“Din, fiilen ahlâk içinde yaşamaktır. İlim bir araçtır.”
Lütfi Filiz
Tasavvuf ve ahlâk söz konusu olduğunda, özgün bir yazım ve kavramlar dizisi de söz konusu olur. Tasavvufun kavramları bir yandan felsefi, diğer yandan şiirsel bir niteliğe bürünmüştür. Bu nedenle, tasavvuf salt felsefe kavramlarıyla açıklanamaz. Bilinç için felsefi kavramlar “gündüz” ve “aydınlık”, mistik kavramlar “gece” ve “karanlık” ise, tasavvuf için kavramlar “alacakaranlık” gibidir; tasavvufun dili kavram ve simgeleri birlikte barındırır. Bir yanı akla dönük, bir yanı ise kalbe dönüktür, çünkü Tasavvufa göre insan, “görünmez bir ruh” ile “görünür bir beden”den oluşmuştur; bu ikisinin arasını cem eden ise “kalb” denen ve bir yanı duyulara diğer yanı da ruha bakan bir “manevi organ”dır (fuad). İnsanın bilgi edinmede iki temel yetisi vardır: Birincisi ilkelere, kurallara ve mantık bilimine bağlı iş gören akıl; diğeri ise ilham, temaşa, keşf ve vecd yolunun yetisi olan sezgidir. Akıl, nedensellik dolayımıyla dıştan kavrarken; sezgi, içe doğan ilhamlarla dolayımsız ve içten kavrar. Günümüz biliminde bu durum beynin yapısına bağlanmıştır. Beynin sol yarımküresi konuşma, analitik düşünme, bölerek kavramaya yetenekli iken sağ yarımküresi rüya görme, bütünsel algı ve zevk almaya yeteneklidir. Bu nedenlerden dolayı, bu yazıda felsefi bir dil yerine edebi bir dil kullanılmıştır.
Ahlâk kavramı, İslâm Tasavvufunun temel kavramıdır. Hz. Muhammed, “Güzel ahlâkı tamam etmeye geldim,” diyerek “güzel ahlâk”a vurgu yapmıştır. Diğer yandan, Kur’an-ı Kerîm’de de Yüce Allah, “İşte bugün sizin dininizi kemâle erdirdim ve üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Sizin için din olarak İslâm’ı beğendim,” buyurmuştur.[1] Bu nedenle, mutasavvıflara göre güzel ahlâk “dinin gayesi” olarak kabul edilmiştir. Ayrıca, “Allah’ın boyası sıbğatullah (ile boyan), Allah’ın boyasından daha güzel boyası olan kim (var) dır? Biz ancak O’na ibadet ederiz.”[2] Burada zikredilen Allah boyasından murat, “Allah’ın ahlâkı”dır. Tasavvufta ahlâk, “var olma ve varlığını kemale ulaştırma” ile ilgili bir kavramdır. Günlük dilde kullanılan anlamıyla toplum değerlerine uymak bu özgün “ahlâk” kavramını karşılamaz. Bu nedenle, ahlâkın varlıkbilimsel (ontolojik) bir değeri vardır.
Ahlâk, kavramsal bir dizgede anlamlıdır. Bu dizge; “Hâlik – Halk – Ahlâk – Mahlûk” dizgesidir. Bu kavramları bir tümcede ele alırsak şöyle deriz: “Hâlik, mahlûkunu belirli bir ahlâk üzere halk etmiştir.” Halk etmek, biçim vermek yani “vardan var etmek” demektir. İşte bu biçim verme, bir başka deyişle “belirleme”, belirli bir ahlâkı yani “nitelikler”i gerektirir. Bu nitelikler Hâlik’in ahlâkında mündemiçtir (içkindir). Böylece tüm mevcûdat (varoluşlar), Allah’ın ahlâkıyla ahlâklanmış olur ki, İslâm Tasavvufunda buna Vahdet-i Vücûd denmiştir. Vücûd (varlık) bulan her mevcûd (varoluş) belirli bir ahlâk ile belirlenmiştir. Bu nedenle, İslâm Tasavvufunda varlık evrensel bir kavramdır ve tüm “var olanlar”ı kapsar. Buna bağlı olarak, ahlâk yalnızca insanı değil tüm mevcûdatı ilgilendiren bir kavram olmuş olur.
Ahlâkın tekili olan hulk, “huy” demektir ve bir sıfatın insandaki tecellisidir. Sıfat bir isim altında huy olarak ortaya çıkar. Noktanın Sonsuzluğu adlı yetkin eserin yazarı Lütfi Filiz,[3] “Sıfât, tasavvuf ve vasıf kelimeleri aynı mastardan (kökten) türemiştir ve o mastarı teşkil eden mânânın giydiği elbiselerdir,” demiştir. Bu elbiseler, “celâli” veya “cemâli” olabilir. İnsan, tüm ilâhi isimlerin mazhârıdır. Huylar bu esmâya istinat eder (dayanır). Bunlardan bazıları “galip” isimlerdir. Bu nedenle de insanlar arasında farklar oluşmuştur. Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Muhammed’in ahlâkı için “Ve inneke le alâ hulkın azîm” denmiştir.[4] Bu, “Muhakkak ki sen, yüksek (azim) bir ahlâk üzeresin,” demektir.
Vahdet-i Vücûd, Hakk’ın külli mertebesi olarak “Allah’ın mülkü”dür. Bu mertebede (Lâhût; ilahi âlem) mevcûdat ayrışmamıştır. Mevcûdatın zuhura gelişi Tasavvufa göre beş mertebede gerçekleşmiştir: Hahût’ta Hüviyeti, Ahâdiyet (biriciklik) ile mertebeleri müteal (aşkın) olan Hakk, 1- Lâhût, 2- Ceberrût, 3- Melekût, 4- Misâl ve 5- Nâsut âlemlerinde mündemiç (içkin) olarak derece derece zuhura gelmiştir. Bu nedenle, her mertebenin kendine has bir ahlâkı yani “varoluş niteliği” vardır. En alt mertebe Nâsut yani “cisimler âlemi” olup burada mevcûdat birbirinden ayrışmış olarak zuhura gelmiştir. Bu ayrışma Kur’an-ı Kerîm’de “fıtrat” terimiyle anlatılmıştır. Fıtrat sözcüğü fatır, yani “yarılma, ayrım” sözcüğünden türetilmiştir. Bu ayrım “sınır”dır ve bu sınır mevcûdatın birbirinden ayrışarak kendi varlığını kazandığı Hakk’ın o varlığa bağışladığı Haktır, ki bu hak ediş o varlığın varlık nedenidir, yani ahlâkıdır. Bu ahlâk, o mevcûdun “varlık düsturu” olarak dindir ve “fıtrat dini” diye isimlendirilmiştir.
Fıtrat dininde varlıklar birbirlerinden belirli bir ahlâk ile ayrışmış olurlar. Bu varoluşlar “Hakk Din” ile de güvence altına alınmıştır. Hakk, “bizâtihi varlık” olarak, varlığını başka bir şeye borçlu olmayan varlıktır. Tüm mevcûdat varlığını Hakk’a borçlu olduğu için mevcûdat külliyen Hakk’ta mündemiçtir. Hakk, “bizâtihi varlık” olduğu için “sebebi kendinde” varlıktır ve tüm var olanların zâtıdır. Mevcûdat ise Halk âlemindendir ve belirli bir ahlâk ile halk edilmiştir. Bu belirli ahlâk, o mevcûdun temel karakteri olarak onun rabbidir. Allah ise tüm mevcûdatın rabbi olarak Rabbü’l Âlemindir.
Her mevcût “zât”, “sıfât” ve “ef’al” ile tezahür etmiştir. Bu nedenle, her mevcûdun ahlâkı (halk ediliş nitelikleri) zât, sıfât ve fiillerinden bilinir. Görüldüğü üzere, ahlâk bir yandan varlık bilimini, diğer yandan da bilgi bilimini ilgilendiren bir kavramdır.
Tasavvuf “safiyet”, “irfâniyet” ve “aşk” ile tanımlanmıştır. Tasavvuf, Kur’an-ı Kerîm’i temel aldığı için, tüm açıklamalarını ona dayandırmıştır. Bu nedenle, Tasavvuf bir Kur’an geleneğidir. Allah Teâlâ, “Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım,” buyurmuştur.[5] Burada ya’budü terimi kullanılmıştır. Her mahlûk kendi halk ediliş ahlâkına bağlı olarak ibadet (hizmet) eder. Sahabeler, “İnsanın ibadeti nedir?” diye Hz. Muhammed’e sormuşlar, o da “Hakkı bilmektir,” demiş. Bu nedenle, mutasavvıflar ya’budü sözünü insan için ya’rifu diye yorumlamışlardır. İnsanın fıtratı, yani onu diğer mahlûkattan ayıran nitelik, işte bu “nefsine ârif olma” niteliğidir. Bu nedenle, Hz. Muhammed, “Men arefe nefsehu fakat arefe Rabbehu” (Nefsini bilen Rabbini bilir) demiştir. İnsanın özgün ahlâkının temeli “ben bilinci”dir. Nitekim Tevrât-ı Şerif’te, Hz. Musa dağda Rabbiyle olan mülâkatında Rabbine, “İsrailoğulları bana soracaklar, ‘Seni kim gönderdi’ diye, onlara ne diyeyim?” diye sormuş, Rabbi de ona “Ben ‘Ben’im; Beni ‘Ben olan Ben’ gönderdi diyeceksin,” demiştir.[6]
Tasavvufa göre insan, nefsine ârif olmak ve bu yolla da Rabbine ârif olmakla yükümlüdür. Tasavvuf, bir Kur’an geleneği olduğu için Kur’an’ın referans gösterdiği Tevrat, Zebur ve İncil’de de çeşitli dayanakları vardır. Tasavvuf terimi, Tevrât-ı Şerif’te zikredilen Mitzpah sözcüğüyle ilgili görülmüştür.[7] Sühreverdi[8] gibi bazı sûfiler ise Sophia yani “hikmet” ile ilgili bir sözcük olduğunu ileri sürmüşlerdir. Sûf yani “yün” giyen, Yahya Peygambere atfen Sûfi, yani yün giyen ve halktan uzak çöllerde gezgin, riyazet ehli bir yaşantıyı benimseyen dervişler için de kullanılmıştır. Bir de İsa Peygamberin yaşamını örnek alan İsa meşrep sûfiler vardır. Yahya Peygambere benzeyen sûfilerde tövbeye çağrı, kederli olmak, az yemek, az uyumak, az konuşmak, uzlet ve halvet dikkat çeken vasıflar iken, İsa Peygambere benzeyen sûfilerde ise neşe, coşku, hizmet, halkla beraber olmak, onların dertlerini paylaşmak gibi vasıflar ön plana çıkmıştır.
İnsandan gayri tüm mahlûkat “emr olunduğu” gibi, yani belirlendiği gibidir; özgür iradeye sahip değildir. Bu nedenle de belirli bir işlevi vardır; bu işlevin dışına çıkamaz. İnsan, bedeniyle “işlev” varlığıdır ama ruhuyla da bir “eylem” varlığıdır. İşte, insanı ayırt eden bu eylem varlığı oluşudur. İşlev sebebe bağlı iken, eylem amaca bağlıdır. “Eylem”, bilinçli amaçlı etkinlik olarak tanımlanmıştır. Bu nedenle de insan ahlâkı, yani varoluş belirlenimleri onun eylemlerinin sonucunda ortaya çıkacaktır. Bu nedenle, tasavvufta insan “ahiret varlığı” yani gelecekte var olacak olan varlık diye tanımlanmıştır. “İnsan kendi eylemlerinden vücut bulur,” denmiştir. İnsanın doğal yanına beşer yani “beden”, ama ruhsal yanına Enis-i Hakk’tan neşet etmiş olan “insan” denmiştir. İnsan, Hakk’ı bilendir. Bilen sorumlu olduğu için tüm mevcûdat içinde yalnızca insan sorumludur. Bu nedenle de Hakk’a muhatap olarak halk edilmiştir. İnsan eylemlerinde hürdür ve eylemlerinin sonuçlarından da sorumludur. Bu nedenle de halk ediliş gayesine uygun olarak Hakk’ın emri rızasını kazanmakla mükelleftir. Bu mükellefiyet ise kendisine teklif edilmiş olan güzel ahlâktır. “Güzel ahlâk” güzel yaratılış demektir ve bu söz “Allah güzeldir, güzeli sever” sözüne bağlanmıştır.[9] Kur’an-ı Kerîm’de, “Biz, insanı en güzel kıvamda (ahsen-i takvim) halk ettik,” buyurulmuştur.[10] Tasavvuf ahlâkı işte bu güzellik (hüsn) ve sevgi (hubb) üzerine kurulmuş bir ahlâktır.
Başlangıçta, insan, beşer olarak “yok varlık” hükmündedir. Daha eylemlerinden doğmamıştır; vücûd bulmamıştır ve bebeklik dönemi “vakt-ı ismet” olarak nitelenmiştir, yani günahsızdır. İnsanın vücut bulması, yani varlık kazanması vicdanda tahakkuk eder. Bu nedenle insan “vicdan” varlığıdır; ürettiği değerlerle varlık alanına çıkar.
Vicdan, V-C-D kökünden türetilmiş bir kavramdır ve “Cûd – Vücûd – Mevcûd – Sucûd” kavramları da bir vetire (süreç) üzere ondan neşet eder. Bunu bilmek, varlığın zuhurunun anlaşılmasını sağlar. Tasavvuf deyimleri aynı zamanda harflerle de ilişkilidir. Cûd varlığın taşması (sudûr) anlamındadır (Lâhut Âlemi); serbest enerji akışı. Bir Vav harfi alarak vücûd olur ki buradaki Vav bağlanmaya işarettir; bağıl enerjiler (Ceberut Âlemi). Vücûd, bir Mim alarak mevcûda gelir ki bu da Nâsut Âlemidir (Cisimler Âlemi). Sucûdda ise Vav yani varlık bağı, Sin harfine yükseltgenir ve V-C-D yerini S-C-D’ye bırakır. Artık hitap muhatabını bulmuştur. Ya Sin “insan” ve Sucûd da “sevgi” bağıdır.
İnsan ahlâkı insanın kendi elleriyle giyindiği bir kaftandır ve bu elbise, gayeye bağlı eylemlerle dikilir. Yunus Emre’nin dediği gibi: “İdris Nebi hülle biçer, gezer Allah deyu deyu.” İdris Nebi yani Hermes Toth, terzilerin de piridir. Onun diktiği elbisenin hâl elbisesi olduğunu Yunus’tan öğreniyoruz. “Hâl” geçicidir ve hâlden hâle geçerek insan telvinde seyrâna dalar. Buna karşın “makam” kalıcıdır ve temkin gerektirir. Âyân-ı sâbiteler (İlâhi İsimler) insanın temel hamurunda esma-i hâs (dominant karakter) olarak bulunurlar ve eğer kişi bu ismi gaye edinip onu idealine yani kemaline erdirirse bu kâmil ahlâk elbisesini giyinir. “Has isim”, bir tohum gibidir. Kişi, bu tohumu gönlüne eker ve bakımını yaparak onu meyve veren bir ağaç haline getirirse muradına erer. Bu kişiye de Ermiş (Hermes) denir. Bu ilâhi isimlerin her biri Rab niteliği taşır ve başka bir deyişle insanın “deha”sıdır. Tohum hâlinde olan has ismin bakımı, diğer ilâhi isimlerle ilişkisinde tahakkuk eder. Bu demektir ki, kişi, diğer insanların dehalarıyla (esmâsıyla) ilişkide terbiye olur. İsmail Emre, “İnsanlar bir araya gelip akıllarını birbirine sürterse, paslı çivilerin bir tamburada birbirine sürtünüp paslarından arınıp parladığı gibi parlarlar,” demiştir.[11]
Tasavvufa göre, Allah yalnızca inananların Allah’ı değildir; O, tüm var olanların ve var olacakların Allah’ıdır. Bu nedenle Sûfi ahlâkı belirli bir inanır grubuna has değildir, evrensel insan anlayışına uygun bir ahlâkı giyinmeyi öngörür. Bu ahlâkın özü, Yunus Emre’nin sözünde gizlidir: “Severim yaratılanı yaratandan ötürü” ve “Yetmiş iki milleti bir bilmeyen insan değil.”
Tasavvuf ahlâkı Kur’an kaynaklı olduğu için başvuru dizgesi belirlidir. Tek tek bireyler için, kâmil bir ahlâk karşısında eksiklikler ve hatalar olacağından dolayı, “Lâ yükellifullahi nefsen illâ vus’aha (Size kaldırabileceğinizden fazlası yüklenmedi) âyeti gereği,[12] ahlâk söz konusu olduğunda, insanları yargılamak yerine “uyarmak” yeterli görülmüştür.
Tasavvuf, insan ahlâkının yalnızca inanma ve zihinsel faktörlerle gerçekleşmeyeceğini söyleyerek değerlerin alışkanlıklara dönüşmesini ister. Buna tasavvuf dilinde tahakkuk denir. Bu nedenle iki ahlâk söz konusudur:
Birincisi “ödevden doğan ahlâk”, ikincisi de “aşktan doğan ahlâk”tır. Şemseddin Yeşil’in dediği gibi: “Vazifeden doğan ahlâkın anası akıl; aşktan doğan ahlâkın membaı ise kalbtir.”[13] Ahlâkın bu iki türü yaşamı biçimlendirir. Burada söz konusu olan “aşk” kavramı da özgün bir kavramdır ve yine Şemseddin Yeşil’in tanımıyla, “Nefste hâsıl olan muhabbete şehvet, ruhta hâsıl olan muhabbete ise aşk denir,” denmiştir. Akıl “düzenleyici ilke”dir ve var olana düzen verir. Aşk ise var olanı değiştirip dönüştürme kudretine haizdir. Toplumsal yapıda “akıl” ve “ödev ahlâkı” egemen olması gerekirken, bireysel ve içsel olarak da semavi cazibenin çekimine kapılarak oluşan “aşk” egemen olmalıdır. Tevhîd (birlik; denge) bu iki âlem arasında mümkündür. Bundan dolayı tasavvufta insan için berzah yani “arada bir varlık” denmiştir. Diğer varlıklardan temel bir fark olarak insan, iç ve dış varlığa sahiptir; çünkü yalnızca insan “Ben bilinci”ne sahiptir. Hayvanlar güdülerinin götürdüğü yere giderken, insan istediği yere gider. Dolayısıyla, insan ahlâkı hem toplumsal ve hem de bireysel iki yönün dengesi üzerinedir. Tek tek bireyler toplumsal ahlâkın içine doğarlar ve onun tarafından kuşatılırlar. Bu türden bir ahlâk edilgindir. Etkin ahlâk için birey kendi iradesiyle ahlâk “tasfiye” ve “tezkiye”sine girmelidir.
Tasavvufa göre ibadetlerin bir özü (batın) ve bir de şekli (zahir) vardır. Eğer öz yiter ve yalnızca şekil kalırsa o zaman taassup artar, insanlar öfkelerinin esiri olurlar; çünkü ibadetlerin özü zevk vericidir. Salt şekiller ise anlamsız, zevksiz uygulamalar ve törenlere dönüşür, insanlar da şekli putlaştırırlar. Buna karşın, eğer şekil yiterse bu kez de özün görünüşe çıkacağı ve korunacağı bir kap bulunmaz ve öz unutulur gider.
Safiyet
İbadetlerin özünde adanmışlık ve sadakat vardır ve bu öze ulaşmak da ibadetle mümkündür. Bu nedenle ibadetler “taklit” ile başlar, “tahkik” ile hakikatlerine varılır. İbadetler “simgesel” olarak hakikatlerin mesajını taşırlar ve bunu ritüellerle dışavururlar. Örneğin, safiyet kazanmak için “abdest” ibadetinin bir de ritüeli vardır ve bu ritüelin işaret ettiği hakikatler yerine getirilirse ibadet olacaktır. Abdest Farsça “el suyu” demektir; yani yıkanarak temizlenmek. Tasavvufa göre, bedenin abdesti “su” ile, aklın abdesti “ilim” ile ve ruhun abdesti “aşk” ile mümkündür. Abdest, taharet yani “temizlenmek” içindir. Bu taharet, namaz öncesi hazırlıktır ve hadesten taharet ile necasetten taharetten oluşur.
İbadetler, aslında, insanın yaşam kılavuzlarıdır. Namaz bunun güzel bir örneğidir. Tasavvufun dayandığı safiyet, irfâniyet ve aşk dizgesi, namaz ibadetinde içkindir. Hem taharete (saflaşma), hem irfân edinmeye (kıraat) ve hem de sevgiye (secde) işaret edilir. Buna ek olarak, Hakk ile kaim olmak (kıyam), Hakk’a riayet (rükû) gibi hakikatlere de işaret vardır.
Namaz (Salât) ibadetinin rükünleri (erkânı) beşi dışında ve yedisi içinde olmak üzere on ikidir: 1- Hadesten taharet, 2- Necasetten taharet, 3- Setr-ü avret, 4- Vakit, 5- İstikbâl-i kıble, 6- Niyet, 7- İftitah tekbiri, 8- Kıyam, 9- Kıraat, 10- Rükû, 11- Sucûd, 12- Kaide-i ahire.
1- Hadesten taharet: Günlük olayların etkisinden zihni temizlemek. Bu sessiz bir oturuşu ve içe dönüşü gerektirir; yani olaylara değil kendi özüne, hüviyetine odaklanmak demektir. Şifresi: “Lâ Mevcûde İllâ Hû”.
2- Necasetten taharet: Bedeni pisliklerden ve manevi olarak da nefsi şirkten temizlemek demektir. Kur’an-ı Kerîm’de müşrikler “necis” olarak anılırlar. Şirk Allah’a ortak koşmak, yedek ilahlar edinmektir. Bunun ilm-i nefs yani psikolojideki karşılığı “kişilik bölünmesi”dir. Bu nedenle, şirkten kurtulmak, kişilik parçalanmasından tevhîd yani “benlik bütünlüğü” yoluyla kurtulmak demektir ki tasavvufi ahlâkın önkoşuludur. İnsanı şirkten kurtaran da bir ilâhi sevgidir. Şifresi: “Lâ İlâhe İllâllah”.
3- Setr-ü avret: Zahiren edep yerlerinin örtülmesidir ki biçimi kültürlere ve koşullara göre değişir. Mânen ise bir müminin insanlarda gördüğü kusurları ve ayıpları fâş etmemesi, yani örtmesidir. Şifresi: “Settar-ül Uyub”.
4- Vakit: Zahiren her ibadetin vaktine riayet etmektir. Örneğin; namaz vakitleri, oruç vakitleri, hac vakitleri vb. Mânen ise her işin vâki olacağı bir vakt-i merhunun (gerçekleşme anı) olduğunu bilmektir.
5- İstikbâl-i kıble: Tüm ibadetlere başlarken zahiren yüzünü Kâbe’ye dönmektir. Mânen ise tüm ibadetlerde Kâbe’nin işaret ettiği ve Allah’ın muhabbetinin tecelli ettiği Kalbe yüzünü dönmektir. Şifresi: “Allah-u Ahad”.
6- Niyet: İbadetlerin ne amaçla yapıldığının farkında olmaktır. Mânen ise eylemlerimizi hangi ilâhi isme yani evrensel ideaya bağlı olarak yaptığımızın farkındalığıdır. Örneğin, davranışlarımızı Allah’ın Adl ismine yani “adalet” ilkesine göre yapıyorsak, bunun farkındalığı niyetimizi belirler. Şifresi: “İnnemel a’malu binniyet”.
7- İftitah tekbiri: Bu tekbir namaz ibadetinde başlangıç tekbiridir. İftitah sözcüğü “fetih” yani açılış sözcüğünden türetilmiştir ve “miftah” yani anahtar sözcüğüyle de ilgilidir. Bu tekbir yapılırken, eller, başparmakları kulak memelerine değecek ve avuç içleri öne dönük olacak bir biçimde yüzün iki yanında tutulur. Kur’an-ı Kerîm’in açılış sûresi Fatiha Sûresi’dir. “Fatiha” açılış olduğundan, Kur’an-ı Kerîm için Fatiha Sûresi ne demekse, insan için de “insan yüzü” o demektir. Şifresi: “Allah-u Ekber”.
8- Kıyam: Ayakta durmaktır. İnsan, hayvanlar arasında şaha kalkarak yani ayakta durarak onlara hâkim oldu. Bu nasıl böyleyse, aklını da ayağa kaldırarak kendi hayvanlığına hâkim olursa o zaman “insan” olur. Kıyam, mânen kendi ayakları üzerinde durmaktır; “ek” olmaktan kurtulup “Hakk” olmaktır. Şifresi: “Hakk”.
9- Kıraat: Okumak, bildirmek demektir. Ayağa kalkan insan kendi kitabını okumalıdır, yani kendini bilmelidir ve de bildirmelidir. İnsan “söz” ile terbiye olur. İnsan sözden anladığı için insandır; yani soyutları kavradığı ve bunu dile döktüğü için insandır. Şifresi: “İkra”.
10- Rükû: Eğilmek demektir. Kendinde Hakk’ı gören insan, Hakk’ı herkeste ve her yerde görür ve ona eğilir. Rükû “saygı” demektir; Hakk’a boyun eğmektir. Hz. İmam Ali için “Rükûda sadaka verirdi,” denir. Bunun anlamı, “doğruluktan sapmazdı” demektir; birisine yardım ettiğinde bunu o kişiye saygı göstererek yapardı.
11- Sucûd: Secde etmek başı yere koymak demektir. Secde etmek benliği yok etmektir ve insan yaratanı karşısında benliğini yok ederse, o zaman teslim olmuş olur, yani İslâm olur. Nasıl ki rükû mânen “saygı” demekse, secde de manen “sevgi” demektir. İnsan sevdiğinde benliğini yok eder ve sevgiye teslim olursa, ancak o zaman huzuru bulur. Şifresi: “Habîbullah”.
12- Kaide-i ahire: Son oturuş demektir. Nasıl ki Yüce Allah, “Errahmânü alel arşı istiva,”[14] yani “Rahman arşa oturdu (arşı kapladı)” demişse, insan da işlerinin sonunda öylece oturur durur. Arş, müminin kalbidir. “Rahman Arş’ı kapladı” demek müminin kalbi rahmetle doludur demektir. Şifresi: “Er Rahman”.
Son oturuştan sonra, önce sağa yani “mânâ âlemi”ne selâm; sonra da sola yani “madde âlemi”ne selâm verilerek namazdan çıkılır. Şifresi: “Es-selâm”.
İrfâniyet
Safiyet, irfâniyet ve aşk dizgesinde ikinci adım irfâniyet adımıdır. İlim ile irfânı ayırt etmek gerekir: İlim “vech-i küllî” ile yani her yönüyle bilmektir (tümelin bilgisi). İrfân ve marifet ise “vech-i cüz’i” ile bilmektir (tikelin bilgisi). Bu cihetle Cenâb-ı Hakk’a irfân ve marifet isnat olunmaz. İrfâniyet, fıtrî istidat eseri olarak, tefekkür edip bilmektir. Buna İlm-i Ledün ve İlm-i Rabbanî de denir.
Ayrıca, irfân için tasavvufta özelleşmiş bir ifade de “bilmek” değil ama “tanımak” kavramıdır. İlmin bildiğini irfân tanır. Tasavvuf ahlâkı için “Men arefe nefsehü, fekad arefe Rabbehü”[15] hadisi şerifine dayanarak, “irfâniyet” Rabbani bir bilgi olarak benimsenmiştir. Allah’ın Âlim ismi olduğu halde Ârif diye bir ismi yoktur.
İrfâniyet bilgisinin temeli “kendini bilmek”tir. Tüm diğer irfânî bilgiler buna istinat eder. Nefs bilgisi ya da nefse ârif olmak, nefsi terbiye etmekle mümkündür. Nefs bir eşyayı ya da olayı bilmek gibi bilinemez. Nefse ârif olmakla nefs değişir ama nefse âlim olmakla nefs değişmez. Başka bir deyişle, nefsteki değişim ve dönüşümlerin bilgisi “irfân”dır. Bu nedenle de irfânî bilgi tecrübeye dayanır.
Nefse ârif olmak için nefsi mertebelerde bilmek gerektiği üzerine tasavvuf geleneğinde fikir birliği vardır. Bu mertebeler yedidir. Nefsin bu yedi mertebesini önceleyen ve doğaya ait olan beş mertebe de eklenirse toplam on iki mertebe eder. Tıpkı namazın rükünlerinde olduğu gibi; ilk beş rükün namaza nasıl dışsal ise, insanın maddi doğasına ait olan Lâhut, Ceberut, Melekût, Misal ve Nâsut mertebeleri de insan nefsine dışsaldır. İnsan aslında tinsel temelli bir varlık olduğu için, maddi doğası onun varlığının özü olamaz. Bu nedenle “Nefsini bil” buyruğu vardır. Tasavvufa göre “beden” insan için bir binek hayvanı gibidir; “nefs” de onun binicisidir.
Nefse ârif olmanın yedi mertebesi:
1- Nefs-i Emmâre: Bir yandan emredici nefs, diğer yandan emir altındaki nefstir. Bu nefs emredici yönüyle nefsin içgüdü mertebesidir. Kişi, bu mertebede içgüdülerinin esiri bir hayvan gibidir. Bu nedenle de bu mertebedeki nefs sahiplerini emir altında tutmak gerekir; yani kendilerine bir “velî” ve bir “vâsi” gerekir. Kur’an-ı Kerîm’de bu mertebedeki nefs için, “Kalbleri vardır ama kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır ama görmezler, kulakları vardır ama işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir, hatta daha aşağıdırlar (bel hum edal)” denmiştir.[16] Bu mertebedeki kişiye “beşer” denir. Şeriat (yasa) ile denetim altına alınır. “Yasa”ya boyun eğdirilir. Bu mertebenin dayandığı peygamber Musa Peygamberdir.
2- Nefs-i Levvâme: Kendini kınayan nefs; pişmanlık duyan nefstir. Nefs-i Emmâre, seyr-i sülûk dışında olan avamın dünyasında egemendir. Bu nefs terbiye altında değildir. Bu nedenle de denetim altında tutulmalıdır, yoksa topluma zarar verir. Tasavvuf terbiyesi almak isteyene “tâlip” denir. Tâlip, bir kâmil mürşide bağlanarak seyr-i sülûkta bulunur; irfân sohbetleriyle birlikte “tasfiye” ve “tezkiye” denilen arınma süreçlerinde mertebeleri aşarak kemâle erer. Tâlibe “mürid” de denir. Mürid’in anlamı “irade sahibi” yani “özgür iradesiyle isteyen” demektir. Sanıldığının aksine, mürid boyun eğen değil, özgürce isteyendir. Mürşid de hükmeden değil, “Allah için hizmet eden”; “irşâd” edendir.
Süreç, tâlibin diğer tâlipler önünde mürşide ikrar vermesiyle başlar. “İkrarı olmayanın imanı boştur,” denmiştir. İkrar töreninde, önce tâlip tüm günahlarından tövbe eder ve bir daha işlememek üzere de and içer. İşte bu tövbe, bütün bir kalble ve ihlas ile yapıldığında tâlip nefsini kınayarak, Emmâre nefsin etkisinden çıkmaya meyleder. Bu ikrar töreni Hz. Muhammed’in uygulamasına bağlanmıştır. Hz. Muhammed Allah’ın emriyle müminlerden ikrar (biat) almıştır: “Sana biat edenler ancak Allah’a biat etmiş olurlar. Allah’ın eli onların ellerinin üzerindedir. Verdiği sözden dönen kendi aleyhine dönmüş olur. Allah’a verdiği sözü yerine getirene, Allah büyük bir mükâfat verecektir.”[17] Biat, “özgür iradeyle seçmek” demektir. Nefs-i Levvâme’de tâlip, pişmanlığın kalbine işlemesiyle gözyaşlarına boğulur ki buna “hâl-i istiğrak” denmiştir. Gözyaşlarıyla alınan bu “abdest” Yahya Peygamberin tövbe vaftizidir; kalbi günahın kirlerinden bu temizler. İnsan olmak için hayvansal huylardan kurtulmak gerekir ki bunun için de lâzım olan temiz bir kalbdir.
3- Nefs-i Mülheme: İlham altındaki nefstir. Tâlip, gözyaşlarıyla arındıktan sonra, Nefs-i Levvâme’den çıktığını ve Nefs-i Mülheme’ye vardığını, arınmış olan kalbine doğan ilhamlardan anlar. Bu mertebede tâlip sanatsal duyarlığa ulaşır. Çeşitli sanat dallarında seyran eder. Sûfiler özellikle musiki, şiir ve hat sanatlarına ilgi duymuşlar ve ayrıca semah ile de meşgul olmuşlardır. Nefs bu mertebeye kadar karşıtı ile belirlenirken bu mertebede aklın sınırlarını aşıp zıtların üstüne yükselir. Zıtların üstü “öz” diye isimlendirilmiştir. Öz’de karşıtlık yoktur, çeşitlilik vardır. Artık tâlip, tek yanlı belirlenimler yani itikatların sınırlamasının üstüne çıkmıştır. O bir âriftir artık; itikattan itikada geçerek tüm olanaklı itikatları seyran eder. Hakk’ı tüm tecellilerinde kabul eden bir kalbe sahip olur. Bu mertebede ünlü Sûfi Muhyiddin İbn-ül Arabî’nin bir şiiri vardır:
Ve artık kalbim tüm suretleri kabul eder oldu;
Ceylânlara otlak;
Rahiplere manastır;
Putlara tapınak;
Hacılara Kâbe;
Tevrat’ın levhaları;
Kur’an’ın sayfaları;
Aşk dininin yolundan gidiyorum şimdi ben;
Ne tarafa yönelirse aşk kervanı;
Aşktır benim dinim ve imanım.[18]
Sûfiler, Nefs-i Mülheme’nin kaygan bir zemin olduğunu söylerler. Gelen ilhamlar tâlibi gurur ve kibre düşürebilir ya da şer-i şerife aykırı inançlara saptırabilir. Bu nedenle, Mürşit ile yolculuk güvenli bulunmuştur. Sanat “alacakaranlık kuşağı” olduğu için, Nefs-i Mülheme’deki tâlip de “bilinç ile bilinçdışı arasında” bulunur. Nice tâlibin ayağı bu mertebede kaymış ve en başa, esfele safiline düşmüştür.[19] Sırat el müstakim üzere olan tâlipler ise bu mertebede büyük eserler vermişlerdir.[20] Bu mertebedeki tâliplerin kalbi Davut ve Süleyman Peygambere murabıttır.
4- Nefs-i Mutmainne: Kendinden emin olan nefs. Bu mertebede nefs mutmain yani doygundur. Telvinden temkine geçmiştir. Nefs-i Mülheme’de telvin vardır. Sûretten sûrete, itikattan itikada gezilir. Tâlip, sürekli arayıştadır. Telvin, “levn” kökünden türetilmiştir ve elvan ile ilgili bir sözcüktür; boya, boyanma ile ilgili bir deyimdir. Telvin ile tâlip her renge boyanır. Telvinde kalb kararsızdır. Temkinde ise kararlılık, sükûn vardır. Arayış bitmiştir. Rahman arşı istiva etmiştir. Nefs itminana ermiştir; şüphelerinden arınmıştır. Kur’an-ı Kerîm’e göre, mümin bir tâlip Nefs-i Mutmainne’de Rabbine kavuşmaya davet edilmiştir. İlgili âyet şöyledir: “Yâ eyyetuhen nefsul mutmainne, İrciî ilâ rabbiki râdıyeten mardıyyeh; Fedhulî fî ibâdî; Vedhulî cennetî”[21] (Ey kendinden emin olan nefs, dön Rabbine, sen ondan razı ve o senden razı; gir kullarımın arasına, gir cennetime). Demek ki, Rabbine dönmeye çağrılan kişi, Nefs-i Mutmainne mertebesindeki kişidir. Başka bir deyişle, Rabbine davet edilen “doygun nefs”tir ve kim o mertebeye gelirse bu ezeli daveti duyar.
Rabbe dönüş için âyette rücu’ sözcüğü kullanılmıştır. Rücu’ kaynağa dönüş demektir; meselâ, irca-i kelâm yani “sözü aslına döndürmek” denmiştir. Rücu sözcüğünde “kavuşma” anlamı da vardır. Rabbe dönmek bir anlamda kaynaktan beslenmek demektir; diğer bir anlamda ise “ahde vefa”dır. Rabbe dönüşün yolu ise ibadettir. İbadet “karşılıksız hizmet” demektir ve beden, zihin, kalb, mal, nakit ile salih amel işleyerek vukû bulur. Salih amel içinde geçen “sâlih” sözcüğü, “sulh” ve “salâh” kavramlarının bireşiminden oluşur. Sulh barış demektir ve salâh da kurtuluş demektir. Buna bağlı olarak, salih amel “barıştırıcı ve kurtarıcı bir eylem” anlamına gelir. İnsan ilk önce kendiyle, sonra da diğer insanlarla barışmalıdır.
Bu barış ancak Emmâre nefsle yapılacak olan bir savaştan muzaffer çıkmakla mümkündür; çünkü Emmâre nefs insan için apaçık bir düşmandır. Bu barış için din-i İslâm yani “barış dini” denmiştir ve barışın tesis edildiği beldeye de Dâr-ül İslâm yani “Barış Evi” adı verilir. Kur’an-ı Kerîm’de Yüce Allah, “Bugün sizin için dininizi kemâle erdirdim. Size nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm’ı seçtim” buyurmuştur.[22] Yani insanlık için en iyi yol (din) İslâm yani “barış” içinde yaşamaktır. Salih amel için ikinci olarak “salâh” yani kurtarıcılık gelir. Mahlûkattan herhangi birini hassaten de bir insanı maddi, manevi sıkıntıdan, cehaletten ve bağnazlıktan kurtarmak ve huzura kavuşturmak “salâh” kavramının içerikleridir. Ezan-ı şerifte “Heyyalel salâh, heyyalel felâh” buyurulmuştur. Demek ki, salih ameller felâha ulaştırır. İşte bu felâh cennettir; felâhı Hakk dostlarıyla paylaşmak da ibadettir.
5- Nefs-i Râziye: Rıza içindeki nefs demektir. Âyette “Sen Rabbinden razı ve Rabbin senden razı olarak gir abidlerin arasına”[23] denmesi ile “rıza” kavramının önemine dikkat çekilmiştir. Hakk dostları “Hakkın emri rızasını” yerine getirenlerdir; ekmeğini, aşını paylaşanlardır. Onlar her toplandıklarında (cem) birbirlerinden rızalık isterler. Rızasız lokma yemezler. Ozan, “Bu bir rıza lokmasıdır; yiyemezsin demedim mi?” diyerek[24] rızalık almayanları uyarmıştır. Tasavvufa göre, cennetin koruyucu meleğinin adı Rıdvan’dır. Cennete Ravza-i Rıdvan da denmiştir. Rıdvan, “râzılık, hoşnutluk” demektir. İşte “cennet ehli” demek, birbirinden razı olan insanlar topluluğu demektir. Buna karşın “cehennem ehli”nden söz edilir. Cehennemin baş meleğinin adı ise Mâlik’tir. Mâlik, “mülk sahibi” demektir. Tasavvufa göre rızasız mülk insana azap verir ve yerini cehennem yapar. Cehennem, rızasız toplum demektir.
6- Nefs-i Marziyye: Kendisinden razı olunan nefs demektir. Tasavvuf ahlâkında “rıza” karşılıklıdır. Tâlibin ilişkide olduğu insanlardan razı olması yeterli değildir, insanların da ondan razı olması gerekir. Bu mertebe toplum oluşturma mertebesidir. Bu mertebede bireyden topluma geçilir. Bir âyet-i kerimede, “Onlar cennette birbirlerine selâm dilerler,” buyurulur.[25] Selâm sözcüğü; İslâm, teslim, müslim sözcükleriyle ilgilidir ve “güven” anlamına gelir. Bu nedenle de cennet aynı zamanda dâr-üs selâm yani “güvenlik yurdu” demektir.
7- Nefs-i Safiye / Nefs-i Kâmile: Arı nefs ve kâmil nefs demektir. Bu nefs mertebesine, Nefs-i Emmâre’ye karşıt olarak, Nefs-i Envâre de denmiştir. Envâre, “nurlar” demektir. Bu nefs, “aydınlanmış nefs”tir. Tasavvuf ahlâkının merâtibi burada sona erer. Özet olarak, tasavvuf ahlâkı için, “cehalet, bağnazlık ve gazap ahlâkından kurtulup safiyet, irfâniyet ve aşk ahlâkına bürünmektir” ya da “korku ahlâkından çıkıp aşk ahlâkına bürünmektir” denir.
Tasavvufa göre, insan Hakk olmalıdır; ek değil.
Aşk
Safiyet, irfâniyet, aşk dizgesinde son kavram aşktır. Aşk için birçok tanım vardır. Muhakkikler, “Merâtib-i muhabbet, nefsin tekâmülüne göre inkişâf eder; ihtiyacın artmasıyla iştiyak, iştiyakın artmasıyla muhabbet, muhabbetin artmasıyla aşk doğar,” demişlerdir. İnsan bu âleme “mutlak muhtaç” olarak doğar. Hayvanlar doğar doğmaz beslenmeye başlarlar. İnsan yavrusu tek başına kalsa, hayata tutunamaz. Tasavvufa göre, insanın bu mutlak muhtaç olması dolayısıyla Yüce Allah’ın kulu (muhatabı) olma mertebesine yükseldiği kabul edilir. İnsan, Allah’ın tüm isimlerine muhtaç olduğundan dolayıdır ki ilâhi esmâ onda tümüyle tezahür eder. İnsan, mazhar-ı Hakk’tır. Özetle söylersek, insan Allah’a muhtaçtır ve bilerek ya da bilmeyerek hep onu ister. Allah da bu talebe icabet eder. Allah’ın isimleri insanın gereksinimleri olunca, insan Allah’ı kendi nefsinde ve kendi nefsi için ister. Bu istek aşırı bir tutkuya dönüşürse buna iştiyak denir. İştiyak, ihtirasla karıştırılmamalıdır. İhtirasta sahip olma isteği, iştiyakta ise var olma isteği vardır. Allah’ın isimleri insanda, insanın gereksinimlerinden doğan eylemlerin sonucunda ortaya çıkar ve insan bu yolla Allah’ı bilmiş olur. Kendi nefsinde şahit olarak bilinen Allah’a muhabbetle bağlanır. Tecellilerin artmasıyla muhabbet de artar ve tüm esmaya yayılır, esmâ-i cem vaki olduğunda ise “aşk” zuhur eder. Bu nedenle de “aşk” insanın kendi yaratılış amacı olan kendi kemâline tutkusudur. Âşık maşukuna muhtaçtır ama vuslat istemez; aşk ateşinde yanmayı tercih eder. Bu nedenle de aşktan gayri bir isteği kalmaz. Seyyid Nesimî de, “Yanmaktır kârım ateşi aşka,” demiştir.[26] Aşk sözcüğü Arapça’da aşaka yani “sarmaşık” sözcüğünden türetilmiştir. Âşıkla maşuk rûhen, bir sarmaşık gibi birbirlerine sarılmıştır. Aşk ise “meşk” ister. Bu nedenle, âşıklar bir araya gelip Allah’ı anarlar. Bu anış sohbettir ve bu sohbet şiir, müzik ve dans ile bütünleşir; işte buna meşk denir.
Tasavvufa göre, Allah kâinatı sevgisinden yaratmıştır; bu nedenle de Allah sevgisi tüm kâinata yayılmıştır. Kâinata yayılan ilâhi aşk insanda toplanmıştır. Bu nedenle, Allah aşkı bir insanın bir insana duyduğu şehvetsiz ve menfaatsiz sevgide gizlidir. Buna en güzel örnek Şems ve Mevlâna’da tecelli eden “ilâhi aşk”tır.
Aşk, Zât-ı İlâhi’nin bir tecellisidir ve Mâkâm-ı Mahmud’dur. “İlâhi aşk” tüm dünyevi ve uhrevi arzulardan kurtulan insanlarda tecelli eder. Sevgi ve şefkatten farklı olarak, aşk yakıcı bir ateştir ve tâlibi kızgın bir demir gibi ateşe çevirir. Zâten soğuk iki demir birbirine kaynamaz. Aşk ateşi Rahmanî bir ateştir ve tâlibe zevk verir. Aşk geldiğinde benlik erir. Allah aşkı insanları birbirine raptederken, Allah da onlarla birlikte olur. Bu nedenle, bir âyette, “Sağlam ipe tutunun” denmiştir.[27] Bu ipin bir ucu Allah’ta, bir ucu da kuldadır. Allah’ta olan ucuna kurb-u feraiz, kuldakine ise kurb-u nevafil denir. Bu ip, “ilâhi aşk”tır. Aşk meşki, meşk de melekleri doğurur ve insan yaşamı cennet olur. Aşk zâta bağlıdır ve aşksız tevhîd tahakkuk etmez. Bu nedenle, iki tür tevhîd vardır: Birincisi ilmî tevhîd ki buna “ham tevhîd” de denir. İkincisi ve asıl olanı ise aşktır ki ilimle kavranamaz. Âşık akl-ı küll; maşuk ise nefs-i küll mertebesindedir.
Kur’an-ı Kerîm’de “aşk” sözü geçmez. Sûfiler, bunun nedenini İmam Ali’nin, “Konuşan Kur’an benim, elinizdeki suskun bir kitaptır” sözüne dayandırarak, Allah aşkının kitaptan alınamayacağını vurgularlar. Ama Kur’an-ı Kerîm’de aşka işaret vardır ve bu işaret hurûf-u mukatta olarak bilinen şifre harflerden “Ayn”, “Sin”, “Kaf”ta gizlidir.[28] Ayn, Sin ve Kaf üç harftir ve yalnızca Kaf harfinde iki nokta vardır. Bu üç harf ile iki nokta, insan bedenini ve kafasını simgeler. Kaf harfindeki iki nokta, insan kafasındaki iki göze karşılıktır. Eğer Sin harfinin üstüne üç nokta konursa o zaman Sin, Şin’e dönüşür. Bu üç nokta, üç tevhîd noktasıdır: Birincisi tevhîd-i ef’aldir; fiillerin tevhîdi “güzel ahlâktır” ve bunun ilkesi “Hayr”, iyilik ilkesidir. İkinci nokta tevhîd-i sıfâttır; sıfatların tevhîdi “ilimdir”. İlmin ilkesi de “Sadakat”, doğruluktur. Üçüncü nokta, hubb, sevgidir ve sevginin ilkesi de “Hüsn”, güzelliktir. İşte bu üç nokta Sin harfinin üstüne konduğunda Sin, Şin olur ve “Ayn, Şin, Kaf” üçlüsü elde edilir ki, o da “Aşk” diye okunur. Bu nedenle aşk için, “Üç harf, beş noktadır; Üç aşağı, beş yukarı,” denmiştir.
Aşk, kalbi cilâlar ve ilâhi tecelli bu kalbe yansır. Âşığın gönlü “Allah’ın aynası” olur. Tasavvuf ahlâkının nihayeti budur. Fuzûli, “Aşk imiş her ne var âlemde; ilm bir kil-u kâl imiş ancak,” demiştir. Lütfi Filiz’in bir doğuşu son noktayı koyar:
“Aşk deryası kaynadı, hâle-i nûra döndü,
Bu hâle-i envârdan, Cemâlullah göründü.”
* İlk yayınlanma: Aydınlanma Sorunu ve Değerler, AAV Yayınları, İstanbul, Mart 2014.
Dipnotlar:
[1] Kur’an-ı Kerîm, Maide Sûresi 5/3
[2] Kur’an-ı Kerîm, Bakara Sûresi 2/138
[3] Lütfi Filiz, Noktanın Sonsuzluğu, Pan Yayıncılık, İstanbul 1998
[4] Kur’an-ı Kerîm, Kalem Sûresi 68/4
[5] Kur’an-ı Kerîm, Zâriyât Sûresi 51/56
[6] Tevrat-ı Şerif, Çıkış Kitabı 3:14
[7] Tevrat-ı Şerif, Tekvin Kitabı 31:49
[8] Şahabeddin Sühreverdî Maktûl, İşrakiliğin kurucusu, İranlı İslam filozofu, 1155-1191
[9] Hadîs-i Şerîf için Müslim, İman 147, Riyazüs Salihîn 612
[10] Kur’an-ı Kerîm, Tîn Sûresi 95/4 “Lekad halaknel insâne fî ahseni takvîm”
[11] İsmail Emre, Sohbetler, 12 Mayıs 1953 ve 18 Kasım 1956
[12] Kur’an-ı Kerîm, Bakara Sûresi 2/286
[13] Muhammed Şemseddin Yeşil, 24 Mart 1962 tarihli konuşmasından (Kayıt No:152)
[14] Kur’an-ı Kerîm, Tâhâ Sûresi 20/5
[15] Hadis-i Şerîf: “Nefsine ârif olan Rabbine maarif olur.”
[16] Kur’an-ı Kerîm, A’râf Sûresi 7/179
[17] Kur’an-ı Kerîm, Fetih Sûresi 48/10
[18] İbn-ül Arabî, Tercümanü’l Eşvak
[19] Esfele safilin: “Aşağıların aşağısı”. Ref. Kur’an-ı Kerîm, Tîn Sûresi 95/5
[20] Sırat el müstakim: “Dosdoğru yol”. Ref. Kur’an-ı Kerîm, Fatiha Sûresi 1/6
[21] Kur’an-ı Kerîm, Fecr Sûresi 89/27-30
[22] Kur’an-ı Kerîm, Maide Sûresi 5/3
[23] Kur’an-ı Kerîm, Fecr Sûresi 89/28
[24] Pîr Sultan Abdal
[25] Kur’an-ı Kerîm, Vâkıa Sûresi 56/26
[26] İmadeddin Nesimî, 1369–1417
[27] Allah’ın ipi. Ref. Kur’an-ı Kerîm, Âli İmrân Sûresi 3/103
[28] Kur’an-ı Kerîm, Şuarâ Sûresi 26/1