Sorunları çözmek onları anlamakla olanaklıdır.

Ekin, yaşam biçimlerini ve ilişkilerini kapsayan bir olgudur. Doğa verilerini duygu, düşünce ve eylemiyle değiştirip dönüştürerek insan kendine ekinsel bir dünya kurar. Ekin nesneleri, doğal özleri ve biçimlerine katılan insansal öz ve beti ile yepyeni bir varoluş kazanırlar. İnsan elinin değdiği her nesne ondan bir iz taşır. Bu nedenle, her ekin nesnesi tinsel bir yansıtıcı, bir ayna gibidir; onda cisimleşmiş imgelem, düşünce ve amaç onu olduğundan başka bir varlık yapar.

Ekinin en belirgin özelliği “bir arada yaşama”dır; törel bir “antlaşma”, gelenek ve görenekle birbirine “perçinlenme”dir. Ekin bir yaşama sanatı olarak da tanımlanabilir. Yeryüzündeki her farklı toplumun kendine özgü bir yaşama sanatı vardır. Ekinsel yaşam, doğal koşullar ve tarihsel süreçlerin yönletimi altında, kişilerin “ilgi”siyle biçimlenir. İnsan, çevresindeki nesne, olay ve olgular arasında, yalnızca gereksinim duyduğu, kendisini ilgilendiren ya da ilgisini uyandıranları görür; bu ilgi bir “yaşam bağı” ilgisidir. Böyle bir ilginin olmadığı yerde insan hiçbir şey göremez. İlgi duyma ile yaşam biçemi arasındaki bağlantı, ilgi duyan özne ile ona kendini açan dünya arasındaki ilişkiyi aydınlatmak yaşam biçemini ortaya çıkarır.

Görülen şey görenin “bilinç içeriği”ne; eğilimlerine, ırasına, eğitim düzeyine, alışkanlıklarına ve ilgilerine göre anlam taşır.

Aynı gerçeklik ortamından ilgi farklılıklarıyla ayrı ayrı dünyalar kurulmaktadır; sanat dünyası, bilim dünyası bu dünyalardan yalnızca birkaçıdır. İlginin azaldığı ya da kesildiği yerde bu dünyalar söner ve yiterler.

Doğal ya da özdeksel gerçek, insan bilinci ve etkisinden bağımsız olarak kendinde gerçektir ve bir bilmecedir. İnsan için gerçek ise, bir bilmeceyi nasıl yorumladığı, ne anlam yüklediği ve hangi amaca yönelik biçimlendirilip kullanıldığıyla ilgili olarak değişmektedir. Bu nedenle, ekin “doğa ve toplum ilişkilerindeki üretimlerin toplamı ve onları kullanma ve nesilden nesile aktarma biçimidir” diye de tanımlanabilir.

Yaşam gerçeğinden yansıtarak oluşturulan çeşitli dünya görüşleri, ayrı yollarda ekinsel süreçleri oluşturmalarına karşın, yine yaşam gerçekliğiyle birbirlerine bağlanırlar. Bu yaşam gerçekliği, temel yaşam güdülerinde kendini ortaya koyar ve beslenme, korunma ve üreme biçimleriyle evrenseldir.

Ekin, toplumsal ilişkilerde ve insan davranışlarında dirimseldir. İnsan, yaşamı bulduğu gibi bırakmaz. Onun ilişkilerini çözer ve yeniden kurar, onu üretir. Tek tek bireylerin davranışlarıyla değişime uğrayan yaşam birikimleri var olanla çelişir, gerilim doğurur ve “tarihsel töz”ü sürekli olarak değiştirir. Tarihsel töz, her neslin kendi yaşam koşullarıyla ve toplumsal ilişkileriyle yeniden biçimlenir. Tarihsel olayları onu yaşayan insanlardan ve onların ekinlerinden soyutlayarak ele alırsak, geriye dirimsiz ve anlamsız olaylar yığını kalır.

Ekin insan topluluklarına ortak bir kimlik kazandırır. Bu bağlamda, ekin “toplumların bilinçdışı belleği”dir. Ekin alışkanlıklara sinmiş olduğu ölçüde kalıcıdır. Bu nedenle, ekinsel yaşam doğrudan (dolayımsız; düşünce dolayımı olmaksızın), dingin ve güvenli bir yaşamdır. Ekinsel yaşam düşünce dolayımı yoluyla uygarlığa dönüşür. “Uygarlık” ekinsel yaşam içinden değerler üretmekle ortaya konur ve bu uygarlık değerleri yaşama geçirilerek, uygulanarak ekinsel kılınır ve ekin düzeyini yükseltirler. “Uygarlık” bir yaratıcılık ürünüdür, yaratıcılık ise yeni ilişkiler bulmaktır; var olan ekinsel gerçeği yadsımak onu değiştirebilmektir.

Ekin duygular çevresinde dokunan bir kilimdir; ekin duygularda yaşar. Gereksinimlere göre düşünce duyguları çalkalandırır ve kişi ekinsel dinginliğini yitirir. Yeni koşullar, yeni gereksinimler ve yeni istekler karşısında kişi, yaşamını güvence altına alma ve yaşamına anlam verme yönünde arayışlara girer. Bu durum ekinsel yaslanmadan bir kopuş, bir kriz olmakla birlikte, bir özgürlük ve olanaklığı da içerir.

Ekinsel biçemin değişmeye yüz tuttuğu her durumda bir kriz, bir sorun ortaya çıkar. İster siyasî, ekonomik, isterse sanatsal, dinsel, felsefî bir biçem olsun, yaşamın alışkanlıklarını sarsan her değişim bir kriz, bir sorun doğurur.

Her var olan iyi olmadığı gibi her değişim de saltık bir iyiyi getirmez. Ancak her değişim ekinsel özün kendini ortaya koymasına neden olur; içerdiği olanakları, dinamikleri, gelişim gücünü ve kalıcı özünü açığa çıkarır.

Ekin içinde gözlenen toplumsal birlik, birbiriyle çelişik yapılardan ve eğilimlerden oluşur. Temel çelişkiler ekinsel değişimi yaratır.

Her ekin hem yerel, ulusal hem de evrensel bir ırayı içerir. Tüm değerler, ekinsel ve toplumsal örgütlenmenin bir ürünü olup toplumun ilgilerini yansıtır. Değer değişmesi, yöneltilen ilginin niteliğinin değişmesiyle ortaya çıkar. Değerler bir gereksinimi karşıladığı sürece var olurlar. Bu anlamda uygarlık, oluşturulmuş değerlerle onların yaşama geçirilişi olan ekinin örgensel bütünlüğüdür.

Bir toplumun tarih sahnesinde kalışı, ürettiği değerlerle donanmış, pekiştirilmiş bir “ekinsel yaşam”a bağlıdır. Oluşturduğu değerlerle yaşamak toplumlara onur kazandırır.

Bir ekinin inceltilmesi, yükseltilmesi, topluma esin veren düşünceye, sanatçılarının etkinliğine bağlıdır. Bir toplumun düşünürleri ve sanatçıları, yaşamın daha derin ve daha yüksek hakikatlerini bulup ortaya koyarlar ve toplumun önünü açarlar, ona gelişmeyi gösterirler. Yaşam kendini düşünce ve sanat yoluyla yorumlayıp yansıtmasaydı ekinler uygarlık doğuramazdı. Sanat, yaşama sürekli yeni yorumlamalar ve örnekler verir; sanatın bu işlevi ekinlere yüksek biçim kazandırır. Kendi başına yaşam için için kendini bilmeden yaşar; kuşkusuz, yaşam bu durumuyla gerçektir, ama belirli bir gerçek değildir. Yaşamın belirli bir gerçek olabilmesi, onun yorumlanması, boyuna ve yeniden görünür bir biçimde üretilmesi gerekir.

Savaşlar, göçler, devrimler ekinler üzerinde olağandışı ve güçlü değişimlere neden olur. Bu türden değişimlerin doğurduğu kriz yaşamsal önemdedir. İnsanlar yaşama karşı güvenlerini yitirirler, toplumsal ve ruhsal çözülmeler olur. Bireyler kendilerine güvenlerini yitirirler, dünya sarsılmaya başlar. Böyle olumsuz koşullarda güçlü ekinlerin bireyleri çok kez gelecek olanı sezerler, yani olanakları önceden duyarlar, korkunun yerini umut alır. Yaşamın güvene gereksinimi vardır, yaşam boşluktan korkar. Bu nedenle, büyük krizlerde geçmişin gücü, geleceğin ümidi olarak boşluğu doldurur. Güvenli bir dünya arayışı, yeni bir “yaşam formu”nun aranmasıyla aynı şeydir.

Türk toplumu genelinde değişime açık bir toplumdur. Nasıl olmasın ki? Orta Asya bozkırlarında, uçsuz bucaksız bir alanda hayvancılık, avcılık ve akıncılıkla yaşamlarını sürdüren Türkler göçebe ve gezgin ıralıydılar. Özgürlüklerine düşkündüler. Tarihte hiçbir zaman köle olmadıkları gibi köle de tutmadılar. Pek azı dışında, uzun süre toprağa yerleşmediler; böylece hareket alanları daralmadı. Gezginlik ve savaşçılıklarıyla çevrelerindeki birçok toplum ve ekinle tanıştılar, farklı yaşam biçimlerine tanıklık ettiler. Kıtlık gördüler, bolluk gördüler. Hepsinden önemlisi büyük göçün önder budunlarıydılar. Yeni topraklar aramak, yeni iklimlere yollanmak cesaret işiydi ve Türkler bu cesareti gösteren sergüzeşt bir toplum oldu. Dünyanın birçok yanına yayılmakla birlikte kendilerine Anadolu’yu yurt edindiler.

Anadolu toprağı Türkleri boş beklemiyordu kuşkusuz. Dünyanın eski ve köklü uygarlıklarına beşiklik etmişti Anadolu. Ancak, gelen Asya kişisinin de yabana atılır bir ekini yoktu ki Anadolu’da eriyip gitmedi, bulduğu ekinleri de yok etmedi. Özellikle halk zemininde kısa zamanda farklılıkları benimsedi. Bulduğu ekinlerle kaynaştığı pek söylenemez, yeni bir bireşim oluşturduğu da; ama hepsinden önemlisi onlarla bağdaştı. Anadolu budunları birlikte bir hoşgörü ekini yarattılar. Bunda Horasan erenlerinin büyük etkisi olduğu gibi, Anadolu insanının da büyük katkısı vardı. Felsefenin doğduğu, Dionysos ve Orpheus ekininin yayıldığı, Hıristiyanlığın yedi kilisesiyle yerleştiği, gnostik ve mistiklerin yaşadığı Kibele Ana’nın toprakları değil miydi Anadolu? Göçlerle gelirken özünde şamanlığıyla, Çin’den Tao’yu, Uygurlar yoluyla Buddha’yı, İran’dan geçerken Zerdüşt’ü, Horasan’a sığınan Ali İslamını ozanının sazında sözünde, Dede Korkutların cemlerinde getirmedi mi Türkler Anadolu’ya? Anadolu bir aşure kazanı; farklılıkları yitmemiş ekinler lezzetle, hoşgörü şekeriyle bağdaşmış ve Anadolu’nun aşuresi çıkmış ortaya. 13. yüzyıl aşuresi dostlara lâyık, dünyaya örnek.

Nice maceraperestin elinde savrulduktan sonra, Anadolu’nun bu yeni kişisi, Kemal Atatürk’ün önderliğinde devrimleri yaparak kendi özgün ırasına kavuştu. Devrimlerle köklü değişimlerden söz edildiğinde, bunun yöneticilerin dünyasında ve yönetim kurumlarında olduğunu söylemek yanlış olmaz; çünkü devrimlerin güvence altına aldığı yaşam biçimi halkın yaşamakta olduğu ekinin ta kendisiydi. Bu nedenle Kemal Atatürk, “Değişme yeteneği olan toplumlar değişir,” dememiş miydi?


* İlk yayınlanma: Us Düşün ve Ötesi, Sayı 5, AAV Yayınları, İstanbul, 2001.