Estetik felsefî bir disiplindir ve konusu sanat, daha açıkçası güzel sanatlardır. Estetik Grekçe bir sözcüktür ve “duyum bilimi”, “duygu bilimi” anlamlarında kullanılmıştır. Ancak bu anlam estetik kavramını doyurucu değildir; çünkü estetik, günümüzde “sanat felsefesi” ya da “güzel sanat felsefesi” anlamında kullanılmaktadır.

Estetik, sanatın özünü ve evriminin yasalarını olduğu kadar, güzelin çeşitli dışavurumlarını da inceleyen güzelin bilimidir.

Estetik, güzelliğin sağladığı duyusal hazzın incelenmesine indirgenemez; böyle yapıldığında “sanatsal yaratı kuramı” dışta bırakılmış olur. Estetik, gerçekliğin yasalarının bilinmesiyle de yetinemez. Bu türden genellemeler sanatın duyusallığını göz ardı ederek soyutlamalara ulaşır.

Sanat nesneleri (eserleri) arzu nesnelerinden ayırt edilir. İnsan arzu nesnelerine onu tüketmek ya da kendi için kılmak amacıyla yönelir. Buna karşın sanat ilgisi, sanat nesnesini özgür bırakır, kendi adına varlığını sürdürmesini ister.

Sanat nesneleri doğa nesnelerinden de ayırt edilir. Estetik değerlendirmede, sanat nesneleri doğa nesnelerinden niteliksel bir ayrımla daha yüksekte durur; çünkü sanat eseri insan emeğiyle yoğrulmuştur ve insan değerlerini yansıtmaktadır.

“Eğitim, arıtma, iyileştirme, mali kazanç, şöhret ve onur için yapılan gayretler gibi başka amaçların sanat olmak bakımından sanat eseriyle hiçbir ilgisi yoktur. (Hegel)

İnsan düşüncesi, sanatta duyusallığın örtüsüne bürünmüş imge olarak ortaya çıkar. Evrik olarak, sanat duyulara olduğu kadar insan bilincine ve ruhuna da seslenir. Başka bir deyişle, sanat doğa nesneleri ve kültür nesnelerini olduğu gibi, jest, mimik, davranış ve konuşma gibi insan edimlerini düşünce ile birliğe getiren ve ifade eden bir dildir. Evrik olarak, tüm sanat nesnelerine düşüncenin (tinin) damgasını vurur.

Sanat duyarlıkla oluşturulduğu gibi duyarlık da sanatla eğitilir ve gelişir. Bu nedenle, sanat ve sanatçı iç içe geçmiş, birbirinden ayrılamaz bir bütünlükle sanat eserinde görünüşe çıkar.

Sanat eseri özgün, özgür, bütüncül ve biricik olmalıdır. O, özeği ve amacı kendinde bir varlıktır; kendi dışında herhangi bir şeyi amaçlamaz.

Sanat edimi özgürlüğe iyedir; doğanın belirleniminin karşısında tinsel, özgür bir dünya kurar.

Sanat eseri bir kez tamamlandıktan, yani sanatçıdan doğduktan sonra bağımsız olarak varlık kazanır; deyim yerindeyse kendi kimliğine bürünür.

Sanatsal edim belli bir dönemin, belli bir kültür ve çevrenin etkisi altında olduğu gibi, belli bir eğitim, belli bir ruh hali ve belli bir yaratıcılığın da damgasını taşır. Sanatçı yalnızca içinde bulunduğu gerçekliği yansıtmaz; daha çok, gerçeği yadsıyarak yeni gerçekliklerin peşine düşer, yeni dünyalar kurar.

Estetik fikir, sanat eserinde içeriğin temel yanını oluşturur. Ancak estetik fikir soyut bir düşünce değildir; sanat yapıtını algılayan kişide uyandırdığı izlenimlerin, duyguların, coşkuların, ruh hâllerinin ve içe dönük düşüncelerin tümüdür; somut imgedir.

Sanat ve sanat anlayışı kültürlere, çağlara, dünya görüşlerine, sanatçının kimliğine göre farklılık gösterir. Bu nedenle, estetik duyu ve estetik değerlendirme yaparken buna dikkat etmek gereklidir. Buna bağlı olarak, Doğu kültür ve uygarlığı ile Batı kültür ve uygarlığının karşılaştığı ve etkileştiği kültürler beşiği Anadolu’da sanatın arkasındaki dünya görüşüne bir göz atalım:

Batının egemen dünya görüşü Greko-Romen kaynaklara dayanır. Geçirdiği birçok aşamaya rağmen Batı sanatının arkasındaki düşünce “dualist”, “analitik” ve “mekanistik” bir düşüncedir.

Batı düşüncesi, analitik olduğu için, nesne, olay ve olguları birbirinden ayırmada çok beceriklidir; ancak analitik düşünce saltıklaştırıldığında parça-bütün ilişkisi kopar ve parçalar (nesne, olay ve olgular) birbirinden yalıtılmış olur. En karmaşık dizgelerde bile parçadan, parçadaki özelliklerden yola çıkarak bütünün kavranacağını kabul eder. Atomcu görüşe bağlı olarak temel yapıların (öğeler) bulunduğunu ve sonra da kuvvetlerle bunların karşılıklı etkileşimde bulunduğunu düşünür. Dualist bakış açısı nedeniyle, özne ile nesne arasına saltık ayrım konur; bilimsel betimlemeler gözlemciden ve bilgi sürecinden bağımsızdır. Bunun anlamı şudur: Bilen özne bilgi nesnesinden saltık olarak ayrıdır ve onun karşısında yalnızca gözlemcidir; bilgi nesnesini deneylemek, bilen öznede bir değişime neden olmaz, yalnızca gözlemine veri toplar.

Batı düşüncesinin genel karakterine baktıktan sonra, bir de Kadim Doğu düşüncesine göz atmak gerekir:

Kadim Doğu düşüncesi “bir”, “birlik” ve “bütünlük” üzerine kurulmuş “organik” (örgensel) bir düşüncedir. Bu düşüncede, mekanistik evren yerine örülü (ağ) bir evren; her şeyin her şeyle dirimsel ilişkisi olduğu düşünülen bir evren tasarımı vardır. Bu düşüncede, parçaların tek başına bir varlığı yoktur; parçaların özellikleri ancak bütünün içinde anlamlıdır. Her parçanın arkasında bir ilişkiler ağı vardır (birlik), parça ise bu ilişkiler ağının bir görünümünden, belirişinden başka bir şey değildir. İnsan doğadan ayrı ya da doğanın karşısına konmuş değildir, onunla aynı örgünlüğü paylaşır; doğa dirimli olarak düşünüldüğü için ona kendi bedenine davrandığı gibi davranır. Yaşamda “rıza” her şeyin üstünde tutulur. Varlık birlik ve bütünlüğü Doğu düşüncesinin anasıdır.

Batılı insan için, kendi dünya görüşü ile yaşamı ve estetik görüşü arasında bir uyumsuzluk yoktur; çünkü kendi tarihsel süreçlerinde oluşturdukları bilgi, deneyim ve düşünceleri eğitim yoluyla yeni nesillere aktarmaktadırlar.

Doğu insanı için durum farklıdır. Geleneksel Doğu düşüncesiyle yoğrulmuş Doğu insanının okullarda aldığı eğitim Batılı eğitimdir. Her ne kadar bilim evrenseldir, doğusu batısı olmaz denirse de bu tam olarak gerçeği yansıtmaz. Bilimin matematiksel ve deneysel sonuçları evrenseldir, ama bilimsel bilgiyi kullanma biçimi ve elde etme nedeni dünya görüşüyle ilgilidir. Üniversitelerde Batı pozitivist felsefesi ve dünya görüşü egemen olduğu için, bu okullarda eğitilen Doğulu insan için kültürel çelişki ve yabancılaşma kaçınılmazdır. Aklıyla gönlü çelişir; aklını aldığı Batının yaşam biçimine ve dünya görüşüne öykünme başlar, kendi kültürünü aşağılar; böylece nesiller arası uçurumlar oluşur.

Kadim Doğu bilgeliğinde estetik algı ve estetik düşünce, başka bir deyişle güzelin kavranışı, neredeyse yaşama bakışın tamamını ilgilendirir. En iyi örneklerini Anadolu sûfilerinde gördüğümüz bu düşünceye göre, “güzellik” tek tek nesnelerde bulunmaz, olsa olsa tek tek nesneler bütünsel güzellikten pay alır –o da yetenekleri oranında. Hatta nesneler bir yandan kendi temel özellikleri oranında güzeli yansıtırken diğer yandan güzelliği gizlerler. Bu, renk alegorisi ile anlatılır: Bir nesne üzerindeki renk o nesnenin rengi olarak algılanır; ama aslında o renk nesnenin diğer renkleri tutarak yarattığı renktir. Örneğin, kırmızı bir cisim düşünelim. Bu cisim bir tek kırmızı değildir; çünkü cisim kırmızıyı yansıtırken diğer tüm renkleri kendinde tutar, kırmızı ile onları örter.

Güzellik bütünsel olduğu için hiçbir nesne (parça) tam olarak güzelliği kapsayamaz.

Sûfilere göre, “Allah güzeldir ve güzeli sever.” Bu anlamda güzellik hem kutsanmıştır hem de her şeyi kuşatan bir nitelikte olduğu vurgulanmıştır.

Batı düşüncesinde ise, cisimden yansıyan kırmızının ne kadar parlak olduğu ve diğer renkler arasındaki görünümünün oransal durumu, renk armonisi gibi kriterlere başvurularak estetik yargılar oluşturulur. Tikel nesneler esas alındığından, analitik bir yol benimsenir.

Doğu düşüncesinde, estetik algı yalnızca varoluş biçimleriyle sınırlı değildir; doğrudan doğruya deneyimleyemediğimiz varlığımız ile varoluş formları arasındaki içsel bağ, estetik algıya içten katılır.

Batı düşüncesinde, sanat eserinin estetik algısında, eş deyişle güzelliği karşısında hayranlık duyulması yeterli görülür. Doğu düşüncesinde ise bu hayranlığın arkasından sevgi gelir. Güzelliğin seyrinde sevgi uyanır. Güzellik, varoluş nesnelerinin arkasındaki varlık birlik-bütünlüğünün onlardaki yansıması olduğundan, bu nesnelerin tümel güzellikten aldıkları pay oranında kişide “hayranlık” ve “sevgi” uyandırır; hayranlık nesneye yönelik, sevgi ise kişinin iç dünyasına yönelik deneyimidir.

Sanat eserinin bütünlüğünü parçaladığınızda güzel artık yoktur; sanat eseri herhangi bir parçasına, öğesine indirgenemez. Güzel, parçalanamaz bir bütündür.

Güzel, topluma yön veren ve toplumun ortaklaşa ruhuna mihrak, referans olan bir meşaledir. İyilik bu meşaleyi tavaf eden bir kelebektir; çok defa güzelin hararet ve ziyası önünde kendini feda etmeye mecbur olan bir kelebek (pervane). Yani iyilik güzelle imtizaç edince kendi vasıflarını yitirir. Güzel onu kendinde eritir.

Kurân’da Allah’a atfedilen isimler için “Esma-ül Hüsna” denmiştir, yani “güzel isimler”. Bu isimler Allah’ı betimler. Allah’ı betimleyen isim ve sıfatların özü güzelliktir. İslâm tasavvufuna göre Allah’ın zâtını betimleyen isimler sıfat olarak âlemde belirmiştir ve âlem aynasında görünen Allah’ın güzelliğidir (Cemâl). Âlemin kemâli insan olduğundan Allah’ın sıfatlarının en yetkin belirişi insandadır. Cemâle iştiyak duyan insan, kendi varlığının cemâlini yani Hakk’ın yüzünü görmedikçe kemâle gelemez. Bunu Niyazî-i Mısrî çok güzel ifade etmiştir:

“Hakk’ı istersen yürü insana bak,
Şems-i zât yüzünde rahşân eylemiş.
Hakk yüzü insan yüzünden görünür,
Zât-ı Rahman şeklin insan eylemiş.”

Tasavvufta, varlık birlik-bütünlüğünün algısı olan güzellik tüm yaşama yayılır ve güzellik aşkın nedeni olarak görülür. Tasavvufta, güzeli göremeyen iblistir. (İblis, eblese kökünden türetilmiştir; libas, elbise, kılık, kıyafet anlamına gelir.) İblis güzelin örtüsü olan, küfr olan zanlardır. “Allah güzeldir, güzeli sever” argümanına göre iblis sevgiden mahrum olandır.

Batıda estetik algı, estetik yargının sonucudur; estetik yargının sonucunda öğretilmiş estetik algı akademizmdir.

Sanat yapıtı, kendinde tamamlanmış ve bağımsızlaşmıştır. Sanatçıdan doğmuş ama ondan da bağımsızlaşmıştır. Sanat yapıtı özgün olduğu ölçüde sanatçısı özgürdür.


* İlk yayınlanma: Us Düşün ve Ötesi, Sayı 9, AAV Yayınları, İstanbul, 2005.