Rab Simgeselliği

Mantıku’t-Tayr diye bir kitap vardır, biliyorsunuz. İlginç tabii, “tayyare”den geliyor. Feridüddin Attar, Mantıku’t-Tayr adlı eserinde, seyr-i sülûk olarak tasavvufun sanatsal etkisini simgesel sanat tarzında ifşâ ediyor. Fakat bu simgesellik, romantik simgeselliktir. Hegel’in klasik öncesi simgeselliğini biliyorsunuz; ön simgesellik, sonra simgesel sanat gelir ki bunu sanatın başlangıcı olarak kabul eder, klasik sanatta tam uygunluğa ulaşır ve simgesel sanatla biter. Klasik sanat, sanatın aslında “olup bittiği” bir konumdur. Fakat sonra, klasik sanat romantik sanat tarafından yadsınır ve sanat, yani insan tini, klasik sanatta doymadığı için romantik sanatın tinselliğinin dışavurumlarına geçtiği zaman aslında tam uygunluğu tekrar bozar; yani form ve içerik parçalanır. “Klasik sanatta, Yunan heykelinde, içerik ile form o kadar tam uygundur ki” der Hegel, “hareket kalkmıştır, sükûn vardır.” Yunan heykelinin en büyük üstünlüğü, klasik sanat olarak form-içerik tam uygunluğu olduğu için sükûndur, hareketsizdir. Hiç başka bir şeye gönderme yapmaz, bakışlar artık doğrudan insan bedeninin üzerindedir. Peki, klasik sanat öncesi, hani Ganesha’da olan, Mısır’da olan simgesel sanat neydi?

Aslında doğanın amacını gösteren âyetlerdi onlar. Kur’an-ı Kerim’de tabiatta, âlemde gezdiğimiz halde, âyetlerin önünden geçtiğimiz halde onları görmediğimize değinilir. Tabiattaki âyetler nedir? Âyet eğer gösterge ise –ki öyle– kendinden başka bir şeyi gösteriyor. Eğer bir bağlılıksa, kendinden daha üst bir şeye bağlı olduğunu gösteriyor. Eğer bir görünüşse –bir semptom, belirti ise– kendini aşan bir değeri dışavuruyor demektir; âyet böyle bir şey. O zaman, bütün tabiatın görünüşleri âyetse, onlar kendilerinden başka bir şeyi gösteriyorlar. İşte sembolik sanat, tabiattaki bu nesneleri, giderek tabiatın en gelişmiş formlarından olduğu için hayvanları sembolik olarak koyar. Örneğin, arslan, kartal, boğa… İnsana arslan gibi kudretli, korkusuz; kartal gibi uz görüşlü; boğa gibi kudretli vb. sembolleri koyar. Bunlar sembolik. Peki, neyi gösteriyor? Arslan gibi insan, boğa gibi insan; demek ki insanı gösteriyormuş! O zaman Hegel diyor ki: “Bütün sembolik sanatlar doğada insanı gösterirken aslında insan bedenini gösterir.” Yani ruhun mabedi insan bedenidir ve içerik burada ruhun kendidir. Mabedin formu da insanın bizzat bedenidir, kendi dışında bir yerde değildir. Arslanın içinde değildir insanın ruhu. Arslanın cesareti, sadece âyet olarak insanı gösterme aracıdır. Aslolan burada insandır. O zaman insan bedenini keşfeden, Yunan heykelidir. Ondan önce insan heykelini hep sembolik düzeyde ifade etti Mısırlılar ve diğerleri. İnsanın ilk kez kendi mabedini; kendi tininin, ruhsallığının, deneyiminin ortamını ideal biçimde, fazlalıklarından arındırılmış, atılmış, zarif, tam ideal bir biçimde gösterdiğini dile getiriyor. “Bu gösterilen dingindir, onda aranılan sükûnettir” diyor Hegel.

Gözbebeksiz Yunan Heykelleri

“Onda gözbebekleri yoktur çünkü onlar ruhun dışa açılımıdır” der Hegel; gözün ancak dirimli olanda olduğuna dikkat çeker. O yüzden Yunan heykeli sadece bedenin gösterilmesi bakımından, ruhu da içinde tutması bakımından klasik heykelin, klasik sanatın doruğudur ama tin bunu parçalar. Tin bunu parçalar, doğrudan doğruya o bedenin dirimliliğine geçer. Örneğin, İsa’ya geçer. Niçin İsa olsun da başkası olmasın? Çünkü ruhsallığın simgesel dirimliliği İsa’dır da ondan. O zaman artık jestler, mimikler, hareket değil, artık bedenin kendine dikkati değil, bedenden tinselliğin dışavurumuna dikkat çekilmeye başlar, tam uygunluk bozulur. Buna Hegel “ikinci sembolik” der. Ona göre bu ikinci sembolik romantiktir. Romantik sanat budur. Şimdi, Hegel’in bu tanımından, Mantıku’t-Tayr’daki sembolik anlatımın anlamına bakın: Klasik öncesi sembolik, “beden”i gösterir; klasik sonrası romantik içindeki sembolik de “ruh”u gösterir. Ruh ne? Kişi. Kişinin kendine vurgu yapar.

İncil’de de böyle bir ayet var, bu söylediklerimizi onaylıyor. Ruh’ul Kudüs’ün mabedini mi arıyorsunuz? Bu taştan yapılan Süleyman’ın mabedi vb. bildiğimiz aşramlar, camiler, kiliseler, bunlarda aramayın. Bunların içinde değildir, onlar dirimli değil. Ruh’ul Kudüs dirimsiz yerde olmaz. Onlar sembol. Onlar senin bedenini gösteriyordu. Dirimlilik senin bedeninde, Ruh’ul Kudüs sendedir, kendinde ara.

Yunus Emre ve Performans Sanatı

İşte bakıyorsunuz hemen, Yunus Emre geldi: “Ne ararsan kendinde ara.” “Ete kemiğe büründüm, Yunus diye göründüm.” Bakın, sanatın tam kendisi. Performans sanatı işte, ama burada gaye kendi tinselliği; insan kendi gayesine ulaştı mı bütün insanlığın gayesine ulaşmış olur. Bütün insanlığı dışlayarak bir gayeye ulaşmaz. Yani yola çıktığımız zaman İngiliz, Hıristiyan, Budist gibi çıkabiliriz. Zaten bulunduğumuz yerden çıkacağız ama vardığımız zaman insana varırız, insanı buluruz. Kendi mabedinde insan kendini bulur; kendindeki kendini. Bu, Tûr-i Sina’da en yüksek biçimini almıştır. Hazreti Musa’nın ifadesinde en yüksek biçimini almıştır. Halen ondan daha üstün bir ifade ne sanatta ne felsefede ne de din de vardır. “Ya Rab, Ey Efendim,” diyor Musa, “bana İsrailoğulları soracak: ‘Seni kim gönderdi?’ Buyrukları götürüyorum ama bana diyecekler ki: ‘Seni kim gönderdi?’ Onlara ne diyeyim?” Tabii mealen… “De ki: ‘Beni, Ben olan Ben gönderdi.’” Bakın, dışta, dışarıya en ufak bir gönderme var mı? Gökyüzüne, yeryüzüne, taşa toprağa gönderme var mı? Tin kendini, kendinde bölerek anlatıyor: “Ben olan Ben.” Burada “aşer” [Ehyeh asher Ehyeh] için “olkunmak” desek daha doğru. Proto-Türkçe üzerine çok yazıları olan dilci Kazım Mirşan hocamız Türkçede şunu teklif etti; “bu olmak değil, olkunmak olmalıdır” dedi.

Birinci Ben, Hegel’e göre örtük, farkındalıksız varlık demek. “Bunun varlık veya yokluk olması gibi bir fark olamaz” diyor. Bu Ben, varlık olarak Ben. Yani şunu demek istiyor: Her insan var olduğunun farkındadır. Var olduğunun farkında olmak, Ben olarak varlık olmasının farkında olmak başlangıçtır ama sor ona: “Varlığını ispat et!” Edemez. Hiçbirimizin var olduğundan kuşkusu yoktur ama bu sezgiseldir, kavramsal değildir. Yani bunu ispat edemeyiz. Kim yaptı? Ben mi yaptım? Varoluşun sebepleri neydi? Varoluşumun kayıp olacak şeyi nedir? Hiçbirini bilmiyorum. Ama varlığımdan şüphem yok. Her birimiz bu durumda değil miyiz? Tur dağında, Tûr-i Sinâ dağında, dağın tepesinde, ama burada [eliyle başını işaret ediyor] hepimiz bunun bilincindeyiz. Birincisi Ben. Olkunmak, işte edimsel ikinci Ben: “Ben olan Ben” İkinci Ben edimseldir. Birinci Ben soyut evrensel, bebek demek; Âdem bebek. Bebekken hangimiz ne olacağımızın farkındaydık ya da kim biliyordu? Hiç kimse bilemezdi, öngörülemez. Niye? Bizim varoluşumuz, kendi eylemlerimizden olacak olan bir şey, kim bunu öngörebilir ki? O nedenle ikinci Ben, “aşer”, edimlerimizden doğacak olan Ben’dir. Kendimizi ayan beyan etmek, ifade etmek. Bakın, sanatsal. Diğer bilinçlerin önüne koymak. Onanmak, diğer bilinçlerce kabul edilmek. Aynen bu. Şimdi, Mantıku’t-Tayr’da simgesel olarak bu “seyr-i sülûk” diye, “serüven” diye bakın nasıl anlatılıyor: “Kuşlar toplanır, bir krala gereksinim olduğuna karar verirler.” Buradaki “kral” sözünü tasavvuf “Rab” olarak söylüyor.

Yeni Öyküler Yazılmalı

Bir simgesellik içeriyor bu, o halde şimdi bu simgeyi keşfetmek gerekiyor. O öykünün içinde keşfetmek gerekiyor ama bunlar artık deşifre olduğu için günümüzde yeni öyküler yazılmalıdır. Eski öykülerin hâlâ keşif aracı olduğu söylenemez, çünkü hepsini deşifre ettik. Sırlar oldu aşikâr. Sanatsal etkisini kaybetti. Burada “kuşlar” uçuculuk açısından ruhları kastediyor. Kuşdili demek, simgesel dil bilmek demektir. “Süleyman kuşdili bilir dediler”; yani simgesel dili bilirdi, dediği bu. Kuşlar toplanır ve bir krala gereksinimleri olduğunu söylerler, karar verirler. Kralsız bir ülkede nizam ve intizam olamaz çünkü. Nizam ve intizamı sağlayan nedir? Akıl, düzen vererek bunu yapar; evet akıl ile ama aklın kendi yapmaz. Akıl, nizam yapmak için ne yapar? Kuralları neye bağlı olarak koyar ise nizam olur? Adalet. Yani akıl koyar, doğrudur, ama adalet olmazsa nizam olmaz. Adaletle nizamı oluşturur. Bakın çok ilginç, o zaman kuşlar, ruhlar, insanlar, kişiler bir araya toplanırlar, bir krala ihtiyaç duyarlar – bir yöneticiye yani, kral burada yönetici, bir rab, düzen verici, terbiye edici. Peki, bu kim olsun aramızda? Ne ben, ne sen, ne o. Düzen verici olan, ortak, hepimizin rıza göstereceği aklın kendi; benim aklım, senin aklın değil. O zaman akıl, burada düzen verici olarak Rab’dır. “Kral, aklın kendi olmalıdır” demek istiyor. Sanatsal bakın burada; aklın görünmez bir ilke yani düşünme hareketi olmaktan çıkıp belirli bir biçim alması için herkesin haklarının, hak edişlerinin teslim edilmesi düzeyinde, belirgin, belirleyici olması lazım. Adalet de buna diyoruz. İşte düzen verici ilke olarak adalet, adaletin krallığı, aklı kral edinirsek olur. Aklı rab edinmediğimiz takdirde adaleti ara, bulamazsın. Ya şunun iradesi ya bunun iradesi; ya şu kitlenin, şu soyun iradesi egemen olur ve adalet orada asla beliremez. Boyun eğdiği evrensel ilkeler düzenine “akıl” diyoruz burada; “evrensel akıl” anlamında.

İşte Musa ile Firavun arasındaki çekişme bundan ibaretti. Firavun da yasalar koyuyordu. Firavun dünyanın en gelişmiş devletini yönetiyor. Bugünkü devletlerin biraz denkleri var, o zaman ilk dönemlerinde Mısır’ın dengi yok. Dünyada tek büyük uygarlık. Yasasız olur mu? Tabii ki yasalar var. Firavun yani faro (pharaoh) ne demek? Anlamı nedir? Büyük ev. Aslında “büyük ev” derken, bu büyük ev kelimesi gene bize “kocaman ev” gibi görünüyor, değil mi? Bu, büyük soy demek; yani ulu soy. Türkçemizde “ulu soy” ve “gül soy”, bu iki terim Ehl-i Beyt / Evlad-ı Resul için kullanılmıştır. Faro da yani oradaki krallar da işte ev sahibi, “ehl-i beyt”. Bunu “büyük ev” diye çeviriyorlar Batılılar literatürde, onun için biz onun üzerinden gidiyoruz. Kısacası “ehl-i beyt” ev sahibi demek. Musa da “Sen değilsin!” diyor. “Niye?” “Çünkü senin dinin yok.” Musa’nın “Senin dinin yok” demesi ne demekti? Din ahittir; yani akit, söz vermek. “Sen emrediyorsun” diyor, “ama kendi emrine boyun eğmiyorsun. Senin dinin yok.” Bakın, din ne kadar ilginç bir hale geldi. Testament sözleşme demek: “Benim Rabbim, benim iradem, benim aklım ne emrederse, ben ona boyun eğerim.” Yani başkasına söylediğimi kendim de yaparım. Sen herkese boyun eğdiriyorsun, kendin eğmiyorsun, ailen de eğmiyor. Sen buna “yüce soy” diyorsun; buna “âlî”, “aşkın”, “yüce” demek istiyorsun. Hayır! Yücelik, kendi dinin olması, kendi emrine kendinin de boyun eğebilmesidir. İşte bu kadar basit bir ayrım ama bu kadar ayrı bir uygarlık kuruyor. Bu kadar basit. Biri keyfilik, biri yasalılık. Onun için “şeria” bu yasaya deniyor, yasaya boyun eğmek. Sen yasaya boyun eğmiyorsun, keyfiliğine boyun eğiyorsun. İşte, karşı karşıya geldikleri bu.

“Kuşlar toplanır, bir krala gereksinim olduğuna karar verirler. Kralsız bir ülkede nizam ve intizam olmaz. Hüthüt kuşu, Kral Süleyman’ın mahremi ve postacısı olduğunu söyler.” Kuşların arasında bir Hüthüt kuşu var, der ki: “Ben Kral Süleyman’ın mahremiyim, sırdaşıyım ve aynı zamanda postacısıyım, elçisiyim.” Ve kuşlara, “Sizin zaten bir kralınız var ama sizin ondan haberiniz yok. Bir kral seçmeyeceksiniz, aslında var. Sizin ondan haberiniz yok” der Hüthüt kuşu, “o Kral, o Rab, bize bizden yakındır.” Bana benden yakın. “Sana senden yakın” diyor Hüthüt kuşu, müthiş bir söylem: “O, bize bizden yakın ama biz ona uzağız.” İşte bu, bir ayete dayanır: “Hablil verid” yani “Size şah damarınızdan daha yakınım.” Şah ve damar. Şah damarı hangisi? Organik bedende şah damarı hangisi? Beyne giden damar. Şah ne? Şah bu [başını işaret ediyor].

Şah Damarından Daha Yakın Olan Şahın Kendidir

Şah damarından daha yakın olan nedir? Şahın kendidir. Onun için tasavvuf literatüründe “Ali Şahtır. Ali şahım, padişahım” dediğimiz budur. “Orada burada bir Ali arama, şah damarından yakın” diyor. Ama âli; yüce, senin egonu aşan, senin benliğini aşan benlik; evrensel olan. “Ali şahtır, padişahtır” dediğimiz bu. “Bu Kral Simurg’dur” diyor. Simurg, “otuz kuş” demek. Üçü sonra taç olarak gelir, otuz üç olur ama başlangıçta otuzdur. Onun için “Simurg” denmiştir. Üçü bâtındır; binlerce nur ve zulmet perdesinin ardındadır. Gelin, onu arayıp bulalım. İşte arayış, seyr-i sulûk başlar. Hüthüt kuşunun önderliğinde, kuşlar seyr-i sülûka başlar, yola çıkarlar. Kuşlar Hüthüt’ün kılavuzluğunda yola çıkarlar. Hüthüt, kuşlara önlerinde yedi vadi olduğunu söyler ve “Ancak bunları aşarak Simurg’a ulaşabiliriz” der. Bu vadilerin birincisi “istek vadisi”dir. İlk şey talep etmektir, istemektir. Talebena vecedena: Talep et, icabet edeyim. Talep etmeyene icabet yok. İsteyecek. Çocuk ağlayacak, anne de memesini verecek, bunun gibi. “Dile benden…” dediği bu.

Bu seyr-i sülûka göre ikinci vadi aşk vadisidir. Buradaki aşk meşk hikâyesi, isteğin tutkuya dönüşmesidir. Çünkü istersin, yarın başka bir şey istersin, öbür gün başka bir şey istersin. Onu arzularsın, bunu arzularsın. Öyle bir istekte bulunmalısın ki, onun gayesine öyle bir yapışmalısın ki asla vazgeçmemelisin. İşte buna “aşk” diyor. “Aşk” kelimesi “aşaka”dan geliyor, yani sarmaşık. Nasıl sarmaşık ağacı sarar, kurutana kadar sarar bırakmaz, öyle sarılır ki hani birbirimize de hep sarılıp dururuz ya “aşk” ona diyorlar. Yoksa aşna fişneye, duygusal köpürmelere demiyorlar. Aslında Türkçesi bunun daha güzel olarak “tutku”dur. Arapçası iştiyaktır, Türkçesi tutku. İhtiras değil yalnız; ihtiras, haris olan şeytandır. Ne demek? İhtiras, her şeye rağmen gayeye gitmektir. İhtiras, passion biraz Makyavelisttir; “her şeye rağmen gayeme gideceğim.” İştiyak öyle değildir, şevktir. İştiyak, kuvvetle bağlanmak ama başkasının üzerinden değil, birilerini ezerek değil. Doğrudan doğruya kendi “sırât-el müstakim”inde, kendi yolunda tutkulu olmak demek.

Üçüncü vadi marifet. Marifet neydi? Kendi nefsinde görmek, kendi nefsinde tanımak. Dördüncüsü istiğna vadisi. İstiğna ne demek? “Gani”den geliyor, yani asıl zenginlik bu. Asıl zenginlik istiğnadır. Bizim “varsıllık”, “zenginlik” diye kullandığımız sözcük “bitimsiz”dir. Asla doyum bulmayan bir şeydir. Mal mülk edinmenin sonu yoktur. Daha büyük firmalar, daha çok kazançlar, daha büyük fabrikalar; aslında bu hile-i rabbanidir. Ama bu “istiğna” dediği, kanaate varan “gına” dediğimiz doyum, en büyük zenginliktir. Gereksinimim yok, bitti, doydum. Ona mal satamazsın kolay kolay. Gereksinimim yok, beni cezbetmiyor bu mal. Ganî: Bu vadiye geldiğin zaman ihtiyaçsızlık, nefs-i mutmainne dördüncü nefs mertebesidir. Onun için ona “istiğna” denmiştir: doygun nefs. “Yâ eyyetuhen nefsul mutmainne. İrci’î ilâ rabbiki.” O çağrılıyor: “Gel, dön!” Doygun olana, istiğna sahibine söylüyor; ondan öncekine, istek sahibine söylemiyor. Burada bahsettiğimiz anlamdaki aşk, marifet, bunlara söylemiyor. İstiğnaya “Gel!” diyor. Beşinci vadi tevhid vadisi. Biricik olduğunun idraki. Biricik. Ben hiçbir şeyin taklidi değilmişim, hiçbir şey de benim taklidim değil.

Dürr-i Yekta, Biricik İnsan

Ben biricik varlıkmışım. Dürr-i Yektaymışım, tek inciymişim meğerse. İnci kolyesi değilmişim. Bunu yakaladın mı işte buna “tevhid” diyorlar. Altıncısı; tevhide gelen hayrete düşer. Niye? Bir bakar ki herkes biricik. Hayret orada başlıyor; hayret vadisi. Ben “biricik”im ama herkes de biricikmiş. Allah mukallitleri sevmez. İbrahim tek başına bir ümmetti. Bakın, bütün bunlar gönderme. Ahadiyet, ahad, biricik. Ahad “bir” demek değil “biricik, yegâne, Dürr-i Yekta” demek. Dürr-i Yekta diye Muhyiddin Arabî’nin kitabı var, okuyun.

Yedinci mertebe fakr; fakr-u fenâya geldin mi tüm zanni egondan, nefsin bütün çıkarlarından, imgelerinden, arzularından, isteklerinden soyundun demektir. Bu “fakr-u fena” için daha önce anlatmıştık ama tam yeri, isterseniz bir kez daha söyleyelim. Bir gün İmam Âli gelir, “Ya Resulullah” der, “Bu kapının arkasında, sofada Eshâb-ı Suffa var.” Bugün “sufi” dediğimiz sözcük oradan gelir. Hazreti Peygamber’in evinin içinde, dışarıdaki Eshab-ı Kirâm’la bile görüştürülmeyen, ezoterik bir grup vardır; bunlara “Kırklar Meclisi” denir. “Onlar kimdir? Onlarla görüşmek istiyorum” der. “Tabii” der Hazreti Peygamber. “Niçin bugüne kadar görüştürmediniz efendim?” diye sorar. O da “İstemedin ki” der. Bakın, talep. Talep ettin, tamam, buyur. Giderler, İmam Âli yiğit, alışıktır, kapıya bakar, kapıda kol yok; “İçeriye nasıl gireceğiz? Dışarıda kol yok. Efendim, kolu nerede bunun? Kırayım mı kapıyı?” der. Bir omuz, girecek içeriye. “Dur” der Peygamber. “Tık tık tık” kapıyı çalar. Kırk kişi birden tek ağızdan “Kim?” diye sorar. Yanıt: “Muhammeden Resulullah.” “Reddedildi!” İmam Âli kılıcı çeker: “İzin ver, şunların kellesini alayım.” “Dur, dolaşalım.” Bahçeyi dolaşırlar, gelirler, ikinci defa kapıyı çalar Hazreti Peygamber. “Kim?” “Abdullah oğlu Muhammed.” Çünkü müşrikler ile olan savaşta, sözleşme yani antlaşma, barış imzalayacakları zaman “Resulullah” diye imza atmasını kabul etmediler, “Böyle barış yapmayız, sen de bizim gibi sıradan birisin; babanın ismini yazacaksın” dediler. O da “Abdullah oğlu Muhammed” ismini yazınca barış oluyordu. İkincide “Kim?” “Abdullah oğlu Muhammed.” Buna da yanıt “Reddedildi!” olunca işler karışır. Hayret! Hayret makamı. “Reddedildi!” İmam Âli bu kez şaşkın; “Efendim, müşrikler Abdullah oğlu Muhammed’i kabul etmişlerdi” der, “Bunlar onu da kabul etmiyorlar. Kim bunlar?” Giderler, bir tur daha atıp gelirler. “Allah’ın hakkı üçtür” lâfı buradan gelir. Kapıya üçüncü defa vurur Resulullah. “Kim?” “El fakrun fahri!”

Hangi Fakirlik Övülmüştür?

“El fakrun fahri!” Yokluğumla övünürüm. Fahrım, iftiharım yokluğumdur. Kapı açılır içeriden. Herkes secdededir. “Barak Allah, Barak Allah, Barak Allah.” Ve onlar da dâhil olurlar. Bu öykü bize nihai noktayı anlatır: “El fakrun fahri” yani fakrım tacımdır; iftiharım benim fakrımdır, kendime varlık vermeyişimdir. Yaptığım işleri kendi egom için yapmıyorum. Hakk için yapıyorum. Bu kadar basit aslında, zor bir şey de değilmiş ama gerçekten kim yapıyorsa. İşte “el fakrun fahri”, “fakru fena” yokluk aynasıdır. Buna “yokluk aynası” denir. Kâmiller yokluk aynasıdırlar ki Âdem’dirler; “adem” yokluktur. Kâmildirler yani Âdem’dirler, aynadırlar yani ademdirler. İsmail Emre bunu şöyle anlatır: “Kâmil yokluğun varlığıdır. Yokluğun varlığı bir kâmil insan.” Yokluğu adem, varlığı Âdem, bir kâmil insan.

Demek ki “Âdem” burada bir sembol. Her yetkinliğe gelen kadın ya da erkek “Âdem”dir. Olur mu? O erkekti. Hayır. Âdem safiyullahtır; yani “fakr-u fenâ”. Hiçbir niteliği yok; nasıl kadın olur, nasıl erkek olur? Safiyullah. Saf, arı; hiçbir nitelik olmaksızın. En başta öyleydi zaten, beden olarak bebekti, sonra buluğda erkek ya da kadın oldu, ondan sonra da ruhta bu sefer kemâle gelince adem aynasında Âdem olan kâmil insan. Bu sembol; yani herkese olanaklılık tanıyor. Sembol demek hepimiz yapabiliriz demek. Kavram neyse olgusu o. Kavram olguyu gösterir, sembol ise olanaklılığı gösterir. Sembol keşfedilir. Keşfeden o olur. Kavram bilir, bilineni bilir, malumu bilir. Bir olgunun kendi kavramdır. Onu bilmekle sen o olmazsın. İşte onun için bu manevi seyahat, tinin marifetullah edimleri kendini bilmekten başka bir sonuç vermez.


* Metin Bobaroğlu’nun 16 Ocak 2017 tarihli Anadolu Aydınlanma Vakfı toplantısında yaptığı konuşmanın kayıtlarından derlenmiştir.