Bir insanın, kendisini avutmadan, kandırmadan kendi bilincinin eleştirisini yapabilmesinin, kendi bilincinin üzerine dönebilmesinin yolu nedir? Bunu dialogos’tan başka hiçbir yöntem çözemez. Dialogos, iki bilinç arasındaki konuşma (ya da yazışma) demektir. Eğer bilincimizi başka bir bilince, hele hele daha yetkin bir bilince açmıyorsak, bilinçlerarasılık kurmuyorsak, kendi üzerine dönen düşünmeyi yapma olanağına sahip değiliz. Kendi bilincimizin üzerine dönebilmemiz için dilimizi ortaklaşalığa, bilinçlerarasılığa koymamız gerekir. Bilincimizi diğer bilinçlerle ilişkide ele almazsak monologos olur. Peki, bilincimizi diğer bilinçlere açmak dediğimiz dialogos’a girebilmek için bizi durduran nedir? Özgüven yoksunluğudur.

Anadolu’daki aşure kazanı diye söylemeye çalıştığımız genelde bir sembol olarak budur. Orada bir bağdaşma vardır; bu bağdaşma kavramını özellikle vurguluyorum ve evrenselleştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Batı literatürünün, aklının ve oryantalizmin etkisi altında sözlüğü açtığımızda, bağdaşmanın karşılığını senkretizm diye buluyoruz. Oysa senkretizm ile bağdaşma aynı şey değildir. Bağdaşma bizim geleneğimizin içinde var olan bir olgudur, bağdaş kurarak insanlar dostluk ederler. Bağdaş kurmak, birbirimizin karşısında ayakta durmak ya da bir masa etrafında oturmak gibi değildir, Buda’nın oturuşu gibidir. Bağdaş kurmak bir dergâh anlayışıdır; diz üstünde oturmak şeklinde değildir, yani karşısındakine boyun eğme içermez, bir rahatlık vardır. Bağdaş kurulur ve o bağdaşmanın eşitlik düzeyinde olduğunu görürsünüz, yani denklik vardır. Dialogos mümkündür ve bu dialogos ortamına sohbet denir. Anadolu mayası, sohbetle mayalama yöntemidir. İnsanlar sohbete, bağdaşmaya gelirler ve orada demlenirler. Bu da bir dildir: demlenme dili…

Günlük dilde bile bir nesneyi bilincimizin konusu yapıp kavramaya doğru taşırken o arada bir çeviri yaparız. Karşımızdaki insanın dile getirdiği herhangi bir bilgiyi veya anlayışı, kavrayışı beynimizde kendimize çevirerek kendi kendimize anlatırız. Burada dialogos olabilmesi için bilinçlerin giderek ortak bir dil inşa etmesi gerekir, ancak bunun ortak akıl üzerine, yani doktrinel olarak değil, birbirini egemenlik altına alarak değil, haberleşmeyi (enformasyonu) açık tutup orada karşılıklı rıza üzerine kurulması gerekir. Sohbet fenomenolojisi yapılacaksa, sohbette raziyeten marziyye, yani karşılıklı rıza vardır. Karşılıklı rıza temeline oturan, özgüven yoksunluğunu rıza ortamında güvene dönüştürerek dialogos ya da sohbet yapmak Anadolu’nun geleneğidir. Bu bir sohbet geleneğidir, ancak biz bu geleneği terk ettik. Onu konferans, seminer ve diğer biçimlere dönüştürdük. Sohbet, artık kahve sohbeti olarak zikrediliyor insanlar arasında.

Dolayısıyla, bağdaşmayı aşure örneğinde olduğu gibi anlamalıyız: birbirini yok etmeyen, birbirini anlayan ve anladığı ölçüde de birbirini koruyan. Buna Anadolu’da musahiplik denir, yani karşılıklı sahiplenme. Aynîlik sahiplenilmez, farklılık sahiplenilir. O insanın farklı olması, onun kendinde taşıdığı değerlerin o sofrada bulunması istenir. Buna Zekeriya Sofrası diye sembolik bir gönderme de yapılmıştır. Zekeriya Sofrası herhangi bir sofra değildir, bir aşerme sofrasıdır. İbrahim Sofrası ziyafet sofrasıdır, darüzziyafedir, şölendir ama Zekeriya Sofrası Meryem’in aşermelerinin karşılığında kendisine getirilmiş olan nimetlerin sofrasıdır. Bunun anlamı farklılıkların talep edilmesidir. Farklılıklar istenir, farklılığa aşerilir. Eğer farklılığa aşerilmiyorsa, o zaman doktrinel, egemenlik aracı, eril bir yol söz konusudur ve böyle bir ortamdan bir şey çıkmaz. Anadolu’da 12-14. asırda doruk bulan “Yetmiş iki milleti bir bilmeyen insan değil” söylemi, farklılıklara aşeren bir irfan anlayışının mayalanmasıydı. Bu maya insanların yaşam tarzlarına da yansıdı; Ahilik, Bektaşilik ve Mevlevilik bunlara örnektir.

Tinsel (manevi) yaşam dil aracılığıyla kurulur ve o dilin birlikte oluşturulması gerekir. Bir Katedral İnşa Etmek adlı kitapta, Avrupa’daki kalburüstü sanatçılar bir sofrada, bir masada oturup sanatı tartışırlar; orada dialogos’u görebilirsiniz. Sanatı kendi aralarında tartışırken hazır bir mabede davet etmezler bizi; bir katedral, bir mabet inşa ederler. Bu, Musa’nın Toplanma Çadırı’dır (Tabernacle). Mısır’dan çıktıktan sonra çölde bütün yolculuk boyunca içinde toplanılan çadır Mişkan, yani meskendir: içinde sâkin olunan, sükûn bulunan, Şehina’nın çadırıdır. Bu çadır bir yerde hazır değildir, tıpkı köy enstitüleri veya kibbutzlarda olduğu gibi herkes toplanır, çadırı birlikte kurar. İnsanlar birlikte kurdukları çadırın içine girip inisiyasyon yaşarlar, ibadet ederler. Bu ritüel bütün çöl boyunca tekrarlanır. Sonunda ortak bir dil, ortak bir vicdan oluşturulmuş, yani herkes inisiyasyon içinden geçirilerek sonunda bir millet yaratılmıştır. Bu milletin toprağı töresidir ve o töreye bağlılıkları ile vaat edilen toprakta (arz-ı mevud) varlıklarını sürdürmüşlerdir.

Tin, kendi yaşamına, kendini dışlaştırarak ve bu dışlaştırmalar üstüne yansımalı (refleksiyonlu) düşünceyle, kendine dönerek sahip olur. Burada kendi üzerine dönen düşüncede ortaya çıkan akıl tümel akıldır. Tümel akıl, tikel aklı sahiplenir. Tikel akıl ancak tümel akıl altında anlamlıdır. İbn-i Arabî der ki: “Ancak İlahi Ben’ini bulan kendini (nefsini) bilir, İlahi Ben’ini bulmayan kendini bilmez.” Kendini bilmez demek anlamaz, ona başkaları anlam yükler demektir. Burada hermeneutik vardır: kendi yaşamı üzerine anlam verici olmayanlara başka akıllar anlam verir ve kendisi, kendi olmaktan çıkıp başkasının kölesi olur. “Rabbini ara, bil, bul,” denmiştir. Bu, tümel akıl veya evrensel değerler anlamını taşır ve özgürlüğün yoludur.

Tinin bu oluşum süreci aynı zamanda insanlık tarihiyle örtüşür. Bugünkü pozitivist öğretiler, dili kendinden önce tarih boyunca binlerce kişinin emek vererek oluşturup ikram ettiğinin bilincinde değil. İçinde vefa, vicdan yok; vicdansız bir akıl var. Böyle bir aklın manevi bir değer taşımadığını biliyoruz. O halde tarihe dönüp bakmak, tarih bilincini oluşturmak, dilin süreçli olduğunu, büyük uygarlıkların belli bir sürece katkılar verdiğini ve onların birbirleriyle bir bütün, bir ağ oluşturduğunu idrak etmeye sebep olur. O zaman salt kavramsal felsefe tasarımları değil, medeniyetlerin değerlerini içeren bir dil sahibi olunur ve bu dil insana kimlik verir. Sadece kavramsal, olgusal bir dil insana kimlik vermez, sadece kişilik verir, kimlik yanı boş kalır (hüve’l gayb). “Kimsin?” sorusuna asla cevap veremez, sadece nüfus kâğıdındaki bilgileri söyler. Rasyonel toplumlarda “Ben Türküm, Çinliyim veya Japonum” demek sadece belli bir anayasaya bağlı bir pasaportu taşımak demektir. Başka bir övüncü, tarihsel bir yükü yoktur. Pozitivizmin nihilist bakış açısında, değersizleştirmesinde bu bir projedir.

Rabbin dili ise üst-dil’dir (meta-dil), günlük kullanım dili değildir. Başkası tarafından verilemez, ancak kendi soyutlamalarımızla ona ulaşabiliriz. Kendi emeğimizin ürünü olarak ortaya çıkarsa kendi üzerimize dönen bir bakış olabilir, yoksa bir başkasının bizim üzerimizdeki değerlendirmesini öğrenmek bir aydınlanma olgusunu getirmez. Üst-dil ya da meta-dil tabii ki aklın dilidir ama aklın aklının dili’dir. Başka bir deyişle, tenzihî akıl ile teşbihî aklın biraradalığıdır. Soyutlama ile varılan abstract aklın, teşbihle, duyusallıkla donatılmış akla bakmasıdır. Burada bir refleksiyondan, bir yansımadan söz ediyoruz. Bu nedenle, insanların tümünü kapsayacak bir diyalog ne ideolojiler arası olabilir ne de dinler arası. Bu, ancak kültürlerarasılık ile mümkün olabilir, ama dilinin felsefe dili, yani intercultural philosophy olması kaydıyla. Bunun üzerine çalışırsak, dünya barışı ve dünyadaki ülkü birliğini sağlayacak bir yola girmiş olabiliriz. Buna bizi bilim götürmez. “Bilim zaten evrenseldir, bilimin yöntemleri de evrenseldir, o halde dünyayı birleştirecek olan bilimdir,” denebilir, ancak bilimsel kavramlar olguları gösterir, değerleri değil. Mabet değer tuğlalarıyla inşa edilir, olgu tuğlalarıyla değil; çünkü insan bir makine değildir.

Buradan varacağımız sonuç şudur: Felsefe, akıllararası dialogos’un dilidir ve eğer theoria’ya, yani evrensel kavramlara ulaşırsa oradaki soyutlamalar bizi etnik, dinsel, yerel tüm bağlılıklardan evrensel olana, Rabbin diline ulaştırır. O zaman bu kimsenin, hiçbir kültürün, hiçbir uygarlığın kendine angaje edemeyeceği ve benimdir diyemeyeceği, ancak insanlığın olduğunu fark ettikçe ondan pay alıp kendisini de insan olarak kabul edeceği bir dil olmakta yeteneklidir.

Dil hakikatin idrakinin bir aletidir, aynı zamanda bilginin formudur. Dil, bilginin formu, elbisesi, libasıdır. Ama eğer libas özü göstermiyorsa, form özsüz bir formsa, yani dil özsüz bir dil olarak kullanılıyorsa, buna gelenekte iblis denir. İblis kavramı Arapça iki kök ile beslenir: biri libas (elbise) diğeri eblese. Eblese’den geldiği zaman şaşırtıcılık içerir, libas’tan geldiği zaman form, giyinme, örtünme içerir. Var olan her şey (mevcudiyet) bir libas, bir form ile vardır. Fakat bu formların özlü olanları ve özsüz olanlarından söz ediyoruz. Özlü olanları sorun taşımaz; özlerini formları aracılığıyla iletirler. Ama özsüz olanlarına çağdaş sanat kavramları açısından baktığımız zaman pornografi diyoruz. Pornografi deyince akla sadece cinsellik gelmemeli, pornografi özsüz görünüş demektir, iblis demektir. İblis, yani özsüz görünüş insanları şaşırtır (eblese), şaşı yapar. İnsan Hakk’ı, hakikati göremez olur. Hakikati de libas gösterir, yani hakikat hiçbir zaman formsuz mümkün değildir. O zaman ‘özlü’ ve ‘özsüz’ problemi vardır burada ve dil de böyledir.

Tasavvuf dili de dâhil gnostik dillerin hepsinde özellikle vurgulanan bir şeydir özlü olup olmamak. Peki, bu özlülük meselesi nedir? Kimi zaman sûfi geleneğine meraklı olanlar bir biçimde bir araya gelip konuşmaya başlarlar. Literatürü okumuşlardır, hep beraber aşktan, nirvana’dan, satori’den konuşulur, ancak ortada deneyimi yaşayan kimse yoktur. Sözler dolu doludur, fakat dem yoktur içinde, sarhoş etmez. Sarhoşluk da beklenir ama olmayınca yalandan duygusal köpürmeler başlar. Bu tür tasavvuf meclisleri dünyanın her yerinde oldukça yaygındır. Arifler, böyle meclisler için der ki: “Bir şeyin sahtesi hakikisinin tabelasıdır.” Sahte para hakiki parayı işaret eder. Sahte söz hakikisini arattırır. O nedenle, bu yalan hep var olacaktır.

Dialogos’ta başlangıç olarak bir üst bilinçle ilişki kurup oradaki açıklığı deneyimlemek esastır. Bilinç bir üst bilince taşındıktan sonraki dialogos ise dostluk dediğimiz düzeydir. Dostlukta artık üst-alt yoktur, orada vuslat vardır. Son safhasında da sükûnet vardır ve artık dil kullanılmaz. Başta açıklığı deneyimlemek esastır, yani bir üst bilinçten kendine bakabilme olanağını. Dil bir tezahürdür, bir ekspresyondur ve hitap-muhatap ilişkisinde belirir. Hitap-muhatap ilişkisi belirleyicidir. Hitap edenin diline göre değil, muhatabın diline göre değişir. İstediğiniz kadar yüksek bir şuur ve dile sahip olun, bunu dialogos’a soktuğunuz zaman vericinin değil alıcının bilincine göre inzâl olur.


* Metin Bobaroğlu’nun 24 Ocak 2012 tarihindeki “Dil ve Dilin Farklı Boyutlarda İncelenmesi” başlıklı konuşmasının kayıtlarından derlenmiştir.