İnsan “dünya içinde” bir tarih varlığıdır. Doğasıyla, kültürüyle, genetik kalıtımı, dili ve toplumsal varoluşuyla tarihseldir. Böylece de sonlu ve geçici varlıktır. Başka bir deyişle insan, dünya tarihinin belli bir kesitinde ortaya çıkar ve var olur.
İnsan, bir yanıyla doğanın, diğer yanıyla da tarihin ya da zamanın çocuğudur. Biyolojik yanıyla insan, bir olanaklılıktır. Gerçekleştirilmek üzere birtakım yetilerle donanmıştır. Hayvanlardaki yetkin içgüdüler insanda bulunmaz; doğa bunun yerine insana zekâ bağışlamıştır. Yaşamla başa çıkabilmek için verili yetilerden çok kazanılmış ve geliştirilmiş yetilere gereksinim vardır. İnsan bunu zekâsıyla yapmaktadır.
İnsan doğduğunda toplumun kucağına doğar; kendisine ait değildir, içine doğduğu topluma ve o toplumun kültürüne aittir. Onun kişiliğini ailesi ve eğitim kurumları biçimlendirir. Bu nedenle, insan bir eğitim varlığıdır ve eğitim yoluyla bulunduğu topluma eklemlenir.
Biyolojik yapısıyla insan, doğadaki diğer varlıklara oranla çok güçsüzdür. Tek başına yaşamda kalması neredeyse olanaksızdır. Bu nedenle de onun yaşam güvencesi toplumdur. Toplum kendisine katılan her yeni insanı kültürüyle yoğurur; ona bilgi, beceri, deneyim ve birikimlerini aktarır. Kültür ise tarihsel süreçte oluşur.
İnsan hem tarihi yapandır, hem de tarihin çocuğudur. Tarih, üretme, biriktirme, aktarma ve geliştirmenin sahnesi olarak dünyadır. Dünyayı doğal yeryüzünden ayıran, insan etkinliğidir. Doğal çevre özdeksel olarak dünyadan önce var olmasına karşın, onun var olmasının anlamı dünya içinde içkindir. Böylece her şey anlamını dünyada ve dünya tarihinde bulur.
Kendinin bilincine varıncaya dek insan herhangi bir kimsedir, “yüz”ü yoktur. Kimliğini kendisi seçmemiştir, kimlik ona dışarıdan verilmiştir. Verili kimlik, toplumun ortak duyusu, töresi ve alışkanlıklarını içerir. Buna karşın, insan özgür seçim ve edimleriyle kendisini üretir ve “belirli bir kimse” olur; eş deyişle bireyleşir. İnsan, doğayı ve kendi doğasını dönüştürebilen biricik varlıktır, özgürlüğe yazgılıdır; bulduğunu olduğu gibi bırakmaz, değiştirir ve kendi için kılar. Bu nedenle, insan eylemi tarihin özeğidir ve tarih, insan ödev, hak ve özgürlüklerinin gerçekleştiği bir sahnedir.
İnsan özgürleştikçe doğasından ve kimliğiyle olan özdeşlikten ayrılmaya başlar. Doğa ve toplumun tek yanlı belirleniminden uzaklaşır ve bireyleşir. Bireyler bir toplumun meyveleri gibidir. Ne denli özgür ve etkin birey oluşturmuşsa, bir toplumun niteliği o denli yüksektir. Her toplumun kendine özgü bir bireyleşme düzeyi vardır, normal bireyler bu sınırı aşamazlar.
Özgürlük dışarıdan doyurulamaz bir gereksinim olarak insanın en temel varlıksal özüdür ve başlangıçta olanak olarak bir yoksunluktur. Kimse başkasının yerine özgür olamaz; her kişi toplumsal ilişkiler içinde kendi edimleriyle özgürleşir. Özgürleşme edimi bir şeyden ya da bir engelden özgürlük olarak ve bir şey için ya da bir ideal için özgürlük olarak gerçekleşir. İnsanlığın serüveni, özgürlük çabaları serüveni olarak tarihtir.
Özgürleşme toplum içinde farklılaşmayı getirdiği için yalnızlaşmaya neden olur. Eğer bireyin özgürlüğü ekonomik, sosyal ve politik koşullarla desteklenmiyorsa, normal bireyler için özgürlük dayanılmaz bir yük olur. Bununla birlikte, kendisine güven veren bağlar yitirilince, birey için özgürlük “kuşku”yla özdeşleşir, yaşam anlamını yitirir. Bunun sonucu alkol, uyuşturucu, cinselliğe abanma, uç noktada ise şiddet ve intihardır.
İnsan kendini dünya içinde, eş deyişle ilişkilerinin topluluğu yoluyla algılar. Bir topluluğa ait olmak, ortak duyguları, ortak davranışları, ortak çıkarları ve ortak ülkülerin paylaşımını getirir. Toplumsal ilişkilerde açığa çıkan özelliklerin duyumsanması ve içselleştirilmesi, eş deyişle benimsenmesi, o toplumun bireylerinin ortak karakterini biçimlendirir.
Tarih boyunca yaygın olarak, bireyler ve toplumların bencil tutkuları onları başkalarına ve giderek kendilerine karşı da acımasız yapmıştır. İnsan, öteki olarak ayırdıklarını kendi amaç ve çıkarları için “nesne”leştirmiş, hatta kendi benliğini de ötekiler gibi “kullanılacak bir nesne” yapmış olmakla köleleşmiştir.
Köleleşmiş insan yetkeci kişiliğe öykünür, bu nedenle de boyun eğer. Yetkeci kişilik buyurgandır; onun için sevgi, şefkat, diğerkâmlık bir zayıflık olarak algılanır. O, geçmişin egemenlik utkularına tapar. Güçlü ve buyurgan olduğu sürece yetkeye inanır. Yetkeci kişilik eylemlerini üstün bir güç inancına dayandırır. Onun için insanlar iki sınıftır: güçlüler ve güçsüzler. Bu “güç” ya doğada, ya belli bir ırkta, kültürde, kişide ya da Tanrı’da temellendirilir. Yetkenin kaynağı olarak ileri sürülen güce bağlılık ve boyun eğme istemi karşısında insanlar iyiler ve kötüler diye sınıflandırılır.
Boyun eğmeyenler dışlanır ya da yok edilir. Boyun eğenlerle “sadomazoşist” birlik oluşturularak egemenlik pekiştirilir. Kuşkusuz tüm varsıllık egemenlerindir. Yandaşlar bağlılıkları oranında pay alırlar, diğerleri ise yoksullukla cezalandırılır. Yetkeci kişinin egemenliği bir korku krallığıdır. Korku çeşitli propaganda araçlarıyla sürekli diri tutulur. Yetkeci yönetime yetkeci bir tutumla başkaldırılsa ve yönetim el değiştirse de sonuç değişmez.
Baskıcı rejimler, insan hak ve özgürlüklerini kısıtlayarak özgürleşmenin önünü kesmek istese de, aslında özgürleşmenin itici gücünü tetiklemiş olurlar. Bu nedenle, insanlık tarihi özgürleşme ve bireyleşme için bir savaşım tarihidir.
İnsan varlığının tözü özgürlüktür ve onu gerçekleştirmek zorundadır. Engelleme ve baskı arttıkça özgürlük istemi o denli güçlenir.
Tarih bilinci için, geçmişte olmuş olayları bilmek yetmez, bu olaylar içindeki insan ilişkilerinin anlamını (duygu, düşünce ve eğilimler) bilmek gerekir.
* İlk yayınlanma: Us Düşün ve Ötesi, Sayı 8, AAV Yayınları, İstanbul, 2003.