“Gelin tanış olalım; işi kolay kılalım,
Yâd isek bilişelim; sevelim sevişelim,
Dünya kimseye kalmaz.”
Yunus Emre

Anadolu kişisi, Doğu ile Batı arasında bulunduğu ve her iki uygarlığı da yakından tanıdığı için anlama ve anlaşmada etkin rol alabilir. Doğu ve Batı uygarlıklarını en temelde ayıran özellik; Doğu’nun “söz” ve “vicdan”, Batı’nın ise “göz” ve “akıl” uygarlığı oluşlarıdır. Söz uygarlığını Uzakdoğu, Sanskrit uygarlığına kadar yaymak olanaklıdır. Doğu “içe dönük”, “sözel-işitsel” ve “meditatif” bir uygarlıktır; dinlerin ve mistik akımların doğduğu yerdir. Yaşamı, simgeler aracılığıyla kavrar ve bir anlam çoklusu içinde yorumlara yer verir; yaşam “niyete bağlı” bir biçimde gelişir, şiir ve edebiyat ağırlıklı bir sanatı vardır. Batı, “dışa dönük”, akla dayalı, felsefî kavramsal düşünceyle anlamı belirgin kılan bir uygarlıktır. Batı uygarlığının simgesi, üçgen içindeki gözdür: aklın gözü; aklın kavramları, anlamı çoklu değil tek bir belirlenime indirger.

Batı dünyasında yaygın din Hıristiyanlıktır ve bu din bir Doğu dinidir. Hıristiyanlık, Tevrat’ın (Tora) çocuğudur ve “Ş’ma Yisrael, Adonai Eloheinu, Adonai ehad: Allahımız Rabbin tek ilâh olduğunu işit ey İsrail!” (Tesniye 6:4) diyerek, görünene karşı işitilenin vurgulandığı bir “tek tanrı” anlayışını benimsemiştir. Bir de Rabbin emri olan: “Kendinize oyma put, herhangi bir şeyin temsili olan bir şekil… yapmayın; …bu şeylere eğilip kulluk etmeyin.” (Çıkış 20:4-5)

Aslında, Yuhanna İncili’nin birinci âyeti konuyu özetler niteliktedir: “Söz başlangıçta var idi ve söz Allah nezdinde idi…”

Ancak, tüm bu uyarılara karşın, akılcı Batı dünyası, Yunan felsefe ve sanat geleneğine uyarak, Doğu’dan gelen sözel kültürün anlamlarına giysi giydirerek onları Rabbin emri hilâfına görünür kılmıştır. Buna bağlı olarak Batı, içinde Allah kelâmından gayrı başka bir şey bulunmayan “sinagog”un karşısına resim ve heykellerle dolu bir “katedral” inşa etmiş; İsa’nın bağımsız mü’min doktrinine karşı, katı kurallarla örgütlenmiş kiliseyi koymuştur.

Batı dünyasının Greko-Romen köklerinin her türden düşünceyi –buna mistik düşünce de dâhildir–  kurumsallaştırmaktaki mahareti, Hıristiyanlık gibi spiritüel (manevi) bir dini bile sistematize bir kurum yaparak dünyevileştirdi.

Bu nedenlerden dolayı, Batı uygarlığında “din” bizdeki gibi bir anlam taşımaz. Batı insanı kavramları somut bağlamıyla kullanır, yani sözünü ettiği mefhumun görünür bir karşılığı vardır. “Din” dediği zaman bir Avrupalı, “din kurumu”nu, örneğin Ortodoks, Katolik ya da Protestan kiliseyi anlar. Biz “din” dediğimizde ise aklımıza belirgin bir kurum gelmez; Diyanet İşleri kilise kurumunun karşılığı değildir. Diyanet İşleri, din görevlilerinin tayini ve mabetlerin bakımı ile ilgili bir kurumdur ve “din işleri” ile ilgilenir, “din” ile değil.

Hıristiyanlıkta ise ruhban sınıfı vardır ve Tanrı’yla kul arasında “vasıta” olarak bulunur (İsa bir “meyâncı”dır); tasavvufun mürşitleri ise vasıta değil “vesile”dirler. Hıristiyanlıkta Tanrı kelâmının taşıyıcı ve koruyucusu kilise (eklesias: imân edenlerin cemaati) adına “ruhban sınıfı”dır. İslâm dininde ise, Tanrı buyruğunun muhatabı doğrudan doğruya “birey”dir, arada vasıta yoktur. Kurân-ı Kerim’de cevaz verilen “ulema” ruhban sınıfının karşılığı değildir; “ulema-yı rasihun” kendisine danışılacak olan “uzman bilim insanları” demektir; vicdanlara karışma hakları yoktur, Tanrı’yla kul arasına giremezler. “Lâ ruhban-e fiddiyn” yâni “dinde ruhban yoktur” İslâm dininin temel ilkelerinden biridir; hoca, imam, müezzin gibi din görevlileri ruhban değildirler. Bu nedenle, “fetva” ile “dogma” aynı nitelikte değildir; fetva talebinde bulunan bir kişi –ki dilerse bunu birçok âlimden alabilir– ilgili konuda yalnızca “görüş” almıştır ve kararı vicdanında kendisi bulacaktır. Dogma ise sorgulanmadan uyulması gereken “kilise iradesi”dir ki “âyet” gücündedir. Dogmaya uymayan aforoz edilir, yani dışlanır.

“Vicdan” sözcüğünün kökü v-c-d’dir ve “bulmak” demektir; Türkçe’ye de “bulunç” veya “duyunç” olarak çevrilmiştir. Hıristiyanlıkta ruhban, hakikati bulduran kimseye denir; İslâm’da ise hakikati mü’minin kendisi bulur. Bunun simgesel karşılığı da ilgi çekicidir: Hıristiyanlıkta rahipler insanları su ile “vaftiz” ederler ve vaftiz edilen kişi bu yolla inisiye olur (kiliseye bağlanır); bir Müslüman ise su ile kendisi bağımsız olarak “abdest” alır ve bu abdest hiçbir kurum ve cemaat için değil, yalnızca Allah rızası içindir.

Tüm bu türden ayrımların bir önemi vardır. Batı’da Rönesans, aydınlanma hareketleri ve laiklikle sonuçlanan kurumsal ayrım, Hıristiyanlık dininin kurumsal yapısından ileri gelmektedir.

Klerikos ve laikos, yani ruhban sınıfı ve halk, mabette temporare “kutsalın eşiği” ile ayrılarak temple “mabet” belirlenir; çünkü İsa, “Ben dünyanızdan değilim” demiştir. O dünyadadır ama dünyadan değildir; bu nedenle, “Ruh-ül kudüs”ü taşıyanlar taşımayanlardan ayrılmıştır ve isteyen herkes gelip “Ruh-ül kudüs”ü almayı isteyebilir; bunun yeri de mabettir (temple). İnisiye olmak cemaate katılmaktır.

Hıristiyan doktrinine göre insanlar, doğuştan gelen, Âdem’in cennetten kovulmasına neden olan “asli günah”ı taşımaktadırlar. Bu günah ancak Yahya Peygamberin öğrettiği “tövbe vaftizi”nden sonra, İsa’nın “fidye”sine iman ederek alınacak olan “Ruh-ül kudüs” ile kalkar ve insan, Tanrı’nın buyruğunu kendi isteğiyle yerine getirmiş olur. Bunun dışındaki insanlar dünyada ve dünyadandırlar ve “ruhsuz”durlar; “semâvî melekût”a girebilmek için içleri “Ruh-ül kudüs” ile dolmalıdır; kurtuluş bundadır.

Hıristiyan doktrininde İsa “Mesih”tir; bedenlenmiş Tanrı-Kelâmı yani Logos’tur ve insanları günahlarından arındırmakla görevlidir. İnsanları günahlarından arındırmak diğer peygamberlere verilmemiştir; çünkü “Ancak günahsız olan günahı kaldırabilir” ilkesi temel doktrindir ve diğer tüm İsrail peygamberlerinin, diğer insanlar gibi, çeşitli günahlar işledikleri Eski Ahit’te yazılıdır.

İslâm inancına göre, İsa diğer İbrani peygamberlerinden bir peygamberdir; ancak O’nun konumu diğerlerinden şu farkla ayrılır: “O, bir Mesih’tir ve Allah’tan bir kelime ve Ruhullah’tır” (Kur’an-ı Kerîm, Nisa 171) ve “Allah nezdinde İsa’nın durumu, Âdem’in durumu gibidir.” (Âl-i İmrân 59)

İsa, Roma parasının üstündeki Sezar’ın resmini göstererek, “Sezar’ın hakkını Sezar’a ve Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin” deyince, Hıristiyanların anladığı şey “vergi vermek” olmuştur; hâlbuki İsa, “Tanrı Tin’dir ve ona Tin’de tapınmalıdır” da demiştir. Gerçi, Eski Ahit’te mabede adanan “takdime”lerin yanında bir de “ondalık” (öşür) veriliyordu.

Dünyevi devletin topladığı vergi dışında kilise de mü’minlerinden ayrıca vergi toplama hakkına sahiptir kabulü; işte bu ayrım “laiklik”tir. Din ile devlet işlerinin bir ayrımı değil, “din kurumu” ile “devlet kurumu”nun işlerinin ayrılması kastedilmiştir. Seküler bir devlette, devletin dışında herhangi bir kurum vergi toplayamaz; bu bir egemenlik sorunudur. Laiklik, egemenliğin iki kurum –devlet ve kilise– arasında paylaşılmasında kavramını bulur.

İslâm dininde “din” ve “din dışı”, “kutsal” ve “kutsal dışı” ayrımı yoktur. Allah’ın her yeri her şeyi kapsadığı inancı; “dualite” yerine vahdet, “birlik” ilkesine bağlı olarak, bir Müslüman için evrenin her yeri mabet sayılmıştır. Eş deyişle mü’min, “temiz” olmak kaydıyla dilediği her yerde “ibadet” edebilir.

İslâm’ın “tevhîd edici özü” gözardı edilerek onu dinler arasında başka bir din gibi kabul edip çatışmacı bir dünya görüşünün beslendiği kaynak gibi göstermek haksızlıktır. İslâm’ın tasavvufi “irfân”ı olmaksızın geriye kalan, içi boşaltılmış birtakım âyinlerdir ve bunlar da insan ruhunu doyurmada yetersiz kaldığı için öfke ve saldırganlık yaratmaktadır. Tasavvuf “taassub”un panzehiridir; nefsin “şehvet ve gazab”ını “iffet ve şecaat”e dönüştürmek onun yoluyladır.

Tevrât-ı Şerif’te, Babil kulesinin yıkılışıyla dil birliğinin dağıldığı ve bunun sonucu olarak da insanların birbirlerini anlamadığı yazılıdır. Yıkılan “doğal dil birliği”nin ardından, insan doğadan ve birbirinden ayrılmış, başka kabileler ve başka milletler biçiminde örgütlenmiştir.

Tüm bu farklılıkların tevhîde (birliğe) gelmesi ise ancak “rıza”yla olanaklıdır. Kur’an-ı Kerim’de, “Eğer onlar barışa yanaşırlarsa, sen de yanaş ve Allah’a güven. O şüphesiz işitir ve bilir,” (Enfâl 61) denmektedir. Rızanın teşkili ise birbirini tanımaktan ve kabul etmekten geçer. Küreselleşme yoluyla insanlık “tüm dünyayı yurt edinme” olanağına kavuşacaktır; bu da ortak bir kavram dilini gerektirir. Tüm insanlığı kapsayacak bir kavramsal dilin inşası, ortak “irfân” tuğlaları ile evrensel ülkü mabedi, “kenetlenmiş bir bina” (Saff 4) projesinde olanaklıdır.

Kur’an-ı Kerîm’de, “Ey insanlar, biz sizi bir erkek ve bir kadından yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi milletlere ve kabilelere ayırdık. Allah yanında en üstün olanınız, en çok korunanınızdır (takva). Allah bilendir, haber alandır,” (Hucurât 13, çev. Süleyman Ateş) denmektedir.

Son sözü Hünkâr Hace Bektaş-ı Veli’ye bırakalım: “Yetmiş iki millete bir göz ile bakmayan, halka müderris olsa da Hakk’a âsîdir.”

Allah indinde din İslâm’dır; İslâm da “barış” demektir.


* 26 Ekim 2012 tarihinde Taraf gazetesinde yayınlanmıştır.