafından idrak edilir, algılanır ve sonra tabana yayılır. Her zaman böyle olmuştur. Dolayısıyla, şimdi modernite doğdu; modernizm gölgesi altında, “izm” moderniteyi öldürüyor. Dikkat edin, “izm” diyorum çünkü sistem; sistem olunca birey, fert sistem uğruna ortadan kaldırılıyor demek istiyorum. Hâlbuki bütün sistemler artık fert için, birey için olmalı.
Tasavvufta Şiir Doğuştur
Şiir sanatıyla dahi ifade etmiş olmayı performanstan ayıramıyoruz. Tasavvufta şiir, o performanstan ayrı olarak yoktur. Şunu demek istiyorum: Tasavvuf dirimlilikten söz ediyor bize, “hayy” esmasından söz ediyor. Bir kitapta ben tasavvuf şiirini alıyorum, okuyorum, işte tasavvuf şiiri. Hayır, bu tasavvuf şiiri değil. Bu onun gölgesi. Şiir, yazılı ve gözle okunur bir şey değildir. Hegel bunu çok güzel ifade eder: “Şiir ve müzik töz olarak sesi kullanır, resim rengi kullanır.” Şiir ve müzik sese biçim verir. Bu çok mühim. Şiir seslendirilme esnasında şiirdir; onun için ruhsal etkisi vardır. Performansın, kendini ifade etmenin içindedir o. Ondan koptu, kitaba gitti, ben de gözlerimle takip ettim ya da kendi sesimle seslendirdim; o zaman o tasavvuf şiiri değil. O nedenle, tasavvufta bir ayırım yapmışlar; “doğuş” ve “deyiş” demişler. Doğuş, o anda, spontan, dirimli kelam. Deyiş, onun kayda geçip daha sonra tekrarlanması; ister saz ile ister söz ile tekrarlanması. “Deyiş”, doğduğu an “doğuş.” Doğuşuna tanık olursan ruhsal etkiyi alıyorsun, mayalanıyorsun ve döllenebiliyorsun; manevi döllenme budur. Hz. Peygambere vahiy geldiğinde, o vahiy o haliyle, o titreşimiyle, o vücuda gelişiyle ve ifadesiyle –Kur’an-ı Kerim’e bakın– estetik anlamda bir şiir değildir ama şiirseldir; çünkü aşktan doğmuştur. Aşktan doğan tüm kelam şiirseldir. Bütün mutasavvıfların kelamları aşktan doğduğu için şiirseldir, mantıksal değildir. Bu anlamda Platoniktir.
Platon ve Aristoteles’te Sanatın Kaynağı, Hegel’in Dizgesinin Kanıtlanması
Platon, güzelliğin kaynağının sezgisini şiirde bulur. Aristoteles nerede bulur? Tragedyada buluyor. Aristoteles’in sanat kavramının temeli trajedidir; çünkü mantık, çünkü akıl. Ama tikel sanat olarak, o aklın, mantığın tezahür ettiği sanat dalı “tragedya”dır. Platon şiirden esinleniyor; “Sanatın kaynağı bende şiirdir,” diyor. Şimdi, ikisi de haklı. Sanat, öyle tek bir şeye indirgenecek durumda değil. O zaman, sanatın biçimleri, formları ortaya çıkıyor, sonra Hegel’de bunlar hiyerarşik bir sıralamaya giriyor – birbirini peşleyen bir gelişme. Bu gelişme neye doğru olabilir Hegel’e göre? Özgürlük ve özgünlük gayesinin örtükten açığa çıkış sürecine dizilebilirler bunlar. Bu şekilde dizilebilirler ve çok ilginçtir ki hiçbir zaman, gelişmiş anlamda bir sanat eseri, diğer gelişmemiş olandan daha önce gelmemiştir tarihte ve Hegel’in bu görüşü kanıtlanmıştır.
Sanat Olarak Sema ve Semah
Tasavvuf, sanatı bizzat kendi nefsinde gerçekleştirme olduğu için tekrar tekrar altını çizmeye çalışıyorum. Onun şiirsel ifadesi var, raksı var – Mevlana’nın hakikaten o da dans sanatı, ama nasıl bir şey değil mi o? Dans ama nasıl bir dans? En tepeye koyacağın onun bir altında valstir. Valste ikili birlik var, Bektaşi semahında ikili birlik var; yani vahdet var, “elohim”. Ama Mevlevi semâhında ehadiyet var. Kendi miğferi etrafında döner; eril dişil kalmamıştır. Bektaşiyunda eril dişil birbirinin etrafında döner. Hayatın, tüm varoluşun kendini ifade eder. Ama miğfer kendi etrafında döner, buna “ehadiyet” diyoruz. Sanatın doruğu, ehadiyetin dışlaşması, duyular önüne konmuşu. Öyle sıradan oyunlar değil bunlar.
Allah’ın “Musavvir” İsmi Üzerinden Sanatsal Yaratım
“Yaratma”, yoktan var etme anlamına gelmez. Creatio, “var”ı biçimlendirmek anlamına gelir. “Yaratma” kelimesi böyle kullanılır. Arapçası da böyle; “hâlk etmek” demek, biçim vermek demek. Karşıtı “ibdâ” değil, ibdânın karşıtı “icâd”dır. Hâlbuki hâlk etme, “biçim verme” dediğimiz; “var”a biçim verilir. Bu bakımdan burada, kreatif olma, kreasyon biçimseldir. Mesela pamuk var; ona biçim verdim, iplik oldu. Aristo’nun örneğidir bu. O zaman pamuk maddedir, iplik biçimdir. Sonra, kazak öreriz, çorap öreriz; çorap biçim olur, iplik maddesidir onun. Biz onu çoraptan önce kumaş yapalım mesela; kumaş biçimdir, iplik onun tözüdür, cevheridir, maddesidir. Kumaş da elbisenin maddesidir, elbise onun biçimidir. Creatio, hâlk etme böyle bir şeydir; sürekli “mahlûk” meydana getirmek. Hâlkiyet var olan üzerindendir. Neye biçim veriyor da hâlk ediyor? Neyi biçimlendiriyor? Hakk’ı. Asıl varlık Hakk. Hakk’a hâlk, biçim vermek demek. Mahlûk, biçim verilmiş Hakk demek.
Hakk ne demek? Bizâtihi varlık demek; kendinde varlık. Sebebi kendinden olan varlık “Hakk”, ona biçim vermek “hâlk.” O zaman Hakk “Hâlîk” ne zaman olur? Hakk “Allah” ne zaman olur? Hakk “ilâh” ne zaman olur? Hakk “Rab” ne zaman olur? Eğer Hakk bir biçim veriyorsa, adı değişti. Hakk tözsel bir kavram. Varlığın bizâtihi adı. Bir iş yaptı, adı değişiyor. Ne yaptı? Biçim verdi, onun adı artık “Hâlîk” – Hakk değil Hâlîk. Mahlûk, hâlîk, ahlâk, nitelikler, hâlk, biçim verme. Ama aynı zamanda, Hakk hükmetti, ilâh oldu. Meluhu yarattı, meluh üzerinde ilâh oldu. Hakk, artık orada “ilâh”tır. Hakk, fiilde terbiye etti, düzenledi, geliştirdi, yani Rab oldu; artık Hakk “Rab” ismi ile anılıyor. Demek ki tüm isimlerin yüklemi Hakk’tır. Hakk’ın kâmil mertebesi insandır. Bu bakımdan, tüm isimlerin cevheri ve hakikati, insanın zâtında mevcuttur.
Dolayısıyla hâlk etme, yaratma, onda mündemiçtir, içkindir. İnsan, ruh-i ilahinin nefhasına sahiptir de onun içindir. Bunu hangi ayete dayandırıyor? Vahye, gene sanatsal bir etki olarak, “Ona ruhumdan üfürdüğümde” ayetine (15/29) dayandırıyor. Çünkü ruh kreatif olan, ruhundan üfürdüğü insan. Tüm isimlerini suret, form olarak ona veriyor. Neydi? İnsan şekil değildi de “form”, “suret” dediğimiz nitelikler bütünü diye algılıyorduk. Mutasavvıflar, sabit sıfatlar olarak bunu kabul ederler: hayat, ilim, semî, basar, kudret, irade, kelam, tekvin. Sekiz subûti sıfat – subûti yani sabit. Bu sekiz sıfat sûredir. Görünür bir şey değil bu, şekil değil, duyusal değil. İnsan görünmez bir varlıktır yani. Görünenine “libas” diyoruz, “iblis” diyoruz, “beşer” diyoruz. İnsan onun efendisi olarak ne içinde ne dışında – her ne ise, ama elbisesi çıktığı zaman görünmez. Baktığımız zaman biz insanı görmüyoruz; beşeri görüyoruz, elbisesini görüyoruz. O bir phantom, görünmez bir varlık, bir sûre. O sûre bu sekiz sıfatın biçimlendirdiği bir ruh durumunu anlatıyor. Mutasavvıf bunu böyle anlıyor.
O zaman, insan ruhu, yaratma gücünde olan ilâhi bir cevhere sahiptir ve buna dayanarak yaratır. Yani insan yaratmaz, insandan ilâhi cevher yaratır. Bunun en iyi örneği sanattır. Sanat yaratıcılığın mazharıdır. Çünkü Allah Musavvir’dir – ismi var: Musavvir. Musavvir kelimesinin tam Türkçesi “betimleme.” Tiyatro betimleme sanatıdır, resim betimleme sanatıdır, heykel betimleme sanatıdır, şiir betimleme sanatıdır, tüm sanatlar betimlemedir. Peki, hangisini kabul ediyoruz ki? Sanata dair ne yapılıyor? İnsan ruhsuz bir varlığa, tenekeye çevrildi. Ruhu yok. Ruhsallık tüm bu sanatsal şeyler. Allah’ın ismini inkâr ediyoruz. Peki felsefe? Allah’ın “Hakîm” esması, ismi ne olacak? “Hukemâ” ordan gelmişti. Hakîm; Allah Hakîm’dir, hikmet sahibidir. Filozof asıl O’dur. Onun için Pitagoras’a, “Sen bir ‘sophos’sun,” dediklerinde, “Hayır,” diyor, “ben ‘sophos değilim, ben ‘philosophos’um. Sophos ancak Tanrı’dır. Ben bilge değilim, bilge severim.” Yani kul mertebesini söylüyor. Peki, Allah’ın “Musavvir” esmasını reddediyoruz, “Hâkim” esmasını reddediyoruz, “Ârif” esmasını reddediyoruz, “Marifet” de yok. Ne kaldı geriye? Allah’ı inkâr ettiğimizin farkında değiliz. Hayatımızda yaşam damarlarının kuruduğunu, yaşamdan zevk almadığımızı görünce, bu ispat değil mi? İşte tasavvuf, hakikatin dile getirilmesinin, tam da hem felsefi hem terbiye içeren nefs durumlarını dönüştüren bir sanat olgusunda yatıyor.
Henüz Modernitenin Başındayız
Modernite, sanatı, dinin elinden ideolojinin eline kaptırdı, hâlbuki kurtaracaktı. Sanatı kurtarmak istiyordu. Sanatı, doğruların cazibesi için bir araç olmaktan, dini inançların cazibesi olan, onları daha cazip kılmak için bir araç olmaktan çıkartacaktı. Sanatın, hakikatlerin ifade edilme biçimi olmaktan çıkıp sanat olarak kendi hakikatine ulaşması, kendinin hakikatinin dışlaşması; sanatın bir hakikat olarak dışlaşması modernitedir. Fakat ne yaptı? İdeolojiye kaptırdı. İdeoloji, dinin yerini alıverdi. Din yadsındı, o boşluk ideoloji ile doldu. Bu sefer propaganda çıktı; ideoloji, sanatı propaganda aracı kıldı. Sanat gene araç haline dönüştü, hâlbuki ferdiyet olacaktı. Demek ki daha modernite kendini bulamadı. Sanki modernite oldu bitti, postmoderne gidiyoruz – yok öyle bir şey. Modernitenin kendi birey ve bireyin özgür, özgün hak ve özgürlüklerinin yaşayabildiği bir ortam, bir toplum daha yok ki. Modernitenin daha başındayız. Tek bir filozoftan moderniteyi kavramaya çalışıyoruz: Hegel. Ondan sonrası, hepsi postmodern, hepsi çağrışımsal.
Dinin sanat olabilmesi için ayrıca onun mukaddes yönünün bulunması lazım. Tasavvuf, ister istemez bu biçimde bir sanattır. Bir sanat eserinin konusu ile beyân şekli arasında temelli bir denge olmalıdır; yani uyum, armoni. Ne ile ne arasında? Konu ile beyân şekli arasında. Diğer taraftan, sanat genellikle şümul özelliğine sahiptir; şümullu, kapsayıcı olmalıdır. Yani yalnızca İslam sanatında değil, tüm dinlerde de görebileceğimiz, ortak ilkelere sahip olmalıdır ki dinî olabilsin. Yoksa İslamî, Hıristiyanî, Budistî olurdu. Dinî olması lazım, çünkü “dinî” dediğiniz zaman, putperestlik de içine girer. Dinin tüm biçimlerinin, zorunlu bilinç durumları bakımından, bilincin o konumunda ondan başkasını yapamıyor olmasının zorunluluğu açısından ele alınması Vahdet-i Vücud’dur. İbnü’l-Arabi bunu söylemiştir; “Putperestliği yeryüzünden kaldıramazsınız,” diyor. O, bir bilincin bir uğrak anıdır. O durumda, bilinç onu yapacaktır. Onu kaldırdığınız zaman, ondan sonraki zincir de kaybolur. Bu, onu egemen kılın demek değildir. Egemen kılmak ayrı bir sorun. Ama onun varlığını korumak zorundasınız. “O, varlığını korur,” diyor. “İlahi bir zuhurdur. İnsanlar Allah’la savaşamazlar, yenik düşerler,” diyor. Putperestliği yeryüzünden kaldırmaya kalk, sen yeryüzünden kalkıverirsin. Böyle bir hikâye.
Mesela Rönesans dönemi sanatçıları ile Ortaçağ sanatçılarının yaptığı Hz. İsa ve Hz. Meryem resimleri, konu bakımından bir olsalar da –Caravaggio dediğimiz zaman Rönesans’ı alacağız; Ortaçağ’a hangisini alalım, mukayese edelim? Giotto’yu alalım– Giotto’yla Caravaggio’yu karşılaştırdığımız zaman biri Rönesans sanatçısı biri Ortaçağ sanatçısı. İkisi de Meryem ve İsa yapmış; konu bakımından aynı, ama üslup bakımından tamamen farklıdırlar. Rönesans resmi bizi hümanizme götürür, diğeri ise mukaddes sanata götürür. O ondan üstün, bu bundan üstün demek değil burada söylenen şey. Aslında mukaddes olan, sonunda hümaniteye gitmek zorunda. Yani bütün mutasavvıfların söylediği gibi – özellikle Niyâzî-i Mısrî’de çok açıktır: “Allah’ı arıyorsan, git insana bak,” diyor, “İnsan-ı Kâmil’e bak.” Sanki İnsan-ı Kâmil değil, insana bak. “Çünkü onda rahşan eder,” diyor, oradan ışıldar “sûreti Hakk, sîreti Hakk, cemali Cemâl, kemâli Kemâl olan insan.” Nerede göreceksin peki? “İnsanda seyredeceksin,” diyor. Buraya varmayan, insana varmayan hiçbir yol Hakk’a vâsıl olmaz. Hakk’ın inkârı insanın inkârıyla eşdeğerdir, ama insan.
Dinî sanatta sembol, remz veya temsil, bir konum alameti olmayıp varlık nizâmına dayanır. Bu, Vahdet-i Vücud’da da vardır. Vahdet-i Vücud’a göre, bütün kâinat, tabiat, kevn ve fesât olarak tabiat, görünüş olarak tabiat tümüyle gölge varlıktır, Zât’ın gölgesidir. Gölge varlık çok önemli bir ayrımdır – diğer bütün görüşlerden farklı bir görüş olarak “gölge varlık”; çünkü bir metafor olarak güneş herhangi bir insana ışığını vurup gölgesini oluşturduğunda, bu gölge kendi var değildir, ama Zât’ın delili olarak vardır. Varlığı inkâr edilemez olarak ispat eden varlık olarak vardır ve yok olamaz. Gölgeyi yok edemeyiz. Gölgeyi yok etmek, Zât’ın ortadan kalkmasıdır. Zât var olduğu sürece –ki varlığa Zât diyoruz zaten– gölge vardır. Gölge varlık, aslında Zât’ın ispatı olmak üstünden metafor olarak da, gösterge olarak da bir ayettir. O zaman biz Zât’ı, güneşin doğrudan kendi gibi kabul edip güneşe bakamayız, çünkü zuhurunun şiddetinden gözümüzü kör eder – zuhur yani ışığı, ışıması. Işımasının şiddetinden, hakikaten güneşe bakamayız. Retinanın arkasındaki hücreleri yakıyor, ama onun tecellisine bakabiliyoruz. O ışığın vurduğu yere “ne güzel” diyoruz ama ışığın kendine bakamıyoruz. Onun için peygamber, “Zat’ı düşünmeyin,” diyor, “onun sıfatlarını ve fiillerini düşünün. Zât’ı düşünmek aklınızı yakar.” Çünkü senin aklına nesne olan bir şey, nasıl olur da senin Tanrın olabilir? Senin aklının nesnesi nasıl olur da sana Tanrı olur? O, senin bilincinin bir içeriği olmakla, sonlu, sıradan herhangi bir şey olmalıdır. Senin zihnini, aklını aşmıyorsa, ruhunu aşmıyorsa, seni aciz kılmıyorsa, Tanrılık sıfatı orada gerçek değildir. İşte putperest olmak, zihnimizin içeriklerini Tanrı yapmaktan kaynaklanıyor. O zaman, bunun sanatı da gösterge haline geldiği zaman ilahiliğini, mukaddesliğini yitirir. İşte, mukaddeslik bunu korumak. Yani sanatta zihnin içeriklerini dışlaştırırarak onlara tanrılık yüklemek, mukaddes sanatın tezahürü değildir. Tasavvuf, onu sanat olarak kabul etmez, bir yanılsama olarak görür.
* Metin Bobaroğlu’nun 2 Ocak 2017 tarihindeki “Karşılaştırmalı Doğu ve Batı Estetiği” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.