Birinci doğum “ekin ortamı”yla kuşatılmıştır. İkinci doğum “eğitim”e doğmaktır; insan pedagojik, psikolojik ve bilimsel yöntemlerle biçimlendirilir. Üçüncü doğum, “insanın kendisinden doğmasıdır” ki bu da insanın kendi yaşamına kendi özgür istenciyle biçim vermesidir.
İnsan dünyaya geldiğinde, genetik özellik, yetenek ve doğal eğilimlerinden başka bir şeyi yoktur. Hangi ekinsel çevreye doğduysa, onun referanslarıyla biçimlenmeye başlar. Anne babasını, ırkını, dinini, coğrafyasını, tarihini, kısaca ekinini seçemez. Kendisine özenle ve sevgiyle sunulan aile ekini, her karşı koyuşunda cezayla sınırlanır; böylece, insan yaşamının bu en savunmasız ve korunmaya gereksinim duyduğu ilk yıllarında baş eğmeye, yetkeye bağlanmaya zorlanır. Giydirilen bu ekinsel kimlik toplumsal çevre içinde sürekli denetlenir; toplum dev bir organizma olarak bu yeni üyesini kendine uydurmadan, onu özümsemeden rahat bırakmak istemez. Özellikle dar çevrede bulunan insan gelenek, görenek, yaşam biçimi, üretim biçimi ve ilişkileri ile şekillenir; farklı yaşam biçimleri ve ekinlerle karşılaşılmadığında ise, insan hazır bulduğunu tek yaşam gerçekliği olarak algılamaya başlar.
Toplumun en güçlü geleneksel kurumu ailedir. Aile kimlik oluşturmada duygusal bir enstrüman olduğu için, insanın psişik süreçlerinde en derine tohumlarını bırakır; anne sevecenliği, baba yetkesi, varsa kardeş kıskançlığı ve dayanışması, sığınma, korunma, beslenme, destekleme ilişkilerinde psişik alt yapıyı biçimlendirir. Geleneksel yapıda aile, alışkanlıklarına sindirilmiş, bin yılların ekinsel tutumunu yeni üyesine aktarırken, onu aynı zamanda ahlâksal belirlenim altına da alır. Davranışların topluma uyumlu kılınması amaçlandığı için genellikle kişilik gözardı edilir; bununla da kalınmaz, kişilik bastırılır, farklılaşma engellenir. Genelde çocuk utandırılarak cezalandırılır. Böylece kişilik oluşumunda “özsaygı” yitimi olur, bunun yanında kişi inanca dayalı yasaklamaların tartışmasız kabulüne zorlanır; nedenini ve anlaşılır gerekçesini bilmediği bir baş eğme, çocukta “ansal yargı yeteneği”ni engeller. Nesilden nesile geleneksel bilgi aktarımı yapılırken, birçok boş inan da sorgulanmaksızın aktarılır. Çocuğun doğası ve eğilimleri göz önüne alınmaksızın baba mesleğine zorlanır.
İşte böyle bir “ekinsel kuşatım” ve “vesayet” altındaki edilgin insanda “yetke bağımlılığı” oluşur. Geleneksel eğitim kurumları da bu tür bir biçemi benimsemiştir. Bu kurumlar yetke bağımlılığını sürdürür ve güçlendirir, bunun yanında aktarmacılıkla yetinir ve ezberciliği benimser. Sorgusuz, sorusuz ve eleştirisiz “bilgi aktarımı” kuşkusuz özgür düşüncenin ve yaratıcılığın gelişmesini engeller. Böyle bir bilinç ise, egemen güçlerin görüşlerini kolayca benimseyeceğinden, bağnazlığın ve dogmatik düşüncelerin savunucusu olur.
Tarihsel süreçte insanın birinci evresi bir anlamda çocukluk evresidir; bu nedenle, birinci doğum için anlatılanlar tarih için de geçerlidir.
İkinci doğum eğitime doğmaktır. Tarihsel evrede aydınlanma çağıyla örtüşen dönüşüm, bireyin yaşamında eğitime doğmak ya da “gelenekten doğmak” diye karşılanabilir. Kuşkusuz, insan yaşam boyu eğitimle iç içe yaşamaktadır; ancak eğitime doğmak diye özgül bir ayrımdan söz edince, bunun özel bir anlamı olmalı. Bu nedenle, “eğitim” dediğimde artık onu çağdaş anlamıyla anlıyorum. Bu, insanın doğal yetenek ve eğilimlerinden kalkarak, onun pedagojik, psikolojik ve bilimsel yöntemlerle yeniden yapılandırılması ve biçimlendirilmesi anlamına gelmektedir. Böylesine kökten bir değişimi içerdiği içindir ki “eğitim” ikinci doğumu hak etmektedir.
Eğitim, aydınlanma öncesi anlamıyla bakıldığında hiç de olumlu bir enstrüman değildir; amaç, geleneğe ve insana bağlı, egemenlerin buyruklarına baş eğen kişiliksiz insan yetiştirmektir. Öğretilenlerin hiç sorgulanmadan kabulü istenir. Öğretmenler tek yetkedir; o emreder, öğrenci ise baş eğer. Aktarılan bilginin ezberlenmesi istendiği için, kendi kendine etkin olma yeteneği söner.
Eğitime doğmak diyebilmek için, “gelenekten doğmak” anlaşılmalıdır; böyle olunca da eğitim bir “kişisel devrim” ile başlar ve eğitim süreci bir “aydınlanma süreci”ne dönüşür. İnanmanın yerine bilimsel kuşku; itaatin yerine sorgulama; aktarmacılığın yerine araştırma; olduğu gibi kabul etmenin yerine inceleme, çözümleme, birleştirme, eleştirme ve yorumlama; kesinlikçi tutumun yerine raporlaştırma; inançların yerine ussal ve bilimsel bilgiyi kaynak alma; boyun eğmenin yerine özgürlüğü erdem bilme bu yeniden yapılanmanın yoludur.
Çağdaş eğitim aydınlanma bağlamında bir anlam taşır, özgür ve kişilikli bireyleri amaçlar. Çağdaş düşünce kaynak, yetke ve güveni insan usundan başka bir yerde aramayan, bağıntılı ancak bağımsız bir düşüncedir.
Gelenekçi eğitim sürecinde amaç kişinin kendisi değil, yüklenmesi gereken bilgiyi almış olup olmadığıdır. Çağdaş eğitim insana bilgi yığmak değil, onun bilgiyi kavrayabilmesi, anlayabilmesi ve gerektiğinde kendi başına bilgi üretebilmesi yönünde bir eğitimdir.
Bir konu hakkında bilgilenmiş olmak o konuyu anlamış olmak değildir. Çağdaş yorumbilimin konusu olan “anlamak” konusuna eğilen kişinin kendi özgür bilinciyle konuyu irdelemesi, birimler arasındaki ilişkilerin ayırdına varabilmesi ve yeni bireşimler kurabilmesi demektir. Bu nedenle, çağdaş anlayış bilgiyi değil insanı odak noktası olarak alır; insan bilgi için değil bilgi insan içindir.
Çağdaş eğitimde anlayışın oluşabilmesi için “ortam oluşturmak” büyük önem taşır. Yapılması gereken, insanların özgürce konuşup tartışabilecekleri, anladıklarını çekinmeden dile getirebilecekleri düşünsel bir ortamın oluşturulması ve onun güvence altına alınmasıdır. Okullarda sınıflar birer “düşünce işliği” biçiminde örgütlenmelidir. Düşünsel etkinlikle üstün gelme, kazanma ya da kaybetme değil konuyu çeşitli aşamalarda ele alma, tartışma, katkıda bulunma, eleştirme yoluyla aydınlığa çıkarma ve geliştirme amaçlanmalıdır. Önemli olan takım oyunudur, dayanışmadır, ayrımların birliği ve uyumudur.
Toplumlar üyelerini dünyalarına etkin ve yaratıcı bir tepki gösterebilmek için eğitirler. Eğitimi yaygınlaştırarak her bireyin düzeyini yükseltmek ve toplumun topyekûn kalkınmasını sağlamak amaçlanır. Ulusal düzeyde eğitim, öncelikle iyi yurttaşlar yetiştirmek, sonra da her bireyi meslek sahibi yapmak ister. Eğitilmiş bireylerden toplum için nitelikli mal ve hizmet üretmeleri beklenir.
Günümüzde bütün ülkelerde eğitim, o toplumun ekonomik, siyasal ve toplumsal gereksinim ve hedeflerine göre biçimlendirilmektedir. İnsan psişesini ve davranışlarını inceleyen bilimsel çevreler, bundan insan doğasıyla ilgili sonuçlar çıkarmışlar ve bu çıkarımlarla, eğitimde davranışçı görüş açısından bilimsel yöntemlerle, insan davranışlarının denetim altına alınmasını bir sorumluluk ve ödev saymışlardır. Ancak giderek egemen sınıfların kendi amaçları doğrultusunda toplumu bir sürüye çevirme olasılığı nedeniyle, davranışların denetim altına alınması eleştiriye uğramıştır. Uzun süre eğitimde uygulanan insan doğasıyla ilgili bilimsel bilgi ve yöntemlerle gözlemlenen, sınıflandırılan, haklarında öngörülerde bulunulan ve denetlenen insanlar birer nesne konumuna düşürüldüklerinden, birçok düşünürce eleştirilmiş ve tepki oluşturulmuştur.
Tarım ve zanaat toplumlarında, eğitimde ağırlık, öykünme ve çıraklığa verilmiştir. Eğitim, bilgi ya da iş bağlamında ele alınır. Toplumdaki bilgi ve beceri birikimi yeni nesillere bu biçimde aktarılır. Sanayi toplumlarında ise daha düzenlidir ve okullarda gerçekleştirilir. Eğitim bir torna işliği gibi algılandığında, amaç birbirine benzer, tek tip insan yetiştirmek olur; sanayi döneminin eğitime getirdiği bu olmuştur. Bireyler birer ürün gibi düşünülmüş ve sanayide kullanılmak üzere biçimlendirilmişlerdir. Ancak, özellikle varoluşçu düşünürlerin eğitime getirdiği eleştirilerle, yaşamını kendi belirleyen “özgür ben anlayışı”, “sorumluluk”, “aslına uygunluk” ve “yeğleme” gibi kavramlar kişinin biricikliği ve eğitimin daha çok söyleşi (diyalog) düzenlemesi düşüncesini tartışmaya açmıştır.
Varoluşçu hümanist eğitimciler, toplumu, üyelerinin yaptığı katkılarla değişen bir organizma olarak görürler. Hümanist eğitim programlarında, “yaratıcılığın geliştirilmesi”, “farklı düşünebilme”, “eleştirici değerlendirme”, “değişikliğe yol açabilecek beceriler” önemsenir. Hümanist eğitimciler, öğrenciyi ulusal bir grubun üyesi olmaktan çok, “bir birey” olarak görürler.
Bireyi hedefleyen eğitim söz konusu olduğunda, eğitim bir sürece dönüşür ve “yaşam boyu eğitim” gündeme gelir. Yaşam boyu eğitimde okul sonrası eğitim etabı akademik olmaktan çok pratik, kuramsal olmaktan çok uygulamalı, olguların bilgisini edinmekten çok beceri kazanmaya yönelik, kişilerin bilgi ve niteliklerini yükseltmeyi hedef alan “yetişkin eğitimi”dir. Yetişkin eğitimi yerel yönetimlerce desteklenen kurslar ve sivil toplum örgütlerince örgütlenir.
Gelenekten eğitime doğmak ve insanın yeniden yapılandırılması, aydınlanma döneminde ve uluslaşma sürecinde ortaya çıkmıştır. Bu ise bilimsel tutum ile gelenek ve inançlar arasında çatışma yaratmıştır. Aydınlanma geçmişten kopuşu getirmiştir, bu da nesiller arası barışıklığı ortadan kaldırmıştır. Eskiyi yaşatmak isteyenler ile yeniyi benimseyenler arasında çelişki büyümüştür. Böylece, ortaya “tutucular” ve “ilericiler” diye iki akım çıkmıştır. Sanayi ile bütünleşen “aydınlanmacı usçuluk”, alt yapı kurumları açısından modernizmi, üst yapının biçimlendirilmesi açısından da pozitivizmi doğurmuştur.
Pozitivizm, gelenekçiliğin karşısında, onunla çatışarak var olma çabası verdiğinden dolayı, gelenekçiliğin eğitsel tutumu olan yetkeciliği ona karşı kullanmayı yeğlemiştir. Böylece, pozitivizm karşıtı tarafından belirlenmiş ve eğitimde olduğu gibi siyaset ve toplumsal alanlarda da yetkeciliği benimsemiştir. Yetkeci tutum, bireyin kendini tanımlamasına izin vermez; bireyi yöneten yetke tanımlar ve belirler. Bu, devrimci bir tutum olarak geleneksel kurumların yerine geçme eylemidir; yetkeciliği de bundan kaynaklanmaktadır. Aydınlanmacı usçuluğun evrenselci tutumu, pozitivizm, bütün toplumlarca uyulması gereken evrensel genel geçer kalıplar olarak dinselleştirildi. Üstelik pozitivizm, içinde ortaya çıktığı Avrupa ekinini diğer toplumlara dayatmaya başladı. Başlangıçta gayet masum görünen usçuluk ve bilimcilik, giderek emperyalizmin araçları durumuna getirildi. Bu durum şunu göstermiştir: Rasyonalizm değil ama rasyonalite, modernizm değil ama modernite, pozitivizm değil ama bilimsel tutum benimsenirse, her toplum kendi ekini ile birlikte bütünleşebilen çağdaş bir birey yaratabilir. Aydınlanma ideolojisi özünde bireyin kendini tanımlama hakkını öngörüyordu. Ancak, siyasî yetke, karşı devrim endişesiyle ve ussal bilimsel tutumu eğitim yoluyla yaygınlaştırana dek korumacı ve kollamacı olma yolunu tutmuştur.
Son çözümlemede, bireyin kendini tanımlama hakkı bir yetkinlik sorunu olarak karşımıza çıkmaktadır. Koruma ve kollama olmaksızın bir bireyin kendi hak ve özgürlüklerini, sorumluluk ve ödevlerini kendi özgür istenciyle yerine getirebilmesi onun yetkinliği olacaktır. Bu durumda birey başkalarınca ya da daha doğru deyişle kendi dışında hiçbir güç tarafından tanımlanmaz; o, kendisini algıladığı ve anlamlı bulduğu bir biçimde tanımlar; bu da onun kimliğini belirleme hakkını elinde tuttuğu ölçüde özgür ve yetkin olabilmektedir.
Günümüzde artık dünyanın hiçbir yerinde tek ekinli bir yaşam olanaklı değildir. Bu nedenle, ekinler arası iletişim ve bildirişimin önemi büyüktür. Ekinsel içe kapanmalar iletişimi kestiği için, kişi kendi ekinsel yaşam biçimini tek yaşam biçimi olarak algılar ve ötekinin yaşama hakkını benimsemez. Bu, giderek ekinsel özümsemeye yönelir, bu da “ekinleştirme”dir. Ekinleştirme öteki ekini ikinci özne konumuna sokar ve eşitlikçi bir ilişki yerine baskın ve egemen öznenin istencine boyun eğdirilir. Böyle bir zorlamanın sonucu ekinsel bir soykırımdır. Bunun örnekleri insanlık tarihinde neredeyse her toplum için vardır. Öyleyse, günümüz insanının ben ve öteki sorunsalını bir var olma hakkı bağlamında yeniden ele alması gerekmektedir.
Eğitimin ana işlevlerinden biri de bilginin özümlenmesidir. Uygulanacak eğitim yöntemi “bilginin doğası” bağlamında belirleneceğinden, bilginin doğasının ortaya konması gerekmektedir. Örneğin, bir şeyi bilmekle onun nasıl olduğunu bilmek arasındaki ayrım, eğitimin tutumunu farklı yönde etkileyecektir. Bir şeyi bilmek ürünü bilmektir ve eğitim programı sona erdiğinde, öğrenenin yeniden üretmesi beklenen edinilmiş bilgi vurgulanmış olur. Bir şeyin nasıl olduğunu bilmekse, süreci, öğrenenin gelecekteki öğrenme durumlarında uygulayabileceği teknikleri vurgular.
İnsan üç kez doğar demiştik; üçüncü doğum insanın kendinden doğmasıdır. Kendinden doğan insan “devrimci”dir. Devrimci insan tarihsel süreci nitel bir sıçramaya taşıyacak koşulları gören ve onu kendisinde bağımsız bir karakter olarak açığa vuran insandır. Kendinden doğan insanlar tarihin özneleridirler. Onlar yalnızca kendi bireysel yaşantıları için var değildirler; çoğu zaman da kendi bireysel yaşamlarını hiçe sayarak bir insanlık ülküsüne bütün varlığıyla bağlanıp onu kendilerinde bir tutku olarak içselleştirirler. Bu tutku, toplumsal istençle birleştiğinde ise devrimler gerçekleşir.
* İlk yayınlanma: Us Düşün ve Ötesi, Sayı 2, AAV Yayınları, İstanbul, 1998.