Bir Üçleme: Çırak, Kalfa, Usta

Doğu-Batı kavramının aslı, Doğu Roma – Batı Roma kavramından çıkmıştır. Daha sonra bunun içerikleri değiştirilmiş, Doğu kültürü – Batı kültürü tarzında bir eksen kaydırmasına uğramıştır. İstanbul’un fethedilmesinden sonra, doğu –daha çok Müslümanlar için– İslâm medeniyeti olarak kabul edilir; batı denildiği zamansa Hıristiyan medeniyeti. Bu medeniyet anlatımı, bugünkü modern düşünceye göre uygarlık düzeyinde bir anlatımdansa, kültür düzeyinde bir anlatımdır. Kültür anlamında doğu-batı olarak da söylenmiştir. Ancak benim çalışmalarımda kullandığım bu “doğu-batı” kavramı, “göz uygarlığı” ve “söz uygarlığı” anlamında bir ayrımdır. Yunan uygarlığını, temelde sözü felsefe düzeyinde kullanıyor olmasına karşın, “göz uygarlığı” diye ele alıyorum. Bunun karşıtı olarak da İbrani, Yahudi kökenli Hıristiyan-İslam uygarlığını “söz uygarlığı” olarak alıyorum. Sami kavmi; Sem ya da Şem sözcüğünden hareketle, Şem’in çocukları. Şem İbranice “duymak” demek. Şema İsrail: “İşit ey İsrail.” Arapçası da sem, seminâ “işitmek” demek; esmâ da oradan gelir. İşitmek içsel bir şeydir, yapılanması bir inşa içerir; yapılanma tamamlanmadan ifade kemâle gelmez. Bir senfoni dinliyorsunuz; bu içseldir, semitiktir, son nota vuruluncaya kadar kemâle gelmemiştir. Son nota vurulduğunda, eğer senfoniyi izleyebilmişsek, bir süreç içinde anlam bütünlüğüne kavuşur ve anlam bütünlüğüne kavuşunca doyum yaratır; fakat izleyememişsek aç kalırız.

Müziğin doğası semitiktir, içseldir. O halde, içsel uygarlığın süreç ile inşa edilmesi gerektiği anlamı en azından müzik üzerinden kavranabilmelidir. Pitagoras buna çok dikkat çekmişti; müziği sindirmeyen kişinin felsefeyi anlamayacağını savlardı. Felsefe de içseldir, çünkü kavramlar akılda inşa edilir; akıl içtir. Ama akıl zihnin sunumlarını alır; aklın çırağı zihindir felsefede. Ne demektir bu? Duyularla dış dünyaya açılana zihin diyoruz. Duyular dış dünyaya açılırlar; onların içsel birliği, duyusal birliği zihindir ve zihin dış dünyadan algılarla topladığı şeyleri akla sunar. Akıl sultandır. Aklın dış dünya ile hiç alakası yoktur, penceresi dışarıya açık değildir. Tastamam bir içtir akıl. Zihin dış dünyadan topladıklarını doğrudan doğruya akla sunamaz, bir kalfaya ihtiyacı vardır. Akıl ustadır; o yüzden de Türkçesi çok hoştur: Us. Us’un edimleri, kavramları bir ustalık içeriyor. Duyular aletlerdir, özneleri yoktur; özneleri zihindir. Dolayısıyla çırak olan zihnin kendisidir. Zihin duyu aletleriyle dış dünyadan devşirir, akla doğrudan doğruya ulaştıramaz. Araya hayal âlemleri (imagination) girer. Muhyiddin Arabi bu konuda dikkati en çok hayal âlemlerine çeker, yani kalfaya. Ben ona kalfa diyorum; çünkü aklın nesnesi hayalden aldığıdır, zihinden aldığı değildir. Zihinde tasarım vardır; zihin tasarımları yapar.

Bu, Hegel’in anlatımlarında tasarımsal akıldır. Vernünftig denilen uslamlamaları, tümellerle düşünmeyi usun kendisinin başarabilmesi için kavramları inşa etmesi lazım. Müziğin birikip birikip son notada sesi (sound) oluşturduğu gibi. Eğer izleyebiliyorsak kavramlar da öyledir, inşa edilirler ve “bütün”e vasıl olduklarında asıl kavram ortaya çıkar. Kavram, kavramcıkların sistematik bütünlüğüne denilebilir. Bir kavram tohum gibi düşünülürse –meyvenin içindeki tohum olma noktasına kadar bilgi ağacı gibi, hayat ağacının bilgi ağacına dönüştürülmesi gibi düşünülürse– bir inşa vardır orada. İşte inşa (bildung), felsefe için bir süreci (proses) içerir; bu sürecin sonunda felsefe dirimli olur. Bu başlı başına bir konu. Benim “doğu-batı” dediğim de felsefede içsel olmasına karşın, zihin dışsal bir ilişki kuruyor. Felsefe akıl ve iç. Bir de için içi var; yürek. Hani şu duyguların olduğu, cesaretin olduğu, erdemlerin olduğu oda; için içi. Felsefe akılda tüm donanımıyla, kavrayışıyla o iç dediğimiz birinci içi oluşturduğunda iş tamam mı? Batı buna “tamam” diyor. “Batı”, aklın kendine “tamam” demesi. Batı aklın kendisi; “ben tamamım” diyor, onun bir doğuya ihtiyacı yokmuş gibi. Doğuya ihtiyacı olduğunu anlatmak için de erdemleri, yüreği dile getiriyoruz.

Bir Sembolizma: Platon Doğu, Aristoteles Batı

Platon

O zaman biz Antik Yunan’a gittiğimizde, benim kullandığım batı Aristoteles, doğu ise Platon’dur. Platon ile Aristoteles, doğu ve batıyı bize zaten gösteriyor; o ikisinde, doğu ve batı dediğimiz şeyi anlayabiliriz. Doğu ve batı sembolizması… Felsefe için felsefenin kendi kavramlarıyla daha felsefi ifadeler kullanabiliriz. Ben hem kavramsal olanı, hem şiirsel yani sembolik olanı yan yana kullananlardanım. Bu bazen yaratıcı da olabiliyor. Felsefede kavramlar sembol, duygu içermezler; tümele giderler. Tümelde her şey açıktır, berraktır. Akıl için müphem, gizil, örtülü hiçbir şey yoktur. Aklın işi felsefe yapmaktır. Felsefede gizli bir şey, gizem yoktur; eğer gizemden söz ediyorsak, o felsefe değildir, aklın işi değildir. Felsefenin, bu erdemler meselesini, “için içi” dediğimiz yüreği gösteriyor olması, yani kavramsal olarak onu kullanıyor olması, onu gösterdiği anlamına gelir, ama tecrübe edilmelidir. “Yürek işi” tecrübe edilmelidir. Ona “ilm-el yakîn” vakıf olamayız. Felsefeyi “ilm-el yakîn”, aklın en yüksek erdemleriyle, aklın kendi kavramsallığında tamam etsek de yüreğe dokunamayız. Yürek doğrudan doğruya tecrübedir, tecrübe edilmelidir. Erdemler tecrübe edilirler. “Akıl onları kavrar” dediğimizde, tecrübe edilmişse kavrar. Tecrübe edilmemişse vehimdir. Vehim, “nesnesi olmayan düşünceler” demek; müteşekkil değil, meçhuldür. Aslında bir cehildir, meçhul kalır; malumat vardır ama malumatın amacı belli değildir ve tecrübe edilmemiştir.

Buna günümüzde “paranoya” diyoruz. Paranoya, nesnesi olmayan korkular için kullanılır. Bu bakımdan bu anlatım tarzından görüyoruz ki felsefeyi salt sözel kavramsal bir biçimde ayrı bir yere koyup, yüreği, onun duygulanımlarını, erdemlerini ayrı bir yere koyarsak şizoid oluruz. Ya duygusuz akıl, otistik ya da duygu coşkusu içinde akılsız, meczup. İki ucu gösterdiğimiz zaman biri otistik biri meczuptur, ama biz “tevhid” üzere insan olabiliriz. Gönül ile akıl dengesi, her insanın kendi emeğiyle dengeye gelir ki bireyi ortaya çıkarabilsin. Bir bakıma rasyonalist değil ama hermenötik (hermeneutik) bir felsefe. Rasyonalist felsefe tüm insanı tekliğe, tekilliğe götürmez, tümelliği tüm insanlığa giydirir. Onunla ne yaparsanız yapın ya Aristoteles’in aklıdır egemen olan, ya Kant’ın aklıdır, ya Descartes’ın aklıdır ki egemen kılınır ama hermenötik ortak bir akıl bulamaz. Fakat tarih içinde bireyi oluşturan yorumdur. Yorumlar özneyi öne çıkartır, bireyin perspektifini çıkartır, ama ortak aklı bulamaz. Yine problem devam ediyor. Ya da bir makina gibi ortak aklı egemen kılarsınız, bireyler kaybolur. Onlar, o ortak aklın müritleri haline gelirler. Bu sorunlar, hem felsefenin hem tasavvuf gibi akımların sorunlarıdır. Sosyolojinin de sorunu haline gelmiştir günümüzde. Yani bütün disiplinler bu konu ile ilgilidir.

Üçgen İçindeki Gözün Anlamı

Şimdi ben bu doğu-batı meselesini, tamamen kelime olarak terk ediyorum. Bu semitik olanı da iki içsel noktaya taşıyorum. Görsel uygarlığın içi akıl, onun için üçgen içinde göz yaparlar. Bu, Mısır’da da vardı, Antik Yunan’ın da aslı budur. Üçgen içinde göz, tam bildiğimiz göz uygarlığı ama buradaki göz, üçgen içindeki göz, aklın gözü yani geometri ile bakan gözdür. Gören, orada akıldır. Akıl demek, ölçü getiren demek; ölçü ile bilmek demek. Kavramları bir ölçü içine almak, aklın gözüdür. Yunan Uygarlığı ve bugün dış dünya medeniyeti tamamen bunun üzerine kurulmak zorundadır. Eğer öyle yapmıyorsak düzen, kozmos olanaklı değildir. Düzeni kurmak bununla mümkündür. Ama bu düzenin içinde, bu ortak aklın içinde, bireylerin ferdi olarak kendini ortaya koyabilmesi, onun içinde var olabilmesi içindir semitik olan, yani içsel olanın inşası. Ferdiyeti ortaya çıkartacak olan “Ferdün, Hayyun, Kayyûmun, Hakemun, Adlun, Kuddûsun”un ilk basamağı ferttir, bireydir.

Birey ortak akıldan doğmaz, orada kaybolur. Bireyin, ortak akılla tanışıp, bilişip, sonra kendi yorumunu, kendi hermenötiğini yapması lazım. Klasikleri tamamladıktan sonra bir de caz yapması lazım. Yani klasikten sonra bir caz var, klasikten önceki caz gibi. Biz onu tasavvufta, “Cem’den önce Cem’den sonra” diye tabir ederiz. Cem’den önceki kişi, yani birliğe, vahdete, kendi birliğine vakıf olmayan kişinin zihni, kulluk yaptığı zaman kendi idraki ile yapmaz; öğrendiği ile yapar, inandığı ile yapar, itikat ile yapar. Ama Cem’den sonra, yani varlık birlik bütünlüğüne kendinde, kendi varlığında kavuştuktan sonraki aşamaya “Hazret-ül Cem” derler. Tekrar sıradan insanlığa döner, tekrar gündelik yaşamdaki insan olur, ama Cem onun içi, Hazret-ül Cem onun dışı olur. Peygamberlik silsilesi içinde, kemâl noktası, “kulluk” diyoruz buna. Kemâl noktasıdır ki o sadece Muhammed Aleyhisselam’da vardır. Peygamberlere bakın: İbrahim Allah’ın dostu, Halilullah. İsa Ruhullah; onun ruhu, ruhsal ilişki. Davud’un kendi zaten “sevgili” demek, Davud Halifetullah, Allah’ın sevgisi, halifesi ama kul yok hiçbirinde. Musa Kelimullah, diğer bütün peygamberleri sayın, kulu bulamazsınız. Kul Muhammed Aleyhisselam’dadır; çünkü Cem’den sonraki Hazret-ül Cem kulluk makamıdır. Cem neydi? İsa Aleyhisselam; ruhaniyet, ruhsal birlik. Hazret-ül Cem, onun hizmete girmesi demek. Yani Ene’l Hakk’tan sonra, hizmete, kulluğa giren kişi kemâldedir. Onun için “Muhammedîlik” dediğimiz zaman, kastettiğimiz böyle, karakterlerle alakalı bir şeydir.

İnsanın tecelli ve tezahüründe kendini inşa etmesi ile alakalı bir süreçten söz ediyoruz böyle çağrışımlı olarak. Hazreti Peygamberin bir sözü var, diyor ki: “Aklım beni yanıltmadı, kalbim de aklımı tekzip etmedi.” İşte bu iki şeyin tevhidi; akıl dışsa eğer –dış değil aslında ama dışın içiyse– bir de için içi olan kalp, yürek var; “o da yalanlamadı” diyor. Bizzat tecrübe ettiğim (ayn-el yakîn) ile bildiğim (ilm-el yakîn) birbirine denk düştü. Ne oldu? Hakk-el yakîn oldu. O halde “Ene’l Hakk” dediği Hakk-el yakîn olmak, Hakk’a yakın olmak. O zaman insan oluyoruz, çünkü “Enis-i Hakk” insandır. Enis-i Hakk olmayan beşerdir, insan değil. Beşerin adı insansı, bedenle kendini tanımlayan. Beşer “deri” demek Arapçada, deri de bedeni kasteder. “Onlar beşerdir” dediğimizde, onlar beden ile kendilerini tanımlıyorlar, “budperesttirler” demek. “Putperest” diyor Türkler, tabii anlaşılmaz oluyor. Arapçada “p” var mı? “Put” diye bir şey yok, “bud” var aslında, beden demek. “Budperest” bedenperest demek. Bedenperestlikten akılperestliğe yükselebilirsiniz, yine insan değilsiniz. Enis-i Hakk; o akıl hak, hukuk ile donanırsa insan olur. Aslında hukuksal bir tanım var orada: hak ile tanışmış, hukuk ile donanmış bir akıl. Adalet üzere yaşayan insan ancak o. Roma’da da öyleydi. Humanitas –insan kavramı– veritas üzerinden tanımlanıyordu. Kim ki veritas üzerinden humanitas oluyor, ona “Roma yurttaşı” diyorlardı. Ötekilere “barbar” diyorlardı. Barbar, yani “hukuk tanımaz”, “hak, hukuk bilmez” demek.

Temaşa Eden Tanrı: Theoria, Nazariyat, Kuram

Theologia’nın Esasları – Prof.Dr. Yalçın Koç

Yalçın Koç adında bir felsefe hocamızın Theologia’nın Esasları adlı kitabından bir alıntıyla devam etmek istiyorum: “Theos Tanrı, Theoi Tanrılar, Thea Tanrıça anlamına gelir. Grek mitografiasında, yani mitolojisinde Theos, bulunduğu yerden dünyayı seyreden demektir.”

Bu mühim bir kavram. Üçgen içindeki gözü tekrardan anımsatıyorum. Tanrı bizi gözlüyor, görüyor. “Tanrı’nın bizi görüyor olduğunu düşünerek ibadet edelim” sözü Theos kavramında. Hâlbuki biz bu kavramı genellikle sadece kişi tanrı için kullanıyoruz değil mi? Theist dediğimiz, kişi tanrıya inanan. Burada sadece inanç, ibadet yönü var. Hâlbuki, hocanın dediği gibi, kavram olarak Theos diyebilmemiz için Theoros dememiz lazım; Theoros seyreden demek. Theos, Theoros’u içerip kısaltılmış. Theos dedik mi o Theoros’tur, yani temaşa eden Tanrı; gözleyen, gören Tanrı. İşte “göz uygarlığı” dediğim buradan başlıyor.

Theos Theoros’tur; Theologia –yani TheologyTheoroslogia olmalıdır.” Logia burada kavram, kavrayan, fikir, fikriyat, bilme, bilinç ama “Theoros üzerinden Logia olursa, bu Theoroslogia, yani seyredene dair fikriyat; seyredene, temaşa edene göre fikriyattır” diyor. O zaman Theoros, theoria icra eder. Demek ki o göz, gören göz, akıl ile gördüğü için gördüğü de akıldır. Yani akıl gözü, akıldan başka bir şey görmez, başka her şeye kördür. Geometri yaptığınız zaman, dış dünya ile ilişkili hiçbir şey kavrayamazsınız. Theorem, aklın aklıdır. Aklın kendini kavratır bize. Yani iyi bir geometri ustası, aslında aklın ustasıdır. Dış dünya ile hiçbir ilgisi yok. Dış dünyaya uygulandığı zaman, dış dünyayı anlamlı kılan bu akıldır. Ama önce kendini kavrar, akıl olur, sonra dünyayı kavrar. Dış dünyadan geometriye dair hiçbir bilgi alamayız. Biz, geometriyi çizimler olarak algıladığımız zaman yanılırız. Üçgen, dörtgen, küre çizimlerini geometri zannettiğimiz için aldanıyoruz. Dış dünyada bir üçgen şekli görüldüğünde “Hani geometri dış dünyada yoktu?” deniliyor. Kristallerin hepsinde varmış üçgen. Hayır. Üçgen, o çizimin adı değil. Üçgen bir theoremdir, bir tanımdır. O tanımın kavranması başka, onun duyular önüne taşınırken çizimle gösterilmesi başka bir şeydir. O nedenle Atatürk, Türk devriminin ardından, bizzat kendi elleriyle geometri kitabı yazmıştır. Bu, sıradan bir iş değildir, basit bir hikâye değildir. Aklın gözü ile bakmamız ve görmemiz gerektiğinin altını çizmek için yapılmış olan bir eylemdir.

Şimdi, “Theoros, theoria icra eder”de diyor ki Yalçın Koç: “Theoria, manzara esasında temaşadır.” Buna “nazariyat” diyoruz. Theoria nazariyattır ama theoria, tanrısal görü, yani tümel bakış olduğu için “manzara esasında görmek” demek. Görüşünüz size manzarayı oluşturur, dışarıda bir manzara var ve ona bakıyorsunuz demek değildir. Manzara sözü, “nazar”dan türetilmiştir; içeriden dışarıya doğrudur, dışarıdan içeriye doğru değildir. Algıya dayanmaz, duyulara dayanmaz, dolayısıyla zihinsel değildir. Aynı Pitagoras’ın dik üçgeninin teoremi gibi, içeriden dışarıya doğrudur, dışarıdan içeriye doğru değildir. O zaman manzara esasında seyretmekse, manzara esasında seyreden kim? Böyle bir sorumuz olmalı. Kim? Buradaki “kim”, bir şahıs arayışı değildir, bir yetenek arayışıdır. Yani aklımız var, zihnimiz var, duyularımız var. Bunlar alet midir yoksa özne midir? Bunları kullanan bir varlık mı var? Yoksa kendi mi yapıyor? Yani akıl bir özne midir, bir mekanizma mıdır?

Yunan üzerinden, yani aklın medeniyeti üzerinden bakıyoruz, onu yargılamıyoruz. Başka bir medeniyetten bakıp da “Bu öyledir, bu anlama geliyor” demiyoruz, medeniyeti içinden okuyoruz. Görüyoruz ki manzara esasında seyretmek, Yunan felsefesine göre psyche’nin işidir. Psyche itibariyle düşünülen kuvvetlere mahsus icraat felsefedir. Kullandığı akıl, aklın düşünce kuvvetleri yoluyla bilen psyche’dir. Çok mühim bir şey. Bu atlanıyor ve Türkiye’de felsefe yapanların çoğu, salt akılla, “Akıl şöyle yapar, akıl böyle yapar” diyor. Akıl hiçbir şey yapmaz. Psyche aklı kullanır. Dolayısıyla, akıl bir enstrüman olduğu için, özne olmadığı için, tek başına akıl üzerine yapılan tüm çalışmalar, kimliksiz, öznesiz çalışmalardır. Biz İslâmî literatürde, Tasavvuf ekolü olan ariflerin ekolünde buna “münkir” diyoruz. Aklı kullanıyor; “Ebu’l Hikme”, “Ebû Cehil” denilen şahsiyet aklı kullanıyor, aklın işlerini gösteriyor ama öznesini gizliyor. Gizleyince “kâfir”, inkâr edince “münkir”, aslında psyche yani özbenliğimizi inkâr ediyorsa “münkir”, eğer eksen kaydırıyorsa “münafık”.

Hakikati gözümün önüne koyuyorsun, arkada senin niyetin başka. Hakikatlerin bizzat kendiyle insanların gözleri boyanabilir. Bunları yapı taşları gibi düşünün. Hakikatleri, ben kendim için en iyi şu şekilde kavradım: Gaye ev. Ben bir ev yapacağım. O ev için hakiki şeyler lazım bana, sahte olamaz. Taş gibi görünen bir şey olursa çöker, taş olması lazım. Ölçüsü belli olması lazım, ağırlığı taşıyacak. Çimento lazım, demir lazım. Her biri bir hakikat. Demir hakikat, çimento hakikat –hakiki şeyler yani–  cam hakikat, ahşap hakikat. Şimdi, bu hakikatleri nasıl bir araya getireceğim ki “ev” dediğim bir şey çıkacak? Gaye için bir araya gelecekler ve ev olacak. Kıble orada evdir. Aynı hakikatlerle okul yapabilirim. Aynı malzemeyle mabet yapabilirim. Gaye belirleyici olandır. Kıblesiz bilgilere “Ebû Cehil” deniyor. Kıbleli bilgilere, gayeli bilgilere de “Ebu’l Hikme” denir. Oradaki “ebû” yani baba olan, hikmetin babası olan, gayenin kendidir, kişi değil. Gaye hakikatlerin aslıdır, babasıdır.

Şimdi, “Manzara esasında seyretmek, psyche itibariyle düşünülen kuvvetlere mahsus icraattir” dedi Yalçın Hoca. Katılıyorum buna. Manzarayı nazar-ı esas alan, manzara yaratan psyche, “düşünme kuvvetleri” dediğimiz; onları da tabii sonradan tek tek sayacağız ve ortaya theoria çıkmış olacak, yani “nazariyat.” Biz bunu Türkçede nasıl karşılıyoruz? Nazariyata Türkçede ne diyoruz? Theoria‘ya “kuram” diyoruz. Kuramda kurmak var, köken olarak kurmak ama psyche görünmüyor, temaşa görünmüyor, bir tek “kurmak” var fiil olarak. Bu yeterli olmuyor, sıfat gerekiyor. O zaman, bunu kavramak yani kendi gayesine ulaştırabilmek için onu nitelendirmemiz gerekir. Sadece kuram olarak düşünürsek, dil esasında, dil temelinde düşünsel bir yapıyı, kavramsal bir yapıyı söylemiş oluruz. Bu, öznesiz olduğu zaman, psychesiz olduğu zaman münkirdir. Neyi inkâr etti? Özneyi. Öznesiz hakikatler… O zaman çek çekebildiğin yere. Herkes bir amaç uydurup bütün o hakikatleri o amaç uğrunda saptırabilir. Dolayısıyla, biz hakikatlerden gayeyi bulamayız. Gaye hakikatlerde yoktur. Hakikatler gaye için kullanılabilirler ama hakikatin kendinden gaye çıkmaz; gaye tinseldir.


* Metin Bobaroğlu’nun 10 Nisan 2017 tarihli Anadolu Aydınlanma Vakfı toplantısında yaptığı konuşmanın kayıtlarından derlenmiştir.