Ülkemizde son on yıldır en çok sözü edilen kavram “barış” olmuştur. Giderek de gündemin temel belirleyici özeğine (merkeze) oturmaktadır. Toplumun çeşitli kesimleri, bu konudaki duyarlılığını her fırsatta ortaya koymaktadır.

Beyinler, akıllar, düşünceler, duygular bir kavramla bu denli uğraşıyor, tartışıyorsa, o zaman ortada bir sorun var demektir. Çünkü kavramlar, yaşam gerçekliğinden insan usuna yansıyarak oluşurlar.

Peki, sorun nedir? İnsanlar “barış” kavramının etik, estetik, edebî vb. entelektüel yapısını mı merak ediyorlar; amaçları düşünsel, sanatsal ufuklarını mı genişletmek?

Kuşkusuz değil.

Ortada bir gerçek var; o da toplumsal barışın giderek bozulması ve onun getireceği kaosun belirsizlik ve güvensizlik ortamı yaratacağı korkusu.

İnsanımızı birbirine bağlayan toplumsal ve tarihsel doku giderek çözülüyor, dengeler sarsılıyor, kavramlar ve kurumlar sorgulanıyor. Sosyal, siyasal çalkantılar, günlük yaşam zorluğunun üstüne ayrıca kara bulut gibi çökmüş; umutsuzluk giderek artıyor. Bu olgular saptanıp ortaya konulduğunda ise, küçük dünyalarının içinde bencil mutluluklarının sarhoşu bir azınlığın da keyfi kaçıyor. “Abartıyorsunuz; her zaman böyle şeyler olur, görevliler ve sorumlular bunları halleder, siz canınızı sıkmayın,” diyorlar.

Yangının dağın arkasında oluşunun körlüğünü yaşayan bu insanlar, değil yangını, dumanını görünce valizlerini hazırlamaya girişiyorlar… Nereye? Bu vatan bizim!

Her neyse, barışa kavramsal düzeyde bir katkı sağlamak amacıyla kavramlar dünyasında kısa bir gezinti yapalım.

Statüko bozulduğunda bundan en çok hoşnutsuzluk duyanlar, statükonun nimetlerinden yararlananlardır. Bunlar yükselen sesleri duymak istemezler, aksine onları susturmaktan yanadırlar.

Bütün bunların yanında bir de “aydın duyarlığı” vardır.  Somut olarak olayların doğrudan etkisinde olmasalar bile, insan olarak sorunları içlerinde duyarlar ve sessiz kalamazlar. Önce olayları anlamaya çalışırlar, sonra çözüm üretmeye girişirler. Düşünceleri eylemleriyle bütünleşir; risk alır, bireysel rahatını bir kenara iter ve zorluklara göğüs gererler. Onlar beyin çilesinden onulmaz zevkler üretmeyi başarırlar ve kendilerini aşarak diğer insanlara ulaşırlar, onlarla dayanışarak kendilerini gerçekleştirirler.

Bütün kavramlar karşıtlarıyla var olurlar. Bir başka deyişle, kavramlar olgular gibi karşıtlarını içlerinde taşır; aydınlık-karanlık, sıcak-soğuk, yüksek-alçak, sert-yumuşak vb. Karşıtını içinde taşıyan bir olgu belli koşullar altında dengede kalır, koşullar değiştiğinde ise değişmeye, dönüşmeye ve başkalaşmaya başlar ve giderek de karşıtına dönüşür. Bunu yapan, olgunun iç dinamiği ile dış koşulların belirli bir etkisidir.

O halde, “barış” da kendi karşıtını içinde taşımaktadır ve koşulların etkisiyle çözünür ve başkalaşır. Ancak, başkalığından kendi üstüne dönerek zenginleşen olgular, bir üst konumda yeniden kurulurlar.

“Barış” kültürel bir kavramdır. İnsanın doğa karşısında oluşturduğu ve “ikinci doğa” niteliğinde olan kültür dünyasında ortaya çıkar. Kültür, insan-doğa ve insan-insan ilişkisinin örgütlediği toplumsal yapıda gerçekleşen bir yaşam biçimi olarak tanımlanır. Kültürler (yaşam biçimi) görelidir; doğal, tarihsel ve toplumsal koşulların belirlenimi altındadır. Ancak, kültürler arası ilişkilerden evrensel insan uygarlığı değerleri üretilir ve her kültür bu uygarlığa katkısı oranında pay alır.

Çeşitli kültürel oluşumlar, kaynaklarını, kuruluş sürecindeki farklılıklardan alırlar. Bir bakıma her kültür bir çelişkiler yumağıdır; bu ise onları hareketli kılar, değişim ve gelişimlerinin temelini oluşturur.

Eğer metafizikçi bir yanılsamayla kültürleri, bağlı olarak da toplumları ve bireyleri, birbirinden yalıtılmış varoluşlar olarak kavrarsak, o zaman da onları birbirinin karşısına koymuş oluruz. Bu dıştalamanın ve düşmanlığın benimsenmesinin yoludur. Ben ve ben olmayan; biz ve başkaları. “Türk’ün dostu Türk’tür” deyimi böyle bir kavrayışın ürünüdür. Eğer bu önerme doğruysa, o zaman karşıtı da doğru olur; yani “Türk olmayan kardeş Türk’ün düşmanıdır”. Bu atomcu düşünce diğer kültürlerle ilişki kurmayı yadsır. Böyle olunca da “barış” ne anlama gelir? Kuşkusuz savaş! Çünkü böyle bir görüş, kendinden başka bir varoluşa rıza göstermez; böyle olunca da bir kültür, diğer kültürleri ortadan kaldırıncaya kadar savaşmak zorundadır. Kendi varoluşunun yolunu diğerlerini yok etmekte aramaktadır.

Eğer “mekanikçi gerekircilik” yanılsamasıyla, kültürler özgür insan eylemi dışında, kendi kendine gerçekleşiyor dersek; eş deyişle, saltık olarak “belirli sebepler belirli sonuçları oluşturur” ilkesiyle düşünürsek, o zaman da kendimizi kaderciliğin (fatalizm) kolları arasına bırakırız. “Olan ve olmakta olan en iyisidir” vurdumduymazlığı benliğimizi sarar ve insan onurunu ayaklar altına almış oluruz; sorumluluk ve ödev bilinci körelir.

Eğer “insan istenci (irade) her şeye egemendir” gibi voluntarist bir yanılsamayla olaylara yaklaşıyorsak, o zaman da her bir şeyi kendi iç yapısı ve direnci yokmuşçasına dilediğimiz gibi çekip çevireceğimiz sanısına kapılırız. Oysa her nesne, olay ve olgu insan etkinliğinin karşısına belli bir dirençle çıkar. Bu direnç, ancak olay ve olguların yasalarının bilincinde olarak, koşul ve dinamiklerin somut değerlendirilmesiyle aşılabilir.

J.J. Rousseau

İstencin gücüyle kültürlere yön vermeye kalkıştığımızda, egemenliği, yetkiyi ve gücü tek elde toplamamız gerekecektir. Bu ise baskı ile boyun eğdirme sonucunu doğurur. J.J. Rousseau’nun dediği gibi, “Baskıya boyun eğen bir halk, başkalarının özgürlüğünü yok etmeye hazırdır,”[1] ve K. Marx’ın dediği gibi, “Başkalarını ezen bir halk özgür olamaz.” Böyle bir durumda, “barış” konulmuş (pozitif) bir kavram olarak, egemen güçler tarafından dayatılmıştır ve belli bir statükoyu gösterir. İçinde somut gerçekliğin yansımadığı, farklı durum ve isteklerin gerçekleşmediği baskılı bir yapay denge “barış” diye adlandırılamaz; çünkü barış kavramı karşılıklı rıza ile özgür istence dayalı bir dengeyi anlatır.

Eğer kültür olgusunu, çelişik, dinamik, organik bir bütünlük olarak kavrıyorsak, o zaman ilişkinin ve karşılıklı bağıntılığın gereğini de kavramış oluruz. Farklılıkları içeren kültür olgusu gerçek dengesini “barış”ta bulur. Ancak, farklılıklar yaşamda genellikle eşit konumda bulunmazlar. Kültür olgusunu ve bağlı olarak kavram ve kurumları, onları oluşturan farklı öğelerin eşitsizliği etkiler ve barış dengesini bozar. Bu ise değişimi, yeniden düzenleme ve ayarlamayı gerektirir; çelişkilerin giderildiği yeni dengeler (barış) kurulur.

Eğer toplumsal eşitsizlik yasalarla onanırsa, bu kez eşitsizlik meşrulaştırılır. Haklılık içermeyen böyle bir meşruluğun yasaları, barışın güvencesi olamaz. Böylece, hak yasa ile çelişir ve hakkın gerçekleşeceği yeni yasa düzenlemesi türe (adalet) için gerekli olur.

Barış, son çözümlemede “türe” (adalet) kavramı ile örtüşür. Türenin olmadığı yerde barış kalıcı olamaz.

Barış, özgürlüklerle de çok yakından ilgilidir. Özgür bir yaşamın, özgür katılımın, özgür seçimin ve özgürleşme olanağının bulunmadığı yerde barış, yalnızca bir sözcüktür.

Barış, insanın, özgür bir biçimde kendini gerçekleştirebildiği güvenli bir çatı olarak anlamlıdır.

J. Paul Sartre

J. Paul Sartre’ın dediği gibi, “Eğer başkasının özgürlüğünü kendiminkine eşit saymıyorsam, özgürlüğü kendime amaç olarak alamam.”[2]

Barış, aynı zamanda farklılıkların güvence altına alınmasını gerektirir. Bundan dolayı da karşılıklı güven barış için zorunludur.

İçinde bulunduğumuz kültürün, İslâm dininin öğretileriyle yoğrulduğunu göz önüne alırsak, barış kavramının toplumun duyuncunda (vicdan) ne denli köklü olduğunu görürüz. İslâm, müslim, Müslüman, teslim, selim, salim, selam, selâmet vb. kavramların aynı kökten –s-l-m kökünden– türediğini görmekteyiz. Bu kök ve ondan türetilen kavramlar, barış ve barışık olma yanında güvencede olmayı da bildirir. Bunun bir ileri aşaması da “mü’min” kavramıdır ki, o da “emin” kavramından türetilmiştir. İman, mü’min vb. kavramlar, güvenin içsel yönünü vurgular; bir dış zorlama olmaksızın insanların birbirine içten güvenmeleri, onları mü’min, eş deyişle barışık yapar. Bunun için İslâm peygamberi Muhammed Mustafa’nın dediği gibi, “innemel mû’minune ihvetun[3] (Karşılıklı güven içinde olanlar kardeştir).

İslâm dışsal güvenceyi, iman ise içsel güveni kavramlaştırır. Kur’an’da bildirildiğine göre, kendine mü’min demek isteyen bir topluluğa ancak islâm olduklarını, imanın ise daha kalplerine yerleşmediğini, bunun için mü’min sayılmayacaklarını öğreniyoruz. Bu ise müslüman olmayla mü’min olmanın ayrımını bildirmektedir.

Anadolu kültür yaşamında bilgelerce ortaya konan ve benimsenen “ahilik”, kökünü “ihvan’dan alan bir sivil toplum örgütü olarak karşımıza çıkmaktadır.

Hace Bektaşi Veli

Temelini barış (s-l-m) kavramıyla kuran İslâm dininin bu özelliği en çok Anadolu bilgelerince benimsenmiş ve yaşamda kurumlaştırılmıştır. Bu bilgelerin baştacı (sertac) olarak kabul edilen Hace[4] Bektaş-ı Velî’nin Anadolu’ya, barış elçisi olan bir ak güvercin donunda (kılığında) geldiği söylencesi simgeleşmiştir. Yine bir Bektaşi sufîsi olan Yunus Emre, “Biz kimseye kin tutmayız, kamu âlem birdir bize,” diyerek barışın “kin” ile yıkıldığını vurgulamıştır. Burada kinle ilgili bir çözümleme yapma gereği vardır: Kin güden öyle bir dünya ister ki orada ötekinin yeri olmasın! O kin, konusunun belirli bir huyunu niteliğini değil, düpedüz varlığını hedef alır. “Ya hep, ya hiç!” der. Kendisine yapışık yok etme eğilimi ile kin, yabancı varlığın ortadan kalkmasını ister. Altyapı gereksinimleri giderilse bile, bir toplumun içinde, tarihten gelen kin tohumlarının kültürel etkisini gidermek, modernist bir yaklaşımla olanaksızdır.

Barış için bir şeyler yapma gereği tarih boyunca insanları uğraştırmıştır. Kimi zaman, Eski Ahit’te görüldüğü gibi, barışı kendi emeğinde değil de Tanrısal kayrada arayan İsrailoğullarının yaptığı gibi Rabbe sunulan “barış takdimesi”, kimi zaman da kendi beynini uyuşturmayı amaçlayan Amerikan yerlilerinin “barış çubuğu” araç olarak kullanılmıştır.

Biz, insanın kendi sorunlarının çaresini kendi usunda ve kendi eyleminde araması gereğini sav olarak benimsedik. Düşünceler, duygular birbirinin ardından geldikçe, akıl ile gönül birbirine alıştıkça, insan türü ehlileşmeye devam ediyor; her şeye karşın ilişkiler yaygınlaşıyor, bağlar sıklaşıyor. Tarihin eski dönemlerine göre çok yol alınmıştır. Buna karşın var olanla yetinmek insana yaraşmaz… Bunun için bilinçli amaçlı etkinliklerle sorunlar aşılacaktır.

Bilinçli amaçlı bir etkinlik söz konusu olduğunda, toplumsal barış için öncelikle yansız ve doğru bir tarih bilinci gerekmektedir. Kültür kimliğimizin doğru çözümlemeleri, onun derinliklerindeki duygu ve düşünceyi, sanat, bilim ve felsefe yoluyla ortaya çıkarmalı ve bilinçlere taşımalıdır. Bunun için de sivil toplum örgütleri gereklidir. Bunlar zorlamalı veya çıkar havucuyla motive edilen değil, gönüllü insanların özverili birliği ile oluşmalıdır. Bu, Anadolu yaşamı ve kültür geleneğinde vardır.

Hace Bektaş, “Ne arar isen kendinde ara,”
Mevlâna, “Kim olursan ol, gel,”
Nazım Hikmet, “Bu memleket bizim,” diyor.

Ve Diyojen, halen elinde fener, insan aramakta…


* 1 Eylül 1996 tarihinde Milliyet gazetesi Sanat ekinde yayınlanmıştır.

[1] J.J. Rousseau, İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı
[2] J. Paul Sartre, Özgür Olmak
[3] Hadis
[4] Yanlışlıkla Hacı olarak bilinir. Hace ise Hoca demektir; bknz. Hacegan öğretisi