“Boşluk Nedir?” Sorusunu Sormanın Olanaksızlığı

Newton’un fiziğini, yasalarını tartışmaya açan iki husus, ışık problemi ve hızdır. Işık boşlukta nasıl yayılır? Önce boşluğu düşünelim. Boşluk nasıl bir şey? Nasıl bir şey değil de, nasıl bir şey-siz? Işık ne ve onun içinde nasıl yayılıyor? İç denilen nedir? Boşluk içi, boşluk dışı nedir? Biraz böyle düşünelim üzerine. Burası çok ikircikli bir alan. Felsefenin, bilimin, hatta teolojinin kavuştuğu ve çözümsüz kaldıkları bir alandır vakum, boşluk. Boşluk nedir? Ne-dir? “Ne” sorusunu sorduğunuzda bir töz vurgulanıyor. Aristoteles’e göre, hâlâ bir tözü gösteriyorsunuz; var olan bir şeyi gösteriyorsunuz. “Ne” sorusu varlığı gösterir. Peki, “Boşluk nedir?” diyebilir misiniz? Boşluğa varlık verdik. Bakın, boşluk kavramlaşmadı, sözcük var ama kavramlaşmadı. Peki, başka bir deyişle yokluk, hiçbir şeyin var olmadığı ne? Üstelik oradan bir şey geçecek, yayılacak. Parçacıklar halinde yayılır, dalgalar halinde yayılır, o değilmiş asıl dert! Bir şey onun içinde gidecek, ister dalga olsun ister parça olsun. Nerede gidiyor? “Uzam”. Soruyoruz şimdi, nerede? Bir yanda uzay diye bir şey diğer yanda var olanların, nesnel hızların en yükseği. Ne? Işık. Peki, bu ışık bu uzayda nereye gidiyor? Uzay ne? Boşluk, hiçlik, yokluk. Işık ne? Var olan bütün nesnelerin içinde, hız açısından ve varoluş açısından bir referans noktası. Kendi, kendi hızında ancak var olabiliyor. Kendi dışında var değil. Asıl problematikler burada; dikkat edeceğimiz, kavramsal olarak yoğunlaşacağımız ve sonra devinime neden olacak, niteliksel olarak bilincimizin değiştireceği düşünce disiplinleri bu noktalarda toplanıyor. Bilimsel verilerin yığılması ve onların öğrenilmesi değil; bu bilimin işi. Yığılmış bilgi, bizi, felsefi biliş anlamında, felsefi olarak değiştirmez veya bir yere götürmez. Aksine, bilimsel alanda bunları sorgulamayız ki kesinlikçi olmasa bile, güvenilir bilgi üzerinden yürümeye devam etsin. Felsefenin sorguladığı alan bu. Uzayın içinde ışık nasıl yayılıyor? “Nasıl” tabiri burada dalgalar ve parçacıklar. Onu sormuyorum. Nasıl yayılır? Uzay nedir, ışık nedir, boşluğun içinde nasıl yayılır? Bunu biraz irdeleyelim isterseniz.

Bir olguyu anlatabilmek için onu kavramlaştırmak gerekiyor. Bizim, felsefede dikkat ettiğimiz şeydir bu. Kavramlaştırmak demek, istediğimiz bir sözcükle onu karşılamak değil. Örneğin, “Uzay karanlıktır” tanımında, karanlık yalnızca bir alegoridir. Yokluğun anlatımı için seçilmiş bir sözcüktür “karanlık.” Varlığın simgesi de aydınlık, ışık. Yokluk ve varlık, iki tane temel kavram. Metafizikte bu işler kolay. Karanlık, gece-gündüz vb. simgelerle örtüştürürüz ve onun üzerine birçok şeyi söyleyebiliriz. Problem, bunu fizik gerçeklikte düşündüğümüzde böyle bir sorunun var olduğudur. Uzay nedir acaba? Şimdi, şöyle biraz uzayı düşünün lütfen. Gece mi düşünürsünüz, gündüz mü düşünürsünüz? Düşünemiyorsunuz, çünkü gündüz masmavi bir gökyüzü, yani ışık difüzyonunda sizi yanıltan bir görüntü. Aslında mavi olamaz değil mi uzay? Uzayın rengi nedir? Uzayın rengi siyah. Gece bakıyorsunuz, siyah gökyüzü. Şimdi, eğer uzayın rengi varsa, o zaman varlıktır. Siyah olsa da varlık, hatta siyah olursa gerçek varlık. Neden? Çünkü tüm ışımaları emiyor, kendi üzerine topluyor demektir. Gerçek varlık; tüm enerjiyi soğuruyor anlamında. Peki ama onu biz öyle algılıyoruz. O ne ki onu öyle algılıyoruz? “Uzay” diye bir şey mi var ki orada biz onu algılıyoruz? Acaba bir yanılma mı var? Farklı uzaklıklardaki yıldız ışımalarını algılarken, onların arasındaki boşluğu bir yanılsama olarak mı siyah veya kara olarak algılıyoruz acaba? Işığın az olduğu ortamlar ve çok bulunduğu ortamların algılama farkından dolayı mı biz onu siyah algılıyoruz? Çok mu umutsuz durum? Işık ve boşluk. Düşünebiliyor musunuz gerçekten? Dikkatinizi oraya verebiliyor musunuz? Peki, hiç uzay göreniniz var mı? Bu sözcük nereden çıktı? Dilbilimci filozof Wittgenstein’a göre, “Her kavram bir olguyu gösterir.” Her kavram bir olguyu gösterdiği için, insan, olguların yansıttığı kavramları kadardır. Kavramlar insanın dünyasıdır, başka dünyası yoktur. İyi de “uzay” basbayağı bir fizik kavramı. Metafizik kavramıyorsunuz onu, uzay fizik kavramı. Hani deney-gözlem verileriydi fiziksel bulgular? Peki, uzayı gören var mı? Deneyen ya da? Uzayı denedim mesela, gözledim, algıladım. Var mı öyle bir şey? Bir de böyle bir söz var: “Uzaya gidiyoruz, uzaya gitti.”

Bilmediğimizi, Düşünemediğimizi İdrak Etmek

Düşünüp kavramak önemli, çünkü bu sözcükleri tekrarladığımız zaman “bildik” diyoruz. Aslında bir şey bilmiyoruz; kendimizi, bilmemeye mahkûm ediyoruz. Onun için bu kavramları açıyorum. Her gün kullandığımız sözcükler: uzay, uzam, mekân, zaman… Referanslarına aklımızı ulaştırmayı çalıştırırsak, uzam nedir? En azından üç boyutlu düşünmek gerekirse, iki varlık arasındaki bir alanı veya bir hacmi anlatıyor. Minimum iki varlık arasında düzlem oluyor; üç varlık arasında bir üçgen çıkıyor karşımıza. İşte, üçgenin felsefi disiplinlerde temel düşünceye getirilmesinin nedeni bu. Uzam kavramını en iyi şekilde kavrayabilmek için üç referans noktası gerekiyor. En az üç referans noktası olan bir uzay parçası “uzam”dır. Şimdi uzaya varlık verdik, parçasını bulduk, ona da “uzam” dedik. Uzay ne ki? Aynı türden mi ki bunlar? Bilmem, anlatabiliyor muyum acaba? Bir şeyin parçası olabilmesi için, aynı türden olması gerekir. Uzam, uzayın bir parçasıysa –ki literatür böyle söylüyor– o zaman “uzay” dediğimiz şey de uzamdır. Peki, ne fark var? Biri sonsuz biri sonlu olarak var, bu kadar bir fark var. Hâlbuki uzay, uzam yani mekân türünden bir kavram değildir. Gece gökyüzüne baktığımızda bir uzam görüyoruz, ama bütün basında “Uzaya gitti geldi,” deniliyor. En genel kavram olarak “uzay” kullanılıyor ama “uzay” olarak söylenen her şey uzam, mekân anlatıyor.

Baktığınız yerdeki referanslar, ışık referanslarıdır. Yıldızların kendi alanlarıyla, bulundukları durumla ve onların arasındaki mesafelerle ilgili bir algılamamız var. Bu uzam algısıdır, uzay algısı değildir. Şimdi, “uzay görüsü” başka, “uzay algısı” başka; “görüleyemediğiniz bir şeyi nasıl algılarsınız” sorunu var. O zaman, uzay algılanamaz bir varlık olarak salt bir kavramdır, bir sözcükten ibarettir. Felsefede şöyle de düşünülür: “Uzay, zorunlu olarak disipline ettiğimiz düşüncemize referans aradığımızda, en genel referans olarak bir kavram seçtiğimizde, onun yerine koyduğumuz bir addır.” Yoksa “uzay” diye bir varlık, bizim için söz konusu değildir. Hatta “varlık” sözcüğünün kendi de öyle! Hiç kimse ne uzay görmüştür, ne uzayla tanışmıştır, ne onu gözlemlemiştir. Böyle bir şey yoktur ama bütün diğer düşüncelerin refere edileceği, en genel bir kavrama gereksinimi olduğu için buna “uzay” denilmiştir.

Aşkın Tanrı Akledilemeyen Tanrı mı?

Biriyle teolojik sorunlar üzerine konuşurken, bana Tanrı’yı gördüğünü söyledi; çok iddialı bir söz olduğu için de benim çok şaşırmamı bekledi. “Ben Tanrı’yı gördüm” demek, felsefi bağlamda, “Gördüğüme ‘Tanrı’ derim” demektir. Teolojik düşüncenin derinliklerinde, tenzih, soyutlama vardır. “Soyutlama belirlemeye götürür, yani tenzih etmek insanı putperestliğe götürür,” diye karşıtlar tarafından belirlenen bir kavramsallık vardır. Örneğin, ünlü düşünür Hegel, “Müslümanlar putperesttir,” demiştir. İslam hakkında, “aşkın Tanrı”, transandantal bir Tanrı görüşü varsanısıyla konuşmuştur – bu anlamda İslam dinini bilmemekle yükümlüdür kendileri. Hegel, bunu söylerken kavramsal açıdan baktığı için, onların Tanrı’yı aşkınsal bir şekilde düşünmelerine bağlar; daha doğrusu, düşünemezler demektir o aşkınsallık; öyle bir dereceye kadar soyutlarlar ki Tanrı münezzehtir – ondan münezzehtir, bundan münezzehtir… Bir şey bu kadar soyutsa, üzerine hiç düşünülmemiş anlamını taşır. Bu bağlamda, Müslümanların putperest olduğunu söylüyor ve kavramsal anlamda, düşüncede üretilemeyen bir Tanrı kavramı anlayışının mecburen doğada aranacağına dikkat çekiyor. Diğer bir deyişle, karşısında arayacak, böylece, gördüklerini ‘Tanrı’ zannedecekler, bu yüzden putperest olacaklardır. Fakat tabii, daha sonra şaşırtıcı bir şeyle karşılaşıyoruz: Hegel, ancak Hıristiyanların Tanrı kavrayışını en üst noktasına getirebileceklerini savlıyor. Dini, salt biçimsel olarak kavrayan çevreler söz konusu edildiğinde, Hegel’in bu sözü anlaşılır. Hegel’e göre, insan eğer Tanrı kavramını soyutlamada, düşüncede düşünülmez bir hale sokarsa, onu anımsayacağı ya da onu kendine hatırlatacak, o düşünceye dair bir işaret verecek bir nesne arar. O zaman ya bir biçim, ya bir nesnel ortam, kutsal kişiler, kutsal nesneler gibi bir putperestliğe dönüşür.

Tasavvufa baktığımızda, bunu böyle görmüyoruz. Tasavvuf bütün bunları aşmıştır. Hegel’in anlamadığı bir şey vardı: İslam düşüncesi salt tenzihten, soyutlamadan ibaret değildir, aksine tevhidden ibarettir: tenzih ile teşbihin birliği. Tenzih soyutlamadır. Soyutlama değilleme demek – şu değil, bu değil, bu da değil vb. ama bu basit bir oyun gibi değil. Soyutlama gücü, düşüncenin en yüksek gücüdür. Soyutlama gücü olmaksızın uygarlıklar yükselemezler. Uygarlıkları tarih içinde gözleyiniz; soyutlama gücü oranında yükselmişlerdir. Bilim soyutlama gücüyle ilerler, sanat soyutlama gücüyle ilerler; siyasa, toplumbilimler, hele felsefe, en çok felsefe soyutlama gücüne bağlı olarak ilerler. Soyutlama gücü, insan anlığının kendini en işlevsel kıldığı andır. Teşbihse tam karşısındaki belirleme gücüdür. Teşbih etmek, belirlemek, yani bir şeyi sınırlamak, limite etmektir. Limite etmezseniz, sınırlamazsanız, o şey tanımlı olmaz. Belirlemek tanımlamaktır. Tanımlamak, bir şeyin sınırlarını gösterebilmektir.

Felsefenin Konuları ile Kendine Konu Edindikleri Arasındaki Fark

Sözcükleri kullanırken, kullandığımız sözcükleri kavramlaştırmadığımızda düşünüyor olduğumuzu sanarak düşünmez hale gelebiliriz. Felsefeyi bunun için kullanıyorum. Hiçbir sanat olgusu yok ki arkasında felsefi bir düşünce olmasın. Hiçbir bilimsel bulgu, buluş yok ki arkasında felsefi bir paradigma olmasın. Hiçbir inanç yok ki arkasında felsefi bir tasarım olmasın. Felsefe bir dindir aslında. Felsefenin konularıyla aldanmayın. Felsefenin bir “konuları” vardır bir de “kendine konu edindiği şeyler” vardır. “Felsefe” dediğinizde aldatır: Aristoteles şunları dedi, Plato bunları dedi – felsefe dedikodusu.

Bilim için de böyle. Bilimsel içeriklerin bütün dökümleri aslında onun malzemesidir. Yani bilimin malzemesi bilim değildir. Bilim, o malzemeyi kullanma yöntemi ile birleştiği zaman bilimdir. Yöntem olmaksızın ortada birikmiş bilgiler kalır; onlar bilim değil bilimin ögeleri, içerikleridir. Onların arasındaki bağ kuruş biçimidir anlamları yaratan. O biçim, yöntemdir. İşte, kavram ve felsefe böyle bir şey ile uğraşıyor – bir kavramı oluşturabilmekle. Bugün “uzay” kavramını onun için seçtim. Uzay olsun, vakum olsun, boşluk olsun, birbirine benzer. Hatta giderek Uzakdoğu’da “nirvana” veya bizim Anadolu’daki felsefemizde “yokluk” kavramları. Şimdi, bunun üzerine düşünürken, “uzay” sözcüğünü seçip onu kavramlaştırmaya çalıştığımızda, onu bir şeyle refere edeceğiz, eş deyişle bir şeye benzeteceğiz ki kavrayalım. Nereye kadar benzeteceğiz? Nasıl bir referansımız var? “Uzay” dediğimizde neye benzetip kavrayacağız?

Aristoteles

Benzetmek sıfatlandırmak, ona birtakım sıfatlar yükleyerek var etmektir. Töz ve ilineklerin bir bilgiyi, bir kavramı oluşturduğu, Aristoteles’in bir görüşüdür. Aristoteles’e göre, töz, ilinekler olmaksızın hiçbir şeydir. İlineklerin olmazsa olmaz bireşimleri, tözü yüklemlendirir ve onu tanımlar. Acaba uzay böyle bir şey olabilir mi? Biz onu tanımlamaya kalktığımızda, ona yüklediklerimiz uzay kavramına dönüşüyor. Başlangıçta o bir sözcükten başka bir şey değildi. Çünkü onu ne denedik, ne gözledik, ne tanık olduk. Biz onu düşündük. Peki, neye göre düşündük? Bizim sorunumuz ne? Uzayla ilgili bir sorunumuz yok. Bizim uzamla ilgili bir sorunumuz var; biz aralıkları, uzaklıkları, eş deyişle nesnelerin birbirlerine olan durumlarını biliriz. Oradan soyutlama yapıp bütün bunların olmadığı bir boşluğu düşünmek isteriz, ama düşünebilir miyiz? Bakınca gördüğümüz gökyüzü uzay değil, uzam. Gece bakıyorsak belli ışıklar var, o ışıkların arasındaki algı sizi bir kavrayışa götürüyor. İlişkilendiriyorsunuz o ışıkları ve bir uzam, bir mekân kavrayışı oluşuyor aklınızda. Ama uzayı kavramıyorsunuz. Peki, gözünüzü kapatın, algı sürüyor. Hâlbuki bizim bildiğimiz anlamda, ışığın oluşturduğu görsel anlamda bir algı bu; gözünüzü kapattığınızda algı sürüyor, düşünceniz sürüyor, uyanıklığınız var. Dikkatinizi de yöneltebilirsiniz ama dikkat oluşturamazsınız. Daha doğrusu dikkatsiz dikkat oluşur. Benzetme açısından bakılırsa, belki de, uzay algısı olarak algılayabileceğiniz şey, gözünüzü kapattığınızdaki algıya benzeyebilir. Algı verileri olmaksızın bir algı. Aslında imgesi de yok. Algı nesnelliği olmadığı gibi imgesi de yok, çünkü onu tasarlayamıyorsunuz. Salt bir karanlık.

Hatta bir espri yapalım, gözümüzü kapatarak deneyimleyebiliriz bunu. Sağa bakıyorum mesela, ne demekse o! Kendinizi mekân olarak referans aldığınızda sağa bakabilirsiniz. İçerideki o karanlığın içinde bir sağ veya bir sol yok. Kendini referans alarak “sağa bak” diyorum, sağa bakıyor; “yukarı bak” diyorum, yukarı bakıyor – demek ki orası uzay değil. Neden? Sağı, solu, üstü, altı oldu. Sınırlı demek ki. Algısı, iç algısı ya da algısızlığının kavranışı, imgesi değil, kavramı da değil; çünkü sınırlı değil, sınırlayamıyorsunuz. Kendiniz referans olduğunuz için, bütün bu imge haline getirebilmek, algı biçimine dönüştürebilmek, kavram haline götürebilmek en arka tasarda işliyor. Sağınıza, solunuza, yukarıya, aşağıya bir sınırsızlık sınırı çiziyorsunuz. Aslında bir sınır algılamıyorsunuz, böyle baktığınızda karanlıkta bir sınır bulamıyorsunuz, sağa baktığınızda bir sınır bulamıyorsunuz ama sağ, sol, üst, alt gibi bilincinizin içinde sınırlar oluşturuyorsunuz. Dolayısıyla, içte de uzama ulaşıyorsunuz, dışta da uzama ulaşıyorsunuz ve bir uzay algısı, imgesi, kavramı söz konusu değil.

Uzay her şeyin içinde ama kendi hiçbir şey. Nedir bu? Burada kavramsallaştırabileceğimiz bir referansımız var mı? Kavramsallaştırma çabamız böyle bir şey. Şimdi, bu noktada tartışılan şey, ışığın boşlukta yayıldığı. Bu ne demek? Nasıl yayılır? Parçacıklarla, dalgalarla, elektromanyetik alanlarla ilgili bir yığın birikimimiz var, ama “Boşluk ne? Işık ne? Yayılma ne?” diye üç kavramla düşündüğümüzde ve bu işlemin nasıl olduğunu anlamaya çalıştığımızda, nasıl bir yol izleyebiliriz? Boşluk nedir? Nasıl kavrayalım ki ışık onun içinde? İç. Kavrayamadığımız, ne olduğunu bilmediğimiz bir şeye “iç” diyoruz. İçi var, içinde yayılır. Üstü olmuyor, dışı olmuyor. “Boşlukta” diyoruz onun için, boşlukta yayılır. En doğru söyleyiş bu. Peki, bu ne demek? “Boşlukta” dediğimiz zaman biz boşluğu aslında mekân haline, uzam haline getiriyoruz; bir place, bir field yapıyoruz, değil mi? Boşlukta… Çantada, evde, okulda der gibi. Dil bakımından, biz ona bir mekân kazandırıyoruz, ama kendi neliği, tözsel nitelikte neliği bir şey söylüyor mu bize? Düşünelim. Dünya, Güneş Sistemi deviniyorlar. Nerede? “Neyin içinde” diyoruz. “Neyin dışında?” demiyoruz. Bakın, düşüncemize bir sınır koymak için bir sözcük kullanıyoruz. Düşüncemiz belli bir sınırdan başlayınca, bütün kavrayışlarını sağlam zemine oturtmuş duygusunu – duygu diyorum ben ona– ortaya çıkartıyor. Hâlbuki orada sağlam bir zemin yok, aksine zeminsizlik var. Boşluk nasıl bir şey? Boşluğu hiç algılayabilir miyiz acaba? Algısı yok. İmgesi? “İmge, algı” dediğinizde zaten sınırdan bahsediyorsunuz. Sınırlanmış bir şeyden, sonludan bahsediyorsunuz. Peki, o zaman sonlu ile sonsuzu nasıl kavrayacağız? Uzam ile uzayı nasıl kavrayacağız? Bu problematik üzerine düşünmeksizin kuramın kavramlarını irdelemeye gitmek anlamsız olacağı için bunların üzerinde ısrarla duruyorum. Tefekkürümüzü, düşüncemizi yoğunlaştıralım diye.

Fiziksel Dayanağı Olmayan Bir Evren İçin Esîr Maddesi Yaratmanın Zorunluluğu

James Clerk Maxwell

“Işığın devinimi üzerine araştırmalar sürerken, Maxwell elektrik ve manyetik olayları ortak bir kuram altında birleştirdi. Bu kuramdan, boşlukta ışık hızı ile yayılması gereken elektronların var olduğu sonucu çıkarsandı. Bu gelişme, ışığın yapısının dalga biçiminde olduğu görüşlerini güçlendirdi. Ancak, dalga özelliği gösteren ışık, nasıl oluyordu da boş ortamda yayılıyordu?” İşte, sorun burada. Elektromanyetik bütünlüğü Maxwell ortaya koydu. Belki de fizikte en önemli şey olan bu birleştirmeyi yapan Maxwell’in, elektromanyetik bir bütünlük olarak kavrayışı, ondan sonraki dönemde fiziğin temel taşı oldu. Fakat dalga ve parçacık olarak ışık, boşlukta nasıl yayılıyordu ya da boş ortam ne demektir? Tek çözüm, ışığın görünmeyen ve yaygın bir madde aracılığı ile taşındığı yönünde bir sav ileri sürmekte bulundu. Olası tek çözüm öyle algılandı. Bir ortam olsun, bu ortam tüm evreni dolduran bir ortam olsun. Evren nedir? Bakın, neler konuşuyoruz? Yani fizik konuşurken neler söylüyoruz? Evren. Fizik için “evren” diye bir şey olamaz ki! “Evren” fizik kavramı olamaz. Evren, olsa olsa kozmos olarak düşünüldüğünde, Batı düşüncesindeki gibi bir düzen, bir armoni olarak kavranıldığında, fiziğin kavramı haline gelir. Kozmos olarak kavranışında düzen; ama evren, universal anlamında kullanıldığında fiziğin kavramı olamaz. Oysa fizikte, “Evren yasaları, evrenin her yerinde geçerli olmak üzere…” diye başlıyoruz söze. Yani öyle bir dayanaktan başlıyoruz ki fizik olmayan bir dayanaktan fizik düşüncesi oluşturmaya çalışıyoruz.

Tek çözüm, dalga veya parça özelliği gösteren ışığın –bu tabii deney düzeneğine bağlı olarak bir sorunsaldır hâlâ– görünmeyen ve yaygın bir madde aracılığıyla yayıldığıydı; bu da bütün evreni doldurmalıydı. Şimdi, ne demiş oluyoruz burada? Nasıl bir şey söylüyoruz? Görünmeyen, saydam, evreni dolduran –hatta ileride bir şey daha yüklenecek– dirençsiz, ağırlıksız, esnek bir ortam var olmalıydı. Buna da “esîr” (eter) denildi. Daha sonra Einstein: “Esîr diye bir şey yok,” dedi. Şimdi, var ya da yok ayrı konu, esîr kavramına o dönemde de bu dönemde de gereksinim şuradan çıkıyor: Işık ya da uzam içindeki herhangi bir harekete, herhangi bir devime eşlik eden nedir? Eşlik eden bir şey yoksa, boşluk çıkıyor karşınıza. Hoş, birbirinin nedenini aramak açısından bu sorgulama biter mi metafizik anlamda? “Eşlik eden” deniliyorsa, “Eşlik edilen ve eden var demek ki, o halde ikisi birlikte nerededirler?” diye bir soru da soramaz mıyız? Sorarız. Bu nasıl bir şeydir? Bir imgesel düşünceler bütünü kastedilerek sorulduğunda, düşüncemizin sınırları mıdır yoksa evrenimizin sınırları mıdır? Fizik bağlamda, bu sorulan şeyin bilimsel bilgimizin sınırlarında olduğu da söylenebilir. “Işık boşlukta yayılır” demekle “Işık esîrde yayılır” demek arasında ne gibi bir fark olabilir?

Karşıtı Tarafından Belirlenmek

Biraz evvel kullandığımız kavramlara bağlı olarak düşünürsek, “boşluk” dediğimizde doluluğun karşıtı olarak düşünüyoruz. Bir tanımımız var; “doluluk” – tanımlanmış bir şey. Onun karşıtı olarak da “boşluk” diyoruz. “Esîr” dediğimizde çok garip bir tanımlama yapıyoruz: Olumlu tanımlama yerine “olumsuz tanımlama” yapıyoruz. Tanımlamayı bir daha okuyorum: “Tüm evreni dolduran, saydam, dirençsiz, ağırlıksız, esnek bir ortam.” Demek ki esîr, bir sözcük olmaktan öte bir şey; kavramsal çünkü tanımı var, ama tanıma dikkat edin, hepsi olumsuz. Olumsuz bir tanım da tanımdır, çünkü kendi referansları kendi karşıtlarından. Olumsuzlamak için neyi olumsuzladığınız, değillemeniz neyin üzerine ise, onun tarafından belirlenir. Dirençsiz, saydam, geçirgen, ağırlıksız… Demek ağırlık referansımız var, direnç referansımız var. Referanslarımız olumlular, ama biz onları olumsuzlayarak tasarlıyoruz. Bu konu felsefede çok ilginçtir; düşünceye var olanın olumsuzlanması ile başlamak, var olanı belirlemekten başka bir şey değildir. Bütün bu yaptığımız olumsuz tanım, aslında referans aldıklarımızı gerçeklemekten başka bir şey değil. Direnci gerçekliyoruz, ağırlığı gerçekliyoruz, esnekliği gerçekliyoruz, saydamlığı gerçekliyoruz ve “Bütün bunlar, ışığın hareketi ile ilgili konsepti bize açıklayacak,” diyoruz esasında. “Esîr” sözcüğü bütün bunları temsil ediyor.

Bir referans dizgesi yapıyoruz. Işığı belirli algılayabilmemiz için, geçirgenlik, yayılma gibi kavramlar –hatta burada eksik olan birçok kavram var; yansıtma, kırılma gibi– ancak ortam diye düşündüğümüz için burada. Işığın ancak geçirgen bir ortamdan gidebileceğini düşündüğümüz için, yansıtmayla kendine sınır konulacağı düşünüldüğü için o referanslar dışarıda, olumlu referanslar bölümünde bırakılmış. Saydam olması, ışığın o ortamda var olan nesneyi yok sayabilmesi açısından olumsuz. Peki, şimdi bu çok saçma bir düşünce gibi. “Hiç öyle şey olur mu? Işık, çok saydam, cam gibi bir şeyin, esîrin içinden geçip geliyormuş. Bu saçma, anlamsız da bir şey,” gibi düşünüyoruz. Röntgen ışınları, yansıttıkları yeri var gösterirler. Örneğin, bazı yoğun dokuları ve kemik dokularını var gösterirler, diğer dokuları yok yaparlar; o dokular X ışınları için saydamdır. Peki, gama ışınları? Kurşun bloklardan başka bir şey göstermez. Evrene gama ışınları ile baktığımızı düşünelim. Öyle bir gözlüğümüz olsun, taktık gözlüğümüzü; artık etrafa luksonlarla bakmıyoruz, gama ışınlarıyla bakıyoruz. Sadece kurşun bloklar görebiliriz. Bize biri sorsa o sırada, “Evren nedir?” sorusuna nasıl yanıt verecektik? Gama ışınları ile algılıyor ve onun dışındaki hiçbir yansımayı algılamıyorsak, bizim dünyamız salt o kurşun bloklar ve onların arasındaki ilişkilerden ve onların biçimlerinden, onların iç çeşitliliklerinden başka bir şey olamayacaktı.

Duyumlarımıza Bağlı Referans Sistemi Bilgi Üretmek İçin Yeterli midir?

Elektromanyetik spektrumda insan gözüne görünür bölgenin ne kadar kısıtlı olduğunu biliyoruz. O denli kısıtlı bir alanda biz neyi bilgiye dönüştürüyoruz? O kısıtlı alanda bilgi dediğimiz nedir? Hangi referanslarla ilgili? “Bilgimiz ne kadar yetersiz, ne kadar aciziz,” falan demiyorum. Aksine! Ne kadar tutarlı olduğumuzu, ne kadar bilmediğimizi ve bildiğimizi bilmek açısından ne kadar da güçlü olduğumuzu söylüyorum. Fakat şunu da sorgulamak istiyorum: Biz “bilgi” dediğimizde, salt algıya dayalı bilgiyi kast edersek ya da duyumlarımıza bağlı bir referans sistemine göre bilgiyi düşünürsek, kendimizi ne kadar kısıtlıyoruz? Bu yolla, kavramlarımızı ne denli nitelikli üretebiliriz? Başka bir yöntem var mıdır? Hem fizik biliminde hem de felsefede veya diğer dallarda başka yöntemler sorgulayabilir miyiz? “Uzay” kavramını duyumlarımıza bağlı oluşturmaya başladığımızda, duyumsadıklarımızın yoksandığı bir kavram var. Duyumsadıklarımızın olmayışını varsayıyoruz. Gördüğümüz o ışıma bandını ancak yok sayarak söylüyoruz biz yokluğu, boşluğu. Yani hiç algılayamadığımız varlığı yok sayarak – yokluk yaratmıyoruz. Bizim “yok” dediğimiz, bizim aldığımızdan başka bir şey değil. O zaman bunun refere ettiği bilgi ve onun güvenilirliği nedir?

Algılayamadığımız aralığı birtakım aletlerle ölçmek, dedekte etmektir. Dedekte etmek ile algılamak farklı. Herhangi bir araçtaki etkisini saptamış olmamız, onu algılıyor olmamızı getirmiyor. Dedekte ettiğimiz şey üzerine düşünerek biz onu dünyamıza katıyoruz; o, düşünce yoluyla dünyamıza giriyor ve rasyonel bilim alanına gidiyor. Algıdan gelerek bilgimize gitmediği için bizim psişik alanımızda yok; psişik süreçlerimize girmiyor, salt rasyonel süreçlerimize giriyor. Bunu bir eksiklik olarak veya bir yanlışlık olarak söylemiyorum. Burada söylemek istediğim şey şu: Biz evreni, bir düşündüğümüz, tasarladığımız evren bir de algıladığımız evren olarak kuruyoruz – sonra onları bireştirmeye gideceğiz. Bu, paradigmalar sorunu. Biri, algı ile başlayan psişik süreçlerin paradigmaları; diğeri, düşünsel olarak salt tespit ettiklerimiz üzerine kurduğumuz, tasarımsal paradigmalar. Rasyonel olanla ampirik olanın bir yerde buluşturulması sorunu var. Bu kavramsal sorun, felsefi bir arkatasar olmaksızın kurulamıyor. Eğer sorgulanırsa, Newton fiziğinin evreni ile Einstein fiziğinin evreni arasında böyle bir noktada ayrım vardır. Çoğu zaman bizler sadece sonuçlarını öğreniyoruz, sorgulamaksızın. Nereden çıktı bu problemler? “Einstein’ın evreni ile Newton’un evreni” dediğimiz aslında nedir? Sonuçlarını ezberledik. “Işık hızına bağlı değişimler, boyut küçülmesi, belli bir hızdan sonra verdiğimiz kuvvet, güçler, o devimi ileriye doğru, yani vektörel olarak gittiği yöne doğru değil, ters yöne doğru hareket ettirir, kütle büyüdüğü için geri gelir” gibi garipliklerle karşılaşıyoruz.

Bunun arkasında kavramsal, paradigmatik bir sorun var. Onun çok da deneye ve gözleme dayalı bir alanı yok, salt kavramsal bir alanı var. Orayı tartışmak için başladık ve yine aynı noktaya geliyorum: “Uzay” dediğimde, “boşluk” dediğimde, “boşluk içinde yayılma” dediğimde, aslında salt kavramsal bir evrenden bahsediyorum, algıladığım ya da dedekte ettiğim bir evrenden değil. Salt kavramların bir araya gelişinden, ilişkilendirilişinden oluşan başka bir evren. Bu soyutlamadır, soyutlama gücüdür. Bu nedenle, “Soyutlama gücü olmaksızın bilimde bir aşama yapmak, sanatta bir aşama yapmak olanaksızdır,” deniliyor. “Olanaklıdır” diyenler karşı sav koyacaklardır, ama benim üzerinde durduğum ve fikir olarak da katıldığım, daha çok bu. Bizim eksiğimiz de bu. Toplumsal anlamda soyutlama yetimiz yok. Biz yok saymayı soyutlama zanneden bir toplumuz. “Yadsımak” dediğimiz şey yok saymaktır. Soyutlama yetisi, kavramsal bağlamda soyutlamaya kalktığınız andan itibaren, var olan bütün süreçleri gözden geçirme zorunluluğu getiriyor. Var olanın bilgisine ne kadar ulaşabiliyorsanız, soyutlama gücünüz o kadar yükseliyor. Diyalektik bir şey; karşılıklı, birbirini belirleyen bir durum.

Soyutlamanın Yapılamadığı Düşüncede Aşkın Tanrı Var Olmaz

“Aşkın Tanrı”, bir insanın, insan aklının soyutlama yetisidir. Var olan nesnelerin soyutlanması, onların arasındaki bağların, bilhassa nedensel bağların bulunması ve onların simgelerle, matematikte ve bilimsel alanda ifade edilmesi anlamına gelir. Bunu yapabilen bir toplumun tanrı tasarımına baktığınızda, o toplumun soyutlama yetisini görürsünüz. Sahip olunan soyutlama yetisi bağlamında da uygarlığı etkilediğini görürsünüz; ilginçtir. Ben diyorum ki Musa peygamberin tanrı tasarımı hâlâ aşılmamıştır. Belki ileride aşılacaktır, bilemiyorum. Üstelik, onun tanrı tasarımı, kendinden sonra onu izleyenler tarafından da yeteri kadar algılanmamıştır. O kadar yüksek bir soyutlamayla, aklını o kadar saf akıl haline getirecek bir kavramsallıkla tanrı tasarımı yapıyor ki! Tanrı tasarımı nesnesi düşüncenin nesnesi olarak düşünüldüğünde, insan bilincinin o düşünce nesnesine bağlı olarak kendinin getirdiği bir pozisyon, aklın kendini getirdiği bir soyutlama pozisyonu olarak ele alındığında, o zaman “soyutlama gücü” diye bir şeyden bahsedebiliyoruz.

Soyutlama yapmak ayrı bir şey, soyutlama yaptıktan sonra aklın kazandığı yeti ayrı bir şey. Ben burada yetisinden bahsediyorum. Onun için, örneğin eğitim görmemiş, soyutlama yetisini kullanmayı öğrenmemiş –eğitim gören öğreniyor mu bilmiyorum– bir insana, “Bir resim yap” dediğinizde, hemen algıladığı dünyayı yapacaktır. Deneyin, görün. Algıladığı dünyayı, gördüğü herhangi bir nesneyi yapar. Soyutlama gücü o erke geldiği zaman, algıladığı dünyayı ne kadar ortadan kaldırabiliyor, ne kadar soyutlayabiliyorsa… Bu soyutlama, gelişigüzellik bağlamında, algılanan dünyayı iç içe sokmak, karmakarışık yapmak gibi değil, aksine onu simgesel boyutta –hatta bir, iki, üç yansımalı boyutta– ifade etmek gibi. Bazen, renk lekeleri arasındaki ilişki de size bütün dünya tasarımınızın soyutlanmış bir ilişkisini gösterebilir. İlişkisini göstermek, “içsel ilişkisini” göstermektir. Buradaki “içsel” sözcüğü, bilimsel bağlamda düşünürsek, daha çok neden-etki bağlamındaki bir sözcük – causa finalis olan, neden-sonuç ilişkisi bağlamında değil; o metafizik olurdu. Bir nesnenin ortadan kaldırılabilmesi, soyutlanması demek. Bunu gerçeklikte yapabilir misiniz? Bir nesneyi ortadan kaldırabilir misiniz? “Alıp cebime koyarım.” Ben varoluşunu kastederek söyledim!

Bir nesnenin varoluşunu enerjide temellendirirsek, onu ortadan kaldırabilir miyiz? Algı referansında evet. Algı referansının dışına çıkmak demek, aslında bizim bir nesneyi yok etmiş olduğumuz anlamına gelir mi? Bir nesneyi ortadan kaldırmak demek, fizikte –felsefede birçok anlamı var– ne anlama gelir? Bir nesneyi ortadan kaldırmak demek, onu dönüştürmek demektir. Dönüştüğü nokta, aslında o nesneyi en temelde tanımlayan noktadır. İşte, soyutlama yapmak böyle bir şey. “Soyutlama” dediğimiz şey, bir kavramı ya da bir ideolojik öbeği ya da bir inanç tasarımını ortadan kaldırmaya çalışmak. Bu, reddedip yadsımak, yok saymak değil; gerçekten ortadan kaldırmaya çalışmak. Akılsal bir yol. Ortadan kaldırdığınız anda, onun temelini buluyorsunuz; asıl varoluş nedenini, yasasını buluyorsunuz. Bir dünya tasarımını, felsefi görüşü veya ideolojik yaşantıyı, siyasal görüşü en temelde etkileyen şey soyutlama gücüdür ki soyutlama gücü yüksek bireylere sahip olan toplumlar, uygarlığı kendi erklerinin altına topluyorlar, yani temel olanı bulabiliyorlar. Dönüştüren, temel olanı bulur. Temel olanı bulan, onu kullanma gibi bir güce sahip olur. Onu bulamayanların aklı, bir anlamda vesayet altına alınır.


* Metin Bobaroğlu’nun 1999 yılı Ocak-Haziran ayları arasında Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesinde “Einstein’ın Nesnel İlişkinlik Kuramı” üzerine yaptığı konuşma dizisinin kayıtlarından derlenmiştir.