İnsan kendisiyle ve çevresiyle ilişkisini bilinçli olarak gerçekleştirir. Bu bilinçlilik hem çevre hem de denetimi içerir. İnsan burada, kendisine en yakın doğa varlığı olan hayvandan özgül bir ayrıma uğrar. Hayvanlar çevrelerinin bilincindedirler, ancak edilgin olarak. İnsan, çevresinin bilincinde olduğu gibi, kendisinin de bilincindedir, ben bilinci olan biricik varlıktır; bu durum onu doğanın öznesi yapar.

“Hayvan, kendi yaşam etkinliğiyle dolaysızca özdeştir; kendini yaşam etkinliğinden ayırt edemez. İnsan ise, yaşam etkinliğini bilincinin ve isteminin nesnesi yapar.”[1]

İnsan yalnızca bir doğa varlığı değildir. O, bunun yanında bir toplum varlığıdır da. Bilinci de, yalnızca doğal çevresiyle arasındaki ilişkileri değil, aynı zamanda toplumsal ilişkilerin imgesini de içerir.

“İnsan dış dünyayı etkileyip değiştirirken, aynı zamanda, kendi doğasını da değiştirir; kendindeki uyuklayan güçleri geliştirir.”[2]

İnsan kendi doğasını değiştirebilmekle doğal kaderini eline almıştır. Böylece, insan bir tarih varlığı olur çıkar. Hayvanlar çevrelerine uyum sağlarlar, ama çevrelerini değiştiremezler. İnsan her çevrede yaşamayı başarabilir. Uygun koşulları bulamazsa uygun koşulları oluşturur. İnsan çevresini değiştirmek için araç kullanır. Araç aynı zamanda insanı değiştirir ve yetenekli kılar. Bir aracın hangi amaçla kullanılacağı belli bir bilinci gerektirir. Dolayısıyla, insan “bilinçli amaçlı bir etkinlik” varlığı, eş deyişle bir eylem varlığıdır.

“Amaç” geleceğin tasarımıdır ve insan yaşamına anlam verir. “Tasarım” bilinçte imge olarak belirir. “İmge” nesnel ve öznel süreçlerin bir gösterimi olarak bilince yansır. Nesneden gelen nitelikler ve görünüşler, öznenin istem ve amacıyla birlikte imge de içerir. Böylece, insan doğayı yeniden üretirken ona insansal bir özellik katar ve onu bir ekin varlığı kılar. Tarih akışı içinde insan, doğa nesneleri ortamından, giderek daha çok ekin nesneleri ortamına doğru bir yaşam kurar. Başka bir deyişle, hazır bulduğunda değil ürettiğinde yaşar. Bu yaşam insan emeğiyle yoğrulmuş bir yaşamdır.

İnsan, çevresini etkileyip değiştirirken ve ona amaç ve istemine göre biçim verirken, iş bölümüne ve işbirliğine gereksinim duyar. Eğer iletişim ve bildirişim yoksa bu olanaksızdır. İşte dilin zorunluluğu bu gereksinimden doğmuştur. Belli bir işin başarılabilmesi, onunla ilgili araçların kullanımındaki işbirliğinin gerçekleşebilmesi, ortaklaşa imgelerin oluşturulmasını ve paylaşılmasını gerekli kılar. Bu ise dilin toplumsal olduğunu gösterir.

Bir dil önermelerden örülüdür. Dil içinde anlamlı en küçük birim ise “sözcük”tür. Sözcükler, duyularla algılanmış dış dünyanın genelleştirilmiş bir yansımasını dile getirir. Birey toplum içinde ne ise sözcük de dil içinde odur. Her sözcük, içinde bulunduğu dile anlam ve mantık bağıyla bağlıdır. Sözcükler mantıksal düzene sokularak tümceler oluşturulur.

Dil bilincin zorunlu gerecidir; dil olmaksızın bilinçten söz etmek olanaksızdır. İnsan dünyayı dilinde üretirken, kendini de insan (bilinçli varlık) olarak dil yoluyla var eder. Bunun için insanın anlamlı dünyası diliyle sınırlıdır. Ancak, dil üretilebilir, geliştirilebilir. Buna bağlı olarak da insanın anlamlı dünyası gelişir.

“Başlangıçta söz vardı.”[3]

İnsan doğanın, toplumun ve dilin içine doğar; onları hazır bulur. Bebeklik dönemi “duyumsama”dan “algı”ya doğru bir gelişme gösterir ve ilk sözcük dile geldiğinde, artık bebek nitel değişime uğrayarak çocuk olur. Çocuklar konuşmaya başladığında, kavram oluşturma sürecine de girerler. Araya dil girince, insan kendini çevresinden ayırt etmeye ve benliğinin ayırdına varmaya başlar.

Algı yinelemeleri ve birikimleri, birden nitel bir dönüşümle kavramları oluşturur. Kavramlar nesnelerin duyusal algıdaki dış görünüşleri, dış ilişkileri yanında, nesnelerin özünü, bütünselliğini ve iç ilişkilerini kavrar. Kavramsal düşünce “algısal bilgi”den “ussal bilgi”ye geçişin yoludur. Ussal bilgiye geçiş, bir çözümleme ve bireyin işlemi süresinde gerçekleşir, karşılıklı olarak kavram üreten bilinçte değişime uğrar ve anlıksal yapıdan ussal yapıya dönüşür.

Bir nesnenin özünü bilince yansıtabilmek, bir olguyu oluşturan yasaları ortaya çıkarmak için, bir kavramlar ve kuramlar dizgesi oluşturmak gerekmektedir. Bir olgudan başka bir olguya ve dıştan içe doğru ilerleyerek kavram oluşturmak, aynı zamanda kavramın bağlamını, kuramsal öbeğini oluşturmayı da beraberinde getirir. Bir dilin bu düzeye yükseltilmesi, onun bilim, sanat ve felsefe dili olarak kullanılmasını olanaklı kılar.

Algısal bilgi düzeyi ussal olana geridir; çünkü yalnızca duyu verilerini kavrar ve özneldir, soyutlama gücünden yoksundur. Nesne, olay ve olgular karşısında gerçekliğin bilgisinden yoksun kalır. Gerçeği görebilmek bir üçüncü gözle, usun gözüyle olanaklıdır.

İnsan, kendini doğa ve çevresindeki gerçekliğin dolaysız bilincinden, ancak “ussal kavramlar” yoluyla özgürleştirir ve kendini bir özne olarak üretir.

Algısal bilgi aşamasında bulunan birey ve topluluklar çevrelerine edilgindir. Dış dünyayı bir biçimde değiştirir, ama bu yer değiştirmeden öteye gidemez. “Ussal soyutlama” ve “kavram” yoluyla nesnelerin yasalarına ulaşan insan, onları değiştirip, dönüştürüp üreterek kendi için kılan uygar insandır. Uygar insan üreten insandır, kendini de üretir; herhangi bir doğa nesnesi olmaktan çıkar ve “kendiliğin bilinci” olarak özneleşir. Dil, bu özneleşme sürecinin aracı ve ortamıdır.

Dil yargıya geçtiğinde onu üretenden bağımsızlaşır, nesneleşir ve kalıcı olur. Kalıcı olmasının yanında, diğer bilinçlere de açılma olanağını bulur. Üretenden bağımsız başka bilinçlerce eleştirilir, geliştirilir, yaşayan bir dil varlığı biçimini alır.

Düşünce Tarihi ve Dil

Düşünce tarihinde dili, “bilgi değeri” bakımından, yöntemli bir biçimde ilk inceleyen Platon olmuştur.

Dili, duygu ve düşünce bakımından inceleyen Herder de “bilgi” yönünden dille ilgilenmiştir.

Dilin, insanın özü ile ilgili olduğu savını ilk ortaya atan Parmenides’tir.

Ampiristler ve rasyonalistler de dille “bilgi” yönünden ilgilenmişlerdir. Bunların dil anlayışları bilgi kuramlarına dayanır. Dili açıklarken ampiristler psikolojiye, rasyonalistler ise mantığa dayanırlar.

Epikuros’a göre, dil, uzlaşımların ürünü değildir, bir koyut da değildir; duyumların kendisi gibi doğal ve zorunlu bir şeydir. Görme, işitme, haz, acı duyumları gibi insanda doğuştan bulunur. Karşılıklı anlaşmaya yarayan çeşitli sesler gelişir ve çeşitli söz ve dil tipleri doğar.

Hamann’a göre, dil akıldır, akıl da dildir. Dil olmasaydı akıl da olmazdı. Dil aklın “organon”u ve “kriterium”udur. Düşüncelerimiz dil yoluyla gerçekleşir, dille yetkinleşir. Düşünce ile dil aynıdır.

Herder’e göre, dil duyuların bir ürünü ve düşüncenin bir ürünü olarak kavranabilir; çünkü insanın tinsel yaşamını düşünce kurar.

Humboldt’a göre, her insan belli bir topluluğa bağlıdır; dolayısıyla diğer insanlarla bağlantısı vardır. Gereksinimlerin karşılanabilmesi için diğerleriyle anlaşmak zorunludur, bu ise dil yoluyla olanaklıdır. İnsan ancak diliyle insandır. Humboldt –Parmenides ve Herder’den sonra– daha yetkin olarak dili “insansal öz” olarak düşündü. Ona göre dil, insanın bütün varoluşunu kuşatır. İnsan, içinde yaşadığı duygulanımlardan başka, uzak geçmişi de dil yoluyla duyar ve sezer; çünkü dil önceki nesillerin duygulanımlarında yoğrula yoğrula gelmiştir. Dil bir ürün değil bir etkinliktir. Bu nedenle, dili tanımak ancak tarihsel yolla olanaklıdır. Dilin yeteneği doğuştandır; ancak dilin gelişmesi dil gücüne bağlı olarak tarihte oluşur.

Gottfried Leibniz

Leibniz’e göre, dil aklın aynasıdır. İnsan anlığı ile dil, karşılıklı olarak birbirine bağlıdır. Anlık olgunlaştıkça dil geliştiği gibi, dil de gelişip işlek, anlaşılır bir biçim aldıkça anlığı geliştirir.

Porzig’e göre, dil asıl başarısını düşüncede gösterir. Düşünce bağlantıları kavramaktır. Sözcükler dil içinde bağlantılarla yüklüdür; dil düşüncenin aracı olduğu gibi, kendisi de düşüncenin içinde oluşup gelişir. Dil, düşünce içinde ve düşünceyle birlikte devinen bir simgeler dizgesidir. Düşünce bir bağlantıdan bir bağlantıya ilerler. Nesneler ve olgular arasında bağıntı kuran düşünme edimi, giderek bağıntıların bağıntısını da kurar. Burada dil en yüksek konuma gelir. Dil tek tek insanlarda içseldir; ancak toplumsal ilişkilerde nesnel bir varlık biçimi kaynağı ve bireylere aşkın olur, bireylerin karşısına bir güç olarak çıkar.

Dil ve Söylem

Dil, düşüncede her defasında yeniden üretilir; üretim sürecinde bireyin etkilerini alır ve söyleme dönüşür. Dil düşünce için başlangıçta bir bilinç nesnesidir; düşünme süreçlerine katılınca dirimli bir bilinç varlığına dönüşür, söylem ise böyle bir dirimli dil sürecinde ortaya çıkar.

Her insanın bir söylemi vardır ve herkes dili kullanarak kendi söylemini oluşturur. Böylece, dil her bireyde değişime uğrar. Toplumsal süreçler ve ilişkilerde nesnel bir güç olarak bireyin bilincinin karşısına çıkan dil, söylem sürecinde bilincin gücüyle karşı karşıya gelir; dile bağlı olan insan yeniden dile etki yapar.

Humboldt’un dediği gibi: “Bir yazar, aynı sözcüklerle, aynı söz biçimleriyle, ancak bunları başka bir biçimde kullanarak ve kendi ruhunun güçlü bir yankısını da katarak yapıtlarında dile yeni bir karakter verebilir.”

Dil ve Ulus

Her ulusun yaşam biçimi, ekini, düşünsel nitelikleri onun diline etki eder ve onu biçimlendirir. Uluslar dillerine bağlı olarak varlıklarını sürdürürler; bağımsızlık ve özgürlükleri dillerine de yansır. Tarih sahnesinden çekilmiş toplum ve uygarlıkların dilleri de dirimselliğini yitirir. Dile dirimselliğini veren ilke, özgürlüğün yitimiyle ortadan kalkar.

Bir ulusun bireylerini birbirine anlamlı bir biçimde ancak ulusal dil bağlar. Ulus dilinin oluşması ise ortak bir yaşam, ortak bir ekin, özetle ortak bir tarihin sonucudur. Her toplumun, her ulusun dünyası farklıdır; beklentileri, istekleri, duygu ve düşünceleri, takındıkları tutum farklıdır. Buna bağlı olarak da her toplumun belli bir dünya görüşü vardır. Bu dünya görüşü o ulusun diline yansır.

Genel olarak insanda bulunan söz söyleme yetisi, ulusların tinsel gücüyle, özellikle düşünce ve dil gücüyle doğru orantılı olarak görülür.

Bir ulusun duyma, düşünme biçimi ve karakteri; nesneleri, olayları ve olguları kavrayış biçimi ulusun diline etkimeden, o ulus üzerine etki yapamaz.

Ulusal bağımsızlık ve egemenlik, dili de egemen kılar ve dil bu durumda en dirimli bir biçimde devinir ve buna bağlı olarak düşünce etkinliği de en yüksek gücünü dilde ortaya koyar. Bir ulusu oluşturan bireyler ortak kültür değerlerini dil yoluyla bölüşürler. Ulusal dil, bir yanda da insanlığın ortak malı olan uygarlığın izlerini taşır; ulus olmanın ötesinde insan olmanın erdemlerini de yansıtır.

Dil ve Felsefe

Friedrich Schelling

Schelling’e göre, “Karışık yapılı, kendi içinden gelişmemiş bir dil düşünmeyi engeller, tutsak eder. Dil tutsaklığı özgür düşünmeyi, dolayısıyla felsefeyi engeller. Özgürlüğün olmadığı yerde felsefe yapılamaz, insanın özü özgürlüktür.”

Bedia Akarsu’ya göre, “Dünyayla bağlantıyı kuran dilinin içten gelişmesi engellenmiş bir ulusun, düşünmeye dayanan felsefe alanında başarı sağlayamayacağı açıktır.”[4]

Antik Yunan düşüncesinde, “logos” bir yandan “söz”, “dil” demektir; diğer yandan ise “düşünce”, “akıl” demektir. Burada yapılan, bir sözcüğe farklı alanlardan gelen anlamları yükleme çabası değil, farklı alanlar arasında ilkesel bir anlam birliği kurma çabasıdır. Felsefe bir kavram dilidir; bu anlamda felsefe bir üst dil olarak dillerin dilidir. Her dilde, o dil yoluyla felsefenin kavramlarını kurmak olanaklıdır. Bu nedenle, diller felsefe yoluyla, ortak anlam bağlarıyla birbirine içten özsel bağ kurar. Böylece, ayrı ayrı kültürlerden yola çıkarak evrensel bir insanlık uygarlığına yükselme olanağı vardır.

Bir sözcüğün “biçim” ve “anlam” olarak iki yanlı olduğunu ve sözcüğün en küçük anlamlı söz birimi olduğunu ilk kez ileri süren Aristo’dur. Felsefe, düşüncenin olası bütün devinimlerinin ortaya konduğu bir disiplindir. Bu nedenle, dil de felsefe yoluyla yetkinleşmede en yüksek konumuna gelir. Felsefe yapan diller onu kullanarak bilinçleri de geliştireceğinden, kaçınılmaz olarak o dile iye toplumlar uygarlıkta ileri gideceklerdir.

Günümüzde yazılı dilin sözlü dile göre daha güçsüz olduğu savunulmaktadır. Bir dili yazmak dilin kendi kendine yabancılaşması, yaşama gücünü yitirmesidir. Yazın yapıtını bir çözümleme nesnesi olarak değil, bir tür konuşan metin olarak ele almak gerekir. Bunun için yorumlama gerekir. Yorumlama, yazılı dilin güçsüzlüğünü ortadan kaldırıp yapıta yeniden konuşma boyutlarını kazandırır. Habermas’a göre, yorumlamada bir konuşmanın oluşturulabilmesi, yorumcu öznenin metnin bireyselliğini (öznesini) açığa çıkarabilmesine bağlıdır; çünkü yazın yapıtı, insanın yarattığı bir şey olarak, insana ilişkin bir öznel boyut taşır, bu boyut “anlam” boyutudur. Özellikle metinleri anlama girişimi felsefede yorumbilim (hermeneutik) olarak adlandırılır. Yazınsal metnin yorumunda yapılan iş, bize uzak, anlamca karanlık olan bir metni anlaşılır kılmaktır. “Çeviri” yorumbilimde temel bir durumdur.

Yorumbilim, 18. yüzyılda Schleiermacher, 19. yüzyıl sonu ile 20. yüzyılın başlarında Dilthey, günümüzde ise Heidegger, Gadamer, Habermas gibi düşünürlerce geliştirilmiştir.

Friedrich Schleiermacher

Schleiermacher, dünyayı anlamanın anahtarı olarak “dil”i göstermiştir. Yorumbilimin çağdaş çizgisini ise Dilthey belirlemiştir; bu çizgi, insanın kendisini tarihsellik içinde kavraması olarak özetlenebilir.[5] Yaşam bütünlüğü, Dilthey’e göre, bireyin başkaları ile olan ilişkilerinin bütününden başka bir şey değildir. Kendimiz hakkındaki bilince de ancak “başkaları” aracılığıyla ulaşırız. Başka bir deyişle, bilincimiz bir ortamdan başka bir şey değildir. Tinsel dünya bir olgu dünyası, bir ampirik gerçeklik alanı değil, bir “anlam dünyası”dır. “Anlama”, tinselliği kavrama biçemi ve yöntemidir. Her tarihsel dönemde yaşamanın belli değerleri içerilmiştir ve tarihin tüm olayları bu değerler çevresinde dolanır. Bir tarihsel döneme damgasını vuran değerler ise o dönemin anlamlarının taşıyıcısı olarak dilde saptanabilir. Bu nedenle, tinsel bilimlerin ana malzemesi, her zaman, dilsel ürünler olarak “yazılı yapıt”lardır.

Dilthey’e göre, tinsel bilimler insanın kendisi hakkında bir anlama ulaşması gibi pratik bir amaca hizmet eder. Bu nedenle, tinsel bilimler doğa bilimlerinden daha önceliklidir. Tinsel bilimler tarihseldir, çünkü insan kendini ancak tarihte tanır.[6]

Dilthey’e göre, gerçeklik bilince bağlıdır; bir şeyin “benim için” orada olduğu bilincine. Bilinçten bağımsız olarak var olan her şey bilinç için var olmadıkça gerçeklik düzeyine yükselemez. Bu nedenle, “gerçeklik” kendini kavramsal ayrım ve bağıntılar içinde “benim için var olma” ve bilinç halinde gösteren şeydir. Bu “benim için var olma”, genellikle “gerçeklik indeksi”nin yaşantısıdır.

“Ben dediğimizde,” diyor Dilthey, “özbilincin oluşmuş ve tamamlanmışlığını değil, dil içinde var olan ve konuşan ile kendisine seslenilen arasındaki bir ilişkinin aydınlatılmasını söylemiş oluruz.”

Tinsel yaşam da dil aracılığıyla kurulur. Tin, kendi yaşamına, kendini dışlaştırarak ve bu dışlaştırmalar üstüne yansımalı düşünce ile kendine dönerek sahip olur. Tinin bu oluşum süreci insanlık tarihiyle bütünleşir. Bu nedenle, toplumsallaşmış bir bireyin her günkü varoluşu, hep bu “yaşam–dile getirme–anlama” bağlantısı bağlamı içinde devinir.[7]

Bilmek, anlamak, değerlendirmek hep bir “dile getirme”dir; nesne, olay ve olguları yeniden üretme, onları dil ortamına taşıma ve yeniden yapılandırmadır.

“Betimleme­–tanımlama–açıklama” sürecinde “açıklama olarak bilmek”, bir nesneyi ya da olayı “genel bir yasa” altına almaktır. “Anlamak olarak bilmek” ise daha derin bir olguyu gösterir; gerçekliğin bir özneye, onun yaşam bağlarına açılması, insanın gerçekliği tüm yaşam olanaklarıyla kucaklaması anlamanın yoludur. Bir başkasını anladığımızı söylediğimizde, onu kendi duygu ve düşünce dünyamızda yeniden kurmayı söylemiş oluruz. Bu bir yorumlamadır; biz çevremizi ve birbirimizi sürekli yorumlamalar yoluyla yaşarız, kendimiz hakkındaki bilincimizi de yeniden kurarız ve değerlendiririz. Bu anlamda, kendini anlama da bir “dile getirme”dir, bir yorumlamadır. Anlama yaşamsaldır, tüm edimlerimiz ve bütünsel kimliğimizle oluşturulur.

Sanat eserleri, bilimsel ve felsefî eserler hep birer yapıdırlar. Dolayısıyla, bir eseri yorumladığımızda onu yeniden yapılandırmış oluruz. Her bilme edimi aynı zamanda bir yaratmadır. Anlama yaratma demektir. Anlam yaratma süreci, tinin kendini nesneleştirme sürecidir. Bir yapıdan başka bir yapıya geçmek, aynı zamanda bir yapı sökücülüğü gerektirmektedir. Bir yapıyı sökmeksizin ondan başkasına geçmek ve ilerlemek olanaksızdır.

Nermi Uygur’a göre, dil –hangi dil olursa olsun– bir çeviridir. Her dil, dile getirdiği şeylerin bir çevirisidir; çeviri dile dilce varoluşunu sağlar. Dil hep var olanı dile çevirmez, var olmasını istediklerimizi de, gerçekleştirmeyi tasarladıklarımızı da dil yapıtlarına yansıtır. Anadil günlük dilimizdir, özel dillerle işimiz bittikten sonra onun alışkanlığında dinleniriz.[8]


* İlk yayınlanma: Us Düşün ve Ötesi, Sayı 3, AAV Yayınları, İstanbul, 1999. Yazı başlığı İsmail Emre’nin doğuşuna atıftır: Doğuşlar II, 1965.

Dipnotlar:

[1]   K. Marx, İktisadi ve Felsefi El Yazmaları, 1844
[2]   K. Marx, Das Kapital, 1867-94
[3]   Yuhanna İncili, Bap 1/1
[4]   Bedia Akarsu, Wilhelm von Humboldt’da Dil-Kültür Bağlantısı, Remzi Kitabevi, 1984
[5]   Dilbilim ve Dilbilgisi Konuşmaları I, Türk Dil Kurumu Yayınları, 1980
[6]   Doğan Özlem, Metinlerle Hermeneutik, İnkılâp Kitabevi, İstanbul, 1996
[7]   Nermi Uygur, Dilin Gücü, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1984
[8]   George Thomson, İnsanın Özü, Payel Yayınevi, İstanbul, 1987