Simgenin varlığı yoktur, ancak var olan bir şeyi göstermek için kullanılır. “İlke” insanın insan olarak var olmasının temelidir, insan varlığını tanımlar. “Saltık” (ana ilke) nedeni kendinde olandır; ilke ve yasada kavranır. “Aşkın”, yüce olan, birbirine bağlayandır.

İnsan, bedeni ile doğa varlığıdır ve dolayısıyla doğal yetileriyle inşa edilir. Duyuları ve duyular vasıtasıyla oluşacak algıları, düşünceleri ve yetileri, insan doğasının aletleridir. Duyular, doğasına bağlıdır ve temelini doğada bulur; düşünceler ise akılda. “Akıl” bir işletimi söylediğinden, düşünce burada işletilir. “İnsan düşünceleri” düşünmede temellenir; dolayısıyla “insan varlığı” düşüncede temellenir. İnsanın “düşünsel doğası”, duyular yoluyla nesnel çevresine yönelir ve “imge”ler toplar; insan bu imgeler yoluyla ve bu imgelerin üzerine düşünerek oluşur. Çevreden gelen bu imgelere “isim” takarak onları “fark”a getirir; isim düşünsel doğada var olan imgeyi çağırır. Çocuk nesneyi doğrudan gösterir; bu gösterim onu diğer nesnelerden ayırt etmektir ve giderek konulan isim söylenir. Bu isim nesnel çevreyi gösteren düşünsel kodlardır, nesnel kodlardır; bu isim “simge”dir.

Ardından “iş”, “işbölümü” ve “işbirliği” gelir (üretim = iş). “Üretim” tek başına yapıldığında üretilir ve tüketilir, tek başına yapılmadığı takdirde “işbölümü”ne ihtiyaç vardır ve giderek yardımlaşarak (üretim, paylaşım) “işbirliği” yapılır ve kültür nesneleri üretilir; bu yarar sağlayıcıdır. Giderek bu üretimin rafine edilmesi ve ustalıklı kullanımı, kültür nesnelerinde farklılaşma oluşturur; dolayısıyla yaşam kalitesini farklılaştırır. Böylelikle, toprakla uğraşanlarla zanaat ayrışır ve bu daha rafine işlendiğinde “sanat” oluşur. Bu rafineleşmiş nesnenin kalitesi sayesinde üretim de rafineleşir, bu rafine olanların bir araya toplanmasıyla kentleşme oluşur.

Ustalıklı kullanımı ile farklılaşmaya uğrayan sanat nesnelerinin kendileri, “kendilerini aşkın” değer kazanır ve bu “aşkın anlam” doğrudan gösterilemez. Anlam nesneye yüklenmiştir, ancak nesnede cisimsel bir varlığı yoktur. Bu aşkın anlam nesnede “ustalık”, “figür” ve “işlevsel olmayan bir nitelik” olarak bulunur. Bunlar nesnede değildir, ruha yansır, tinseldir. Bu aşkın anlam “simgesel”dir ve bu simge psişiktir, sanat da bunun aracıdır. Sanatsal nitelikler bu biçimde nesneye aşkındır ve insanın duygusal, psişik ve düşünsel dünyasına yansırlar, oraya aittirler. Böylece, sanat, insan ilişkilerinde “nesnel” ve “tinsel” olmak üzere iki farklı dünya oluşturur.

Bu “sanatsal figürler” nesneye aşkın anlam taşır ve bir topluluğun ya da toplumun yaşam değerlerini (yiğitlik, cesaret, cömertlik vb.) gösterdiğinde, yansıttığında, ortaya toplumu birbirine bağlayan ortak “değerler uygarlığı” çıkar. Dolayısıyla, madde ve mânâyı ayırt eden “sanat”tır. Sanatçı, sanatsal ifadelerin toplumsal değerleri gösteriyor olması bakımından, “sanatçı misyonu” yüklenir. Bu misyon, rahipleri oluşturur ve böylelikle “din” başlar. Bu ortak değerleri (toplumu) ifade eden sanatsal yapıtlar birer simge niteliği taşırlar ve bu giderek doğal olandan kültürel nesneye, kültürel nesneden tinsel olana geçerken soyuta gider. Figürün (simge) cisimselliği azalırken simgeselliği çoğalır.

Asıl olan, ilkenin, değerin nesnelerden ayrılıp gösterilme çabasıdır ve bu, değerlere “itaat” istendiğinde, ya “din” biçimini alır ya da “ideoloji”. Şimdi ise hukuksal bir boyut kazanmıştır; bu, belli ideolojik biçimlerinden soyutlanıp evrensel bir nitelik kazanarak oluşmuştur. Somut olduğunda donuklaşır ve değiştirmek “devrim”i gerektirir. Eğer soyut ve ilkesel olursa, toplumsal koşulların etkisi ile değişir ve dönüşür. Demokrasi, bu soyut simgeselliği taşıdığında, ilkeye bağlılıkla oluşan uzlaşma değişim gerektirir. Değerlerin (ki görelidirler) özlerine (tözlerine) gittiğimizde, belli bir “ilke”yi buluruz; değerler o toplumun kültürel yapısı ile görünüşe çıkarlar. “Adalet” bir ilkedir; bir toplumdaki yansımaları ile yaşama geçirilmesi ise “değer”dir. Değerler birbirini tamamlayan ve bütünleyen bir değerler dizgesini gerektirir. Bu nedenle, değerler en temel ilke üzerine inşa edilir, bu ise insanı insan yapan niteliktir.

İnsan, “yaşam olgusu” içinde eğitilebilen varlıktır. Sanatsal etkinlik, iş üretmeler eğitimdir. Bu eğitim gereçleri, ilkelere bağlı ve değer üreterek insanı insanlaşma sürecinde geliştirir. Bu ise giderek bir ilke ile hukuku belirleyecektir.

Masonun “evrensel ülkü mabedi” “evrensel ilkeler”i bulmaktır, bu evrensel ilkelerle insanlık ülküsüne yönelmiştir. Bu ilkelerin evrensel olması, bütün kültürlerden o kültürleri aşan “evrensel özler”i alarak, tüm kültürlerin kendilerini orada bulmalarını sağlar; bu özler simgeseldir. Simgeler “nesne”yi gösteren simge, “nesnel imge”yi gösteren simge, “ilke”yi gösteren simge olarak kategorize edilebilir. Burada, şu soru akla geliyor: İlke kaynağını nereden alır? Bunun temeli “insan-insan ilişkileri” yani “toplumsal ilişkiler”dir.

İnsanın doğa ile olan ilişkisinde simgeye gerek yoktur, bu noktada en temel ilke “hak” ilkesidir. Hak ilkesinde hakların belirlenmesi ise “adalet” biçimindedir ve burada hakların sınırlanmasındaki belirlenim “özgürlük”ü ortaya çıkarır. “Özgürlük olarak özgürlük” nedeni kendinde olandır ve tümel bir bakış açısıdır. Tikelde söylendiğinde, bu “insan-insan” ilişkisini söylemektir ki bir insanın kendisinin bir başkası tarafından sınırlanması olarak haktır, dolayısıyla “adalet ilkesi” aynı zamanda özgürlüğü tanımlar. Böylelikle, insan hak ve özgürlükleri ortaya çıkar; hakların ayırt edilmesi “adalet” ve bunların birliği “dayanışma”dır.

Özgürlük, adalet, dayanışma: Bunlar ilkelerdir, gerçekleştirilmeleri bakımından bunlar ülküdür. Adil paylaşım vardır, eşit değil; “adalet” bir eylemde ortaya çıkar ve hakka göre dağıtılır, “eşitlik” ise ancak hak ve fırsatların eşitliğidir; ilkelerin yaşama geçirilmesi ve gerçekleştirilme çabası onları ülküleştirir. “İlke” ussal belirlenim, “niyet” ilke, “erek” niyetin gerçekleştirilmesi, arada “ülkü” ise bunun çabasıdır. Ülkü her zaman insanın önündedir, çünkü ilkelerin yaşamın her alanındaki ayrıntılarda gerçekleştirilmesi beklenir; “ülkü mabedi” bir toplum projesidir.

“İlke” yaşamdaki olguları, farklılıkları birliğe getiricidir ve ilkeler (duyular önüne getirmek için) zorunlu olarak simgeseldir. Yaşam olgularının dağınıklığı ilke ile düzene sokulur, bu düzenin kurulması “yasa”dır. Anayasanın (ana ilke) değiştirilmesi evrensel ilkenin aranmasıdır.  Özgürlük “ilke” olarak konur, hukuk olarak “düzen” sağlanır ve ortamı hazırlanır (kozmos), şimdi ise insanın “kendini gerçekleştirmesi” beklenir. Bu, önceden biçilen “düzen”in sağlanmasıdır, ancak insana önceden don biçilemez.

Simge “ilke”yi gösterdiğinde “değer”dir. Simgeyi çok anlamlılığında mutlaklaştırmak “putlaştırmak”tır; onun anlamı ilkeyi göstermesidir; simgeye farklı yorum getirmek ilkeyi işletmektir.

“Ülkü mabedi” bir toplum projesidir, ancak “ezoterik anlayış” bunu gerçekleştirmektir, ortaya koymak değil. Ezoterikteki “fıtrat”, tabiatın zorunluluklarını ortaya koymak değildir; o sanata dairdir. Kendini gerçekleştirirken cisim kendisinden ayrıldığında “değer” üretir, burada birçok değer oluşur ve bu değerler ruhsaldır, gösterilemez (ferâgat, şefkat vb.); işte simge burada oluşur. Buradan ürünler çıkar ve bu ürünler birer simgedir. Örneğin, simge bir ses olabilir ve bu içeride “mekân” oluşturur. Batının temel ilkesi “üretim”dir; ancak üretim nesneleri mekanizmayı üretse de değer üretmez.

Ontoloji iki yönlüdür:

  • Somut ontoloji: varoluşsal, iradî, yaşam gerçekleri içinden seçmelerle oluşan
  • Soyut ontoloji: spekülatif/ kavramsal, ilkesel, yaşamın içindeki seçmelerle oluşanın bağlandığı “soyut ilkeler”

Ontik olmak otohton olmaktır, yerleşik olmaktır; ontik olan, tarih içinde, tarihin en eski dönemlerinden beri yerleşik olarak oluşan, varoluşsal temeli olandır. “Biyolojik olarak ontik olan” tabiattır, fıtrattır; “o fıtratın ontolojik olması” tabiatına dönmek, kültürel olandan soyunmak, kültürle kirlenmek yerine tabiatına dönmektir; ancak karşıt bir durum olarak insan düşüncede insanlaştığı, tözü “düşünme” ve “yoksunluk” olduğu için “olma” ile ilişkilidir. Doğanın yasaları toplumun yasaları olamaz; “toplumun yasası” düşünme özgürlüğü ve yoksunluğu olduğu için onun yasası “ilişki”dir. Kaosu yaratan, çıkarların çatışmasıdır; ilişkide “çıkar” vardır ve bu onun çatışkısıdır, kaostur ve düzene getirilmelidir.

İnsanın “olmazsa olmaz” temel bir ilkeye bağlılığı varsa bu temel ontoloji aşkındır. İnsan varlığını diğer bütün varoluşlardan temel olarak ayıran, düşünebilmesidir; bütün insanî değerleri yaratacak olan budur. İnsan varlığının yaptığı her şey düşünmenin gösterimleridir; bir başka deyişle, her şey –ister imgeye bağlı, ister düşünceye bağlı düşünce olarak– düşüncenin simgesidir. Bu çokluk bir “tek”liği, “düşünme ilkesi”ni gösterir ve düşünme bir ortak ilke olarak farklılıklarda kendini gerçekleştirme olasılıklarını sağlar.

İlkesi ile simgesi (gösterimi) aynı olan “geometri”dir (üçgen ve nokta). Pergel daireyi, gönye üçgeni çizer. İnsan aklının ilk belirlenimi üçgendir. Geometri aklın simgesidir. “Üçgenin ilkesi” aklın kendisi olarak kavrama yetisi (aklın görüsü / theoria: tanrısal görü) yani kavramdır. Öz bir ilkedir, özsel (olmazsa olmaz) nitelikleri bir araya getirir, bu “töz”dür. Geometri yasalılıktır ve bu birliğe getirme ilkesidir; doğa ile insan düşünmesi arasındaki bağ geometridir. “Nous” geometridir; diğeri imgedir, hayâl âlemidir. İnsanda “us” olan “doğanın düzeni”dir. Bir nesne “geometrik” olarak gösterilmişse, gösterilen, nesnenin kendisi değil nesnenin aklıdır.


* Mart 2005 AAV toplantısı konuşma kayıtlarından yazıya geçirilmiştir.