İletişim, bilindiği gibi, iki kaynak arasında iletilerin karşılıklı gidip geldiği bir ilişkidir. Eğer ileti tek yönlü akıyorsa, böyle bir durumda iletişimden söz edilemez. İletişim için geri bildirim gereklidir.
Günümüzde iletişim, daha çok teknolojiyi çağrıştıran bir kavram. İletişim deyince, akla radyo, televizyon, gazete, telefon, bilgisayar, internet vb. geliyor. İletişim araçlarının teknolojik boyutu dolayısıyla, bilgi akışı ülkeden ülkeye, ulustan ulusa, bireyden bireye denetlenemez bir biçimde, ülkelerin sınırlarını aştı.
İletişim, bildirişimin alt yapısı olmakla birlikte, çoğu zaman bildirişimi de kapsayan bir kavram olarak kullanılmaktadır. Kuşkusuz, iletişim bildirişimin olmazsa olmaz bir koşuludur.
Bilgilenme hakkı bir insan hakkıdır, ancak bu hakkın kullanılabilmesi iletişim olanaklarıyla sınırlıdır. İletişim olanakları kısıtlanmış ya da engellenmiş birey ya da toplumlar, gerçekte bilgilenme hakkından yoksun bırakılmış olurlar.
Bilgiyi oluşturmak için iletilerin toplanması, sınıflandırılması, incelenmesi, irdelenmesi ve yorumlanması gerekmektedir. Teknik anlamda iletişim olanakları sağlanmış olsa da, iletileri değerlendirebilecek eğitim düzeyi yoksa bilgilenme olanağı yoktur. Bu nedenle, “bilgilenme hakkı” altyapısı oluşmadan, kâğıt üstünde kalan bir hak olmaktan öteye gidemez.
İletişimin küreselleşmesi birçok yeni olanak sağlamakla birlikte birçok sorunu da yanında getirmiştir.
Günümüzde her birey ileti bombardımanı altında bulunmaktadır. İnsan beyni aşırı ve hızlı ileti ile karşı karşıya kaldığında edilgenleşir ve değerlendirme olanağı bulamadan yalnızca seyirci konumunda kalır. Böyle bir durumda “etkin özneler” yerini “edilgin öznelere” bırakır. Durum değerlendirmesi yapamayan, şaşkın ve sürüklenen insanlar ortaya çıkar. Anlama yüzeyde kalır. Hiçbir şey gerektiği değeri bulamaz; “anlam verme” ve “değer verme” uğraşı gereksiz bir zaman kaybı olarak algılanır.
İnsan her bakımdan bir iletişim varlığıdır. İletişimden tamamen soyutlanan bir insan, bedensel olarak var olsa bile, bilinçsiz bir doğa varlığı olmaktan öteye geçemez. Anlamlı iletişim ya da bildirişim bir dil olgusudur ve dilin niteliği ve kapasitesi ile sınırlıdır. Dilin kullanımı düşünceyi, düşüncenin gereksinimi ise dili değiştirip geliştirir. Her toplumun dili tarih sürecinde oluştuğu için, o toplumun yaşam deneyimlerini yansıtır. Eğer iletişim toplumlar arası düzeyde ise, diller arası çeviri ve anlamlandırma sorun olarak ortaya çıkar.
Diller kavramsal yönüyle toplumların uygarlıklarını yansıtır. Toplumların kültürlerine ise simgeler, sanat, söylenceler ile nüfuz edilebilir. Toplumların anlayışına girmek için onların “irfân”ına bakmak gerekir. Bu nedenle, toplumlar arası iletişim ve bildirişimde “sanat, din, felsefe” belirleyici bir özellik taşır.
Günümüzde savaşların artık uygarlıklar arasında olacağı ileri sürülmektedir. Bunun –ister ileri sürenlerin bir projesi, ister bir öngörü ya da saptama olsun– bir çelişkiyi vurguladığı gerçektir.
Dünya barışını isteyenler, bunu yalnızca siyasi iradeden beklerlerse hataya düşerler. Çoğu insan, siyasiler istese dünyada barış olur sanır. Keşke bu kadar kolay olsaydı! Oysa barış iyi niyetli ve sürekli çaba ister, dayanışma ister; barış ateşi özveri odunlarıyla yanar.
Yunus Emre, “Gel kardeş barışalım, yâd isek bilişelim, dünya kimseye kalmaz,” diyor. Barışın “bilişim” gerektirdiğini yüzyıllar öncesinden görüp gösteren Yunus Emre, sorunun yeni olmadığını da göstermiş oluyor. Yine koca Yunus, “Yetmiş iki milleti bir bilmeyen insan değil,” diyerek yalnızca barış değil, insan olmanın yolunun da diğer toplumları kendin gibi bilmekten geçtiğine işaret ediyor.
“İnsan insanın kurdudur,” denmiş ya; insan insanın dostu olmadıktan sonra insan olmak olanaklı mı? Dost olmak için tanışıp bilişmekten başka yol var mı?
Dil, anlama ve anlaşmanın aracı olduğu gibi, yabancılaşmanın da aracıdır. Düşünmeyi dille gerçekleştiriyoruz; sözcükler, nesne ve olayların yerine geçiyor ve biz gerçekliği anlığımızda yeniden üretiyoruz. Ama bu gerçeklik temsilî bir gerçeklik ve saydam değil; yalnızca bir kurgu. Bir başka deyişle, dil gerçekliği örtüyor ve onun yerine geçiyor. Bu nedenle, “yabancılaşma” kaçınılmazdır. Dil, doğa ile ben arasında hem bir bölünme yaratıyor ve bilincin oluşmasını sağlıyor, hem de ilişki kuruyor ve anlamaya yardımcı oluyor. Dil yoluyla ortaya çıkan yabancılaşma, yine dil yoluyla giderilmek zorundadır.
“Öteki” yabancılaşmadan doğar. Dil yoluyla ortaya çıkan bölünme ve yabancılaşma, çevreyi ötekileştirir (doğal ya da toplumsal). “Öteki” tanınmayan, yabancı olan olarak tanımlanabilir ama bu kendiliğinden olmaz; “öteki” dil yoluyla bilinçte üretilir, kurulur.
İnsan kendisi için de bir “öteki”dir, kendisi tarafından ötekileştirilmiştir; çünkü kendine dönük öznellik de dil yoluyla kurulur.
Bilinç, farkındalığa ve dolayısıyla ayrıma zorunludur, bu nedenle her bilinç durumu “Ben”in geçici bir formu olarak ortaya çıkar, kurulur. Bundan dolayı, “Ben” tüketilemez ve tam olarak bilinemez bir süreç olarak tinselleşir. “Ben”in kaynağı düşünebilme yetisidir; bu nedenle de tinseldir.
Dil özneler arası iletişimin aracıdır, bu nedenle de tinin özdeğidir. Tinsellik insanın öz varlığıdır ve insan tinde özgürdür. Dilin özneler arasılık niteliği, onu bir etkinlik olarak belirler. Başka bir deyişle, dil toplu yaşamı gerektirir. Bu nedenle, tinsel etkinlik bir dil etkinliğidir ve topluluğun ortaklaşa yaşamında ortaya çıkar. Her şey dil yoluyla ve tinde anlatımını bulur. Bu nedenle de tin, şeylerin ve öznelerin özü olarak, onları birbirine bağlar.
Ne güzel söylenmiştir:
“Dildir, dilârayı eyler dilber,
dildir, dilârayı eyler vîrân.
Gül güldür, gül dalında iken,
yoksa dikenlik…
Bülbül bülbüldür, dil onda iken,
yoksa serçe…”
Tinselleştirme, bir içselleştirme ya da “Ben”e katmadır. Tin, bilinçte değil duyunçta (vicdan) bulunur; duyunç ise içselleştirilmiş toplumsal ilişkiler, mahrem ilişkiler ve yasadan oluşur.
Ben, dil yoluyla ötekileştirmeyi nasıl yapıyorsa, ötekinde kendini bularak da kendileşmeyi başarabilir; bu, ötekini içselleştirmektir ve tine yükselmektir. Tine yükselmek, Varlığa dönüştür ya da kendini varlaştırmaktır. Topluluk tinsel varlıktır ve özneler arasılık “iyelik, sezgi, empati ve sevgi”ye varan kendini bulma aşamalarıdır. “Sezgi” ötekinden kendi üstüne dönmek, “sevgi” ise ötekini kendi yapmaktır. İşte, “gönül” bireyin değil, topluluğun kalbidir.
“Gönül güldür, hem hâle,
Gönlü güldür cemâle.”
Tin, ruhtan ayrı bir olgudur. Tin, kişi ile doğa ve toplum arasında anlamlı bir ilişki, ruh ise tinselliğin kişi tarafından yaşanması, duyumsanmasıdır.
Din, belli toplumsal ilişkilerin tinsel biçime girmesi olarak tanımlanabilir. Her din, tinin kurumsallaşmasıdır. Tinsellik, dinsel kurumlardan bağımsızlaştığı ölçüde varlığa yayılır ve varlığı tine taşır.
Tinsel gücün ortaya çıkabilmesi için, içe dönük tinsel deneyim gereklidir. İçe dönük tinsel deneyim bilinci değişime uğratır; deneyim sonrası yaşam tamamen ayrı bir gerçeklikte algılanır.
Tinsel güce ulaşmış kişinin yaşam etkinliği artar. Tinsel güç esin verir ve böyle bir esinlenme anlığın (zihnin) sınırlarını aşar. Esin, bulunduğumuz gerçekliği aşmaya yönelik bir kaynak bağıdır. Var olanları değil ama Varlığı duyumsamak, tinle dolmak esin ile olanaklıdır.
Esin kendini en iyi sanatta ortaya çıkarır; esinin dil ve bilinçle olan ilişkisi, anlatımını en iyi biçimde şiir sanatında bulur. Şiir, anlığı aşan bir esini içinde barındırdığı ölçüde esinlenmeyi besler.
Esin, yaşamla doğrudan (anlığın dolayımı olmaksızın) kurulan bir bağdır; bu bağ koparılınca yabancılaşma kaçınılmazdır.
Günümüz yaşamı tinselliği dışlamakla övünüyor. Kişiler kendilerinden ve ötekilerden “insan” olarak söz etmiyorlar; insanı şeylere indirgeyerek, hep şeylerden konuşuyorlar. Mallara ve paraya tapınma yaşam biçimi olarak benimseniyor. İnsan salt bedene indirgenmiş; sevgi sözü yalnızca seksi çağrıştıran bir kavram olarak kullanılıyor. Modernizm, doğayı yenilgiye uğratmakla övünüyor. Modernizmin usçuluğu, tinselliği gereksiz ve usdışı ilân ederek, tinden yoksun bir ekonomi-politiği benimsiyor. Kâr uğruna insanlar yoksulluk ve umutsuzluğa terk ediliyor ve bu özgürlükçü yaşam denerek kutsanıyor. Bütün bunlar bize iletişim sorununun bir “insansızlaşma” sorunu olduğunu anlatıyor.
Yalnızca bilmek ve bilgilenmek sorunu çözmüyor. Bilmek yapabilmektir; başka bir deyişle gerçekte yapabildiklerimizi biliriz. Bilmenin yanında anlamaya gereksinimimiz var. Anlamak aydınlanmadır. Bilgi gerçekle, anlama ise hakikatle ilgilidir; hakikat gerçeğin bilgisini aşar, çünkü hakikat gerçeğin bilgisini anlamak ve kabul etmektir. Örneğin, ölümlü olduğumuzu biliriz, ama ölümlü olduğunu anlamak başka bir şeydir.
İnsanın bir diğerini bilmesi ne demektir? Bırakalım diğerini bilmeyi, kendini bilmek de aynı derecede sorundur. Kendini bilmek kendi hakkında düşüncelerden oluşur; ama kendini anlamak, kendini deneyimlemek ve yaşamaktır. İnsanın bir diğerini bilmesi demek, yorumlamak ve anlam vermek demektir; yoksa hiç kimse bilinç yoluyla bir diğerinin varlığını deneyimleyemez.
Diğerinin varlığını keşfetmeliyiz. Eğer keşfimiz sevgiye ulaşırsa, o zaman özsel bir paylaşım gerçekleşir ki bu, tek olan Varlığın var olanlar arasındaki özsel ilişkisi (paylaşımı) olacaktır.
* İlk yayınlanma: Us Düşün ve Ötesi, Sayı 7, AAV Yayınları, İstanbul, 2002.