Kant’ta Estetik

Kant, sanatın estetik olması yani “güzel”in tanımlaması üzerinden konuşurken, “Görünüşler, fenomenler bilinir, numen bilinmez” dediği zaman önemli bir şey söylüyordu. Söylediği önemli şey şu: Görünüşler, fenomenler, doğada birbirinin dışında varoluşlardır. Dolayısıyla bunların hiçbiri saltık, mutlak olmadığı için, her biri birbirine göreli, izafi olduğu için bunun bilimi olmaz. Kant’a göre estetik bir bilim değildir. Nedir? “Duyarlık, hayal gücü ve zevk gibi insan fakültelerine hitap eden fenomenlerdir.” Bu anlamıyla, bir sanat felsefesi yapıyor gibi görünse de, o sanat felsefesi orada betimleme düzeyindedir, tasarım düzeyindedir, kavram düzeyinde değildir. Burada izafete vardırıyor. Haksız mı burada Kant? Hayır. Doğal bilinç düzeyinin algısı budur. Doğal bilinç düzeyinin rasyonel düzeyidir bu. Doğal bilinç düzeyi rasyonelliğe kavuştuğunda, yani salt görünüşlerden hareketle, parçalı olarak kategorik zihnin kendinin kavradığı o duyusal verilere, kendi parçalı, kategorik zihnini giydirerek bulacağı buydu, bundan başkasını bulamazdı. Ama Hegel’e geldiğimiz zaman, Hegel –Goethe’den alarak tabii, çok önemli Goethe’den aldığı şey– süreci koydu. “Hayır” dedi, “biz salt görünüşleri zihinsel kategorilerle buluşturduğumuz zaman ortaya çıkan ister bilgi, ister estetik, ister inanç, ne dersek diyelim, bunlar canlı değildir, tinsel değildir; bunlar inorganik malzemeye benzer.”

Immanuel Kant

Kant’a göre, dediğim gibi, “güzel”in bilimi yapılamaz. Hegel buna itiraz eder; ona göre biz ancak süreçlerde, proseslerde, gelişimin içinde her şeyi gözleyebiliriz. Yani bir dışavurum sürecinde; birbirinden kopuk olmayan, birbirinin dışında durmayan, içsel dinamiği dışsal görünüşlerini göstere göstere açığa çıkan – nihayeti deniz olan bir nehrin alüvyonlarını dışarıya bıraka bıraka gitmesi gibi… İşte o zaman bilim yapabiliriz, sanatın bilimini yapabiliriz ve aşama aşama, o bilime, o bilince doğru girişimini görebiliriz. Kant ile Hegel arasında Fichte –Hegel’in hocası, Kant’ın öğrencisi– bütün bu Hegel’in öncesini, yani Hegel’i değil ama Kant’ı ve Baumgarten’leri bilerek başka bir şeye dikkat çekiyor: “Ben’in yaratıcı gücünü keşfetmektir sanat.” Burada şöyle bir tercih yok: Kant’ın dediği mi doğru, Fichte’nin dediği mi doğru, Hegel’in dediği mi doğru? İfade açısından baktığımızda, üçünün de katkısını görebiliriz. Bilim açısından baktığımız zaman, bilime doğru gidişinde aşamalı olarak daha önce ve daha gelişmiştir diyebiliriz. Ama neticede bunlar felsefe dizgesine öylesine girmişlerdir ki onun dışına artık onları atamayız, onlarsız düşünemeyiz. Bunlar, sanatın dışavurumları gibi, felsefenin veya dinin dışavurumları gibi, anlatımları gibi kabul edildiğinde, her biri birer kavrama tekabül ederler. Burada bireylerden söz ediyoruz ama o bireyler birer kavramdırlar. Ve tarihte de bunlara baktığımız zaman birer kahramandırlar.

Kavramlar karakter haline gelip kahramanlaşırlar ve onlar, o bireyler olarak özgün oldukları, özgür oldukları için felsefenin ülkesine, sanatın ülkesine, dinin ülkesine kaydolurlar. Dinin ülkesine kaydolurlar; peygamberdirler, velidirler, azizdirler. Felsefenin ülkesine kaydolurlar; filozofturlar. Sanatın ülkesine kaydolurlar ve onlar sanatçıdırlar. Artık onlarsız düşünemeyiz. Onlar bizim lojiğimizin, bizim tinimizin dama taşlarıdır. Hakikidirler çünkü özgür ve özgündürler. Fichte’nin katkısı neydi? “Ben”in yaratıcı gücünü keşfetmek. “Sanat edimi, ‘Ben’in yaratıcı gücünü keşfetmeye sebep olur” diyor Fichte, “Bu, sanatın, insanın yaratıcı gücünü keşfetmesine sebep olan o oluşum süreci, yaratıcı süreç, doğanın karşısında insanın kazandığı zaferdir.” Netzah; zafer. Zaferi kazandı. Ne demek zafer kazanmak orada? Tanrısal bir yetiye kendi nefsinde şahit olduğu için –biz tasavvuf üzerinden anlatırsak– Tanrı’nın gerçekten yaratıcı olduğuna iman eder. Yani bir sanatçı, yaratıcı süreçte kendinden tecelli eden o yaratıcılığın ihtişamını görürse, onun için Tanrı yaratıcıdır gerçekten; onun şahididir artık.

Güzelin Deha ile İlişkisi

Friedrich Schelling

Schelling sanatın başka bir boyutuna dokundu. “Güzel nerede içerilir?” Böyle bir sorunsal çıkardı. Güzel doğada mı içerilir, insanda mı, tinde mi? Evet, tinde. Peki, tinin nesinde içerilir? Hangi edimde, hangi yetimizde içerilir “güzel”? Ve Schelling –işte bir kavram olarak var oldu, artık Schelling’siz sanat üzerine düşünemeyiz– dedi ki: “Güzel, dehada içerilir.” Öyle bir şey dedi ki, eğer eğitim yapacaksak, insanın dehasını açığa çıkartacak biçimde bir eğitim yapmalıyız ki ancak o yaratıcı olabilir. “Fichte’nin o aradığı yaratıcılığı, herhangi bir edimde, tesadüflerde bekleyemeyiz” dedi. Dehanın açığa çıkartılacağı bir eğitimle olabilir bu ancak. Sanatın yaygınlaşması, toplumsal kılınması eğitim aracılığı ile olabilir. Yoksa bekleyeceğiz; tanrısal bir vergidir, doğuştan olur, birileri olur birileri de onları seyreder, alkışlar – hiç öyle değil. Eğitim bir girdi, Batı’da sanat her türlü şeye yayıldı. Doğu bunu kabul etmedi: Tanrısal bir vergidir, bekliyoruz. Ne zaman çıkarsa işte çıkar, ne yapalım… Eğitim, insanın kendi eylemlerini göğenmesi demek. Yoksa bir doğa varlığı olmayı tercih edip bunu üstün bir şeymiş gibi görmek. Efendim, insanın elinde ne var ki, her şey takdiri ilâhidir demek… Evet, her şey takdiri ilâhidir ama eylemle. İnsanlar, eylemlerine saygıdan uzaklaştırılıp, özgürlüğe ve özgünlüğe yöneltilmediği, köleleştirmeye yöneltildiği için orada sanatsal tezahürler ve tecelliler de olmaz, felsefi bilinç de oluşmaz, din de kendi özbilincine varamaz, dışsal itikatlerde kalmak zorundadır.

“Sonlu” ile “Sonsuz” Karşıtlığı Sorunsalının Aşılması

Hegel’in bu şimdiki yürüdüğümüz yolda bir başka katkısı var, şöyle diyor: “Güzel, ‘sonlu’ ile ‘sonsuz’un uzlaşıp kaynaşmasında ortaya çıkar.” Bu, gerçekten klasik sanatta, tam kendi gerçekliği ile ortaya çıkmıştır. Plotinos, onun “sonsuzluk” yanını parlatıyor, diğerleri –Plotinos dışı olanlar, yani Platon, Aristocular– daha çok tikelleri kastediyorlar. Hegel, “sonlu” ile “sonsuz”un ikisini bir araya getirmek istiyor. Burası çok problematiktir, anlaması çok zor bir konudur. Tevhid konusudur ve dolayısıyla dinde de bunun anlaşılması çok zordur. “Sonlu” ile “sonsuz” nasıl bir araya gelebilir? Bir tasarım olarak söyleyeyim; çok şaşırtıcıdır. “Sonlu”yu ve “sonsuz”u tasarım olarak düşünelim. Buna “antinomi” diyor Kant. Bir-çok gibi, sonlu-sonsuz da antinomiktir; yani çatışkılıdır, çözümsüzdür. Bu, çıkmaz sokaktır, diyalektiktir. Ama bu “diyalektik” dediğimiz şey, çalışmayandır; insan bilincini durduran bir şeydir, şaşkınlıkta bırakır, hayrette bırakır. Dolayısıyla bunlar hayret alanıdır. Buraya, yani “sonlu” ile “sonsuz”a girmeyelim diyor Kant. Çok ilginçtir, neden antinomiktir hakikaten? Bir düzlem düşünelim; boş veya dolu fark etmez, bir düzlem. Uzayda bunu bitimsize taşıyalım, bir tasarım olarak bitimsiz bir yüzey var gibi düşünün. Şimdi, bu “sonsuz.” “Sonlu”yu tasarlayalım, nerede tasarlayacağız “sonlu”yu? Bu “sonsuz”un içinde tasarlamak zorundasınız. Başka bir yerde tasarlayabilir misiniz? “Sonsuz bir mekân” diyoruz; sınırsız, sonsuz bir mekân. Nesne, cisim bu sonsuz mekânın içinde sınırlı ve bitimli varlık olarak konmayacak mı? Konduğu an, bu “sonsuz mekân” sınırlanmıyor mu? Bitti. Nerde sonsuzluk? Hegel buna “kötü sonsuzluk” diyor. Bu kavram çifti, “sonlu-sonsuz” karşısında tanımlıdır. “Sonsuz tasarım”ın içine “sonlu”yu koyduğum an, o “sonsuz” dediğim şey sınırlandı. İki sınırlı, iki “sonlu” varlıktan söz etmiş olduk. Burada sonsuzluk yok. Demek ki tasarımsal bilinç, “sonlu” ve “sonsuz”u düşünemez, çünkü tasarımsal bilinç betimlemededir, kavrama geçememiştir. Kavramın olgusallığını göremez.

“Sonlu-sonsuz” diyalektiğinin kavranması ussaldır, akılsaldır; zihinsel değildir. Tasarımsal bilinç onu asla bilemeyecektir ve nicelin, nicelliğin egemenliği, zihnin egemenliği bu tür felsefi bir bilinci veya onun din anlayışını kabullenemez, anlayamaz – öyle olduğunu iddia etse bile. Dinde “Muhammediyet aşaması” dediğimiz, “sonlu” ile “sonsuz”un birliğidir. Ama bu, kavramsal düzeydedir; tasarımsal, betimleme, zihin düzeyinde değil. Kur’an-ı Kerim “akıl” diye belirtir; “zihin” değil de “akıl” demesinin sebebi budur. Akıl sentetiktir, zihin analitiktir. Analitik zihin bütünü kavrayamaz; holistik değildir, sibernetik değildir. Sadece diyalektikte kalır, çatışkıda kalır ve kuşkuda kalır. Buna “şaşkınlık” diyoruz. Şaşkınlıkta kalır. Bütünlüğe varması için “sonlu-sonsuz” diyalektiğinin kavramsal bireşimine varmak zorundadır. İşte tevhid, bu bireşimin adıdır.

Georg Wilhelm Friedrich Hegel

Şimdi, Hegel’in bir sözü: “Sanat eserlerinde izlediğimiz zorunlu varlık ve özgür faaliyet birliktedir.” İşte bu zorunlu varlık, doğa. Zorunlu varlık ama özgür eylem, insanın özgür faaliyeti, bu zorunlu varlığı çözüp bireştirerek zorunluluktan zorunluluğa, kaderden kadere taşır. Her zorunluluk kaderdir, çünkü takdir edilmiş ölçüdür, ama çözümlenip yeniden kurulma, çözümlenip yeniden kurulma olanağı vardır ve bu, organik düzeye kadar böyledir. Organik düzeyde çözümlendi mi bir daha bireşimi olmayan bir şeydir. O zaman, organik düzeyde sadece performans sanatı olabilir. Performans sanatı, organik olanın tinsel karşılığıdır. Orada başka bir enstrüman kullanamaz artık. Doğrudan doğruya kendi enstrümandır; kendini kendiyle ifade eder demektir. Hayat ve madde, doğa ve ruh; bunların ahenkli birliğini sanat eserinde seyrederiz. Bu ahenk, harmoni, sanatın estetik değerlerinden bir değerdir ve biz ona felsefi tanımla, kavramsal olarak yakınlaşmalıyız ki bu savı bilincimize taşıyalım. Bu tanım Hegel’in Estetik Felsefesi’nden, doğrudan doğruya kendi sözleri ve bilincimize taşımanın iyi bir aracı. Bakın, ne diyor: “Harmoni, niteliksel ayrımların bir bağıntısıdır.” Niceliksel değil, niteliksel ayrımların bir bağıntısıdır. Nitel ayrımlar; daha sonra Marx’ta göreceğiz bunu. Bir varlık nitelikle varlıktır ve devrimler bir niteliksel dönüşümdür; niceliksel bir büyüme değildir, niteliksel dönüşümlerdir. İşte o zaman sanatta da bunu görüyoruz. Niteliksel ayrımların bağıntısına “harmoni” denir. Ama bunda nicelik yoktur anlamına gelmiyor. Bunu en iyi müzikçiler anlar. Diğer sanatçılar da mutlaka biliyorlar; yani ressamlar, tiyatrocular, romancılar muhakkak biliyorlar ama bizim onların eserlerine baktığımızda, bize anlattıklarında anlayabilmemizin en kolay ve en sağlam görünüşü müziktedir. Müzik matematiği içerir. Müzikteki ölçülerin tamamı matematikseldir. Fiziği tam olarak içerir, çünkü sesi kullanır. Sesin kendi fiziktir ve ölçülü olarak sesi kullandığı için onu parçalar, ayırır ama ondan sonra öyle bir ilişkilendirir ki onların harmonikleri, kendi arkasındaki uyumsal sesleri de ilişkilendirir. Bakın fizik var, matematik var, bir de onun üzerine “ifade” geldiğinde “sanat” oluyor. Bu tür niteliksel ayrımların bağıntısını yeterli bulmuyor Hegel, “niteliksel ayrımların bağıntıları ve bütünlüğü” diyor.

Ebru Sanat mıdır?

“Sanatı estetik kılan değerlerden bir tanesi harmonidir” derken, içinde ne var? Ayrımlar var, ayrımların bağıntıları var ve onun bütünlüğe varışı var. Harmoni böyle bir şey. Kavrama geldiği zaman böyle. O zaman eğitimde kullanabilirsin. Kavrama gelen, eğitime girer. Biz ülke olarak kavramlara ulaşamadığımız için, eğitimimiz kendi elimizde değildir. Bize müfredat verilir ve biz onu uygularız. Sende kavramları olmayan içerikler var. Ruhu sende değil, biçimi sende değil. Ancak onlara biçim veren diyor ki bu biçim verişle olabilir. Peki, biz akıllanalım, uyanalım, bunu reddedelim, kendi işimize bakalım, değil mi? Böyle özümüze dönelim, ruhumuza dönelim… Çıkan ürüne bir sertifika vereceğiz, adına “diploma” diyorlar. Onu verdiğimizde, dünya standardının içinde geçerliyse, buyur yap! İşte kavram o demek. Kavram evrenseldir. Ancak böyle bir şeye “üniversite” diyoruz. Kavram düzeyine çıktı mı evrensel olur. Evrensel olduğu zaman adı “üniversite” ve eğitimin evrenselliği olur. University; evrensel kent, evrensel bilinç, evrensel tin bu demektir. Buyur, yapabiliyorsan yap. Teknoloji orada, her şey orada, sanat ortada. Bunlardan kaçarak, “ebru sanatı” diyerek, zamanında bile bir cildin süslemesinde kullanılan şeye “sanat” deyip, kavramsal düzeydeki evrensel sanatın karşısına onu dikmeye çalışmak, bir öze dönüş değildir. Bu, kendini inkâr etmektir.

Ruh Birliği: Şiir, Konu Birliği: Düzyazı

Aristoteles

Şiiri düzyazı haline getirin, konu birliği kaybolur; çünkü şiirde konu birliğinden çok ruh birliği var. Ruh birliği bir şey; konu, töz birliği başka bir şey. Aristoteles’in “töz” deyişi, şiirsel değildir. Şiirde inşa vardır mesela, “poesis” vardır, ama Aristo’nun söylediğinde “noesis” var. “Noesis” çıkarsamalar demek; gidimli akıl, sebep ve sonuç ilişkilerini göstermek demek. Şiirde sebep-sonuç ilişkileri gösterilmez. Şiirde sebep-sonuç ilişkileri yerine, ruhsallığın dışsal görünüşleri üzerinden ruhsallık gösterilir. Şiir budur; sezgide kavranır, bütünseldir. Düzyazı mantıksal olandır. Aristocu bir metni, makale düzeyinden kitap düzeyine kadar geliştirebilirsiniz. Hiçbir beis yok. Yeter ki konu birliği olsun. Çoğaltırsın ciltler dolusu, ansiklopedi haline getirirsin. Nitekim ansiklopediler, Aristo’nun “tözsel noesis”ine uygun yazılmış eserlerdir. Ama şiir? Bir harf koyamazsın, bir harf çıkartamazsın. Bir harf koy, bozulur; bir harf çıkart, bozulur. O, bütünlüklü bir varlıktır. Sezgisel bütünlüğü, ruhsal bütünlüğü vardır. Ona eklemleme yapamazsınız. Hiçbir şiir eklemlenemez, aslında çevrilemez de. Her çeviri, şiirin ruhunu bozar, ortadan kaldırır. Şiir sürekli olarak enerjik, özsel ve anlamlı olanı vurgular. Böyleyse şiirdir, yoksa şiir değildir. Çok ilginçtir; mesela alıyoruz bir şiir kitabını ve oradaki şiiri okuyoruz, yani ona bakıyoruz. Asla o şiir değil. Şiir, töz olarak sözü kullanmaz, söz tözsel bir şey değildir. Söz semboliktir, biçimsel bir şeydir; onun tözü sestir.


* Metin Bobaroğlu’nun 13 Şubat 2017 tarihindeki “Karşılaştırmalı Doğu ve Batı Estetiği” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.