Ekin, insanın doğa ve toplum ilişkilerindeki üretimlerinin toplamı ve onları kullanma ve nesilden nesile aktarma biçimidir. Ekin, bir toplumun ortak umutlarını, hedeflerini ve geleceğe bakışını da gösterir.

Ekinin, insan topluluklarına ortak kimlik kazandırması, toplum oluşturma özelliği, tarihsel süreçte nesilleri birbirine bağlayarak toplumların belleği ve kimlik sürekliliğini sağlaması, toplumların var olabilmesi bağlamında yaşamsal önem taşır.

Ekin, insan yaşamına, “ekip biçme” bağlamında, insan topluluklarının toprağı işlemesiyle girmiştir. Bu bir “üretim süreci”dir; doğanın karşısında diğer dirimli varlıklar gibi “edilgin konum”da bulunan insanın kendini aşmasıdır. Kendi yaşamını biçimlendirmeyi eline aldığı bu aşamada, insan, artık kendisini doğa varlığı olma yanında ekinsel varlık olarak üretmeye başlamıştır. Bu ikinci doğa, bu ekinsel varlık doğası, içinde insanın yoğurulduğu bir tarih sahnesidir. Toplayıcılık ve avcılıkta dağınık, hayvancılıkta gezgin olan insanlar, toprağa yerleşme ve toprağı işlemeyle, insan toplulukları biçiminde yaşamaya başladılar. Bir arada yaşamanın toplu biçimi, “belli bir uzam”, “belli bir süre”, “belli bir çevre”, “dayanışma”, “ortak korunma”, “ortak savunma”, “biriktirme” ve “aktarma” gibi ekinsel olguları oluşturdu.

Bu durumda insan, özellikle, “belli bir süre” bilinciyle tanıştı ve “tarih varlığı”na dönüştü. Tarih içinde her insan topluluğu “yaşam biçimleri”nden yansıtarak çeşitli “dünya görüşleri” oluşturdular. Yaşam biçimleri dünya görüşleriyle işlenip geliştirilerek birbirinden ayrı yolda “ekin süreçleri” oluştu. Ayrı yollardaki ekin süreçlerini birbirinden ayırt eden onların “yaşam biçemi”dir.

Yaşam Biçemi ve Gerçeklik

Her insan topluluğu, kendine özgü belli bir “yaşam biçemi” içinde, eş deyişle, kendine özgü bir dünyada yaşar. Yaşamla iç içe girmiş “dünya görüşleri” çok çeşitlidir, ama yine de bu çeşitli dünya görüşleri aynı gerçeklikten yansımıştır ve ona bağlıdır. Bir başka deyişle, çeşitli ve ayrı dünyaları ancak gerçeklik yoluyla bağlayabiliriz ve ancak bu biçimde gerçekliğin içine işleyip onu bilmeye çalışmamız bir anlam taşıyabilir.

“Gerçek” kendisinde nasılsa öyledir; ancak “bizim için gerçek” onu “bilme yöntemi”mize ve “kuramsal dizge”mize bağlı olarak nasıl yorumlanmış, nasıl anlamlandırılmışsa öyledir. Öyleyse, gerçeği tüketen hiçbir yorum olanaklı değildir. Daha yakından bakıldığında, bizim “gerçek” dediğimizin, deyim yerindeyse, “ele geçen gerçek” olduğu görülür. Gerçekliğin bilince yansıması, yansıdığı düzlemin doğasıyla sınırlıdır; “algı” söz konusu olduğunda, bu düzlem anlığın kendisidir. Bu anlamda “gerçek” dediğimizde, güvenilir, ya da daha doğru deyişle, “ikna edici bir dünya görüşü”nden başka bir şey söylemiş olmayız.

Kavram Dili ve Simgesel Dünya

Görme, ayırt etme, anlama, değerlendirme, görenin varlığıyla, özellikleriyle, ırasıyla, yaşam biçimi, yaşam koşulları, eğitim düzeyi ve ilgileriyle sıkı bir bağ içindedir. Bilincin biçim vermesinde, yaşamı “bilince içerik” olarak aktarmasında, “kavram dili”ne ve onun yeteneklerine tutsak olduğu görülür. Oysa bir toplum, gerçekte, bilindiği, ortaya konulduğu ve biçimlendirildiğinden daha düzensiz ve karmaşıktır; yaşam katmanlarında ve ilişkiler ağında, dilin tanımlı dünyasına yansıtılamayan, çok geniş ve girift bir “simgesel dünya uzamı” vardır.

Bu nedenle, bir toplumun yaşam biçemi, bilince içerik olmadan önce, törel ve simgesel bir yapıda, alışkanlıklara sinmiş olarak yaşama gömülüdür. Ekinlerin bu simgesel arkatasarı, mitler, efsaneler, destanlar, masallar ve öykülerle örülüdür. Bir ekin, buralardan sürekli beslendiği gibi, bir toplumun “kimlik gücü” de onlarda kaynağını bulur.

Bilincin etkisiyle yaşam biçimlenirken, bunda, yaşam koşullarının, sanatsal beceri, dil ve “düşün biçim”lerinin büyük payı vardır. Eğer yaşam sanat yoluyla işlenip yansıtılmasaydı, dil onu bilinç için yorumlayıp anlamlı kılmasaydı, o ne anlaşılırdı ne de “süreklilik ve gelişim” kazanabilirdi.

Günlük Yaşam ve Sanatsal Görü

Günlük yaşam içinde, doğal ve ekinsel nesnelerin, olay ve olguların ayırdına varmaksızın yaşayan çoğunluğun bilinci, duygularında örtüktür ve toplumsal ilişkilerinde, törelliğin “genel duyu”sunun yönetimi altındadır. Bununla birlikte, görünüşe çıkmış olana bilinçsizce tanıktır. Kendi başına yaşam, için için, kendini bilmeden yaşar ve gerçektir. Ancak onun “belli bir gerçek”, “bilinen bir gerçek” olabilmesi için, yorumlanması, sürekli olarak görünür bir biçime getirilmesi gerekir; yoksa o “kendisinin anlamı”na varılmamış olarak kalır.

Bir başka deyişle, tarih “evrensel us”un süre içinde gelişmesinden başka bir şey değildir. Ama us, tarihsel zorunluğu belirten genel yasalardır. Ancak sanatçıdır ki herkesin görmediğini görür, yaşamı derinden algılayarak onun içsel bağlarının ayırdına varır ve anlamlı olanı bulup çıkartarak yaşama ayna tutar. Sanatçı, bu tutumuyla, yaşama bilinçsizce tanık olan diğerlerini uyandırır; onlara görmediklerini gösterir. Önlerine, olandan daha çoğunu, “gelecek tasarımı”nı koyar.

Sanatçı, doğa ve yaşamı bulduğu gibi bırakmaz, onun ilişkilerini çözer ve yeniden kurar, onu üretir; ama daha “yüksek bir düzeyde” üretir, yeni biçemler elde eder ve bunları yaşamın önüne koyar. Bu yeni görünüşler, sanatsal yorumlar, yaşamla etkileşerek ekinlere yüksek bir biçim kazandırır.

“Kalıcı sanat ürünleri” toplumların “simgesel belleği”dirler; geçmişle gelecek arasında çok yönlü bir yaşam nesnesi olarak bağ kurarlar. “Süre aşımlı” bilgi taşıyıcı nitelikleri vardır ve ayrı dönemlerde yaşayan insan topluluklarının yaşamları arasında –geçmişten geleceğe tek yönlü olarak– duygusal bir etki doğururlar.

Sanat yapıtları yaşam içinde doğa nesneleri denli gerçektirler, ancak bundan daha çoğunu içerip göstermekle daha yüksek bir düzeyde dururlar; o da “insan yaşamı ve yorumu”dur. Sanat yapıtları karşısında her yeni nesil, onlardan etkilenerek yorumlar oluştururken geçmişle gizemli bir ilişki kurar, tarihine ve kimliğine girer, onu sanatçının üst düzey görü biçimleri yoluyla derinden deneyimler. Böylece kendini doğa varlığı yanında anlamlı ve estetik bir tarih ve ekin varlığı olarak anlamlı kılar.

Tarihsel Töze Biçim Vermek

İnsanların dünya karşısındaki tutumları ve yorumları sürekli olarak her bireyde ve her bireyin davranışlarında değişime uğrar; bunların birikimleri ile ortaya çıkan çelişki ve gerilimler “tarihsel töz”ü sürekli olarak değiştirir.

Tarihsel töz, her neslin kendi çağdaş yaşam koşullarıyla ve toplumsal ilişkileriyle biçimlenir. Bu nedenle, tarihsel olaylar kendi döneminde ve ilgili insan gruplarının olaylar karşısındaki konum ve tutumlarına bağlı olarak anlam taşır. Tarihsel olayları onu yaşayan insanlardan soyutlayarak ele alırsak, geriye dirimsiz bir olaylar yığını kalır. Bu nedenle, tarihsel gerçeklik ancak toplumsal yaşamın kaynağına, dirimli insana bağlılığı ölçüsünde anlamlı olabilir.

Somut yaşam gerçekliğinden yansıtılarak oluşturulan dil, sanat, din, bilgelik, felsefe, bilim, toplumsal düzen vb. bütün ürünler, insanın kendi eliyle kendi için kıldığı bir “ikinci doğa” niteliğindeki yüksek ekin biçimleridir. Bilinç için birer görünüş, birer veri olan bu ekinsel biçimler, kişinin kendini yorumlamasının, bulmasının ve biçimlendirmesinin araçları ve ortamları olarak işlev görürler.

Doğa nesnelerinde olduğu gibi, ekinsel nesne, olay ve olgular da “karmaşık içerik”lerini “biçimler” aracılığıyla ve “görünüşler” yoluyla bilince sunar. Bunların karmaşıklığı yanında devingen oluşları, ilişkilerinin sürekli değişmesi var oldukları denli bilince kazandırılmalarını engeller. Bu nedenle, birtakım “soyutlama”lar yoluyla ve bir “kuram öbeği”ne bağlı olarak yorumlara varılabilir. Hiçbir yorum kesinlik içermez; her yorum olayların ilişki ve oluş biçimlerinin yasalarına ulaşabildiği ölçüde güvenilirdir.

Nesne, olay ve olguların “çelişik” ve “devingen” doğası, kuramsal soyutlamalar yoluyla kavramlaştırıldıktan sonra edimsel yolla devinerek doğrulanır ya da yanlışlanır. Böyle bir doğruluk, “göreli doğruluk” olarak raporlaştırılır.

Deneysel bilimlerin, “şimdi ve burada”nın nesnel gerçekliğinden ürettiği bilimsel bilginin yöntemleri, toplum bilimlerde, sanat, tinbilim ve tarih gibi alanlarda birebir uygulama olanağı bulamamaktadır.

Ekinsel Etkileşim ve Değişim

Bireylerin doğdukları ortama bağlı olarak, büyüme sürecinde görgü, eğitim, öğrenim, somut ilişkiler yoluyla ekinle tanışması ve onu benimsemesi “ekinleme” olarak tanımlanmıştır. Ekinler arası karşılaşma ve etkileşim sonucu ortaya çıkan ekinsel bağdaşma, kaynaşma ya da bireşim “ekinleşme” olarak kavramlaştırılmıştır.

Egemen topluluk ya da toplumların kendi ekinsel öğelerini zor ve baskı kullanarak diğerlerine kabul ettirmesine “ekinleştirme” diyoruz. Bütün bu etkileşimler “ekinsel değişim”e neden olur. Bir de toplumların, kendiliğinden, doğal ilişkiler ve iç etkenler yoluyla değişime uğraması vardır ki sağlıklı olan da budur. Ekinler arası ilişkiler ne kadar yoğun ve sürekli olursa, “evrensel uygarlık”a o denli geçiş ya da katkı sağlanır; doğaldır ki ekinler evrensel uygarlıktan ona katıldıkları oranda pay alırlar.

Ekinlerin Sınıflandırılması

Ekinler, nesnel üretim biçimi, üretim ilişkileri, üretim araçları ve toplumsal örgütlenmeye bağlı olarak sınıflandırıldığı gibi, bütün bunları kapsayan ve yansıtan, “yaşam biçemleri”ne göre de sınıflandırılır ve “biçem özgünlükleri” bağlamında birbirlerinden ayırt edilir. Bir “özgün biçem”in geliştirilmesi, yüksek ekin biçimlerinin üretildiği ekinler için geçerlidir.

Buddha

Çeşitliliğin bir arada yaşanmasına çok güzel bir örnek olan Hint toplumu, Hint ökesinin doğurduğu “Buddha”lığın çevresinde örgütlenerek Hint ekinsel biçemini yaratmıştır. Buddha yaşamın özeğine “nirvana”yı koymakla, bir bakıma özeksizliği önermiş oluyordu. Bu ise, ayrı ekin biçimlerinden hiçbirinin diğerlerine egemen olmaması, etkileşimin doğallığı ve kendiliğindenliği içinde gerçekleşmesine olanak sağlamak demektir. Batı dünyasının “özekçi” düşünce dizgelerine karşı bir yolda, ayrı bir biçem olarak Hint’in özgün bir yeri vardır. Hint yaşamında her ekinsel biçim, bir alt kimlik olarak kendi varoluşunun diğerlerinin varoluşunun kabulünden geçtiğini anlamıştır. Üst kimlik ise, yaşamın ereğine konmuş ve her kesimin varılması gereken bir hedef, giyinilmesi gereken bir erdem olarak seçtiği “Buddha”lıktır. “Buddha”lık ise kendine özgü bir yolda “aydınlanma”dan başka bir şey değildir. Bu tip aydınlanma için insan, “örgensel doğa varlığı” olarak, doğanın her öğesiyle özsel bir yakınlık, uyum ve bütünlük duygusu içindedir.

Buddha tipi aydınlanma bireyseldir ve daha çok bilgelik yönündedir. Kendi deyimiyle, bataklıkta açan “lotus çiçeği” gibidir. Toplumsallaşma olanağı yoktur. Topluma yayılması aydınlanma adına olumsuzdur, çünkü “Buddha”lara bağlılık saygıyı aşarak tapıma dönüşmüş ve din biçimini alarak asıl özünden uzaklaşmıştır.

Başat ekinlerden biri de hiç kuşkusuz Çin ekinidir. Hemen yanıbaşındaki Hint ekininin din panayırına karşın, Çin dünyası yaşamında dine pek yer vermemiştir. Konfüçyüs ve Lao-Tse gibi bilge kişiler, daha çok dünyasal bir ahlâkçılığı ortaya koymuşlardır. Onların ahlâkçılığı kaynağını yaşamın gerçek ilişkilerinde bulmuştur. Dinsiz, Tanrısız ve yalnızca insan anlığının ürünlerine bağlı bir dünyanın benimsenmesiyle, Çin’in ekinsel biçemi “ilk modern yaşam deneyimi” olmakla öncü bir nitelik taşır. Süre içinde komşusu Hint ekiniyle etkileştiğinde kendi anlık alır ahlâkçılığına uygun gördüğü Siddharta Gautama Buddha’nın öğretilerini benimsemekte de bir sakınca görmeyen Çin toplumu, “kendine özgü”lüğü büyük ölçüde günümüze kadar korumuştur.

İlkel ekinlerden biri var ki günümüz uygarlığının en çok etkilendiği bir “kaynak ekin” olmuştur; bu, Antik Mısır ekini ve uygarlığıdır. Antik Mısır, Akdeniz, özellikle Anadolu ve Kafkas uygarlıklarından etkilenmiş, ancak bütün bunları işleyerek daha üst düzeyde bir uygarlık oluşturmayı başarmıştır. Özellikle, günümüz Batı uygarlığı söz konusu olduğunda, sanat, din, felsefe, bilim gibi uygarlığın yapıcı öğeleri köklerini Antik Mısır’da bulur. Antik Mısır uygarlığı Hermetik öğretinin bilgeliği üzerine biçimlenmişti. Mısır uygarlığı din yönünü İbranilere devrederken, sanat, felsefe ve bilim yönünü de Yunanlılara bırakarak tarih sahnesinden çekilmiştir.

Yunan ekini, Yunan ökesinin yüksek biçimler kazandırdığı sanat, felsefe ve bilim yoluyla tüm insanlık uygarlığında büyük bir sıçramaya neden olmuştur. Bir ekin, uygarlık için evrensel ölçütler ve biçimler ürettiği ölçüde yetkindir. Antik Yunan toplumu bu yetkinliği çokça hak etmiştir. Yunan sanat ve felsefesi insan anlığını yetkinleştirerek onu “sürü bilinci”nden “birey olma bilinci”ne taşıdığı içindir ki, yaşam tek bir istencin boyunduruğundan kurtarılmış ve istençler uzlaşımı demek olan demokratik yaşamı bulup ortaya koyabilmişlerdir.

Roma ekini bir hukuk ekinidir. Romalılar felsefede Yunanlıların gölgesinde kalmakla birlikte ondan yararlanmışlardır. Romalılar hukuku en ince ayrıntılarına kadar işleyerek ona yüksek ve evrensel biçim kazandırdılar. Roma yurttaşı bir hukuk güvencesi demekti ve bir ayrıcalık olarak diğer halkların karşısında haklı bir övünç oluşturuyordu. Hukuku derinleştirmek toplum olma özelliğini pekiştirmek demektir; Romalılar bunu en iyi biçimde gerçekleştirmiş ve yaşam biçemi durumuna getirmiştir. Devlet olma niteliğiyle Roma da, Antik Mısır ve Antik Yunan gibi tarih sahnesinden çekilmiştir. Ancak, devletler biçim değiştirse de ekinler ve onları yüklenen toplumlar değişerek ve dönüşerek yaşamlarını sürdürürler. Antikite, günümüz insanı için bir uygarlık belleği olarak varlığını sürdürmektedir.

İnsanlık tarihinin en ilginç toplumu hiç kuşkusuz İbrani toplumudur. İbranilerin ilginçliği, yalnızca çektikleri çilelerden, başlarına gelen soykırımlardan ya da Tanrı’nın seçkin kavmi savından kaynaklanmaz. Onların ilgi çekiciliği tarihlerini kutsal kılmalarından, bütün toplumların içine dağılmalarından, iki bin yıl yurtsuz ve devletsiz, sürgünde yaşamayı, var olmayı başarmanın yanında onca yıl sonra yeni bir yurt ve devlet kurmayı başarmalarından ötürüdür.

İbrani toplumunun yaşam biçemi “töre”dir; onlar için töreye bağlılık bir “var olma koşulu”dur. Töre kimliktir onlar için, hem de vatan. Bu töre o denli güçlü örülmüştür ki Tanrı bile töreye bağlılığıyla vardır. Üstelik denenmiş bir töredir bu İbrani töresi. Tüm dünyaya yayılmış, tüm ulusların içine girmiş, binlerce yıl bunca ekin çokluğu karşısında erimemiş, bütün gücüyle ayakta kalmayı başarmıştır. Bu töre, kendisinden Hıristiyanlık ve Müslümanlık diye iki büyük din doğurarak, bunları benimseyen diğer ulusların inanç ve düşün dünyalarına simgesel ve kavramsal altyapı oluşturmuştur.

Anadolu insanının yaşam biçemi “bağdaştırma”dır. Onun ayrı ayrı ekinlere, ayrı ayrı yaşam biçemlerine gösterdiği uyum yeteneği tarihseldir. Bu niteliği kazanmasında üstünde bulunduğu coğrafyanın da büyük bir etkisi vardır. “Tanrılar vatanı” ve “ekinler beşiği” olan Anadolu, Doğu ve Batı ekinlerinin kesiştiği kavşak niteliğiyle ekinlerin tanışma ve bağdaşma ortamı olmuştur. Anadolu’da kaynaşmadan çok bağdaşmadan söz edilebilir. Kaynaşma “çokluğu tek’e döndürme” olmakla ayrı ayrı ekinlerden yeni bir ekin çıkarma işidir; böyle olunca ekin içine kapanır, tekilleşir. Bağdaşma ise ayrı ekinler arasında “olumlu ilişki” kurmakla onların ayrımlı niteliklerini korur ve yeni ilişkilere açık bir nitelik kazanır. İşte, Anadolu insanının o yüksek hoşgörüsü ve uyum yeteneği bundan ileri gelmektedir.

Anadolu ekinsel yaşamı için simge olarak ileri sürülen “mozaik” onun gerçekliğini yansıtmaz; ayrı ayrı ekinlerin çimento ile birleştirilmesi bir donmuşluğu ve hoşnutsuzluğu gösterir. Oysa, Anadolu insanı kendi simgesini kendisi oluşturmuştur: “aşure”. Aşure, ayrılıkları, ayrılıkları içinde lezzetle bağdaştırmanın simgesidir. Anadolu bir aşure kazanı, Anadolu ekini ise bir aşuredir.

Aydınlanma Sorunu

Aydınlanma sorunu insanlık kadar eskidir. İnsan, doğa varlıkları karşısında “var olma savaşımı” verirken oluşturduğu ilk “gereç”le birlikte aydınlanmaya başlamıştır. Aydınlanma bu bağlamda “var olmayı başarmak”la eşdeğerdedir. Zorlu doğa koşulları karşısında sorun çözme ile işe başlamıştır insan. Gereksinimlerini gidermeyi ve buna bağlı olarak varlığını sürdürebilmeyi “amaç” edinmiş, amaca giden engelleri aşmak için de “araç” ve “gereç” üretmiştir. Bu ilk üretim onu göreli özgürlüğe de kavuşturmuştur. Böylece insanlık serüveninin ta başında, somut yaşam olgularının içinde aydınlanmanın temel kavramlarını bulabiliyoruz: var olma savaşımı, sorun çözme, tutsaklıktan kurtulma, engel aşma, gereç üretme, bilinç oluşturma, özbilinç oluşturma, kendini geliştirme, özgürleşme.

İnsan doğa varlığı olma yanında “iş bölümü” ve “dayanışma” yoluyla da bir “toplum varlığı” olmuştur. Toplumların nesilden nesile aktarılarak süregelen yaşamı ise insana bir üçüncü var olma biçimini kazandırmıştır, o da “tarih varlığı” olmasıdır. Bunların tümüne “ekin”, insana da “ekinsel varlık” diyebiliriz.

Tarihteki ayrı ayrı ekinsel biçemlere karşın, tüm ekinler için, tüm insan yaşamları için en derinde bir erek gizlidir, o da “özgürlük”tür. “Özgürlük ereği” her toplumda, her insanın yüreğine yerleşmiştir ve gerçekleşmeyi beklemektedir. Özgürleşme bir süreçtir ve tüm insanlık için gerçekleşmedikçe ereğine varmış olmayacaktır.

Bu bağlamda, aydınlanma, özgürleşme sürecinde bilinçli bir çabanın adıdır. Her toplum içinde, kendini aşmış, bencilliğinin üstüne yükselmiş, yüreği özgürlük ateşiyle tutuşan, insanlık ülküsünü amaç edinmiş; cehalet, zorbalık ve bağnazlıkla savaşan aydınlar, ekinler içinde açmış çiçekler gibidir. Bu bağlamda aydınlanma en yüksek “yaşam biçemi”dir.

Praksis Olarak Aydınlanma

Immanuel Kant

Aydınlanma bir “toplumsal praksis” olarak ilk kez Batı Avrupa’da 17. yüzyılda ortaya çıkmıştır, kavramlaştırılması da yine o dönemde yapılmıştır. İngiltere’de J. Locke, D. Hume, I. Newton; Fransa’da Montesquieu, Voltaire, Diderot; Almanya’da C. Wolff, Lessing, Herder, I. Kant aydınlanma praksisinin öncüleri ve düşünürleriydi.

Praksisler, tarihsel koşullarda ortaya çıkarlar ve bir dizi temel etkenden bireştirilirler. Aydınlanma Çağı diye nitelendirilen 17. yüzyıl Avrupası da böyle birçok temel etkenin itkisi altında gerçekleşmiştir. Uluslararası tecimin çoğalması, yeni toprakların bulunması, ekinlerarası tanışma, bilimsel buluşlar, kent soyluların “aristokrasi”ye karşı güçlenmesi, bütün bunlar ve diğer başka koşullar, aydınlanma praksisinin altyapısını hazırlamıştır.

17. yüzyıl aydınlanma praksisi, gelişmenin önünde engel olarak duran kavram ve kurumlara kökten bir eleştiri ile yüklenmiş ve onların dönüşümünü sağlama başarısını elde etmiştir. Aydınlanma dönemi öncesi Avrupa toplumlarının yaşam biçemi, inanç ve inanç kurumlarının yönetimi altındaydı; buna bağlı olarak, ekonomik yaşam ve siyasal erk belirli kişi ve sınıfların elinde bulunuyordu. İnsanlar kendi kendilerini yönetme, kendi yaşamlarını doğrudan etkileyen toplumsal ve siyasal yapılanmada söz sahibi oldular.

Bu, insanlık için yepyeni bir yaşam biçemiydi. Herkes toplumsal yaşamda “yetki”, “ödev” ve “sorumluluk” yüklenerek herhangi bir kimse olmaktan çıkıp belirli bir kişi, bir “birey” oldu. Birey olmak, erişkin olmak, yaşamına yön verebilecek güce kavuşmak, başkasının gözetiminden kurtulmaktır. Her birey, toplumsal ilişkilerinde, gözetim altında olduğu dönemlerdeki gibi ne kralın tebaası ne de dinsel kurumların edilgin bir üyesidir, kendi yaşamından sorumlu etkin bir yurttaş konumuna gelmiştir. Göreli olarak, özgür ve sorumlu bireylerin oluşturduğu bu yeni birliktelik, gerçek toplum olma yolunda önemli bir aşama olarak karşımıza çıkar.

Us ve Aydınlanma

Aydınlanmanın toplumsal praksisi ile ortaya çıkan tinselliği anlaşır kılmaya, eş deyişle tine “logos” sağlamaya gereksinim vardı; çünkü her birey kendi yetenek ve becerileriyle başbaşa kalmıştı, artık güdülmeyecekti, öyleyse olanı biteni anlamak zorundaydı. Anlamak da yetmezdi; kendini geliştirmek, zorlukları yenmek ve engelleri aşmak zorundaydı. Bunun için dayanacak ve güvenecek temel bir ilke ve temel bir yetenek gerekliydi.

Daha önce, tanrısal gücü olduğu varsayılan kralların, imparatorların ve onların kutsal soylarının buyruklarıyla işlerini görürken, toplum tembelleşmiştir. Başarısızlıklarının sorumlusunu hep kendi dışında arayarak “yetkeye boyun eğme”yi ıralaştırmıştır. Aydınlanmayla birlikte insan kendisine yeni bir efendi buldu, ancak bu efendi kendi beyninde oturmaktaydı. Bu efendiyi I. Kant şöyle tanımladı: “İnsandaki us yönetici yetidir ve bu us insan yaşamının efendisidir.” Yine Kant, “İnsanlar soy akrabalığı, inanç akrabalığı dönemini aşarak özgürlüğün zemini olan us akrabalığına geçmelidir,” diyordu. Yine ünlü Alman düşünürü Kant’ın bir sözü dönemin sloganı olur: “Usunuzu kullanma cesaretini gösterin.”

Peki, bu us denen yeti nasıl kullanılacaktı, işletilme yöntemi ne olacaktı? Bu sorular da açıklığa kavuşturuldu. Us, metafizik sorunlarla ilgilenerek boşuna çaba veriyordu ve birtakım inaklara saplanıp kalıyordu. Bunun ise yaşamın iyileştirilmesine hiçbir katkısı olmuyordu. Öyleyse us, yaşam gerçekliğinden kalkarak sorunları çözebilirdi; bu da deneye dayalı bilimsel bir tutumu gerektiriyordu. Aydınlanma döneminde insan, öte dünya inancı, kendi tasarımı ve umuduyla, horladığı ve yabancılaştığı gerçek yaşama çağrılıyordu. Artık insan tembellik için değil “eylem için varlık” olarak tanımlanmaktaydı. Bir başka sorun da insanın us yetisini geliştirip geliştiremeyeceğiydi. Bunun da yöntemi belirlendi: “Us, yöntemsel kuşkuculuk ve eleştirel tutumla ilerler ve gelişir.”

Özetlenirse; Aydınlanma dönemi yaşam içinde kendini nesne olarak algılayan insandan kendini us yoluyla özne olarak üreten insana bir geçiş olarak ekinsel bir devrim niteliği taşır.

Süre ve Aydınlanma

Aydınlanmayla birlikte “süre” de yaşam içinde yeni anlam kazandı; doğaya bağlı yaşamdaki “dönemsel süre” ve dinsel yaşamdaki “gerçeklik üstü süre” anlayışı, Aydınlanma döneminde “üretim birimleri süresi” olarak anlamlandırıldı.

Ulusal yapılanma toplu duyarlığı geliştirdiği için de “toplumsal süre” ve “çağ” kavramı ortaya çıktı. Artık toplumlar hangi tarihsel ve toplumsal süreyi yaşıyorlarsa ona göre değerlendirilir olmuşlardır.

Aydınlanma Aşamaları

Aydınlanmacılar metafizik, inakçılık ve skolastikle çatışarak, ussal yaşam ve bilimsel tutum yolunda insanlığı devindirerek Antik Yunan aydınlanmasından sonraki ikinci aydınlanma aşamasının gerçekleşmesini sağlamışlardır. Antik Yunan aydınlanmasının “metafizik tutumu”na karşın 17. yüzyıl aydınlanması “usçu”, “insancı” ve “laik” ırasıyla daha ileri bir aşamadır.

Aydınlanmanın bu usçu evresi bütün olumlu yanlarına karşın birçok sorunu da içinde taşıyordu. İnsan yaşamının özeğine oturtulan usun tanımlanması “soyut biçimsel” niteliğiyle somut insan gereksinimlerini ve onun toplumsal katmanlar içindeki konumunu yansıtmıyordu. Bu dönem usçuları usu kavramlaştırırken, onu “saltık evrensel” bir biçim olarak öne sürüyorlardı. Kant’ın ileri sürdüğü doğuştan her insanda var olduğu kabul edilen “anlık ulamları”nın saltık, evrensel ve değişmez nitelikte olduğu savı, tüm insanların tek tip bir bilinç kipinde olduğunu öngörüyordu.

Georg Wilhelm Friedrich Hegel

Usçuluk doruğuna Hegel’in “nesnel idealizm”inde ulaşmıştır. Hegel, usçuluğun yöntem sorununa yeni bir boyut kazandırdı. Aristoteles’ten Hegel’e kadar “düşünbiçim” ve “uslamlama” yöntemi, nesne, olay ve olguları kendilerine özdeş bir ırada ele alıyordu. Bunun anlamı şudur: Her nesne bir tözdür ve kendine özdeştir, bir başkası olamaz; değişmez, dönüşmez, gelişmez; bütün değişimler ilinekseldir, özde değişim olmaz. İşte ünlü Alman düşünürü Hegel bütün bunlara karşı çıktı. Ona göre nesne, olay ve olgular özdeş varoluşlar değildir, tam aksine çelişik bir doğadadırlar. Her nesne karşıtların birliğidir; bunun için de devingendir, durağan değildir. Ona göre, olaylar gibi insan ve onun düşüncesi de tarihsel bir süreç içinde gittikçe evrimleşerek ilerler ve yetkinleşir. Bir başka deyişle, “Tarih, evrensel usun süre içinde gelişmesinden başka bir şey değildir. Us ise, tarihsel zorunluğu belirten genel yasalardır.” Hegel’e göre, çelişme “varlığın özü” ve “oluşun ilkesi”dir. “Var olan” sürekli olmakta olandır. Çelişme, sürekli olarak birleşme ve ayrılmaya nedendir ve her oluşum karşıtların çatışmasından doğar. “Sonlu varlık”, yalnızca dıştan belirlenmez; o, kendi özü gereği, kendini aşar ve kendi karşıtına dönüşür. Her önerme yadsımayı da birlikte getirir. Bireşim, olumsuzlamanın olumsuzlanmasıdır. Doğa en yetkin örgünlük olan insanda, kendini yansıtacak aynayı bulur.

İnsan, özü gereği, “bilinç” ve “özgürlük”tür. Kişi önce öznel bir bilinç taşımaktadır; geliştikçe bu ussal bilincin ortaklaşalığını kavrar. “Öznel bilinç” bu kavrayışla “nesnel bilince” dönüşür. “Nesnel bilinç” önce “ortaklaşa özgürlük” olan “hak” biçiminde belirir ve “sözleşme” ile yasalaşır. Sözleşme tohum olarak “devlet”tir. Nesnel bilinçten kendi üstüne dönen insan, nesnelliğin üstüne yükselerek saltık bilincin özgürlük alanına girer. Bilinç, çelişmeleri uzlaştırarak kendi anlığına ve bütünlüğüne doğru yürümektedir. Bilinç bu eytişiminin sonunda kendi bilincine erişecek, kendini tanıyacak ve bilecektir.

Bilinç kendi özgürlüğüne yine kendi ulaşır; sanat, din ve felsefenin özgür alanlarında devletin üstüne yükselir. Hegel, düşüncenin kavramlarını birbirlerinden türeterek örgün bir dizge kurmuştur.

17. yüzyıl Aydınlanma dönemi, usçuluğun yoğun etkisi altında daha çok bireyi vurgulamıştır. Bunda haksız da sayılmaz. Kilise kurumları ve dinsel dogmalarla kendi dışından belirlenen insan kendine yabancılaşmış ve yitikti; onu kendine getirmek ve uyandırmak için birey olarak insan yüceltilmiştir.

Dönemin bir başka düşünürü M. Scheler, “İnsan ancak kişilikle var olabilir; kişiliğin belirmediği bir varlıkta ‘insan’ sözcüğü öteki varlıkların adlarından farksızdır,” demektedir. Yine Scheler, “Kişi insan, davranışları tutarlı, kendinin olanla davranabilecek kadar güçlü, kendini bedeninden bile ayırt edebilecek kadar bağımsız, kendine hesap verebilecek kadar sorumlu olan insandır,” diyerek “kişi insan”ı kavramlaştırmıştır.

Adlarını yazıya almadığımız daha birçok aydının katkılarıyla bilinçli kılınan aydınlanma dönemi insanı, bütün iyi niyetli çabalara karşın, soyut ya da ideal bir kişi olarak tasarlanmakla gerçek ve somut ilişkileri altında belirlenememiştir.

Karl Marx ve Friedrich Engels

Antik Yunan ve 17. yüzyıl aydınlanmasından sonra aydınlanmada bir üçüncü evre, 19. yüzyılın ikinci yarısında açıklanan eytişimsel ve tarihsel özdekçilikle başlamıştır. Marx ve Engels’in kaleme aldığı bu öğreti, somut insana ve onun yaşamına yönelmiştir. Yöntem olarak Hegel’in eytişimini benimseyen bu öğreti, tarih ve toplumu yeniden ele almış ve “insan eylemi” bağlamında çözümlemiştir. Eytişimsel özdekçiliğe göre, insanın insanlığı üretimle başlamıştır; insan bilinçli etkisiyle doğayı değiştirirken kendisini de değiştirmiştir. Bilinç, dışındaki özdeksel etmenleri yalnızca yansıtmakla kalmaz, kendisi de (bilinç) bu etmenlere etkin bir güç olarak katılır ve kendini de üretmeyi başarır; işte insanın özgürlüğü, bu kendini üretmenin sürecinde gerçekleşir. İnsan egemen olduğu alanın olaylarını “yasa düzeni”ne bağlar; insan bilimsel bilgiyle ve eylemle “zorunluluk” ve “rastlantı” düzenini “yasa düzeni”ne çevirerek çevresi üzerinde egemenlik kurar. “Değer” kavramı eylemsel bir kavramdır; herhangi bir değerin var olabilmesi için bir eylemin gerçekleşmesi gerekir. Değeri yaratan “emek”tir; “emek” üretken eylemdir. Eylem “bilinçli amaçlı etkinlik”tir ve doğada insanın ayrıcalığıdır. “Kendinde” doğayı “kendi için” kılan eylemdir. Eylem sürekli olmak zorundadır; durduğu anda doğaya dönüşür.

Eytişimsel özdekçilik, toplumsal örgütlenmeyi özdeksel bir tutum olarak benimsemiştir. Bunun anlamı şudur: Bilimsellik gereği bilgi ve bilincin kaynağı nesne, olay ve olgulardır ve bunlar özdekseldir; buna bağlı olarak, toplumun yaşamını düzenleyecek yasalar toplumların yapısından ve onun gereksinimlerinden çıkarılmalıdır, değişimleri göz önüne alınmalıdır. Bir süre için geçerli ve yararlı yasalar ve kurumlar, bir süre sonra toplumun değişen yeni çıkarlarıyla çatışarak kendi karşıtlarına dönüşürler. Bu durum yeni yasal düzenlemeleri gerekli kılar; eğer yasaların kaynağı toplumsal gerçeklikte gösterilmiyor ve bazı inanç dogmaları ya da kurumları kaynak olarak gösteriliyorsa, bu durumda, birtakım egemen kişi ya da kuruluşların çıkarı gözetiliyor demektir.

“Nesnel bilinç” önce “hak” (ortaklaşa özgürlük) sonra da “yasa” biçimini alır. Değişen nesnel koşullar nedeniyle kişi “hak”la çelişir, bu çelişmeden “suç” doğar; suç da “ceza” ile çelişir ve böylece hak gelişir. Bu durum toplumsal yaygınlık kazandığında, gelişen haklar toplumsal istenç olarak belirir, böylece yeni yasal düzenlemeye gidilir.

Bilimsel Tutum ve Aydınlanma

Aydınlanmanın bu üçüncü evresi, giderek bilimsel tutum olarak netleşti; böylece yaşam biçeminin evrensel altyapısını bilimsel tutum, ekinsel üstyapısını da sanat, felsefe ve diğer insansal eylemler dolduracaktır. Böylesi bir yaşam biçemi, bütün toplumlarda az sayıda aydın tarafından benimsenmiştir. Çağımız insanının sorunlarından biri ve en önde geleni, böyle bir yaşam biçemini eğitim yoluyla tüm insanlıkta yaygınlaştırmaktır. İnsanı oluşturan etmenlerin en güçlülerinden biri “eğitim”dir. Eğitim öylesine güçlü bir etmendir ki biyolojik yapıyı bile değiştirebilir. Geniş anlamda eğitim, bütün toplumsal değerler dizgesini kapsar. İnsan bu değerleri değiştirebilir, böylelikle kendisini bir başka biçimde oluşturabilir; insanın gücü ve özgürlüğü bundadır. Değerlerin oturduğu temel ise eylemdir, eş deyişle değer eylemsel bir kavramdır; herhangi bir eylemin var olabilmesi için “bir eylem”in gerçekleşmesi gerekir.

İçsel Aydınlanma ve Bilgelik

“İçsel aydınlanma” tarihsel süreçte açığa çıkan aydınlanma devinimlerinin kişinin içsel dünyasında bulduğu yansıma olarak ortaya çıktığı gibi, tamamen ayrı yolda, “içrek deneyim” yöntemleriyle ezoterik ortamlarda, gözlerden gizlenmiş olarak, geleneksel bir tutumla uygulanagelmiştir. İçsel aydınlanmanın tarihsel kökenleri, Doğu dünyası için “Sanskrit”, Batı dünyası içinse “Hermetik”tir.

Hikmete dayalı bu deneyimsel öğretilerin hedefi “bilgelik”tir. Bilgeliğin yolu ve yöntemi, içsel özgürlüğe, yetkinliğe ve bütünlüğe kavuşmayı amaç edinmiştir. Bir bilge her koşul altında mutluluk ve sevinci yaşayabilmekle diğer insanlardan ayırt edilmektedir. Bilgelik yolu bir bakıma “psiko-kozmoloji” olarak da nitelendirilebilir.

V.I.T.R.I.O.L.

Hikmetin bu ezoterik yeraltı suları, değişik sürelerde bir artezyen gibi dünyanın çeşitli yerlerinde, görünür olgusal tarihle ilişki kurmuştur. Delph tapınaklarının kapısında yazılı olan ve Sokrates’in dilinden düşmeyen “Kendini bil” sözü, Tanrı elçisi Mustafa’nın dilinde “Nefsini bilen Rabbini bilir” biçimini almıştır. Latince’de V.I.T.R.I.O.L., Mevlânâ Celâleddin Rumi’de “Kendinden kendine sefer eyle” diye bilgeliğinin yönü ve yolu olarak gösterilmiştir. Yine Rumi, “Kendine doğru kımılda, uyuyanlar kımıldanınca uyku gider,” demiştir. Bu kendine dönüş, kendi içine kıvrılış, kendini bilme yolunda öncelikle bir uyanmayı vurgular. Bu, Anadolu bilgelerinden Pir Sultan Abdal’da “Uyur idik uyardılar, diriye saydılar bizi,” sözleriyle ölü bilincin dirilmesi biçiminde ortaya konmuştur. Bir başka Anadolu bilgesi, İsmail Emre, “Uykudan uyanmak göz ilen değil, biliyorum demek söz ilen değil” diyerek böyle bir uyanışın “varlıkbilimsel” boyutunu imlemiştir. “Uyanmak”, bilincine varmak olduğu gibi, bilgelik yolunda daha derin bir anlamı da içermektedir; insan varoluşunda uyumakta olan yetilerin eylem yoluyla uyandırılması, yaşama geçirilmesi ve kazanılmış yetilerle bütünleştirilmesi de demektir.

Bilgelik öğretisi, salt “anlık alır” bilgilenmeyle kişinin kendini geliştiremeyeceğini ileri sürer; buna göre, anlık alır bilgiyle yetinen özne, durağan salt bir beyin örgenine indirgenmiş olarak kalır. Bilgelik yöntemi ise, öğrenmekten çok edime dayalı eğitim ile uğraşmaktadır. Bilgelik eğitimi, öznenin dönüştürülmesi ve öngörülen etaplardan geçerek varoluşsal olanakların kozmik yapıyla uyumlu, bütünsel ve özgür bir konuma getirilmesini amaçlar. Buna göre, öznenin evrildiği her yeni uğrak, varlık düzeylerinden birini açığa çıkarmaktadır. Ancak böyle bir evrim geçiren özne “irfân” bilgisine kavuşabilir; Niyazî-i Mısrî’nin dediği gibi: “İlmine irfân isteyen gelsin, derdine derman isteyen gelsin.”

Bilgelik öğretisi doğayı, ona bağlı olarak da insanı okunası bir kitap olarak görmektedir. Doğanın görünümleri, simgesel olarak, tek bir özeğin çevresindeki çemberle gösterilmiştir. Çemberi anlamlı kılan, onun özekle olan ilişkisidir. Bu eğretilemede özek, anlamlandırma ilkesi ve amaç birliği olarak simgeleştirilmiştir. (Çember, noktalardan oluşmuş olmakla çokluğu, özekse tekliği gösterir.) İbn-ül Arabî’nin dediği gibi: “Var olanların hepsi sonu olmayan Tanrı sözcükleridir.” Bu, kuşkusuz, Platon’un idealar kuramını çağrıştırmaktadır. Bilindiği üzere, Platon’un idealar öğretisi iki ayrı biçimde ele alınmıştır. Bunlardan biri salt felsefeye özgü anlık alır kavramlarla yazılmıştır; felsefe tarihinde Platon’a yönelik kaynakçayı bu yön oluşturur. Bu öğretinin ikinci yanı ise “edimsel”dir ve Platon’un yaşadığı dönemde siyasal nedenlerden ötürü açığa vurulmamıştır. Bu öğreti, onun öğrencileri yoluyla Mısır İskenderiyesi’ne taşınarak orada yaşama geçirilmiştir. Daha sonra bu öğreti Neoplatonizm olarak anılmıştır. Yeni Eflatunculuğun ünlü izleyicileri İskenderiyeli Philon, Ammonius Saccas ve Plotinus’tur.

Philon, Platoncu felsefeyle Tanrı elçisi Musa’nın Hermetik kökenli öğretisini birleştirerek “tasavvuf” denen akımı doğurmuştur. Philon böyle bir denemeyle, inanç ve felsefeyi birleştirmek istemiştir. Bu girişim daha sonra Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık içinde benimsenip geliştirilerek irfân (gnos) öğretisi olarak yer almıştır.

Hermetik öğretinin Philon ve Plotinus sonrası dönemi, Endülüs İspanyası’nda yeni bir kuşağa ulaşmıştır. Genel olarak Yeni Platonculuğun bir devamı niteliğinde olan bu kavşakta, üç semitik din olan Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlığın gnostikleri ve Antik Yunan felsefesi buluşmuştur. Rabbi Abba, Moşe Maymonides, Abraham Abulafia ve Muhyiddin İbn-ül Arabî bu dönemin önde gelen isimleridir. İbrani Kabbalası bu dönemde yazıya dökülmüştür.

Moşe Maymonides (İbn Meymun), Museviliği olduğu kadar İslam tasavvufunu da derinden etkilemiştir. Özellikle İbn-ül Arabî, vahdet-i vücûd (varlık birliği) kuramı ve yöntemiyle hem felsefe hem de tasavvufta önemli bir etki oluşturmuştur. Endülüs doğumlu İbn-ül Arabî daha sonra Anadolu’ya gelmiş; Malatya, Kayseri ve Konya’da öğretisini yaymıştır. İbn-ül Arabî’nin “varlık birliği” öğretisi, Anadolu’nun heterodoks yapısının bağdaştırıcı felsefesi niteliğine bürünmüştür. Bu görüş, ayrı niteliklerde görülen doğa ve yaşam biçimlerinin aynı varlığın görünüşleri olduğu savıyla, Anadolu üzerinde geniş bir hoşgörüye neden olmuştur.

Horasan’dan Anadolu’ya göç eden Alperenler kuşağı, vahdet-i vücûd anlayışının yaygınlaştığı topraklarda özgürce ve hoşgörü içinde yaşam olanağı buldu. Bu bağdaşık ekinsel ortamda, bilgelerce, insan, yaşamın ereğine konmuştur. Erekteki insan “olgun insan” olarak tanımlanmış ve isteyen herkesin erginlenme yoluyla etap etap böyle bir olgunluğa ulaşabileceği söylenmiştir. “Olgun İnsan” (İnsan-ı Kâmil) öğretisi, sanal ya da imgesel değil, Tanrı vergisi ya da metafizik değil, aksine insan çabası ve emeğiyle, bilgeler eşliğinde ve eğitim yoluyla uygulanabilen bir öğreti olarak karşımıza çıkmaktadır. Anadolu uygarlıklarının üstüne bir krema gibi dökülen bu bilgelik öğretisi, günümüz insanı için incelenmeye, araştırılmaya, edinmeye değer bir niteliktedir.

Bir ekin, bir öğreti ya da bir ekolün başarısı onun içinden yetişen insanlarla ölçülür. Anadolu uygarlık ağacının meyveleri Thales’ten, Diyojen’den, Pavlus’tan, Orpheus’tan Hünkâr Hace Bektaş-ı Veli’ye, Yunus’a, Pir Sultan’a, Mevlânâ’ya, Dadaloğlu’na, Karacaoğlan’a, Nesimî’ye ve İsmail Emre’ye kadar nice tatlar sunmuştur insanlığa.

Anadolu yaşam biçemi bu bilgelikle taçlanmıştır.


* İlk yayınlanma: Us Düşün ve Ötesi, Sayı 1, AAV Yayınları, İstanbul, 1998.