- Seyr-i Sülûk Bir Bakıma Performans Sanatıdır
- Tinsel Olan Niçin Dışlaşmak İster?
- Platon’da “Güzel” Nedir, Nerededir?
- Aristoteles’te “Güzel” Nedir, Nerededir?
- Kant, Hegel ve Heidegger’de “Öz”ün Görünüşe Çıkması Olarak Fenomen ve Numen
- Klasik Sanattan Romantik Sanata: Bedenin Tine Dışsal Oluşu
- İfade Bakımından Tikel Sanatların Sınıflandırılması
- Plotinos’ta “Güzel”in Özgün ve Özgür Olanla Bağlantısı
Seyr-i Sülûk Bir Bakıma Performans Sanatıdır
Platonik olan, gayeye bağlı olan [akıl] intellectus’tur; ratio değil. Intellectus (entelekya) ile eylemlerimizden doğan ve önümüzde yolu olmayan, ama eylemlerimizin gayeye bağlı olarak yol oluşturduğu bir “seyr” ve “sülûk”tan söz ediyoruz. Sülûk: seyahat; sâlik: seyyah; seyr: seyretmek, temaşa etmek. Peki, neyi? Dış dünya nesnelerini mi? Hayır. Tamamen içteyiz. Neyi seyrediyoruz? “Arete”yi, erdemleri. Bunları iç dünyamızda, rüyamızda, hayalimizde mi seyredeceğiz? Hayır. Gene dış dünyada, görünüşlerin arkasında seyredeceğiz. Peki, bu nasıl bir şey? Bu seyr-i sülûkun, bu seyahatin başlangıç yeri nedir? Yola nereden çıkacağız ve nereye doğru gideceğiz? Bu belirleyicidir. Bunun içinde tek tek tikel sanatlar, şiir sanatı, raks, müzik, resim, heykel, hat, her türlü sanatın aracılık ettiği bir atmosfer var ama ana yol bunlar değil. Seyr-i sülûkta ana yol, belki modern sanatlar içindeki performans sanatına benziyor. Yani burada sanatçının sanat ve ifadesi tinde olup bitiyor, bireyin kendinde olup bitiyor. Sanatçı, bir sanat aracı olarak bir dış nesneyi kullanmıyor. Kendi jest ve mimikleri, kendi sesi, kendi tavırları… Orada spontan, yaratıcı bir şekilde, aktif bir şekilde olup biten bir nevi caz – biriktirilmiş bir şey olarak değil. O halde burada sanatçı, zihninde bulduğunu dış dünyaya aktaran bir zanaatkâr gibi değil; yüreğinde bulduğunu retorik yoluyla, jest ve mimikleriyle, davranışlarıyla dış dünyaya aktaran biri. Tasavvufta ise bu, “gelişigüzel” değildir. Sanatçının kaprisi ile ilgili değildir. Bu, “sanatçının kaprisi olmasın, sanatçının kaprisi sanat değildir” anlamını taşımıyor; tamamen sanattır. Burada gaye, aslında o nihai hakikate, sonsal hakikate varmaktır. Sonsal hakikatin ölçüsü nedir? Bir ölçüsü var mıdır? Nerede doyacaktır? Nasıl bir yöntem izleyecek ve nerede doyacaktır? Bu sorulduğunda, tin özünde insan ruhu, ama tin düşünce ve düşüncenin doğurduğu olguların tümü… Yani, tinin tözü düşüncedir ama ruhsaldır; toplumsal olması yanında ruhsaldır. Gayeye seyr-i sülûk ederken, kişi dışarıya doğru gitmiyor. Seyr-i sülûkta, seyahatte, içeriye doğru, sürekli içe doğru seyahat ediyor.
Burada Hegel’in bir sözünü anımsayalım. Doğu ve Batı’yı bir arada, şimdi ele alma şansımız oluyor. Platonik olarak diyor ki Hegel: “Tin dışarıdan doyurulamaz.” Tin, özbilinç, insanın kendi öz bilinci, dış dünya nesneleri ile doyurulamaz. Dış dünya nesneleri bedenin gıdasıdır. Dış dünya nesnelerinin bilgileri zihnin gıdasıdır. Bunlar insan tinini, ruhunu doyuramaz. İnsan tini, insan tininin edimleri ile doyar. Yani insanın özbilincinin dışavurumu edimseldir ve dış dünya nesneleri üzerine damgasını basar. Dış dünya nesnelerine baktığımız zaman, ister heykel ister şiir ister performans ne olursa olsun, o insanın, o sanatçının kendi ruhunun yansımalarını aynalarda seyreder gibi görürüz. Giderek iç dünyada etap etap, kendi öz varlığına –ki buna “ruh” ama edimsel olarak “Rab” denir– vâsıl oluncaya kadar doymaz. Dinden ayrı değil bu sanatsal anlatım; gayeye bağlı dini de içeriyor, çünkü yaşam biçimi olarak anlatılıyor. Dinde de bu “Rabbe vâsıl oluncaya kadar, Rabbine vuslat edinceye kadar ibadet et” demek. İşte buradaki ibadet, yani hizmet sanatsaldır, çünkü tinseldir. Tinsel olan sanatsaldır. Buradaki ibadet, emredilmiş kuralları yerine getirmek değildir. Dolayısıyla tasavvuf, dinin estetik yoludur. Dinin estetik yolunu kaldırdığınız zaman; güzellik, zevk ve sanatsal edimler kalktığı zaman ruhsallık kalktığı için; geriye sadece zihin ve kurallar kaldığı için, din, totaliter baskı aracı haline gelir.
Bu zevkin, tinselliğin seyr-i sülûkta ortaya çıkabilmesi için “aynalaşma” dediğimiz; nesneler üzerinde, kendi yapıp etmeleri üzerinde, derken giderek özbilinçlerin birbiriyle aynalaşmasını zorunlu kıldığı için bireysellikten toplumsallığa geçiş, gene bireyin kendi ruhsallığını deneyimlemek için zorunlu olarak görülmüştür. Ve seyr-i sülûk sanatında, seyr-i sülûkun sonundaki gaye, kendi öz ruhunun deneyimlenmesidir; ama onu uyaran bir refik, bir partner, bir dialogos vb. olmadıkça, bunun olanaksız olduğunun bilinciyle. Nasıl “dialogos”ta bilinç oluşuyorsa, burada da ancak ruhsal karşılaşmada insan kendi ruhsal deneyimini yaşayabilir. Buna “aşk” deniyor. Aşk, tevhid ilkesinin başlangıcıdır; çatışkılıdır, yakıcıdır, dönüştürücüdür. Buna simyacılar “pota” diyorlar simyada ve “kurşundan altın elde etme” simgesiyle anlatıyorlar. Neden altın? Çünkü altın paslanmaz, mikrop tutmaz; işte “kâmil insan” sembolü. Yoksa dış dünyadaki metal olarak altına tapmak veya altın elde edip, çok para yapıp onunla para kazanmak simyacıların işi değil. Simyacıların işi, kendini dönüştürmek ve paslanmaz ve mikrop tutmaz hale getirmek. Nesini? Ruhsal yaşantısını. İşte, böyle bir sanatsal atmosferin teorisini, tasavvuf estetik felsefesi olarak kabul edebiliriz.
Tinsel Olan Niçin Dışlaşmak İster?
Seyr-i sülûk, sanat olarak insan tininin dışlaşmasından başka bir şey değil. Ama niçin dışlaşıyor insan tini? Bilinci için, ârif olmak için (arefe). Ama bu alleme değil, arefe – ilim değil, irfân. Bir nesneyi, bir yolu, bir yordamı, bir yöntemi, bir nesneyi, bir olguyu bilmeye alleme diyoruz. Âlim oluyorsun. Neyin âlimi? İşte şu bilimin, şu disiplinin âlimi oluyorsun. Ârif olmak nedir peki? Men arefe nefsehu – nefsine ârif olmak; nefsini tanımak. Burada ârif olmak tanımak demek. Men arefe nefsehu: nefsini tanı. Peki, nefsimi ne olarak tanıyacağım? Ne olarak tanıyorsan O’sun. Demek ki burada formasyon ile ilgili bir şey söylüyor. Seyr-i sülûk sanatsal bir olgu, edimlerinden sanatsal bir doğum. Bir dış nesneye biçim veriyorum, sanat yapıyorum ve ben değişmiyorum; tasavvuf bununla ilgilenmiyor. Tasavvufun “sanat” dediği şey, gayeye bağlı olarak kendini dönüştürmek. Kendini dönüştürürken uğraşılar, söz, davranışlar, ahlâk, hepsi sanatsal bir dışavurum olduğu için o cazibeyi görürüz, yani bu yolda gideni görürüz. Caziptir; kişinin kendi cazipleşir. Kendi ereğine, mutlak gayeye, tinsel amaca yaklaştıkça cazibesi artar; çevresinde ona doğru çekiliriz. Sözü, sohbeti, hâli, konuşması, her şeyi cazip olur, cezbedici olur. “Cazip” derken bunu kastediyoruz. Yani tasavvuf bir seyr-i sülûk hikâyesidir.
İnsan mekânda durur. “Var durur” bu demektir bana göre. Hani “vardır” diyoruz ya; vardır “var durur” demektir, o da mekândır. İnsan mekânda “var durur”. Eğer insan seyr-i sülûka girerse, mekândan mekâna yürür; var durmaz, var yürür. Var yürüdüğü zaman, bir mekândan bir mekâna geçerken o geçiş anı, zamana geçiştir. Dolayısıyla insan mekândan mekâna geçerken zamana geçer. Ve insan zamansal varlıktır; görünmez, tinsel varlıktır. Tasavvufa göre, beden onun mekânda gördüğümüz izdüşümüdür. Tasavvufta beden insanın izdüşümüdür. İnsan görünmeyen bir varlıktır; bir görünür beden, bir araç kullanmaktadır. Nasıl ki sanatçının tüm sanatsal dışavurumları, resim, heykel, tiyatro, performans, her ne ise, dışavurumlarının hiçbiri sanatçının kendi değildir ama sanatçıyı işaret eder ve onun seviyesini, duyarlılığını, zevkini yansıtır. Bütün bu anlatımı, insanın kendi seyr-i sülûkuna koyduğumuz zaman da insanın dışavurumlarının tümü “ayna”dır. Hiçbiri kendi zâtı değildir. O da kendi zâtını aramaktadır. Demek ki burada bir “arayış”tan söz ediyoruz. Bu da dediğim gibi tinsel bir gereksinimdir ve bu da “kaza”dır; ruhun kazası. Kendi gaib olduğu için ona açtır; kendine aç olduğu için kendi ile doyurulup kendi doygunluğunda “kader”i olmak zorundadır. Başka türlü doyum bulamayacağı için kendiyle buluşmanın aşamalarındaki mekânet geçişlerine, hal geçişlerine “seyr-i sülûk” diyoruz. Bu, “kalb”de olup biter. “Kalb” kelimesi Batı dillerine çevrilemiyor, heart değil çünkü. Yürek de demek değil; yürek başka bir hikâye. “Kalb”, tekallüb ve inkılab kelimeleri ile aynı kökten türetilmiştir; halden hale geçmek demektir. Nasıl bir mekândan bir mekâna geçerken “zamana geçti” dedim, insan halden hale geçerken, “tahallül” ederken “tahakkuk” eder; kendini gerçekleştirir. Tasavvufun izlediği seyr-i sülûk hikâyesi budur.
Şimdi Hegel’den bir cümle: “Sanat yaratmakla, insan kendi tinini tanır ve yaratır.” Bütün bu anlattığımı söylemedi mi? Baştan beri anlattığım hikâyeyi tek cümlede söylemedi mi? Sanat yaratmakla, insan kendi tinini tanır (areftu) –bilir demiyor– tanır ve yaratır, yani halk eder. Eğer halk edemezse tanıyamaz; edimsel bu. İnsan var değil ki kendini bilsin. Seyr-i sülûk içinde var olmakta olduğu için, kendi eylemlerinden doğduğu için, gayesiz bunu yapamayacağı için, gayeyi şimdide, kendinde bir niyet olarak, bir ümit olarak yüreğinde taşıdığı için tüm bunları yapmaktadır; sebebi doyumsuzluk. Sonuç doyum, buna da “iman” diyoruz. Bir teori gibi değil dikkat ederseniz, bir pratik.
Platon’da “Güzel” Nedir, Nerededir?
Platon, “güzel” kavramını sadece görünüş meselesi, sadece temaşa edilen bir estetik algı olarak görmüyor. Platon, estetikten önce –estetik bir algı terimi biliyorsunuz– estetikte yani algıdaki güzeli söz konusu ettiğinde, muhakkak aşk ile ilişkilendiriyor. Platon’un “güzel” dediği kavramın asıl dinamiği aşk. Ve “ezeli güzel”den söz ediyor. Biz böyle çevirebiliriz; ezeli (eternal) bir güzel. Çünkü ona göre duyuların önüne gelen güzel görünüşler; doğanın, insan yapımlarının güzel dediği görünüşler, kimine göre güzel kimine göre değildir ve geçicidir. Bir gül açar, menekşe açar, onun güzel bir zamanı vardır; fresh bir zamanı vardır, sonra giderek solar ve kaybolur. Bütün bu görünüşlerdeki geçiciliğin arkasında, “güzel” diye söyleyebileceğimiz ve o görünüşlerde bize, onlara güzel dedirten idea, düşünce asıldır diyor; kalıcı olandır, ezeli olandır ve “idea” en temelde bütündür, parçalanamaz bir bütündür –atom gibi– bu bütünlüğün kendi güzeldir. Dolayısıyla idea güzeldir; “saltık güzel.” Göreli değil, izafi değil, değişmez bir güzel. Ama böyle bir varlık yok, bu bir idea. Platon, bu ideanın dış dünyada realize edilebilmesi için geçici olanla bu sonsuz, ezeli olanın ilişkisinde, yani geçici olanda kalıcı olanın veya sonsuz olanın sonluda görünüşü sağlandığında bu güzelliğin güzelidir diyor. Yani “güzellik” ezeli, ebedi ama “güzel” geçicidir.
Platon, “ezeli güzel”in, “idea”nın kendi “hem iyidir hem güzeldir hem doğrudur” diyor. Epistemeyi bunun üzerine kuruyor Platon. Problem neydi? Problem Parmenides’in “varlık değişmezdir” kuramına karşılık Heraklitos’un “varlık sürekli değişir” kuramı. Heraklitos’ta değişmezlik ilkesi yok, her şey değişmektedir; yani değişmezlik ilkesini ihmal ediyor. Parmenides, “değişmezliği” ilke olarak benimsiyor ama “değişme”den söz etmiyor. Bu ikisi arasında tartışma var o dönemde. Platon, bu, değişende değişmezliği veya değişmezlikteki değişeni birlikte ele almanın yolunun episteme olduğunu söylüyor bize. “Episteme” kavramı tam da bu: değişme ile değişmezin birliği. Hegel buna daha sonra realitat (gerçek) diyecek: idea ile duyusalın birliği, sonsuz ile sonlunun birliği. Bu, Platon’da ideanın kendine bağlanmak, tutkuyla bağlanmak. Bunu Hegel de benimsiyor; tutkuyla bağlanmak eylemlerimizi ona göre yapmaya sebep olur. Eğer tutku ile idealara bağlanmazsak –örneğin doğruya, güzele, iyiye tutkuyla yönelmezsek, eylemlerimiz o ideadan pay almazsa– epistemeye, erdemlere ulaşamayacağımızı ve mutlu olamayacağımızı söylüyor. Burada sadece bir estetik sorun yok; bir mutluluk, varlık, doğruluk sorunu birlikte geliyor. Bu bakımdan, belki de ilk “sistematik felsefe” tabirini Platon için kullanabiliriz. Biliyorsunuz, “iyilik” daha sonra ahlâkın ve dolayısıyla dinin içeriği olmuştur. Ahlâk öğretilerinin totaline “din” denebilir. “İyilik” içerik olarak ahlâk ve dinin, “doğruluk” içerik olarak felsefenin, “güzellik” içerik olarak sanatın konusu olmuştur. Ama saltık ideanın üç görünüşü olduğu için bütün varoluşu kapsayan sonsal sınıflamalar, kategoriler olarak düşünülebilir. Bu bakımdan diyor ki Platon: “Ezeli güzel”in, “ölümsüz güzel”in kılavuzluğuna bağlanabilmek, yaşamaya değer tek şeydir. Bakın çok ilginç. Ben güzel buluyorum, güzel bulmuyorum, güzel şöyle bir şeydir, bundan hoşlandım, vb. böyle bir şey söylemiyor. Adanmışlığın doruğunu kullanıyor. Yaşamaya değer tek şey, “ebedi güzelliği” temaşa etmektir. Platon bu kadar ilginç, varoluşsal bir şey söylüyor. Eğer böyle değilse yaşamaya değmez diyor.
Aristoteles’te “Güzel” Nedir, Nerededir?
Aristoteles’in ileri sürdüğü; bir şeyin “güzel” olabilmesi algıda güzeldir; fikirde veya ifadede, sunumda değil. Aristoteles’in “güzel” dediği şey, algıda güzel. Estetik o demek. Algıda “güzel” nedir? Düzenli olmalıdır, ama bu düzenliliğin bakışımlı olmasını söylüyor. Bakışım nedir? Simetri. Bakışımlı olmalıdır. Duyarlıkla ilgili yani öznedeki durumda da, öznenin duyarlığının gelişmiş olması gerektiğini söylüyor. Yani estetik algı açık olmalıdır, berrak olmalıdır, ışımalıdır. “Ruhsal ışıma” deriz; resme baktığın zaman o resimde ruhsal bir ışıma vardır. Ama bu belginlik, açıklık aynı zamanda öznenin duyarlığına bağlıdır; yani duyarlık geliştirilmelidir. Bu ilginçtir Aristoteles’te; duyarlığımız geliştikçe estetik algımız yükseliyor, sanatsal yapıtı daha derinden veya daha olduğu gibi algılamaya sebep oluyor. Peki, bu nasıl olacak? Aristoteles müthiş bir öneride bulunuyor: sanat yoluyla. Yani sanat, işlev olarak sanatla uğraşı, duyarlığı geliştirir. Duyarlık geliştikçe sanatı daha estetik algılarız diyor. Başka yolu yok, sanatın yolu sanattır. Bakın, burada disiplini bağımsızlaştırıyor, özgürleştiriyor. Çok önemli bir iş yapıyor.
Bu temel ilkelerin; yani düzenlilik, bakışım, belginlik, açıklık, duyarlık gibi temel ilkelerin yanında, Aristoteles ilginç bir şey daha söylüyor, “güzel”i “karakter”le ilişkilendiriyor. Güzel, “karakter”in ortaya çıkmasıdır. Güzel diye bir duyusal bakışım veya algılayış değil, bir karakter. Platon’daki idea Aristoteles’te formdur ve bir formun kendi yetkinliğiyle ortaya çıkması onun karakter olmasıdır ve o zaten güzeldir. Bu da ilginç bir şey. “Güzel tanımlanamaz” diyor Aristoteles; kavrayışa gelmez. Bunu sonra Hegel de söylüyor; algıda güzel olan, bir tarife, bir betimlemeye gelmez. İdea olarak, kavram olarak tanımlanır ama güzelin kendi, duyusal olan “güzel” duyumsanır daha çok. Arkasından ilginç bir şey daha söylüyor Aristo, çok zenginleştiriyor konuyu. Artistik yaratma, sanatın ilkeleri arasına giriyor. Zaten artistik olan yaratmadır da, ama sadece bakışım, duyarlık, belginlik, açıklık, düzenlilik estetiği bütünlemiyor, aynı zamanda “yaratıcılık” ilkesini koyuyor o zaman. Bunu ilk Aristoteles söylüyor, öneriyor. Niçin? Bu insanların derdi ne? Filozofların derdi eğitim – bir şeyleri tanımlamak, açıklamak değil, biz öyle sanıyoruz. Hayat hakkında fikirleri var bu insanların, bunları düşünüyorlar. Dertleri var ve zaten kendileri de uyguluyor, okul açıyorlar. Kendileri –devlet değil– okulu açıyorlar, o okulda öğrenciler yetiştiriyorlar, ekoller yaratıyorlar ve bugüne kadar “felsefe” dediğimiz bir ekolü, ilk pınarlarını bu insanlar harekete geçiriyorlar.
Aristoteles bir de “İnsanın esnek ve heyecanlı ifadeler arama içgüdüsü, sanatın motivasyonudur ve yalnızca insanda bulunur,” diyor. Çok ilginç tabirler. Yani sanat, insanın en temel yetilerinden, insanı insan yapan en temel yetilerden biridir. Şimdi, bir de şöyle çok önemli bir bölüm var, Aristoteles’ten okuyorum: “Sanat eşyanın dış görünüşlerini değil, iç tözünü ya da eşyadaki ideyi taklit eder.” Taklit ettiği bu. “Mimesis”, görünüşlerin taklidi değildir, ona “kopya” diyor ve kopya değerli bir şey değildir. Bugün “mimesis” kavramı üzerine okumalar yapıyorum; literatür “mimesis”i görünüşlerin kopyalanması olarak alıyor, yani bir çiçeğe bakarak çiçek çizmeye “mimesis” diyor. Hayır, Aristoteles, bakın tam tanımını kendi yapıyor: “Eşyanın dış görünüşlerini değil, iç tözünü ya da eşyadaki ülküyü taklit eder.” Aslında buradaki kasıt, yaradılışın taklidi, kreasyonun taklidi. Öykünme ama yaradılışa öykünme. Kreasyonun kendine öykünme var ama görünüşlere değil. Bir çiçeğin varoluşsal süreçlerini düşünelim; çekirdekten itibaren bir süreç içeriyor, değil mi? Sonunda çiçek oluyor ama o çiçek bir görünüş. Arkasında onun bir varoluş süreci var. Goethe buna dikkat çekiyordu zaten. Zihin felsefesinden, idealist, öznel idealizmden Hegel’in saltık idealizmine geçişi Goethe sağlamıştır. Goethe bunu örnek verir, der ki: “Bir ‘şey’i bilmek, onun oluşum sürecini bilmekle mümkündür; görünüşünü bilmekle, sonucu bilmekle değil.”
Kant, Hegel ve Heidegger’de “Öz”ün Görünüşe Çıkması Olarak Fenomen ve Numen
Hegel’in felsefesinin tarihsel kılınması, Hegel’in Goethe’den aldığı bu önerme üzerine kurulmuştur. Kendi de bunu söylüyor, bu önemli. Aristoteles’te zaten var bu; “görünüşlerin taklidi mimesis değildir” diyor. O, varoluşun taklidi; oluşumun, ortaya çıkışın taklidi. Daha sonra bunu Heidegger Antik Yunan’dan Aletheia kavramıyla karşılayacaktır. “Hakikat” bir şey söylemiyor bize; hepsi hakikat diyor zaten, bütün felsefeciler hakikat diyor. Kimse hakikat dışı bir şey söylemiyor. Aletheia’nın tam karşılığı, tohumda olanın çiçekte veya meyvede açığa çıkması; özün dışa çıkması. Hegel, “Öz, görünüşe çıkmak zorundadır” der. Öz gizli kalamaz, görünüşe çıkmak zorundadır. O halde görünüşte biz, özü ancak sürecinde izleyebiliriz. “Öz” diye bir şey var ve bir de “görünüş” var değil. Heidegger bunu böyle okuyor. Heidegger’in “fenomen” kelimesini de okuması ilginçtir. Aynı şekilde gene “içeride olanın dışarıya çıkması” diyor; phenomena. Hâlbuki Kant’ta öyle değil. Kant’ta fenomen; bildiğimiz görünüşlerin algıdaki durumu yani özne ile, öznenin algısı ile nesnenin görünüşlerinin buluşması. Kant, biz bilgi konusu olarak ancak bunu bilebiliriz diyor. Noumenon (numen) daima gizli kalır; agnostik olmayı buna bağlıyoruz. Yani “numen”, özler gizlidir; geçici olan görünüşler kaybolurlar ama biz bunların bilgisini yapabiliriz. “Numen” hiçbir zaman kendini göstermez. Mısırlılar gibi hiyeroglif kabul ediyor bir anlamda Kant. Hegel işte tam buna itiraz ediyor. Hayır, “öz” görünüşe çıkmak zorundadır. Tam da Aristoteles’in bu önermesini kabul ediyor.
Klasik Sanattan Romantik Sanata: Bedenin Tine Dışsal Oluşu
Bu bedenin tine dışsal olduğunu, tinin evinin beden olmadığını anladığımız zaman “romantik sanat” oluyor. Klasik sanat, düşüncenin evinin beden olduğunu düşündüğümüz zamandır. Klasik sanat “tam uygun” olmasına rağmen, düşünce, bilinç nerededir? Yeryüzünde, insan suretinin içindedir. Onun için Hegel, “Bunu yaptığınız zaman bu klasik sanattır, tam uygundur” diyor. Ama doyumsuzdur, çünkü bilinç hâlâ kendine dışsal olanda durmaktadır. Kendine en yakın ama kendine dışsal olanda durmaktadır. Yani beden, doğadan başka bir şey değildir. Hegel, “Tin kendine tekrar dönmek için bu birliği bozar” diyor. Tin lehine bozar. O zaman tinin evi, yuvası giderek özbilinç olana kadar evrim geçirmek zorundadır. İdeal olan budur. O zaman Plotinos’a, belki de tekrar oradan bir hatırlatma yapabiliriz; “bir bedenim olduğu için utanıyorum” sözünü bir utanç vesilesi olarak değil ama aşılması gereken bir aşama olarak görebiliriz. Özbilince gidiş, özbilincin içinde bulunduğu yuvanın gene kendi olması gerekiyor. Yani tin kendi dışında konuşlandırılamaz. Düşünce, özbilincin ürünü olarak özbilinçten doğar, özbilinçte durur, özbilincin dışına çıkmaz. Ancak nesnelerle, iletişim araçlarıyla, başka bilinçlerde de oluşmasına talepte bulunabiliriz. Demek istediğimiz şu: Bilgi nakledilemez, data nakledilir. Bilgi öğretilemez, data öğretilebilir. Bilgi inşaa edilir. Her birey, kendi içinde bilgiyi inşa etmek zorundadır. Episteme bu; inşa edildiğinde bilgidir. Datalar gelir ama onu siz inşa edeceksiniz.
İfade Bakımından Tikel Sanatların Sınıflandırılması
Aristoteles, sanatçının tanrısal bir iş yaptığını ve dolayısıyla Tanrı’yı taklit ettiğini düşünüyor. Yaratım sürecine katılmak Tanrı’yı taklit etmek gibi, ya da daha doğru deyişle, ona katılmak. Tanrısal yaratıma katılmayı, sanatçılık için özel bir hâl olarak vurguluyor. “Sanatın gerçek amacı” diyor, Aristoteles, “karakterleri göstermektir.” Şimdi biz bugün, “Sanatın gerçek amacı budur” diyemeyiz. Ama Aristoteles neden bunu böyle söylemiştir? Trajedi, Aristo’ya göre sanatların en yükseğinde duran bir biçim olduğu için ve trajedide de bütün trajediyi yaratan karakterlerin konumları olduğu için Aristoteles de, “Sanatın en yüksek biçiminin anlatımı açısından aslolan, karakterleri göstermektir” der. Tikel sanatların sınıflandırılması açısından da Aristoteles bir girişimde bulunuyor; tikel sanatların en üst biçimi ona göre müzik ve şiir. Daha sonra bunu Hegel de benimseyecek. Tine, tinsel olana en yakın, yani maddesi en az olup daha lâtif bir madde ile –örneğin ses ile– ifade edildiği için müzik ve şiir resimden, heykelden ve mimariden daha üstte durur. Burayı yanlış anlamayın; burada “Bu tikel sanat, öbür tikel sanattan daha üsttür” demiyor. “İfade açısından daha üstte durur” anlamında söylüyor; ifade “tine yakınlık”. Bilincin kendini dışavurmasındaki müphemlikleri, sembolik örtüleri kaldırıp berrak, tam bilincin algılayabileceği, kavrayabileceği düzeyde ifade etmeye yakınlık açısından, şiiri daha yakın görüyor. Ama daha üstte felsefeyi görüyorlar tabii. Felsefe en üstte duruyor; çünkü bilince kapalı hiçbir yanı olmayan kavramlarla çalışıyor felsefe. Felsefe berrak ama şiir “dekolte”; yarı örtük yarı açık. Dolayısıyla sanat dedik mi, duyuların önüne gelmekse, o zaman şiirde nihayetleniyor. Şiirden sonra artık sanatın ilerlediği başka bir biçim yok. En üste şiiri koyduğu için bu kez dönüyor, “Bütün tikel sanatların her biri şiirseldir” diyor bu kez. Şiir değildir ama şiirseldir. Yani dans da şiirseldir, müzik de şiirseldir, heykel de mimari de şiirseldir. Hatta, “Mimari yapı donmuş müziktir” denmiştir. Yani bir senfonidir aslında ama hareket etmez. Ama görürsünüz; Süleymaniye’ye gittiğiniz zaman oradaki senfoniyi görürsünüz. Mimari taşlardan oluşmaz; o taşlar ve diğer unsurlar sadece, aslında o formun içinde “görünmeyen” olarak vardırlar. Maddenin en yoğun biçimlerini kullanıyorlar, o kütleleri orada kullanıyorlar, ama mimari görünüş, yani sanatsal dışavurum öyle parlak oluyor ki onun maddesini görmüyorsun. Bu bakımdan sanat eserinin maddeyi değil, ifadeyi gösteriyor olması burada kutsanıyor.
Aristoteles, “Trajedi insanın en derin duygularını harekete geçirir ve dolayısıyla katarsise sebep olur” diyor. Bir nevi insanın kendi ile yüzleşmesini ve onu duygusal düzeyle de deneyimleyerek deşarj olmasını sağlıyor; katarsis, duygu boşalması gibi. Bunu tiyatro üzerinden anlatıyor Aristoteles; dolayısıyla Aristoteles’in her ne kadar müzik ve şiir başatsa da asıl üzerinde çalıştığı ve fazlaca vurgu yaptığı tiyatro. Ona göre, “Ruhu bozan ve ruha hükmeden bir tutkuyu kaldırdığı için katarsis oluyoruz; yani insan ruhunda bir nevi obsesyonlar –bugün öyle diyebiliriz– saplantılar gibi insan ruhunu kendi özgürlüğünden öteye bağlı kılan, belki tutkuları veya başka alışkanlıkları katarsis çözer. Fakat tabii günümüzde sanat, sanatın kendi özgün alanına çekildiği için, başka bir şeyin aracı olması reddedilir. Yani katarsis aracı olarak sanat. Hayır, katarsise sebep olabilir ama sanat katarsis için değildir. Tin, tin içindir, tin başka bir şey için değildir gibi. Bu bakımdan Aristoteles’ler o dönemde, hakikate yararcılık açısından bakıyorlar çokça. Yani insan yaşamına yararlı olan nedir? Zararlı olan nedir? Ve bu yararlılığı hangi şeyler besler? Daha çok bununla bakıyorlar. Fakat bugün artık sanat, yararlılığın da üstünde, hatta “Zanaat yararlı olmayıp, ifadenin estetik yüksekliği sanata aittir” deniyor. Aristoteles’in sanatın takıntı ve obsesyonları kaldırdığı yönünde –herhalde gözlemleri de olsa gerek– bir önerisi var. Daha sonra da bu çokça benimsenmiş.
Plotinos’ta “Güzel”in Özgün ve Özgür Olanla Bağlantısı
Plotinos şöyle diyor: “Güzele olan ilgi, aslımıza beslediğimiz bir sevgidir.” “Allah güzeldir, güzeli sever.” Bakın, aynı kavram. Aslımıza olan bir çekimden, ona olan bir sevgiden kaynaklandığını söylüyor. Aslımız olan nedir ki ona sevgi ile çekiliyoruz? Yani “güzel” bizi aslımıza çekiyormuş, peki aslımız ne? Plotinos’a göre aslımız “bir”. Kuran’daki karşılığı daha anlaşılır: Ehad, Bir, Biricik, Ehadiyet. Şimdi böyle “bir” olunca anlaşılmıyor; “bir” kavram çünkü. Kelime olarak Türkçede de “bir” dedin mi, anlaşılır bir şey yok. Buradaki biriciklik, “özgünlük ve özgürlük” demek. İnsanın aslı, özgürlüğü ve özgünlüğüdür; hiç kimseye ve hiçbir şeye benzememesi, yalnız kendine benzemesi. İnsan yalnız kendine benzer ve biriciktir. İlgi çekici olan şu: “Hayvanlar türlerden oluşur, insanlık bir tür değildir” diyor Plotinos. Her bir insan bir türdür. Bu Plotinosçu, yeni Eflatuncu görüşün doruğu, İbnü’l Arabî’dir bana göre. İbnü’l Arabî de bunu çok ilginç söyler. Bir duadır o, kendi duasıdır: “Vücud varlığımı eyledim mescid, ruhumu imam, fiil ve amelimi cemaat, huzuru mahşer. İlahi beni böyle kabul eyle.” İnsan kendi “bir tür.” Cemaati var, imamı var, mescidi var; cemaat yani cemiyet, bir topluluk. Tek başına bir ümmet. İşte, doruk olan şey bu. Her bir birey bir toplum, bir tür ve başka bir benzeri yok. Özgünlük ve özgürlük bu. Peki, benzer olanlar ne oluyor? Onlar daha insanlaşmamış. Benzer olanlar taklit ederler; mukallitler özgürlüğe ve özgünlüğe gelmedikleri için asıllarına kavuşmamış oluyorlar.
* Metin Bobaroğlu’nun 16 ve 23 Ocak 2017 tarihindeki “Karşılaştırmalı Doğu ve Batı Estetiği” başlıklı AAV toplantısı konuşma kayıtlarından derlenmiştir.