Kültür, “insan-doğa” ve “insan-insan” ilişkisinde, insan emeğiyle üretilmiş yaşam biçimleri diye tanımlanabilir. İnsan yaşamında en kapsamlı olgudur kültür. Bir bakıma, insan için ikinci doğa gibidir; her insan, tarihin belli bir döneminde belli bir yerde belirli bir kültürün içine doğar ve onun tarafından biçimlenir. Kültür, deneyim yoluyla ve bilincin gelişmesiyle paralel olarak çocukluktan itibaren alışkanlıklara kattığımız bir olgudur. Nasıl ki doğa bize rağmen bize verilmişse ya da kendimizi doğa içinde buluyorsak, başlangıçta kültürle olan ilişkimiz de bu niteliktedir. Bu nedenden dolayı, içinde yaşadığımız kültürü başka bir kültürle karşılaşıncaya değin yadırgamayız.

Kültür, üretim araçları, üretim biçimi ve üretim ilişkilerine bağlı olarak oluşur. Bu nedenle, kültürü şekillendiren yaşama biçimidir. İnsan, bir yandan kültürün eğittiği, diğer yandan da kültüre şekil veren bir varlıktır. Kültür “kült” kavramından türemiştir ve kült “tapım” anlamına gelir. Tapım, adanmış yaşamdır. İnsan kendisini yaşamaya değer bulduğu şeylere adar. Bu nedenle, kültür bir yandan maddî yaşam koşullarına diğer yandan da adanılmış mânevî değerlere bağlı olarak gelişip şekillenir.

Sanat, din ve felsefe gibi üst yapı kurumları kültürün formlarına bürünerek yaşama geçerler. Tarım toplumunun sanatı veya dini, sanayi toplumunun veya bilgi toplumunun yaşam biçimine aktarılamaz. Bu yeni yaşam biçiminde sanat, din ve felsefe kültürü yeniden üretilmek zorundadır, yoksa tarih sahnesinden silinirler. Nitekim tarih buna şahittir.

Farklı kültür formları, farklı yaşam biçimleri ve farklı değerler dizgesi içinde temel, varoluşsal araçlarla, insan kendisini alışkanlıkların etkisinden çıkarıp başka bir yaşam tarzını benimseyebilir. Bunun için, kültürlerde içkin kültler aracılığıyla kişinin bunu başarabileceği, kadim bilgeliğin tüm sürümlerinde dile getirilmiştir. Bu tapım biçimlerinin başat olanı ise “oruç” tapımıdır.

Oruç, tüm kültür, inanç ve dinlerde ortak bir buyruk ve uygulama olarak karşımıza çıkar. İnsan yaşamda doyum bulmak için çaba sarf eder; bunun maddî ya da mânevî olması fark etmez. Her gereksinim bir doyum arayışıdır. Ancak, bazen mânevî doyum maddî fedâkârlık veya ferâgati gerektirir. Bu nedenle, oruç bir “ferâgat ahlâkı” olarak karşımıza çıkar. Peki, bu ferâgat niye?

İnsan çoğu zaman istese de belirli bazı alışkanlıklarını değiştiremez. Bunu yapabilmesi için kendisinde aşkınlık içeren bir “nefs denetimi iradesi” gerekir. Kadim bilgeliğin İslam tasavvufu sürümünde, nefsin (kendilik) dönüştürülmesinden söz edilir ve bunu kişinin kendisinden başka hiç kimsenin yapamayacağı öğretilir. Kötülükleri emreden nefsten, tövbe ve pişmanlık yoluyla, belli ilhamlar vasıtasıyla emin bir nefse kavuşabilmenin yolu, nefsi oruç ile terbiye etmekten geçer.

Kurân’da oruç, “savm” olarak zikredilmiştir ve sözlük anlamı geri durmak, kendini alıkoymak, kendini tutmaktır. Oruç, nefse söz geçirmek için iradenin güçlendirilmesinin en iyi aracı olarak tavsiye edilmektedir. Kurân-ı Kerim’de, “Oruç, sakınasınız (takva) diye, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı,” denmektedir (Bakara: 183).

Kadim bilgeliğin bilinen tüm sürümlerinde –Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık yanında Hinduizm, Jainizm, Budizm gibi din ve inançlarda; Eski Mısır, Yunan ve Roma gibi uygarlıklarda– oruç kullanılagelmiştir. Jainizm’in kurucusu Mahavira ömrü boyunca hep oruç tutmuş, Buda “Nirvana’nın yolu oruçtan geçer,” demiştir. Tevrat’ta Musa peygamberin kırk gün oruç tutarak Rabbiyle kelâm ettiği yazılmış, İncil’de İsa peygamberin kırk gün oruç tuttuğu ve çölde şeytanla hesaplaştığı söylenmiştir.

Oruç, belirli amaçlar için tutulmaktadır: Museviler, “Yom Kippur”da günahlara kefaret amacıyla oruç tuttukları gibi, Mısır’dan çıkış anısına şükran orucu tutmaktadırlar. Buna benzer olarak, “nefs tezkiyesi” (arınmak), Allah’ın iradesine boyun eğmek maksadıyla da oruç tutulmaktadır.

Orucun etkin bir araç olması, onun doğrudan yaşamı besleyen ve üreten yeme, içme ve cinsel ilişkiyi denetim altına alabilmesidir. Varoluşsal bir yöntem olduğu için hiçbir zihinsel yöntem onun başardığını (dönüşüm amaçlı) başaramamaktadır. Sûfîler, orucun huyların değiştirilebilmesi için ve “zapt-ı nefs” için en iyi yöntem olduğunu söylemektedirler.

Oruç, sanıldığınca yalnızca yeme, içme ve cinsel ilişkiden uzak durmakla sınırlı değildir. Bu bilinen en yaygın biçimidir ve bedene uygulanır. Ancak, bundan başka, göz, kulak orucu tutulduğu gibi, dil orucu ve hatta susma orucu da (Hz. Meryem’de olduğu gibi) vardır.

Oruç, hem bedende hem akılda istenmeyen şeylerden uzaklaşmayı ve hem de istenen şeyde yoğunlaşmayı aynı zamanda gerçekleştirmektedir. Kıymet bilmek için yoksun bırakma özelliğinden dolayı, maddî ferâgat karşılığı mânevî doyum sağlamakla, insanın kendi kendisini sınırlayarak kendisi üzerinde söz sahibi olmasının aracıdır. Kendine yasak koymak, kendini kendi iradesiyle sınırlamak, “yasa bilincine ulaşma”yı ve “kendi nefsinin efendisi olma”yı sağlar; amaç da budur.

Kendi nefsine söz geçiremeyen başkasına nasıl söz geçirsin? Kendine verdiği sözü tutamayan başkasına verdiği sözü nasıl tutsun? “Kendini bilmeyen eli ne bilsin?”

Din söz vermektir (ahit), dindarlıksa sözünde durmaktır.