İpotek Altındaki Akıl

İç süreçlerin anlaşılması, toplumsal yaşamda karşılaştığımız en önemli hususlardan biridir. Günlük yaşamımızda kendimizden bazı şeyleri isteriz: “Keşke şöyle yapmasaydım!” Öyle yapmamak elimizde mi? İstedik de başarabildik mi? Yapabilir miydik? İstemek, yerine getirme gücünü bize verir mi? Dışsal koşullar yetkinleştirilirse, öznel süreçler bu yolda örgütlenebilir mi? Bu niçin istenir? Kendi yaşamını belirlemek, yaşamının efendisi olmak için: özgürlük istenci. Başka bir deyişle, bu, aklını ipotekten kurtarmaktır. İnsanın aklı, başka akıllarca ipotek altına alınmışsa, o insan istese de istemese de köleleştirilmiştir. “Ben özgürüm, istediğimi yaparım,” dese bile. Bu daha da fecidir belki. Ne anlamda? Köleleştirildiğinin farkında olmayan insan, belki daha da güç bir durumdadır. Bence daha güç durumdadır. O zaman neyi sorgulayacağız? Köleleştirildiğinin farkında olmaksızın, insan rahatsız olabilir mi? İnsan, aklının, yaşamının, duygularının köleleştirildiğinin –eğer farkına varırsa– hangi durumda varır? Bunların sorgulanması, insanlık tarihinde birbirini peşleyen ve gelişen bir süreç olarak ele alınırsa, “Aydınlanma Tarihi” olarak nitelendirilebilir. “Aydınlanma Tarihi” tanımı ve “Aydınlanma” sözcüğüyle –bu bağlamda, kavramın felsefi kullanımıyla– Avrupa Aydınlanmasından (İngiliz, Alman, Fransız, İtalyan) söz edebiliriz. Aydınlanma kavramı, felsefede 18. yüzyılda, doğrudan doğruya aydınlanmacı ideoloji olarak da topluma verilmiş; edebiyatıyla, felsefesiyle, siyasi eğilimleriyle genel olarak o dönemin söylemi haline gelmiştir. Böylece hem ideolojik hem de felsefi bir nitelik de kazanmıştır.

Bir insanın bilincini sorgulaması, kendini sorgulamasıdır; bilincin kullandığı malzemeyi, tarihselliğini, mantıksallığını, yöntemini sorguluyor anlamını da taşır. Bu tür sorgulamaların kendi düşünce sistemimiz içinde yapılması, düşünsel tarihselliğimiz bağlamında önem taşır. Bir bilincin kullandığı malzeme, onun yöntemi, bilincin aynası durumundadır. Bilincimizi doğrudan doğruya konu edinip algılayabilmek, eleştirebilmek; onun yapabileceklerini ve yapamayacaklarını değerlendirebilmek; duyguları, o düşünsel bağlamda, akılla, organizmayla ve toplumsal ilişkilerinde değerlendirilebilmek düşünsel bir eylemi gerektirir. Dolayısıyla, düşünsel eylemin, sorgulayıcı, irdeleyici, inceleyici noktası, bilimsel bir zeminin üzerine kurulu olan felsefi bir düşünceyi gerektirir. Eğer bu yetkinlikle yapılamazsa; bilinç, kendi kullandığı malzeme ve yöntemle koşullanır. O malzemeyi ve o yöntemi inceleyen, irdeleyen ve eleştiren bilinçlerse o malzeme yoluyla sizin bilincinizi kontrol altına alır. Bu, sosyolojide, felsefede, psikolojide böyle. Sanat, daha tehlikeli bir alan olarak, simgeler dünyası içinde ayrıca ele alınması gereken bir alan. Çalışmalarımızda, zaman zaman ağırlığı simgeler ve sanata, zaman zaman felsefi bağlamda aydınlanmaya, zaman zaman bilimsel söyleme doğru kaydırarak, aralarındaki disiplinlerarası bağları kurmaya çalışıyoruz.

Bir Din Olarak Bilim

Günlük yaşamımızda, en güvenilir bilgi türünün ne olduğu konusunda kendimizi sorguladığımızda, yanıtı hemen kendimiz verebiliriz: Bilimsel bilgidir. Neden? Bunu sorduğumuz ve üzerine düşündüğümüz zaman, bu karşılığı gerçekten verebilir miyiz? Eğitimli olduğumuz için mi bu yanıtı verebiliriz? Eğitimi olmayanlar bu yanıtı verebilirler mi? Evet, onlar da verebilirler. Günlük yaşamımızın içinde bir bilimsel bilgi, referans usulü doğru kullanıldığı sürece, sorgulanmaksızın kabul görecek, fazla itiraz gelmeyecektir. Fakat, örneğin, felsefi, sanatsal, inanca dayalı ya da başka bir boyutu ilgilendiren bir bilgi öne sürüldüğünde; toplumun hangi kesiminden olduğu fark etmeksizin, eğitimli, eğitimsiz, herkesin, konu hakkında bir talebi, bir fikri, bir itirazı olduğu gözlemlenir. Bu da bize şunu gösterir: Bilimsel bilgi, insanların güvenini kazanmıştır. Bu bizim toplumumuzda bile böyle. Cumhuriyet sonrası yapılan zayıf eğitimin sonucunda bile, bilimsel bilgiye bir güven oluşmuş. İşte bu, Aydınlanma Dönemi’nde “pozitivizm” dediğimiz bilimsel bilgiye güven ve yaşamı onunla kurma, yaşamı onunla algılama çabasıdır. Batı’da ortaya çıkan pozitivizm dalgası, deneye dayalı bilgilerin ötesindeki bilgilere güvenmeyen rasyonalizmin hemen ardından çıkmıştır. Giderek modern yaşamın, modernizmin bilinci düzenleyici ideolojisi haline gelmiştir. Pozitivizm, eğitim sistemlerinde oturduğu ve yerleştiği için, insanlar, bu türlü bilgi ve onun yöntemleri ile güvenli bilgilere ulaştıklarını varsaydılar. Neden varsaydılar? Çünkü bilimselliğin ve bilimsel yöntemin kendi önerisi olan, doğrudan doğruya deney ve gözleme başvuru olanakları, yani laboratuvar koşullarında doğrudan doğruya deneye katılma olanakları yaygınlaştırılamadı. Bu “varsaydılar”ın arasında hepimiz varız. Fizik, kimya, biyoloji gibi doğrudan pozitif bilime, deneye dayalı bilimlerin söz konusu olduğu derslerde bile, çok az, belki örnekleme adına bir iki deney yapmışızdır. Deneysel bilim, teorik olarak okutuldu! “Teorik okuma” sözü de fazla iddialı; çünkü biz teorisini kurmadan, bilmeden, sadece önermelerini birer ayet gibi ezberledik. Eğitimimizin o dönemine baktığımızda, neredeyse bütün fizik yasalarının çıkış kaynaklarını –palanga, kaldıraç gibi en ilkellerini dahi– kitaplarda resimlerden gördük, onlarla ilgili bilgiler ezberledik, sonra sınavda ne kadar ezberleyip ezberlemediğimizle ilgilenildi. Notlar belleğimize verildi. Bilimsel tutum, bir deneye katılıp deneyde uygulanan yöntem sonucunda bilincin formasyon almasıydı; bunu elde edemedik. Dünyada bunu elde eden insanlar nadir okulların çok sınırlı deneyim ortamlarında elde edebildiler. Onlar da çok elit ve eğitimlilik açısından “kaymak” tabakayı oluşturuyor. Yaygın eğitim, araç-gereç, ortam, eğitim kadroları bir ekonomi sorunu olduğu için, gerçek anlamda yaygınlaştırılamadı.

Bilimsel bilgiyi, dinsel bir öğretiymiş gibi, inanca dayalı bir öğretiymiş gibi ediniyorsak, o zaman bilincimizin durumu, formasyonu nedir? Dinsel bir bilgiyi, inanca dayalı bir bilgiyi alırken bile insanın içinde bir kuşku vardır. Oldukça inandırıcı bir ortamda öğretilse dahi, bir kuşku, bir sorgulama hep vardır. Belki, dışavurmadan, kendi içinde, en azından yalnız kaldığında sorgulanan bir şeydir. Bilimsel bilgi, bilinci öylesine –daha tehlikeli olarak– bir formasyona sokuyor ki! Yalnız kaldığınızda, bilimsel bilgilerin gerçek olup olmadığını pek de sorgulamazsınız; onlar, üzerinde tartışmaya, konuşmaya bile gerek olmayan, en sağlam gerçekler oldukları izlenimi verirler. Bilimsel bilginin zaten eleştiri, sorgulama istediği söylenebilir. Eğitimli olan kime sorsanız, bunu söyleyebilir. “Tabii ki her şey değişmektedir, bilgi değişmektedir. Bilginin kesinliği, olur mu canım öyle şey?” Bunlar da ezberlenmiş laflar! Ezberlenmiş oldukları için; tıpkı inanç konumunda olan, bilincini o şekilde forme etmiş insanın güvendiği, inandığı bir rahipten duyduğu sözler gibi, onları güvenle söyler. Bu güven, kendi bilincinin tanık olduğu bir bilgi üretim biçiminin sonucundan kaynaklanan, o eminlik içindeki bir bilinç tipi değildir. Bu tip bir bilincin sorgulanması çok daha zordur.

Bizler, toplumda demokratik, özgürlükçü bir yaşamın kurulması, insanların özgürce iletişimde bulunması, üretime yönelik çalışması, kendini değiştirebilmesi olgusunu konuşurken; bunun yandaşları olarak görülen, bilimsel eğitim almış, modern yaşamı seçmiş, pozitivist dünya görüşünü benimsemiş, ideolojisi Batı uygarlığının doğrultusunda örgütlenmiş bir insan grubunun daha kolayca değişebileceğini, aydınlanmayı ve kendini değiştirmeyi daha kolay başaracağını savunuruz. Bunun karşısında da, gelenekçi görenekçi olan kesimleri, bağnaz ve bütün bu gelişmelere engel olan, öyle olmakta da ısrarcı oldukları için saldırgan, tehlikeli ve hiçbir zaman değiştirilemez bir kesim olmakla yargılarız.  Aydınlanma sürecine yeni girmiş veya pozitivizmle, bilimle, bilimsel tutumla tanışmakta olan uluslar, kesimler, topluluklar genellikle bu endişeleri taşırlar. Dünyadaki gelişmekte olan toplumların incelenmesinde, “aydın” olarak nitelendirilen kesimlerin bilinç yapısı, yazılarından, kitaplarından, söylemlerinden, konferanslarından anlaşılacağı gibi genellikle bu biçimdedir.

Fakat artık, Batı ülkelerinde, aydınlanmanın, dogmaların sorgulanması döneminin aşıldığı; bilimsel bilgi içindeki bilinç formasyonları ve işlevindeki sorunların tartışıldığı oldukça elit üniversiteler var. Bu sorunlar, teorik fizik gibi seçkin dallarda, felsefenin belli bir aşamasında, içinde felsefecilerin değil de filozofların olduğu nitelikli topluluklarda tartışılıyor. Bu çalışmalarla ilgili yayınlar topluma sunuluyor – ne kadar değer bulduğu, ne kadar anlaşılabildiği bir tartışma konusudur. Bizim ülkemizde ne yapılıyor bu konuda? Bildiğim kadarıyla hiçbir şey. Kuşkusuz, bunu sorgulayanlar var, toplantılar yapıyorlar, ilişki halindeler, ama bu konuda bir yayın yapma, bir çalışma yapma, bir beceri ortaya koyabilme, anlamında somut bir şey yok.

Yaratıcılık Tıkandı, İletişim Çağı “Bilgi”ye Değil “Veri”ye Ulaştığımız Çağ

Batı’da, dogmatik tutumdan bilimsel tutuma geçildikten sonra, sorun aydınlanma, özgürleşme, yaratıcılık, üreticilik adına hallediliyor zannediliyordu. Oysa bugün çok daha ciddi sorunlarla karşı karşıyayız. Zannedilenin aksine, beyinler daha çok kilitlendi ve üretim giderek söndü. Üretimi kendini tekrarlama adına alırsak, bu çoğaldı. Kendini tekrarlama, sanayi, sürekli üretim gerçekten büyük boyutlara vardı. Sanatçılar beni bağışlasınlar, ama artık, sanatta ve felsefedeki o büyük yapıtlar görülmez oldu. Antik Yunan’ın o muhteşem sanat, felsefe olgusu anılarda kaldı. Aydınlanma Dönemi’nde Rönesans ile başlayıp pozitivizme geçişe kadar, müzikte, şiirde, sanatta gerçekleştirilen üretime artık rastlanmaz oldu. Kendini tekrar eden ve sürekli, belli kalıpların dışına çıkamayan nesnel veya kavramsal üretimler, yaşamımızı iyice sınırlandırdı.

İletişimin bilgiye ulaşmak için çok önemli olduğu ve iletişimin içinde elde edilecek bilinçlilik ve kavramsallığın ufuk açıcı olabileceği yönünde bir söylem var. Ben bu söylemin, herkesin zannettiği gibi bir olumluluk içermediğini düşünüyorum. Eğer bilincinizi, algılama, değerlendirme ve yeniden üretme gibi süreçlerde yetkinliğine ulaştırmamışsanız, bilginin deryasına atılsanız dahi, orada boğulmaktan başka bir şey yapamazsınız. İçinde bulunduğumuz Bilgi Çağı’nda, internet üzerinden bilgiye ulaştığımızı düşünüyoruz. Oysa yalnızca verilere ulaşıyoruz, bilgilere değil. Bilgiye, verilerin toplanması, tasnif edilmesi, yöntemle işlenmesi ve bu işlenme sonucunda üretilmiş olan raporun bütün diğer üretilmiş olanlarla karşılaştırılması sonucunda varılır. Anlamlı olması için, bir kavramsallıktan, bir teorik öbek içindeki değerlendirmeden bahsedilmelidir. Bunu yapmadığınız zaman, sadece tuşlara basıp karşınıza sürekli birtakım sözler geliyorsa –bir anlamda, kütüphanedeki kitapları okumadaki zorluğunuzu biraz kolaylaştırmak adına bir iş yapıyorsanız– algı bombardımanına tâbi olduğunuzdan, bilinciniz belki de atalete girerek yavaşlayabilir.

Aydın ile Entelektüel Farkı

Yöntemsel sorunları sorgulamaksızın, yaşamı, ezberletilmiş ve öğretilmiş bir yaşam olarak yaşamanın ne gibi bir sakıncası olabilir? Bunun farkında değilseniz bir sorun yoktur ve genellikle de toplumların “yığın” denilen büyük çoğunluğu farkında değildir ve mutludur. Kimler acı çeker? Farkında olanlar. Farkında olanlar gerçekten acı içindedirler. Gerçek bir acı… Bunlara “aydın” diyoruz, entelektüel değil. Entelektüeller yalnızca üretilmiş bilgileri edinip tüketenlerdir; bilgi tüketicileri ya da belki bir ileri safhası, kendi yaşamını bilgi ile kazananlardır. Aydın bu değil; aydın, bilgiyi üretendir. Tüketme, zaten o üretim için gerekli bir beslenmedir. O, bilgiyi üretirken gereksindiği için tüketir. Bir sorunu çözerken, gereksinim duyduğu için bilgiye müracaat eder. Oysa biz bilgiyi önce veriyoruz, ezberletiyoruz, sonra “Şimdi git, bununla bir şey yap,” diyoruz.

Beyin de Acıkır

Ne yapacak insanlar? Hâlbuki beynin çalışması, üretmesi tam da bunun tersi biçimde olur. Beyin de, bütün organizmamız gibi, önce acıkır. O acıkma doğrultusunda istekte, arayışta bulunur. Daha sonra, isteği amaca ulaştıracak araç ve gereçlerle donanır ve yöntemle de hedefine ulaşır. Eğer böyle değilse o zaman hayali bir şey bu. “Bu bilgileri al ve bir an önce kullan.” Hangi amaç için? Neden yapayım böyle bir gereksinim yoksa? Bugün, özne için, felsefi bilginin, bilimsel bilginin, hatta sanatsal olanın da üretim motivasyonu –kaynağında onu harekete geçiren dürtülme olgusu anlamında– gereksinim olarak karşımıza çıkar. Gereksinim olmaksızın duyu üretilmez. Gereksinime günlük dilde kabaca “acıkma” diyorum; aklın acıkması. Aklı acıkmayan bir insanın bilgiye ihtiyacı yoktur. Duyguları acıkmıyorsa insanın, duygularını inceltici sanatsal bir nesne ile veya ortamla, olguyla neden karşılaşsın? Acıkması yok. Önce bu acıkmanın oluşturulabilmesi için, sorgulamaya neden olacak en temel olgu farkındalıktır. İşte bizim felsefi anlamda sorgulamak istediğimiz budur: farkındalık. O farkındalığı yaratan nedir? Hangi yöntemlerle yaratılır? Ne sorgulanırsa, bilinç ne türlü çalışırsa böyle bir farkındalıkla karşılaşabilir? Toplumsal yetkinlikte bunu nasıl yapabiliriz? Sonra, bu bir tutku haline gelebilir mi? Nesilden nesile, hatta eğitime konu yapılabilir mi? Bunlar birtakım önermeler, bunların üzerine tartışmayacağım. Özgürlükçü demokrasinin yaşandığı bir ortamda ve bu ortamın içselleşmesi için, yetkin özgür bilinçlerin o ortamda birey olarak var olabilmelerinin bütün sorgulamasının temelinde eleştiri kavramını buluruz. Eleştiri suçlama değildir. Eleştiri –kritik– değerlendirmeyi içeren bir kavramdır.

Dönemin Fiziği Dönemin Bilinç Biçimlerini Etkiler

Bilimsel bilginin üretilme yönteminin bilinci forme ettiği konusunu tartıştık, anlatmaya çalıştık. Bilimsel bilgilerin yöntemsel ve teorik temelini fizik kuramlarının oluşturduğunu çağımızda hepimiz biliyoruz. Yani fizik kuramları ve o fiziğin kuramlarının dile getirilişinin matematiksel formülasyonu ya da matematiksel dili, insan bilincinin bilimsellik adına kullandığı yöntem ve malzemelerin alanını oluşturuyor. Dogmatik tutuma neden olacak bilinç formasyonumuzun kaynaklandığı zemin de orası: science, deneysel bilimler, en güvenilir bilimler. Bunlar, bilincimize en güçlü, inandırıcı verileri sağlayan ortamlar.

Bilim ancak anlığın işidir, zihnin işidir; usun işi değildir. Bilim dediğimiz şey; deney, gözlem, ölçü, tam da tasarım, öyle değil mi? Tasarım alanı zihnin işidir; zihin bunu yapabilir. Bilimsel tutum açısından, bilincin tasarımsal yetisini kullandığı verstand (anlık) ile bilim yapabiliriz, vernunft (us, akıl) ile bilim yapılamaz. Soyutlama yaparak bilim yapamayız. Deneysel bilgiyi bunun üzerine örgütleyen bir bilincimiz varsa, burada bilimsel, nesnel gerçeklik bizim bilincimizi özgür ya da bağlı olduğu noktada bilgi üretirken ve kullanırken ortaya çıkan sorun bilginin nesnesi ile değil, bilginin yöntemiyle ilgilidir. O zaman, bilimsel tutumda, felsefi boyutu, ussal soyutlamayı, refleksiyonlu düşünceyi bir yana bırakıp bilimsel tutumun veya bilimsel yöntemin bizzat kendi ile ilgilenirsek, onun yöntem olarak bilincimizi özgürleştirip özgürleştirmediğini sorgulayabiliriz. Bu sorgulamayı, kuramsal fizikte, klasik mekanik olan Newton fiziği ile Einstein’ın ilişkinlik kuramını karşı karşıya getirdiğimizde anlamak mümkündür. Bilinç, Newton fiziğinin çalışma biçimini ve yöntemini kullanırsa, giderek kesinlikçi, aynileştirici, kendini tutsak edici bir yapı alır; giderek dogmatik bilinç haline gelir. İstemeden olur, kendi seçimi bu değildir. Bununla uğraşırken o yöntem insan bilincini tutsak alır.

İlişkinlik Kuramı Aracılığıyla Bilinç Tipimizin Sorgulanması

Einstein’ın rölativite kuramından bir tümce okuyalım: “Eğer, iki gözlemci birbirlerine göre deviniyorlarsa, yani hareket ediyorlarsa, her birine öbürünün zaman süreci yavaşlamış görünür.” Bunun üzerine biraz düşünelim. Bu durum, Newton fiziğinde pek anlaşılır bir şey değil. Zamanın genleşmesine göre diyor ki: “Her birine, diğerine göre zamanın yavaşladığı görülür.” “Öyle hisseder” değil, “Öyle görünür.” Fenomenolojik bir şey. “Bir gözlemciye göre devinen bir saat, gözlemciye göre, dururken olduğundan daha yavaş çalışır.” Bayağı, bildiğimiz bir saat, gözlemciye göre, devinirken daha yavaş çalışır. “Aynı iki saatin birini roketle uzaya gönderdiğimizde, roketteki saat yerde kalan saate göre daha yavaş çalışır. Uzay aracında iki olay arasındaki zaman aralığı ‘t’ ise, yeryüzünde aynı zaman aralığı daha uzun bir ‘t1’ süresi içerecektir. Yerden bakıldığında, zaman aralığının başlangıç ve sonunu belirleyen olaylar farklı yerlerde oluşur ve sonuçta aralığın süresi uygun zamandan daha uzunca gözükür. Bu etkiye ‘zaman genleşmesi’ denir.” “Zamanın genleşmesi” diye bir kavram. Bilincimiz bunu kavrayabilir mi? Bilincimizi bunu anlar bir biçime nasıl getireceğiz? İlişkinlik kuramının sonuçları bunlar. Bu sonuçları ezberleyip sınavından da geçebiliriz, ama anlamış olur muyuz? Bu kuramın içinde, “biraz sorgulayarak gidelim” demek istiyorum. Ön verilerimizi ya da önermelerimizi tekrarlayarak, kendimiz anlarmış gibi hareket ettiğimizde yandık; anlarmış gibi yapmak değil de, anlamaya çalışmak.

İkiz kardeşlerden biri dünyada duruyor, biri de roketle gidip dönüyor. Ne hızı ile gitmiş? Işık hızı. “Otuz sene sonra döndüğünde…” Nereye göre otuz sene? Dünya’da kalan ikiz otuz yıl yaşadığı ve yaşlandığına göre, diğer ikiz üç yaşında oluyor. Bunu, nedenselliği içinde “ışık hızı” olarak yanıtladığımızda, bundan bir şey anlıyor muyuz? Nasıl bir şey bu? Hızla ilgili, alınan yolla ilgili, ne dersek onunla ilgili, ama bunun sorgulamasında neyi “sorguluyoruz”u kavramak lazım. Düşünce formumuzu sorgulamak gerek.

“Belki de her şey aynı anda oluyor, fakat hareketler ve mesafeler zamanı oluşturuyor” önermesi de yapılabilir. Yine, zaman dışında bir zaman referansı koyalım, bir an koyalım, aynilik içersin ve ona göre farklı zamanlar aksın, işin içinden çıkalım. İşte, Newton mekaniği bunun üzerine kurulu.

Isaac Newton

Newton’a göre, “Uzay eter diye bir madde ile doludur ama geçirgendir, esnektir, hiçbir direnç göstermez, hareketi engellemez, hareketin yönünü değiştirmez.” Peki, neden eterle uğraşıyor? Eter evrenin her yerinde aynı anda bulunuyor, madde ve zamanı eşitliyor diye. Böyle bir tasarım için kullanıyor bunu Newton, daha sonra Kant da. Einstein böyle bir şey olmadığını kendi icat etmiyor. Eter diye bir şeyin olmadığını bir deneye dayalı olarak gösteriyor. Nasıl? İşte bunu anlatıyor, diyor ki: “Eter diye bir şey yok.” Olmasın, ne olmuş yani? Var, yok – bununla mı uğraşacağız şimdi? Ama bir inancı sorgular gibiyiz farkındaysanız, dogmayı sorguluyor gibi. Hani Tanrı varmış, yokmuş gibi; onun gibi bir sorgulamaya benziyor.

Einstein zihinsel bir şey söylemiyor, psişik bir şey de değil bu; “acı çeken kişiye göre zaman daha yavaş geçer, mutluluk içinde olan bir kişiye göreyse daha hızlı geçer” anlamında bir şey değil söylediği. Maddenin kendi varoluşunun, kendinin içsel zaman akışı ile ilgili olduğunu söylüyor ya da hareketin durumu ile ilgili olduğunu söylüyor; çünkü her varoluş bir hareket durumudur. Şöyle bir şey denebilir: “Bu nesne, şimdide, kendi zamanında, bu biçimde ve bu yoğunlukta, bu ölçümde, bu bilimsel verilerle, bildiğimiz bu bilgi ile, kendi realitesindeki bilgisiyle ebedi ve ezeli değildir; kesin değildir. Aynı nesne, başka bir zamanında, başka bir biçimde, başka bir ağırlıkta, başka bir boyutta, başka bir durumdadır.” Burada, zamanını kavramaya çalışacağız. Bunun zamanı, hareketinin biçimi ve bunun varoluşu nedir? Şimdi, biz buna realite, gerçek diyoruz, Newton fiziğine göre. Aynı nesne, bu hızda, bu zaman akışında böyle bir gerçek; başka bir hızda başka bir gerçeklik içinde. Boyutları başka, kütlesi başka; etkisi, manyetik ilişkisi, her şeyi değişebiliyor. Sözcüklerin de birinin yerine öbürünü koymaktan başka bir şey yapmadığını anlatmak istiyorum. Bu, enerji değişimleri mi? Evet. Peki, biraz önce ne demiştik? “Hareket değişimleri” demiştik. O da evet. Peki, kütle değişimleri desek? O da evet. Peki, hız değişimleri mi? Evet. Zaman değişimlerini mi anlatıyorsun? Evet. Peki, ne anlıyoruz? Bakın, hepsine evet dedim. Ne anlıyoruz? Ne anlamamız gerekiyor? Bilinç konumumuzu sorgulamalıyız.

Bu anlattığımız şeyleri ne adına söylüyoruz? Ne için söylüyoruz? Nesnesi ne bunun? Madde. Madde nedir? Hiç madde gören var mı içinizde? Moleküller ve atomlar nedir? Maddedir. Peki, madde nedir? Türkçesi özdek değil mi; madde nedir? Gerçekten hiç maddeyi gören var mı?

Referans Dizgesi Nedir?

“Yerden bakıldığında, zaman aralığının başlangıç ve sonunu belirleyen olaylar farklı yerlerde oluşur ve sonuçta, aralığın süresi uygun zamandan daha uzunca gözükür. Bu etkiye ‘zaman genleşmesi’ denir,” demiştik. Daha sonra kullanacağız bunu. “Ancak uzay aracında bulunan bir kimse için böyle bir yavaşlama söz konusu olmadığından saat normal hızıyla çalışıyor gözükecektir.” Tıpkı, şu an nasıl bakıyorsak saatimize, alışkanlığımız içinde bu saat nasıl çalışıyorsa, maddi referansları nelerse, uzayda o hızla giderken baktığında da aynıdır. Hiçbir problem yok. Nereden biliyorsun? En azından, saatte kırk altı bin kilometre hızla giden roket içindeki astronot da aynısını, aynı biçimde denedi de ondan. Füzenin içinde bulunan kişi ve saati aynı hızla hareket ediyorlar. Burada referans dizgesine değinmek durumundayız.

“Referans” ile “referans dizgesi” aynı şey değildir. Öncelikle, sistemin Türkçesi dizgedir. Referans, bir nesnenin bir başka nesneye göre ilişkilendirilmesi demek. Peki dizge? Eğer o referans nesneleri, ilişkiler altında bir bütünlük içeriyor ise, diğer bir deyişle birbirlerine entegre iseler, birbirlerine bütünleniyorlarsa, o zaman buna “referans dizgesi” diyoruz. Füze örneğinde şu var: Füze bir referans nesnesi, saat başka bir referans nesnesi, astronotsa başka bir referans nesnesi. Bu üç referans nesnesini birbirleri ile ilişkisi altında gözlemlediğimizde, biz bir referans dizgesi içinde saate bakıyoruz demektir. O zaman, “zaman” o saatte, belli bir referans dizgesi içinde, belirli bir ritimde akar. Başka bir referans dizgesine göre farklı akar.

Einstein, Freud, Marx

“Ancak, uzay aracında bulunan kişi için böyle bir yavaşlama söz konusu olmayıp saat normal hızıyla çalışıyor gözükecektir. Eğer bu gözlemcinin dünyada bir ikiz kardeşi varsa, geri döndüğünde, ikizini kendinden daha yaşlı bulacaktır.” Klasik fizikte zaman herkes için, bütün nesneler için aynı hızla akıyordu, burası mühim. Referans olarak, zaman için düşünce bu biçimdeydi. “…ve tekdüze akan bir şey olarak kabul edilmiş iken, öznel ilişkinlik kuramı, birbirlerine göre hareket eden iki gözlemci için zamanın farklı hızlarda aktığını ortaya çıkarmıştır. Bu olgu, 1920’de Amerikalı bir bilimadamı Herbert Ives tarafından kanıtlanmıştır.” Einstein çok ilgi çekici bir düşünürdür. “Düşünür” diyeceğim ona, fizikçi aynı zamanda. Fizikçidir, ama aynı zamanda düşünürdür. Daha çok düşünürdür. Einstein’ın kuramını incelediğinizde Marx’a benzer. Einstein, Freud, Marx birbirine benzer. Benzerlikleri şöyle: Üçü de devrimci, yani alışılagelmiş bilinç tipini ve yaşam biçimini altüst etmişler.

Bilincin Yeniden Yapılanmasında Süreç Olgusunu Kavramanın Önemi

Sürecinden kopuk bilimsellik bilimsel olgu olmadığı için, bilimsel kavramlar da sürecinden kopuk anlaşılamaz. Sorun burada ve çok güç bir iş gibi görünen, aslında çok zevkli bir iş. Hegel’in bir sözü var, ezberlediğim sözlerden bir tanesi. Diyor ki: “Süreçsiz sonuçlar anlamsızdır.” Bakın, bu çok önemli bir ilke. Benim yaşam ilkem bu. Bilincim adına en çok sorguladığım ve en çok üzerinde durduğum budur. Çok basit bir süreç örneği vereyim: Kalem, her gün kullandığımız şeylerden işte şu kalem. Bu, anlamsız bir şeydir; evet anlamsızdır. Ne zaman anlamlı olur bu? Oluşum süreci bilindiği zaman anlamlı olur. Bakın bu kalem bir sonuç, anlamlı bir şey değil. Bunun sürecini ancak bilincinizde oluşturabilirsiniz. Sürecini bilincinizde oluştururken bunu kavramlaştırıyorsunuz, bilgiye dönüştürüyorsunuz; elinizdeki bir nesneyi bilgi haline getiriyorsunuz. Bu da şu demektir: Bunu yaparken kullandığınız yöntem bilincinizi belirler. Immanuel Kant bunu sorguluyordu ama sürecini düşünmeksizin. Kant’ın öğretisini inceleyin; salt sonuçları, durumları karşı karşıya getirir. Olgu ve nesneleri şimdi ve burada, eş deyişle zaman ve mekan ilişkisinde, uzam ve süre ilişkisinde, şimdi ve burada bağlamında inceler.

Georg Wilhelm Friedrich Hegel

Zaman farkını anlatabilmek için buraya geldim. Hegel içinse, şimdi ve burada hiçbir nesne, olgu olmadığı gibi, onlara karşılık gelecek olan düşünceler de şimdi ve burada oluşamaz. Hegel, dilimizin de şimdi ve burada olmadığını; onun bir tarihinin, bir gelişim sürecinin, oluşum etaplarının olduğunu; aynı durumun nesneler için de geçerli olduğunu; örneğin şu sandalyenin şimdi ve burada oluşmadığını; bir oluşum tarihi süreçleri olduğunu ifade etmiştir. Hegel bunu daha çok düşüncenin açıklanması bağlamında kullandı. Marx lambayı yaktı: “Bu böyle ise,” diye bir başladı, toplumların şimdi ve burada kendiliğinden böyle var olmadıkları; bir toplumu tanımlamanın onun tarihsel sürecini kavramakla olanaklı olduğu çıkarımına ulaştı. Freud, Marx ve Einstein’da aynı tip devrim olduğuna değinmiştim. Başka türlü düşünebilmeyi –süreç, bağlam ve referans dizgeleri anlayışını– getiren bu üç büyük düşünür, aynı zamanda bize bir şey daha fark ettiriyorlar. Bir kavramı, tek bir kavramı, olgunun içinden tek bir kavramı koyarak, kendinden önceki sürecin bütün kavramlarını yeniden örgütlenmeye, yeniden geliştirmeye taşıyorlar.

Karl Marx

Einstein fiziğini okurken, kuramını okurken hayretler içinde kalırsınız. Zamanın genleşmesi olgusunu anlattım, herkes Einstein diye dinledi, değil mi? Oysa, 1920’de Amerikalı bilim adamı Herbert Ives tarafından keşfedilmiş. Onun için altına koydum bu satırı. Dönüşüm Lorentz tarafından, elektromanyetik alan Maxwell tarafından, ışığın her alanda eşit hızla yayıldığı Michelson-Morley deneyinden, sonra De Broglie, Poincaré derken, şu soruyu soralım: Einstein ne yaptı? Bu adam ne yaptı? Hayretler içinde kalırsınız. Kuramının kavramları, kendinden önceki fizik bilimciler tarafından söylenmiş, tanımlanmış. Einstein bir şey yaptı, en önemli şeyi yaptı: Marx’ın yaptığını. Marx’ın ekonomi kuramına baktığımız zaman anlarız. Das Kapital’i okuyan bilir. Okumak mümkün mü? İktisat bileceksiniz, felsefe bileceksiniz, siyaset bilimi bileceksiniz; böylece belki anlamak mümkün olabilirdi – ve eğer mantığınız diyalektik yöntemle donatılmışsa. Onun için de pozitivist bir Marksizm dünyayı bu  hale getirdi. Pozitivist Marksizm’den kastım, onun bilinç yöntemi ve yaşamdaki olgu yönteminin kavramlaştırılamamasıdır. Yani diyalektik düşünce yönteminin –“yöntem” diyorum– yöntem olarak benimsenememesi, içselleştirilememesi. Peki, ne yaptı Marx? Kendinden önceki ekonomistlerin hepsi söylemiş bütün kavramları, aynı Einstein’daki gibi. Marx ise dizgeleştirdi. Marx, bir tane kavramı olduğunu, tek bir şey bulduğunu kendi söyler. Bir kavramla katılmış: “artık değer”.

“Süreçsiz sonuçlar anlamsızdır” demek, böyle bir şey. Sürecin içinde yöntemsiz, bağlamsız, işlevsiz başlıyor; giderek kavram bütününe, teorik öbeğe doğru ilerliyoruz. Einstein’daki de budur. Einstein, kendinden önceki, birbirinden bağımsız, tek tek deney-gözlem verileri olan fiziksel belirlenimleri, matematiksel önermeleri ve deneyle doğrulanmış, birbirinden bağımsız gerçeklikleri hız, zaman, enerji kavramlarını temel alarak, “ilişkinlik” kavramı altında dizgeleştirdi; hepsini birbirine ilişkilendirdi. Hayali bir şey değil ilişkilendirmesi. Nesnenin varoluşunun kanıtı ve kavranması olarak, yegâne anlatım biçimi olarak ortaya koydu. Anlamak ve anlamamak burada çok ilginç bir yerdir. Anlamama noktası kuşkuya varmaktır. Eş deyişle, var olanın, yani bilincinizin yetersizliğini anladığınız noktadır. Anlamamak, anlamayı aşmak – anlamamayı anlamak. Anlamamayı anladığınız zaman, sancı başlıyor.

Eşsüreliliğin Göreliliğini Kavramanın Zorluğu

Özel görelilik kuramında ilk husus “zamanın genleşmesi”, ikincisi ise “eşsüreliliğin göreliliği”dir. “Sürenin göreli oluşu nedeniyle bir gözlemciye aynı anda oluyor izlenimini veren olaylar, göreli devimde olan başka bir gözlemciye aynı anda oluyor gözükmeyecektir.” Gözleyene göre, aynı anda olan iki olay var; örneğin şimşek çakıyor, hem burada hem orada. Gözlemciye göre, aynı anda şimşek çakıyor. Başka biri de trende gidiyor ve aynı olaya bakıyor. Bu iki olay, trendeki gözlemciye birinci gözlemcinin algıladığı biçimde gözükmez; aynı olaylar aynı bilgiyi ulaştırmayacaktır. “Eş deyişle, biri birine göre devinen iki gözlemci, hızları değişmiyorsa, iki ayrı yerde gerçekleşen iki olay arasında geçen süreyi aynı biçimde değerlendiremez. Gözlemcilerden biri, bu iki olayı aynı anda yani eşsüreli olarak gördüğünde, öbürü, olayları bir süre aralığı ile görecektir.” Nesnel gerçekliğin algılanması bağlamında, uzaydaki yüksek hızlarda çok şey fark ediyor. Gündelik yaşamda, göreli hızların düşük olduğu hızlardaysa, pek bir şey fark edemiyoruz. Bir dışsal olgunun bu şekilde değil de şu şekilde kavramlaştırılmasının formülize edilmesi sizi pek değiştirmez. Sizi değiştirecek olan, bir nesnenin kendi varoluşunun, eş deyişle devinme olgusunun (hareketinin veya varoluşunun) bir başka nesneye göre zamanının farklı olması ya da o zamanın farklı oluşu ile var olması sorunudur. Bunu algılamaya başladığınızda, “Acaba her birimiz aynı evrende mi yaşıyoruz?” sorusu ile belki de muhatap olabilirsiniz. Nereden birbirimize bakıyoruz? Hangi boyutlarda? Zaman ve varoluş. Varoluşumuz standart olsaydı ve onun hareketi zamanı yapsaydı, hiçbir sorunumuz yoktu. Newton fiziği çok iyiydi, değil mi?

Eşsüreliliğin göreliliğine devam ediyoruz. “Devinen bir trenin…” aynen Einstein’ın kullandığı terimleri kullanıyorum. Birebir aktarayım ki literatüre baktığınız zaman, aynı benzetmelerle daha kolay algılarsınız. “Devinen bir trenin iki ucuna aynı sürede yıldırım düştüğünü düşünelim. Trene dışarıdan bakan ve yıldırım düştüğünde konumu trenin tam orta noktasında bulunan bir gözlemci, yıldırımın iki uca da aynı sürede düştüğünü görecektir.” Eşit, ortada duruyor, trenin iki ucuna yıldırım düşüyor. Mesafeler aynı. Neden aynı anda düştü? Çünkü süre, aramızdaki mesafeler, uzam aynı olduğu için; ışık hızı sabit olduğu için; trene dışarıdan bakan gözlemci için ışık hızı aynı mesafeyi aynı sürede alacağı için; “Bu iki olgu aynı anda olmuştur” diyecektir. “Trenin içinde ve ortasında bulunan gözlemci ise öne düşen yıldırımın, süre olarak daha önce düştüğünü savunacaktır.”

Diyelim cep telefonları var; dışarıdaki gözlemci, “A! İki uca da aynı anda yıldırım düştü,” diyecekti. Trendeki gözlemciyse, “Hayır hayır, öndeki daha önce düştü, sen göremedin,” diyecekti. Allah Allah! O zaman göz yanılması mı var, duygu mu var? Hayır. İşte ilginç olan bu: Farklı realiteler var. Realitelerin farklı, veritelerin aynı olması çok ilginç bir şeydir. Verite, yasa, kavram yani; bir nesnel gerçekliğin bir yasaya göre belirlenmesi, verite, hakikat. Bu aynı, çünkü yasa; olgu değil yasa. Realite ise olgu, o farklı. Olgu değil olgular var; realiteler var, gerçeklikler var. Gerçeklikler çoğul. Ya hakikat? Hakikat tek: yasa. Bir yasaya göre realiteleri kavramlaştırırsınız çünkü. “Referans” dediğimiz şey. “Tren içinde ve ortasında bulunan gözlemci ise önde düşen yıldırımın süre olarak daha önce düştüğünü savunacaktır. Tren belli bir hızla öndeki yıldırıma yaklaşmakta olduğundan, gözlemci arkadan gelen yıldırımın ışığını daha geç algılayacaktır. Trenin ışık hızı ile gittiğini düşünürsek, trendeki gözlemci, arkadaki yıldırımın ışığını hiçbir biçimde algılamayacaktır.” Siz ona ne derseniz deyin algılayamayacaktır.

Bilim neydi, bilimsel bilgi neydi? Bilim: deney, gözlem, ölçüm. Gözlemleyemediğimiz bir şey? Deney zaten gözlem içindi. Bilim için deney diye bir şey yoktur, deneysel gözlem vardır. Deneysel gözlemle saltık yani arı gözlem arasında şu fark var: Gözlem, değişmez nesnelliklerin veya olaylar ve olguların gözlenmesi demektir. Burada, “değişmez” sözcüğü, öznenin değiştirmediği, daha doğru bir ifade ile “salt, el sürülmeksizin” anlamındadır. Yoksa kendi aralarında değişiyor olabilirler. Algı tekrarına “gözlem” diyoruz. Deneyse, onun durumunu değiştirerek, ona müdahale ederek, doğal haline bırakmadan, onun için bir tuzak kurarak –“düzenek” diyoruz buna– deney düzenekleri yaratarak gözlem yapmaktır. Durumu değiştirdikten sonra ne yapıyorum? Algı birikimleri, yine gözlem. Aslında deney gözlem için vardır. Sonuçta bilimsel bilgi gözlem ile ölçülür. Deney ise gözlemi besleyen bir istencin, bir kavramsallığın karıştığı öznel bir müdahaledir. Gözlem olmaksızın bilimsel bir bilgimiz olamayacağı için, ışık hızıyla giden bir trenin arkasına ışığın düşmüş olması, realitede –bakın başka bir realite doğuyor– kim içindir? Onu gözleyen içindir. Gözlemeyen için böyle bir realite yok. Hayret verici bir şey!

Öznel idealizmin doruk noktasındaki temsilcisi Berkeley diyordu ki: “Ben algılamadığım zaman nesnel bir gerçeklik olmaz. Bütün nesnel gerçeklikler benim duyumlarımdadır.” Herkes ona çok kızıyordu; özellikle de materyalistler. “Gözünü kapatınca onlar orada yoktur” demek, “Keşke burada bulunmasaydı” anlamına gelir. Ama varlar. Berkeley’in kastettiği, belki de, Einstein fiziğinde karşımıza çıkan bulgudur: Gerçeklikteki gözlem bağlamında, eğer algınız, deneyiminiz, gözleminiz, ölçüm yapabileceğiniz bir durumda değilse, bilimsel bilgi yoktur. Böylece, hepsi ölçüye taşınmış oldu. Ölçüdür ki bize bilimsel bilgiyi veriyor. Öbürleri, o ölçü için ön koşul. Ölçemediğim, bilmediğimdir. Ölçtüm, işte bildiğim o. O zaman, ölçü referanslarım ne? Ölçü yöntemi ve referanslarım benim realitem. O zaman, farklı realiteler demek, farklı ölçüm ve referans dizgeleri demek. Trene dışarıdan bakan gözlemciye göre eş sürede düşen yıldırımlar, trendeki gözlemciye göre farklı sürelerde oluşmuştur. Burada “Kimin sözleri doğrudur? Hangisi doğru söylüyor?” anlamsız bir sorudur. İkisi de doğru söylüyor. Peki, nasıl doğrular bunlar? Realiteleri farklı, yani referans dizgeleri farklı. Burayı lütfen düşünün. Sanatçılar, bilimciler, düşünün burayı. Bunun üretimini sanata yansıtmak veya biçimlere aktarmak – kim nerede yapabilirse; bir şiirde, bir resimde, müzikte…


* Metin Bobaroğlu’nun 1999 yılı Ocak-Haziran ayları arasında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde “Einstein’ın Nesnel İlişkinlik Kuramı” üzerine yaptığı konuşma dizisinin kayıtlarından derlenmiştir.