Şizoid Yarılma ve Kolaj Sanatı

Sosyolojinin bize anlattığı, sosyolojiden önce bilmediğimiz soliptik insan; tek tek insan. Bu, sosyolojinin bir önerisi. Gerçekte böyle bir insan yok. Bir toplumsal yapının, kültürel bir ilişkiler ağının içine doğuyoruz. O dili, ortak dili kullanıyoruz. O bizi belirliyor; çevre belirliyor, toplumsal ilişkiler belirliyor. Fakat diyoruz ki “tek insan”. Bu ne demek? İşte, sosyolojinin ileri sürdüğü bu soliptik ben, birey kavramı tasarlanabilir bir şeydir ve bu tasarım kavramlarla hukuka da taşınabilir; estetiğe, sanat dünyasına taşınabilir bir kavramdır. Fakat gerçeklikte soyutlanmış, yapay bir kavram olduğu anlaşıldığında, felsefe bunu somut kılmaya yönelir. Hâlbuki herkes felsefenin bunları soyutlayacağını sanıyor; “felsefe soyutlamalara gidecektir” gibi. Hayır. Felsefe, bu tür nesnelerini, özgün nesnelerini işleyen bilimlerdeki indirgemecilikteki soyutlamayı tekrar gerçekliklerine kavuşturmak için sistematik felsefe arayışlarına girer. Ama günümüz –bu bir de çağlarla ve gereksinimlerle ilgili bir şeydir– parçalanmış aklın, bir nevi zihnin dünyasıdır. Parçalanmış akılda sentez olmadığı için bir nevi şizoid bir bilincimiz var günümüzde. Günümüzün sanatı bunu bize gösteriyor; sanat bir nevi göstergedir de aynı zamanda. Şimdi bakıyoruz; günümüzdeki yaygın sanat dallarından bir tanesi kolaj. Kolaj, birbirinin dışındalıkları, içsel örgünlükleri gösterilmeden, birbirine zorunlu olmadan, keyfi olarak bir araya getirilmiş lekeler, objeler ile ifade etmek. Bu bir nevi parçalanmış bilincin dışavurumudur. Yani sanatçı bunu bir eleştiri olarak yapıyor, parçalanmışlığı anlatmak için yapıyor. Ortaya koyduğu kavram felsefi bir kavram ama sanatçı felsefi tanımlar yapmaz, felsefi açıklamalar yapmaz; onu özgün bir yapıtla gösterir ve bütün sezgilere onu açar.

Picasso “Çirkinin Sanatçısı” Olabilir Mi?

Bugün bu parçalanmışlığa dair daha birçok sanatsal etkinlik var dünyamızda da, ama belki “false” olan, falso diyebileceğimiz, sapma olarak görebileceğimiz sanatsal bir beğeni, sanatsal bir dışavurum, “ve işte sanat artık böyle çalışır” gibi onu yöntemleştirmektir. Hâlbuki orada sanatçının bir sorgulaması, bir eleştirisi vardı. Bu eleştiri unutulup “Sanat budur, böyle sanat yapmalıyız” dendiğinde artık bu bir akım, bir ekol haline gelir. O zaman sanatın kitsch dışavurumları çıkar. Yöntem haline gelen bir şey değil, çünkü o bir eleştiri. Şöyle diyelim; bazı felsefe çalışanları örneğin Picasso’ya “çirkinin sanatçısı” derler; “O çirkinin sanatını yapmıştır; işte gördüğünüz gibi insanı parçalamış, kaşını buraya, gözünü şuraya koymuş, perişan etmiştir; bu insan zevklerine de uygun değildir, estetik de değildir, vs.” Neden? Çünkü “güzel sanat güzel görünüşlerdir” zannetmiş felsefeci arkadaşımız ve o beğeni üzerinden bakıyor – yani birçoğumuz böyle yapıyoruz. “Beğendim, beğenmedim. Beğenilerime uydu, uymadı.” Hâlbuki felsefi bir şey olarak, estetikten baksaydı, böyle bir şey görmeyecekti. O zaman orada bir sorgulama, bir analiz, kübist bir parçalama olduğunu, Picasso’nun daha önce algımızda bütün gibi görünen şeyi analiz edip arkasındaki sanatsal dayanakları aradığını, perspektif çokluğu yarattığını, tek bir perspektife alışık olan bilincimizi çoklu perspektife doğru yönlendirdiğini, yani bir sorgulama içerdiğini, birtakım şeyleri güzel göstermeye değil bir sorgulamayı bir defada algılamaya yardım ettiğini, bir sezgi mabedi yarattığını görmüyor. Dolayısıyla, estetiğin sadece güzelin, hem ifadede hem görünüşte hoşa giden güzelin bilimi olmadığını, sorgulama olduğunu, uyandırma olduğunu, tetikleme olduğunu, esinlendirme aracı olduğunu da söylemeliyiz. Ama bunun kuralları nedir? Estetik, bunun kurallarını araştıran bilimdir.

Felsefeden Sanata

Ludwig Andreas Feuerbach

İnsanın keşfine ontolojik açıdan, aynı zamanda antropolojik açıdan baktığımız zaman, “İnsan nedir?” sorusunun temel sorgulamalarını ancak felsefe ile yapabiliriz. Bu yalıtılmış benlikler sorunundaki çıplak gerçeklikle ilgili umut, çıplak gerçekliği bir gayeye bağladığı için –bir ideaya, bir gayeye, erekbilimsel olarak bağladığı için– insan, tutunacağı, adanacağı bir değer oluşturuyor ise çıplak gerçeklikten çıkar, bir ütopik dünyanın içine girer ve çıplak gerçeği dönüştürme gücünü orada bulabilir. Hıristiyanlığın Özü adlı ünlü kitabında Feuerbach der ki: “Umut, akıldan doğmaz.” Din ve Tanrı anlayışı akıldan doğmaz. “Akıl, Tanrı anlayışını doğuramaz,” diyor. Hâlbuki ondan evvel söylenen hep “Aklın en yetkin biçimi Tanrı’dır” idi. Feuerbach “hayır” diyor. Tanrı biz herhangi bir dilekte bulunduğumuz zaman çıkar; biz ona dua diyoruz, bir yakarış. Peki, o yakarış ne zamandır? Bir gereksinimin acziyetinde çıkar. İnsan acze düştüğünde, kendi güçlerinin yetersizliğinde bir çıkış yapar ve bu talebi “Başka kimse yok mu?” talebidir ki Tanrı arayışıdır.

Sanatın da tarihi olmaksızın sanat yapmak “naive” bir iştir. O bir yetenek dışavurumu olabilir ama sanatsal bir yapıt olduğunu söylemek sanat tarihi içinde anlam kazanır. Bütün bunlar modern döneme kadarki görüşlerdir; fakat modern dönemde işler koptu, postmodern çağrışımlarla da hepten keyfileşti. Şimdi ölçüt yok. Hatta, belki gizli belirleyiciler var diyorum ben artık. Yani estetik ölçüler yoktur derseniz, her sanatçı dilediği gibi özgürce yapar – ne demekse o “özgürce”? Bunun değerini kim belirleyecek? İş anlaşıldı. Çağımızda bir sanat eserini satın alanlar sırf onu beğendiği için, o beğeni estetiğin yerini almıştır. Günümüzde sanat eseri ticaret aracı haline gelmiştir. Bu da ayrıca tartışılmalıdır. Felsefenin konularından biri de budur.

Şimdi, eğer insan umut sorunsalı üzerinden bir inanç dünyası oluşturur ve bunun içine girerse, bir güven ortamında kendisini psişik dengeler içinde bulabilir. Fakat bu da sarsılır; yani psişenin dengelenmesi aşırı üzüntü, aşırı korku ve benzeri duygusal çalkantılarla sarsılır. İnsan ise daha baki, daha kalıcı bir dayanak, bir güç aramaktadır. Bu bakımdan tüm bu değişkenlikler, duygusal çalkantılar, giderek kuşkular, yöntem kuşkuları açısından zafiyete uğrayan insan, umudunu transandansa, aşkınlığa taşıyabilir ve tarih içinde bu olmuştur. Tarihe bakınız; mitsel dönemden evrile evrile, düşünce ve inançlar objelerden doğa nesnelerine, doğa olaylarından giderek soyuta ve giderek aşkınlığa taşınmıştır. En aşkın Tanrı kavrayışının ilk ortaya çıkışı Musa’da vardır. Aşkın Tanrı kavrayışı; yani doğa nesnelerinin tümünden arındırılmış, onların tek tek hiçbirinin insanın ruh dünyasını güvence altına alamadığı olgusundan hareketle aşkınlığa yönelmek. Bunun ayrıca insan üzerindeki etkileri, insan yaşamı ve toplumsal örgütlenme ile ilgisi ayrı bir konu olarak kalsın; onu da konuşacağız.

Aşkınlık; Tanrıya, aşkınlığa yönelmek; sonsuza yönelmek, buna bir tanrılık niteliği yüklemek. Bunun insan üzerindeki dinsel etkisi nedir? Felsefe, bu, dinin dogmalarıyla ve insan ahlâkı ile ilgili bir şeydir derken, bunun hakikatlerle ilgisi nedir? İnsan yanıltılıyor mu, yoksa hakiki olan bir alana mı giriyor? Yanılsama ile hakiki olmak; dolayısıyla bu da felsefenin konusu. Dinsel bilimler –din felsefesinden farklı olarak– bunların her biri dogmadan kalkarak inancı açıklamaya başlar, diğer din dogmalarını ayırt eder, onları kendisi için tehlike olarak görür ve kendisini bu biçimde sınırlar. Felsefe ise “bütün dinlerde var olan bu dogma gereksinimi nedir, niçin insan buna gereksiniyor ve insan bu biçimde, bu dogmalarla yaşarsa kendisi için nasıl bir sonuç çıkacaktır, bir başkasıyla bunu yaparsa nasıl bir sonuç çıkacaktır,” bunu da sorgular. Dogma sorgulanmayandır, felsefe ise sorgular ve dogmayı çözer. Dogma çözüldüğü zaman tabii üyeler, inanırlar sarsılırlar; çünkü onlar şüphesiz bir güvenceyi, dogma güvencesini benimsemişlerken birdenbire çözülmüşlerdir. İnançların yeniden yapılandırılması umut sorunsalıyla, anlam verme sorunsalıyla ilgili olduğu için hazır bir anlamı kabul etmişlerdi. Şimdi bu yıkılıp yerine kendisi bir anlam dünyası kurabilecek cesarette ve yetenekte ve eğitimde bir insan olmalıdır. Dolayısıyla, toplumların bu felsefi eleştirilere açılması onların inanç dünyasını sarsıyor ve depreme uğratıyor. Sonra da o insanlar kendileri yeniden bu anlam vermeyi, yapılandırmayı başaramadıkları için yeise uğruyorlar.

Dinlerin ortaya çıktığı döneme bakın; vaaz ettikleri ilkelere, umdelere bakın, yasalara bakın, hepsi hayvancılık ve ziraatle alakalıdır. Ticaret çok gelişmiş olarak Kur’an’da özellikle konu edilmiştir ve ticaret üzerinden bir devlet tasarımı hakikaten çok gelişmiş bir şeydir. Yani üretim biçimi, üretim ilişkileri, üleşim biçimleri asıl belirleyici olanlardır. Dinin veya ideolojilerin söylemi bunların üzerine bina edilir, bunlar da gereksinimlerden doğar. Şimdi sanayi için, dinlerin yaşama dair söylediği kurallar açısından söylüyoruz, evrensel ilkeleri açısından değil. Felsefeyi onun için burada hakem yapıyoruz. O günkü uygulamalar tamamen yaşamın gerçeği ile alakalıdır. Develer kurban edilir; bu yenir, bu yenmez, hep hayvancılıkla alakalıdır. Çok fazla ziraatle ilgili de bir şey bulamazsınız, çünkü ziraat yok çölde, hayvancılık var. İnsan ilişkileri çokça yakındır, çünkü insan insana çok yakın olmak zorundadır. Çölde başka türlü hayat kuramazsınız. O zaman beşeri ilişkiler bakımından çok kural görebilirsiniz. Ama Anadolu’daki ve Mezopotamya’daki ziraat ile ilgili çok fazla şey bulamazsınız. Peki, sanayi yok, bilgi toplama yok, bunun gereksinimleri ne olacak? Hâlâ o çağların kurallarını, evrensel yasalarını değil, ilkelerini değil, idealarını değil ama kurallarını bugün için uyguladığımızı düşünelim. Bugünkü yaşamı ortadan kaldırmaya yöneliktir, her türlü.

Bugünkü gereksinimden kalkarak yanıt bulmaksa, yeni bir peygamber, yeni bir vahiy vaadi olmadığına göre felsefenin işidir. Peki, acaba neden dinler “peygamberlik açısından sonra erdirilmiş” olduğu savını ileri sürüyorlar –ve biraz da sanki öyle– o gün bugündür de yeni bir şey pek fazla göremiyoruz; hep eskilerin versiyonları, tarikatları, mezhepleri vb. Neden? Aslında din iptal olduğu için. Hz. Peygamber peygamberliği iptal etmiş, kaldırmış. Peki, bundan sonra peygamber gelmeyecekse ne yapacağız biz? İlim. “Benim varislerim peygamberler değil, âlimlerdir.” Bitti. Bilim, yani bilim çağı. “O ahir zaman peygamberidir” demek modern dönemin peygamberidir demek. Bilimden başka bir şey nasihat etmiyor. Açık, Kur’an orada; bilim ve bilimin aklı da felsefe. Yani insanlar reşitse, reşit olmuşlarsa, akıllarının sorumluluklarını, eylemlerinin sorumluluklarını üstleniyorlarsa, “Ferdun, Hayyun, Kayyumun, Hakemun, Adlun, Kuddûsun” olurlar. Ferdiyetle başlar; ama bu ferdiyet modern dönemin insanını tanımlıyor. Ahir zaman peygamberi de bu demek; ferdin peygamberi, kurum değil. Sizi dine alıp dinden çıkartan bir kurum var mı? Yok. O zaman bireysel ve vicdan dini. Cemaati öneriyor ama bireylerin oluşturduğu bir cemaat. Önceki din versiyonlarına, dinin bir önceki sunumlarına baktığımız zaman iş öyle değil. Bireylere hitap etmiyor. Kurumlar ve kurallar üzerinden belirliyor. Yani herhangi bir kimsenin üzerine konulmuş kurallar, belirli bir kimse yok, kavim var. Genel hitapta insanlar henüz belirli bir kişilik kazanmamışlardır. Max Scheler’e göre, kişi olmayan, insan olarak muhatap değildir.

Kişilik de bir karakter üzerine yaslanmalıdır ve bu karakter özgürlük temelli olmalıdır. O yüzden de mesela İslam dininde hür olmayana Cuma farz değildir. Hür değilse Cuma, cem, bir araya gelmek farz değildir. Hürriyeti hepsinin önüne alıyor. Akıl yoksa dini yok, hür değilse cemaat yani birlik için aday değil. Akıl temelli. Aklın kendisi dinmiş meğerse. Şimdi, “aklı olmayanın dini yoktur” ne demek? Aklın kendisi din. “İki şey indirilmiştir” derler sufiler: vahiy ve akıl. “İkisi de indirilmiştir” derler ve bu ikisinin uzlaşması veya çatışması sorunsalı yaşanır. Şimdi, vahiy dediğimiz zaman en genel ve en yetkin biçimini bir peygamberlik ve din olgusu olarak görüyoruz ama sanata, felsefeye, bilimlere, normal günlük yaşama dair onun izlerini aradığımızda, sezgi dediğimiz olgunun kendisidir. En yetkin ve yanılmaz sezgiye vahiy deniyor; yanılmaz bir sezgi. Örneğin, “Arıya vahyettik” diyor. Arı yanılmaz yani; bal yaparken arı yanılmaz. Vahyedilmek bu demek; içgüdü demek. Arının öyle bir içgüdüsü var ki milyon senedir balı yapar, hiç şaşırmaz. “Ona vahyedilmiştir” dediği bu; içgüdü. Freud’a göre, insanın içgüdüsü en dipte olduğu için, sosyal etkilere tepki vermesiyle insan insandır; güdüsüyle insan insan değildir, hayvandır. İnsan içgüdüleriyle hayvanlar âlemine aittir ama içtepisiyle insanlar âlemine aittir. İçtepi; bir dış dünyadaki etkilere yani dış dünyadan gelene duygusal tepki verme, duygulanma (feeling) bir de içten gelip, dış dünyadan sebep olmadan kendi kendini harekete geçirme, iç dünyadan “motive”lenme (emotion). Aslında ben orada “motive”i beğenmiyorum; hep dış dünyadan gelene “motive” diyorum, modullama gibi. Ama semavi cazibe diyebileceğimiz bu terim bugün pek kullanılmıyor, bizim tasavvuf terimlerimizden semavi cazibe. Birisi cazibe, diğeri itki; hayvanlar itilirler, modullanırlar, insanlar ise çekilirler. İnsan denen, çekim varlığıdır. Semavi çekime, semavi cazibeye kapılan, insandır. Semavi cazibe idealar işte. İdealar. Var değil ama varlığı ona doğru devindireceğimiz dünyalar, tasarımlar. O halde mevcut gerçeklik eğer bizi hasta ediyorsa, mevcut gerçeklik bizi sıkıntılara sokuyorsa, mevcut gerçeklik daraltıyorsa ve insanlığımızı, özgürlüğümüzü, haklarımızı, yeteneklerimizi ortaya koymayı engelliyorsa, gerçekçiyim demenin ne anlamı var? İşte “çıplak gerçeklik” dediği Takiyettin Mengüşoğlu’nun, “İnsanı umutsuzluğa düşürür” dediği, bu çıplak gerçektir.

Felsefesiz psikiyatri yapılamaz. Felsefesiz psikoloji yapılamaz. Felsefesiz fizik yapılamaz. Yöntemler üzerine yeniden düşünmeler, olanaklılıklar aramak. Felsefe, bitmiş birtakım düşüncelerin ve inanılmış birtakım kavramların dünyası değildir, o yüzden çok rahatsız edicidir. Felsefeyi öğrendiniz mi yeni inancalar bulursunuz. Ama felsefe sorgulamalar ve sorunlar üzerinden kalkarak yapılmaya başlandığı zaman hiç de huzur ve rahatlık verici bir şey değildir. Sorgulamalar sizi sarsacak düzeyde derinleşmedikçe felsefeye girme olanağı yoktur. İnancalarınız sarsılır. Hatta psişik çöküntüler, depresyonlar bile yaşarsınız. Eğer yaşamıyorsanız sahici değilsiniz, derdiniz yok demektir. Niyâzî-i Mısrî onu der: “Derdimdir derman bana.” Derde düştüğüm için derman buluyorum. Derde düşmeseydiniz yüzeysel, mutlu çocuklar olarak yaşardınız; kelebekler gibi ama yirmi dört saat. Şimdi, en son Takiyettin Hoca diyor ki, çağımıza kadar, Nietzsche’ye kadar, felsefe yine aklın, salt aklın, ideaların, yöntemlerin bilgisi olarak tartışılırken, mantık tartışılırken, günümüzde artık insanın bir bütün olduğunu, parçalanamaz bir bütün olduğunu ve bütün diğer dışavurumların insanın bu bütünlüğünün eylemlerinden doğduğunu kabul ettiğimiz, anladığımız bir dünyadayız. Artık “akıl nedir”, “idealar nedir”, “yöntem nedir”, “mantık nedir”, bunlardan daha temel olan “insan nedir” sorusunu sormamız lazım. Felsefi antropoloji insanın özünü araştıran, önermelerde bulunan bir dal olarak günümüzde daha günceldir diyor.

Friedrich Nietzsche

Peki, Nietzsche ne yaptı? Nietzsche ilginç bir şey ileri sürdü. Birçok görüşü var, çok dehşetengiz tabii, sarsıcı, yeniden sorgulayıcı, çok hoş ama felsefi anlamda ilgiyi çok uyandıracak bir şey söylüyor. Tarihsel bir sorundan kalkarak Antik Yunan’da veya Ortaçağda veyahut Türkiye’de, İngiltere’de –neredeyse– bir sorundan kalkarak birtakım yanıtlar yani bilgiler ortaya konur, sonra bu bilgiler üzerinden tartışma başlar. Ve artık ondan sonraki bütün düşünmeler literatürdür; bilginin üzerine bilgi, bilginin üzerine bilgi, bilginin üzerine bilgi olarak yığınlara ve safsatalara dönüşür. En baştaki sorundan kopulmuştur artık. O soruna tekrar dönülmediği için de felsefe giderek safsatalara dönüşür, sofistike bir şey olur. Dolayısıyla gerçeklikten kopmamak, sürekli gerçekliğe dönüş şart. Şimdi, bu çok anlaşılır bir şey tabii ki ve de doğru! Ama bu kez de eğer bunu saltık biçimde yaparsak sadece deneye bağlanırız. Tarihi birikim ve sorgulanmış yaşamların yeniden sorgulanma çabası içinde sanki Âdem devrine yeniden dönmüş olabiliriz. Dolayısıyla, diyalektik dediğimiz şey, bu karşıtlıkların birlikte ele alınabilmesinin yöntemini aramaktır. Ne salt şimdiden kalkmak yani sorunun kendisine tecrübî olarak başvurmak ne de salt kavramlar dünyasında kalmak; bunu her defasında ilişkilendirmek. Hassas olan yer burası, burada ustalık gerekiyor. O yüzden, Prof. Yalçın Koç felsefe üzerine yaptığı çok güzel çalışmalarından bir tanesinde Aristoteles’i “lex naturalis’in filozofu” yani “nomos physis’in, doğa yasasının filozofu” diye nitelendiriyor. Platon’a ne diyor? “Platon” diyor, “felsefenin erbabıdır.” İlki doğa yasasının araştırmacısı bir filozoftur, diğeri erbap. Erbap usta; bir işin erbabı o işin ustası demek. Şimdi araya ustalık giriyor. Platon’un bütün felsefi metinlerindeki dışavurumlarının hepsinin arkasında bir Sokrat gizlidir. Ama o Sokrat bir bilge olarak, bir usta olarak, maiyetik bir usta, kavram doğurtucu olarak, soruları ve sorunları öylesine bulup ortaya çıkartıyor ki insanları cezbediyor ve o cazibenin içinde insanlar dönüşebiliyorlar. Sokratyen bir felsefe anlayışı. Dolayısıyla, bu Sokratyen felsefe anlayışı, erbaplık, ustalık eğer söz konusuysa Nietzsche ile Hegel bir araya gelebilir. Hegel’in kavramsal dünyasının soyut evrenselleriyle günlük veya yaşamın kurumsal, kavramsal, sosyal sorunları her defasında Sokratyen bir yöntemle bir araya gelebilir – yazılar üzerinden değil de sorunlar ve insanlararası ilişkilerde. Örneğin, Sokrat problematiği. Sokrat arkada bir bilge olarak hep var, ama aslında Sokrat belki de Platon’un bir kahramanı yani bir roman kahramanı olabilir. Evet, heykeli var, başka öğrencileri de varmış. Yani yaşadığından kuşkumuz yok, ama Platon’un Sokrat’ı o yaşayan Sokrat değildi belki.

Felsefe bu sen–ben, sana göre–bana göre sorunsalı üzerinde kavramsal bir örgünün, herkesin bilincine açık olabileceği, herkesin kavrayabileceği bir belagat ister, beyan ister. Her ne kadar içinde irfan ve delil dediğimiz burhan varsa da apaçıklık ister. Yani Descartes’ın “apaçıklığı”, bizim “beyan” dediğimiz. Descartes iki şey söylüyor: “Kavramlar açık ve seçik olmalıdır.” Şimdi “açık ve seçik” dediğimiz zaman neye açık, neye seçik, değil mi? Bunlar önemli. Peki, açıklıktan ne anlayacağım, seçiklikten ne anlayacağım? Açık dediğimiz zaman açıklanmış, nedenselliği gösterilmiş olan; akla ait demek, akla açık ama iradeye seçik. Çünkü bizim seçkilerimizin üzerinden akıl faaliyetlerimiz devreye girer. Dolayısıyla, Husserl’in dediği gibi, yönelim birincildir.

Şimdi, felsefenin bu girişinden sonra sanatın tartışılmasına giderken Ortaçağa kadar irade neredeyse yok gibidir. Sürekli mantık, akıl, yöntem, çıkarsamalar, idealar; hep bunlar tartışılır. İrade İsa ile girmiştir Batı dünyasına; yani Tanrı’nın bir irade olduğu. Hâlbuki ondan önce Tanrı bir akıl, bir kozmos, bir düzenleyici ilke, bir arkedir. Bunlar tanrılaştırılmış ve sınırlı, sonlu duyumsamalar veya tasarımlar, ama irade girdiği anda sonsuzluğa açılıyor. İrade her şeyi ister, sonsuzca isteyebilir ama bu sonsuz istemin, iradenin akıl tarafından sınırlandığını ve nesneler tarafından belirlendiğini bir süreç olarak kavramakla felsefeye yepyeni bir boyut gelmiştir.

Aristoteles’in Mimesis Kavramı Görünüşü Taklit Değildir

Aristoteles

“Aristoteles mimesis kavramını, taklit kavramını, görünüşlerin taklidi olarak söylüyor” deniyor ve bütün literatür böyle yazıyor. Aristoteles’i bu konuda ben tekrar tekrar inceledim, İbn Rüşd’ün bu konuyu nasıl aktardığını inceledim, katiyen böyle bir şey söylemiyor. Aristoteles’in söylediği şu: Doğa dediğimiz physis doğurmaktan gelir. Natura da doğurmak demek. Doğa Türkçe’de doğurmak, physis de doğurmak demek; bir şeyden bir şeyin çıkması, doğması. Bu, kreasyon olur; yaratı, doğurma olur, zahire çıkma olur. Aristoteles’e göre potansiyanın aktive olması, aktüel olması sürecini anlatıyor. “Potansiyanın aksiyona çıkış sürecini taklit etmek sanattır,” diyor. Mimesis, “yaratımı taklit etmek”tir diyor, görünüşü değil ama bütün literatür “görünüş” diye yazıyor.  Koskoca batılı profesörler, doğadaki görünüşe yani çiçeğe bakıp o çiçeğin resmini fotoğraf gibi yapmayı söylüyordu diyorlar. Sonucun kopyalanması zannettiler, hâlbuki Aristoteles süreci söylüyor. Öykünme, ama kreasyona öykünme, yaratıya öykünme. “Tanrıların yaptığı gibi” diyor; yaptığı, yarattığı… Demek ki sanatçı kendisinde yaratıyı bulmalı.

Antropolojinin estetik reddi vardır, biliyorsunuz. Felsefi antropoloji estetiği reddediyor. Estetik, yargıdır çünkü Kant’ın dediği gibi; sanat bu yargıyı hak etmiyor diyorlar; sanat felsefesidir aslında iş. “Peki, sanat yapıtının ana temelini belirleyen ne olacaktır, hiç mi kuralı yok?” dediğiniz zaman, “var” diyor; “yaratıcılık, yegânelik yani biriciklik.” “Yaratıcılık ve sanatçının onun üzerine bıraktığı iz; bunlar esastır” diyor. “Diğer yargılar, estetik yargılar felsefenin sanatı ele geçirip eleştirmenlerin eline bırakması gibi bir şeydir” diyerek bunu yadsıyor. Bunlar da tabii tartışılmaya değer konular…

Postmodernler Estetiği Neden Yadsır?

Postmodernler estetiği tamamen yadsıyorlar, sanatçıyı sınırlandırdığı için. “Sanatçının özgürlüğünü elinden alıyor; sanatçı dilediği gibi, sonsuzca kendini ifade etme özgürlüğüne sahiptir” diyerek… Aslında nihilize ediyor. Çocuk gibi… Yargılanmaktan kaçıyor. Bakın, dindarlar, ideologlar, daha başka sanatçılar, toplumun her kesimindeki insanlar, sıradan talipler, bizler gibi sıradan insanlar, eğer felsefeden kaçıyorsa ya felsefe ona zor gelmiştir, ona cazip gelecek bir biçimini bulamamıştır, girişini yani kapıyı bulamamıştır ya da yargılanmaktan korkuyordur. Entelektüeller, kapıdan çoktan girmiş olanlardır. Ve çeşitli isimler, postmodern düşünürler yargılanmaktan kaçtıkları için estetiği yadsırlar. Sanatçıya sonsuz özgürlük tanıyoruz. Hâlbuki özgürlük sorumluluktur; öbürü keyfiliktir. Keyfilik postmodernitenin, “sana göre–bana göre”nin temelidir. Keyfiliği özgürlük diye takdim ediyorlar bütün dünyaya. İlkesiz yaşam, sorumsuz yaşam, çocukça. Başkaları sorumlulukları taşıyacak, onlar onun içinde şımaracak. “Sanatçı bohem yaşar.” Hayır, sanatçı en sorumlu kişidir; en titiz, en dikkatli… Bir notayı öbürünün yanına koyarken bütün sesleri tanıyıp onun armonilerini tanıdıktan sonra onu oraya koyan, çok titiz bir insandan söz ediyoruz. Ressam öyle, heykeltıraş öyle. Sanki sallapati, kafana estiğini yap; bir gazete, üzerine bir kova, bir de at boyayı, işte yaratıcı, sanatçı… Muhteşem!

Küçümsemiyorum, bugünün sanatı bu; çöp sanatı. Çünkü hayat çöpleşti, anlamsızlaştı. Anomi var, anlam yitimi var. Bu ne demek? Umut kaybı var. Bu ne demek? Batı dünyası özellikle önde olmak üzere depresyon içinde. Doğulu depresyona girmiyor. Doğulunun depresyona girecek hali yok. Başına bomba yağıyor, nasıl depresyona girsin? Tetikte; evi barkı yıkılmış, çocuğu ölmüş, anası ölmüş. Kendisi ne yapacağını bilmiyor. İçecek su bulamıyor, depresyona nereden girecek? Hayata anlam bulamamak, tekrarlardan doğar. Cinselliğe aban, acaba farklı biçimi var mı bir de onları dene. Objelere de acaba bulaşsak mı? Uyuşturucular? Daha iyisi var, daha çok uyuşturuyor. Onu al, bunu al. Aksiyonlar! Dalalım, dağa çıkalım! Andrenalin; ayağımızdan asalım, ta dibe kadar şöyle bir zıplayalım! Bir heyecan. Bütün bunlar anlamsızlıktan doğuyor; anomi, anlam yitmiş.

Anlam yitmesi, dinlerin takdim edilmiş biçimlerinin insanların umutlarını karşılamamasından kaynaklanıyor. Hakiki dine ihtiyaç var; hakiki. Hakiki din dışardan öğretilemez; her insanın kendi kalbine indirilir olmalıdır. Şemsi Tebrizi’nin böyle bir sözü var. Bir sohbette dinliyor konuşanları. Diyorlar ki: “Azizim, sen niye bir şey söylemiyorsun?” O da diyor ki: “Bu kadar dedikodunun üzerine ben ne söyleyeyim?” “Nasıl dedikodu? Biz kelâm-ı kibar söyledik, Hadis-i Şerif söyledik, Kur’an-ı Kerim okuduk, neresi dedikodu?” “Onlar, onları söyleyenlere vahyolunmuştu. Ben de merak ediyorum şu anda; bana ‘kalbime şu bildirildi’ diyecek birisi var mı aranızda?” Bu, Nietzsche’nin söylediğine benziyor: sorunun kendisinden kalkmak. Öğrendiklerini geviş getirmek değil, sorunun kendisine dokunmak. Kendi dünyanda nasıl yansıyor onu bulmak. Dolayısıyla, tasavvuf individüel, hakiki dindir. O bireyin bizzat kendisine aittir; hiç kimseye telkin edilemez, hiç kimseye öğretilemez, hiç kimseyle paylaşılamaz. Sohbeti edilir, irşadı edilir, o kadar. Tahrik edersin, onda doğar ya da doğmaz. Bir nevi eros gibidir. Pathos erotiktir, ruhun erotizmidir. Sanat ruhun erotizminden çıkar. Bedenin erotizmi çocuk doğurur – gayet güzel. Ruhun erotizmi de sanat doğurur.


* Metin Bobaroğlu’nun 31 Ekim 2016 tarihindeki “Karşılaştırmalı Doğu ve Batı Estetiği” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.